Güçsüz olursunuz ama sorunu koyuşunuz, ortaya koyduğunuz fikirler yepyenidir, onlarla karşılaşanların gözleri parlar; “hah işte!” derler; birden bire bunu başkalarına anlatma ve mücadele azmiyle dolarlar; özellikle kadınlar ve gençler ilgi gösterirler; fikirleriniz karşısında onları yok sayıp ne olursa olsun bilinmesin, gözden kaçsın diye bir suç ortaklığı içinde tartışmaktan kaçınırlar vs., vs..
Bu gibi birçok gösterge aslında sizin çok güçlü olduğunuzun, yepyeni şeyler söylediğinizin birer belirtisidir.
1960’larda Türkiye’de sosyalist hareket çok güçsüzdü. Ama böyleydi. Gençliğini soluyordu, soruları, kavramları, tartıştıklarıydı esas yeni ve devrimci olan. Bunlar “Gündemi belirliyor”du. Sosyalistlerin gücü buradan geliyordu.
Şimdi ise sosyalistler, bırakın yeni bir soru sormayı, bırakın eski sorulara yeni bir cevap sunmayı, soru sormaktan bile korkuyorlar. Merak duygusunu bile yitirmişler.
Eskiden en ileri olanlar, en zekiler, en entelektüeller, en yırtıklar, medeni cesareti en yüksek olanlar, tabularla sorunu olanlar sosyalist olurdu; şimdi ise en bürokrat kafalılar, en korkaklar, en “aman acaba ne derler” diye düşünenler; tabularla sorunu olanlar değil, tabuları savunanlar…
Yanlışlıkla bu ördek yavrularının arasına düşmüş böyleleri olursa, ördekler ve yavruları bu kuğu yavrularının dokusunun kendilerinkine uymadığını fark edip hemen kovuyorlar, dışlıyorlar, atıyorlar. Hemen anlıyorlar kendilerinden olmadığını; hamurunun farklı olduğunu.
Bu tükenişin belirtileri için öyle uzaklara gitmeye gerek yok. Şu soru ve bunun cevabı yeter:
Şu son yirmi yılda diyelim, bir tek olsun yeni sorular soran, hadi o olmadı, eski sorulara başka bir ışık altında yeni cevaplar veren sosyalist bir yazar, bir kitap, bir deneme var mı?
Yok.
Hatta ortada tarihin ve toplumun genel gidiş yasalarıyla ve temel kavramlarıyla ilgili yazılmış kitap bile yok.
Bektaşi babası gibi Türkiyeli Marksistlerin namazı çoktan kılınmış. Ya da kabalacılar gibi de söylenebilir. Güneşin altında yeni bir şey yoktur. Söylenecek her şey söylenmiştir. Sadece o söylenmişlerin manasını anlamak yeter. Kimisi bunu harflerin ve rakamların bağlantılarından; kimi komplo teorilerinden çıkarmaya çalışır. Son yıllarda komplo teorilerinin böylesine yaygınlaşmasının ardında genelleme ve teori yeteneğinin bu yitirilişi de bulunmaktadır. Engels yanılmıyorsam, anti-semitizme enayiler sosyalizmi; komplo teorileri de enayi teorisyenliğidir.
Türkiye’de son yirmi yıldaki yayınlara bakın, tarihin ve toplumun genel gidiş yasaları ve bunlardan çıkarılacak program ve stratejiyle ilgili yeni bir şeyler söyleme gayretinde olan iki kişi vardır; iki istisna var bu koca çölde.
Birisi Abdullah Öcalan, diğeri bu satırların yazarı Demir Küçükaydın.
Sadece bu ikisi, tarihin ve toplumun genel yasaları üzerine bir şeyler söylemeye, bunlardan günümüzün tıkanıklıklarını aşmaya çalışan bir takım program ve stratejiler geliştirmeye çalışıyorlar.
İkisi de Sosyalist, ikisi de Sosyalizm içindeki Marksist gelenekten geliyorlar. Hatta ikisinin de Kıvılcımlı gibi büyük bir teori ve eylem adamından, Türkiye’nin yetiştirdiği neredeyse, yeni sorular sorup yeni cevaplar arayan biricik teorisyenden el aldıkları görülüyor.
Ama kökendeki bu benzerlik ve yakınlıklara karşın farklı bir evrim geçirdikleri görülüyor.
Abdullah Öcalan, Marksist kavramları eleştirip, terk edip, günümüzün yaygın post modern fikir akımlarının kavramlarını alarak, Aydınlanma’ya yaklaşarak bir teorik sistem kurmaya ve buradan programatik, stratejik ve politik sonuçlar çıkarmaya çalışıyor.
Demir Küçükaydın ise, Marksist kavramlara dayanarak, ama onları eleştirip geliştirerek, Marksizm'i içindeki Aydınlanma’nın kalıntılarından arındırarak, Marksizm’i yeniden kurarak, bir teorik sistem kurmaya ve buradan sadece Türkiye ve bölge için değil, tüm dünya için programatik, stratejik ve politik sonuçlar çıkarmaya çalışıyor.
Bunların ikisinin de kavramları kökten farklı olmalarına rağmen, hem aynı soruları sorup aynı sorunlarla meşgul olmalarından doğan bir yakınlıkları vardır; hem de kimi programatik, stratejik, politik sonuçları birbirine yakındır.
Bu nasıl olmaktadır, bu yakınlık nereden çıkmaktadır?
Bunu biyolojiden bir örnekle gösterebiliriz. Toplumsal ve doğal yasalar her yerde aynıdır. Her yerde aynı olduğu için, evren milyarlarca kere, galaksileri, yıldızları, gezegenleri keşfetmiştir.
Yasalar her yerde aynı olduğu için, gezegenlerin gözlenebilir olmasıyla birlikte, milyarlarca kere hayatı da keşfettiği ilerde görülecektir.
Keza, yeryüzündeki canlılar, defalarca birbirinden bağımsız olarak benzer çözümleri bulmuşlardır. Örneğin, Arılar ve Termitler, birbirinden bağımsızca, öyle karmaşık organizmalara dönüşmeyi bulmuşlardır. Göz’ün canlılarca en az kırk kere birbirinden bağımsızca keşfedildiği bilinmektedir.
Ve tam da böyle olduğu için, yapıları tamamen farklı organizmalar, tamamen farklı yapılarına rağmen aynı yasalara karşı hemen hemen hep aynı çözümlerde buluşurlar. Örneğin, balıkların suyun direncini minimuma indiren ve suda hareket etmeyi sağlayan biçimini, dinozorlar ve memeliler balıklardan tamamen bağımsızca yeniden keşfetmişlerdir. Örneğin uçmayı sağlayan kanatları, böcekler, sürüngenler, dinozorlar (kuşlar) ve memeliler (yarasalar) birbirinden bağımsızca ve tekrar tekrar keşfetmişlerdir. Buna biyolojide konvergenz (yakınlaşma) denilmektedir.
Ama örneğin bu kanatların yapıları onu keşfeden canlının türü ve yapısına bağlı olarak tamamen farklı mekanizmalarla çözümler bulmuşlardır. Yani görünüşteki yakınlaşma ve benzerliğe, benzer çözümlere rağmen yapıları, anatomileri farklıdır.
İşte, Öcalan ve Küçükaydın, benzer şekilde, tam da bu mekanizmayla, kavramsal araçları (görüşlerinin anatomileri, yapıları) tamamen farklı olmasına rağmen; aynı sorunlarla cebelleştikleri için, benzer çözümlere varmaktadırlar. Bundan dolayı bu konulara en yabancıların bile dikkatini çeken yakınlıkları ve ortaklıkları bulunmaktadır.
Nedir onların bu ortak sorunları?
İkisi de, ulus ve din sorunuyla meşguller. Bu iki sorun hem bugünkü dünyada ve Türkiye’de çok aktüel olarak gündemi belirlemektedirler, hem de tüm toplum bilimleri bu iki sorunda tam anlamıyla iflas etmişlerdir.
Bu iki sorunu açıklayan tutarlı bir teori ve bundan çıkan bir program, strateji ve politika olmadan, günümüz dünyası ve Türkiye’sinde ezilenler için bir mücadele yürütmek olanaksızdır.
Bu nedenle, ikisi de tüm toplum bilimi ve onun metodolojik sorunlarıyla da yüzleşmekte; yaygın olarak bilinen ve kabul görmüş tüm anlayışları yıkmaktadırlar.
Temel ortaklık tıpkı balıkların ve suya dönmüş memelilerin, suyun direncini minimuma indirmek ve suda hareket etmeye çözümler aramaları gibidir.
Ama anatomileri farklı olduğu için, görünüşteki bu benzerliğe rağmen tamamen farklı mekanizmalarla işlemektedir ve farklı yapılardadır bu çözümler.
Anatomi derken bundan her şeyden önce kavramsal sistemleri ve varsayımları anlıyoruz. Ama bunlar aynı zamanda birer toplumsal hareket için olduğundan, dayandıkları veya dayanmayı hedefledikleri toplumsal güçler de bir sosyal hareket olarak bu yapı çerçevesinde ele alınabilirler.
Bu farkları kısaca koyalım.
Birincisi Öcalan, Marksist kavramları reddetmekte, onlardan bazılarını alıp içeriğini değiştirerek kullanmaktadır. Öcalan tamamen kendine has bir kavram sistemi kullanmakta, bir takım kavramları kendince yeniden tanımlamaktadır. Hatta Öcalan’ın son kitabının ilk bölümleri tamamen bu kavramsal çerçeveye ayrılmıştır. İlk kırk sayfada, “Kavramsal Çerçeve” başlığı altında “Kültür, Dil, Uygarlık, İktidar, Yönetim, Politika, Ahlak, Hukuk, Demokrasi, Ekonomi, Asimilasyon, Soykırım” kavramlarını ele alıp tanımlamaktadır programının dayandığı kavramsal çerçeve olarak.
Küçükaydın ise, Marks’ın kavramsal çerçevesini almakta, önce bunları stalinist, pozitivist çarpılmalardan temizleyip otantik biçimine kavuşturmakta; sonra bu otantik biçimiyle bile aslında bu kavramsal çerçeveye yabancı olan, geçmişin kalıntısı, aydınlanmanın kalıntısı olarak bulunan anlamları analiz edip atarak; kavramsal saflık sağlayarak, tüm kavramaları bu saflık ışığında yeniden tanımlamaktadır. Marksist kavramları dakikleştirmekte, Marksist olmayandan arındırmakta, yeniden tanımlamakta, mantık sonuçlarına götürmekte ve iç tutarlılığı olan bir kavram sistemi kurmaktadır.
Neredeyse Öcalan’ın tartıştığı bütün bu kavramları (fazlasıyla) Küçükaydın da tartışmakta ve yeniden tanımlamaktadır.
Küçükaydın özellikle Din kavramının Aydınlanma’dan; Ulus kavramının da Aydınlamacı bile olmayan, gerici Alman ulusçuluğundan bir kalıntı olduğunu; bunların Marksist kavramların bünyesinde bir yabancı madde olduğunu, bugünkü çöküşün ardında da bu kalıntılar olduğunu göstermekte; bu kavramları yeni baştan tanımlamaktadır.
Öcalan ve Küçükaydın arasındaki temel farklılıklar teori bazında en kısa böylece özetlenebilir.
Bunun tarihi ele alıştaki yansımaları nasıl olmaktadır?
Öcalan’ın bu tarih ve toplum teorisi kurma çabasına, bir Kürt ulusuna tarih yazma çabası eşlik etmektedir. Bu kavramlar aynı zamanda bu ulusal tarihin inşasına da yaramaktadır.
Küçükaydın ise, tabiri caiz ise, ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih yazmaktadır.
Küçükaydın, tarihin dinler tarihi olduğunu söylemektedir. Kendisinin en önemli iki keşfinin dinin din olmadığını; ulusun ve ulusçuluğun da bur din olmayan anlamıyla din olduğunu söylemektedir.
Küçükaydın, Aydınlanma’nın dini “inanç” diye hem epistemolojik hem de hukuki anlamı olan, ama sosyolojik hiçbir anlamı olmayan bir kategoriyle, “akıl ve bilim dışı” ve “özel” bir sorun olarak tanımlayarak, tarihi anlaşılmaz kılmasını Marksizm'in aynen benimsemesinin büyük yanlış olduğunu söylemektedir. Tarih Dinler tarihidir, tarihi ancak dinler tarihi olarak açıkladığında Marksizm gerçek bir bilim olabilir demektedir.
Küçükaydın, Marksizm’in, Aydınlanma’nın bu yanlış tarihine üretim ve toplum biçimleri ve sınıf mücadelesi boyutu getirmesinin bir katkı olduğunu söylemekte ve bu katkıyı korumakta, almakta, benimsemekte ama dinler tarihi olarak tarih içinde o tarihi açıklamak için bu kavramları kullanmaktadır. Gerçekten dinlerin de ortaya çıkışları, biçimleri ve geçirdikleri evrimler ekonomi temeline ve sınıf mücadelesine ilişkin bir boyut olmadan anlaşılamaz. Ama tarih dinler tarihi olmadan hiç anlaşılamaz.
Öcalan ve Küçükaydın arasındaki bu kavram farklılıkları ortaya sadece iki farklı anlayışa dayanan iki farklı tarih anlatısı çıkarmamaktadır; bu tarihlerin kapsamları da farklıdır. Küçükaydın, sadece ulusların tarihi olmadığını söylememekte, aynı zamanda bir dünya tarihi yazmaktadır. Çünkü Dinler bütün tarih boyunca yeryüzündeki bütün toplumlarda, (bugünkü modern toplumun da bir dini vardır) var olmuşlardır.
Öcalan ise bir Ortadoğu Tarihi ve bir Kürt tarihi yazmaktadır.
Tabii anlattıkları tarih ile önerdikleri program ve strateji arasında derin ve hemen kolaylıkla görülebilecek bir ilişki vardır. Öcalan Ortadoğu (veya “Büyük Ortadoğu”, Çin ve Hindistan sınırlarından Akdeniz’e kadar bir alan) tarihi anlattığı gibi, programı da esas olarak bu alanla sınırlıdır. Dünyanın diğer yerleri bu tarih ve programla ilişkisi kadar ve ilişkisi içinde değerlendirilir.
Küçükaydın ise bir dünya tarihi yazdığı gibi, programı da dünya çapındadır. Ve bu dünya çapında program sosyalistlerin alıştığı bütün kavram ve tasavvurları da baştan aşağı değiştirmektedir. Küçükaydın, Tarih’in dinler tarihi olduğunu söylediğinde, bununla iç tutarlılıklar içinde, ekonomi temelindeki değişmelere bağlı üstyapı değişmelerinin, yani Marks’ın tanımına göre devrimlerin özünde din değişmelerinden başka bir şey olmadığını; dinler tarihinin devrimler tarihi olduğunu söylemekte; partilerin (tarikatların, sınıf hareketlerinin) tarihte hiçbir zaman devrimler yapamadığını; bunların ancak bir dine (tabii buradaki din kavramı inanç anlamında değildir. Zaten bütün sorun buradadır) dönüştüklerinde devrim yapabildiklerini söylemekte, sosyalizmin bir parti olmaktan çıkıp bir din olmasını söylemekte; işçileri uluslara karşı savaşa çağırıp İnsan olmaya, yani yeni bir din kurmaya çağırmaktadır. (Tabii buradaki büyük harfle yazılmış İnsan kavramı da alışılmıştan çok farklı, biyolojik insanla ilişkisi olmayan, sosyolojik bir İnsan kavramıdır; Müslim gibi bir şeydir.)
Böylece sosyalist hareketin dünya devrimi ve dünyayı değiştirme stratejisini de ters yüz etmektedir. Eski anlayışta, tek tek ülkeler sosyalist olup sonra bir Dünya sosyalist cumhuriyetine göre gideceklerdir. Küçükaydın’a göre ise, önce uluslara karşı savaşla bütün uluslar yok edilip bir dünya cumhuriyeti kurulmalı; yani yeni bir din insanlığın çoğunluğunu kazanıp egemen olmalı tüm yeryüzündeki insanların biçimsel ve hukuki eşitliği sağlanmalı, ondan sonra o insanlar kapitalizme mi sosyalizme mi karar verirler kendileri karar verirler; ama önce bu kararın imkan ve koşulları yaratılmalı demektedir. Görüldüğü gibi hem kavramsal sistemi hem sonuçları Marksizm’i reddetmemekte ama her kavramı, programı vs. yeni baştan tanımlamakta, her şeyi ters yüz etmektedir.
Elbet Küçükaydın, Ortadoğu ve Türkiye’deki mücadeleler karşısında ilgisiz değildir. Günün mücadeleleri için de Türkiye ve Ortadoğu için de somut program, strateji ve taktikler önermektedir. Ama bunları hep Dünya çapındaki değişikliğe gidiş için bir ara aşama, hareketi başlatacak, bir ipucu, bir başlangıç noktası olarak ele almaktadır. Öcalan’da kendi başına bir hedef olan, Küçükaydın’da bir bölge için bir başlangıç noktası, bir stratejidir.
Küçükaydın, dünya devrimi için uluslara karşı savaşı önerir; işçileri ve sosyalistleri İnsan olmaya çağırırken; uluslara karşı savaşın ve İnsan olmaya gidişin ilk aşaması olarak, Ortadoğu’da, Türkleri ve Ortadoğu haklarını; ulusun yani politik olanın, bir dille, dinle, etniyle, soyla, sopla, ırkla ve tarihle tanımlanmasına karşı mücadeleye, yani öncelikle Demokrat olmaya çağırmaktadır. Türklüğün, Kürtlüğün, Araplığın, Farisiliğin, Ermeniliğin vs. tıpkı bir gerçek laik bir ülkedeki din gibi, kişilerin özel sorunu olmasını savunmaktadır. Bunun ulus devletin aşılması veya ulussuzluk değil, ulusçuluk olduğunu ama demokratik bir ulusçuluk olduğunu söylemektedir.
Görüldüğü gibi, Öcalan ve Küçükaydın aynı alanda at koşturmakta ama birbirinden tamamen farklı kavram sistemlerine dayanan tamamen farklı tarihler anlatmakta ve farklı programlar önermektedirler.
Ancak bu farklılıklara rağmen, yakınlık da sanıldığından fazladır. Bunu görmek için şu özel durumu göz önüne almak gerekmektedir.
Birincisi Küçükaydın Öcalan’ın kitaplarını görüşlerini bilmektedir ama Öcalan Küçükaydın’ınkileri bilmemektedir. Sadece çok yüzeysel izlenimleri vardır. Kim bilir belki bilseydi, kavram sistemini daha farklı tanımlayabilir, daha yakın ve daha az eklektik çözümlere ulaşabilirdi.
İkincisi, Evet Öcalan bir Kürt tarihi yazmakta, ulusu Kürtlükle tanımlayıp bu Kürtlüğe bir tarih ve gelenek kurmaktadır. Soyut olarak bakıldığında yaptığı, özünde bir dile, bir kavme dayanan gerici ulusçuluğu yeniden üretmektir. Ancak Öcalan, bu gerici ulusçuluğu ilerici, devrimci ve eşitlikçi bir içerikle doldurmaya çalışmaktadır.
Bunun iyi anlaşılması için Türk tarihi ve tarihçiliğiyle bir kıyaslama yapılabilir. Örneğin Türk tarihi hep kurulan devletlerden, savaşlardan, Türklerin yaptıklarından bahseder. Hatta başkalarının yaptıklarını da Türklere mal ederek anlatır. Örneğin Mevlana’yı Türk yapar, Sinan’ı Türk yapar.
Bu örnekle somutlayalım. Örneğin şöyle anlatmaz, Bizans’ı ele geçiren ve Üçüncü Roma imparatorluğunu kuran İslam’la zırhlanmış Türkçe dilli kabileler, ona bir dinamizm kazandırıp, ta Urartulardan, Hititlerden beri gelen Ermeni taş ustalarının ve mimarlarının binlerce yıllık birikiminin yeniden çiçeklenmesinin yolunu açtı. Böyle bir Tarih, Ermeniliği kendi özünün bir parçası olarak tanımlamış olur. Sadece Ermeniliği de değil, Latin ve Grek Roma'yı da aynı şekilde kendi özünün bir bileşeni kendini bütün bunların mirasçısı görür. Böyle bir ulusçuluk ırkçılığa fazla bir zemin bırakmaz; kültürel bir tolerans ve çeşitliliği besler.
Veya Mevlana ile ilgili olarak, İran yaylarının, Orta doğu ile, Çin ve Hindistan arasındaki yolların uygarlığı olan Farisi-Pers uygarlığı, Önce İslam’la bir gençlik aşısı aldı ve Abbasiler kuruldu. O hızla çürüyünce, Türkmen ve Oğuz kabilelerinin gençlik aşısıyla Selçuklular kuruldu. Bu gençlik aşısıyla, Pers uygarlığı, Akdeniz’in Roma-Bizans imparatorluğunu ta Ege kıyılarına kadar geriletti. Bütün Anadolu’daki Bizans şehirleri, Pers uygarlığının etkisi altında hızla Müslümanlaşmaya başladılar. Bu gençlik aşısıyla eski Bizans topraklarında Pers uygarlığı birçok çiçeklenmeler yaşadı. Bunlardan biri de bu uygarlığın binlerce yıllık birikimine dayanan Mevana’ydı.
Böyle bir tarih anlatıldığında Türklük denen şey, bir ırk ve dil ile tanımlanmış olmaktan çıkar, tüm uygarlıkları ve kavimleri kendi içinde tasavvur eder. Buradan ırkçı bir milliyetçilik çıkma olanağı bulamaz. Daha kültürel, esnek, demokratik hatta sosyalizan ve eşitlikçi bir milliyetçilik olur bu.
Ama Türk tarihi ve milliyetçiliği otomatik olarak faşist yaratan bir milliyetçilik ve tarihtir. Türklerin de bu tarihi reddetmeden ve demokratik bir tarih yazmadan demokratlaşmaları olanaksızdır.
İşte Öcalan’ın yaptığı böyle bir Kürt tarihi yazmaktır. Komün’ün, eşitlikçiliği mi; Oradaki Kadının toplumdaki yüksek yeri mi? Kürt tarihi ve Ortadoğu tarihinin bir parçasıdır. İlk neolitik devrim ve ilk uygarlıklar mı? Bu tarihindir. Nemrutlara Firavunlara karşı mücadele eden reformcu peygamberler, İbrahim’ler, Musa’lar mı bunlar da Kürtlerin ve Ortadoğu’nun tarihindendirler. Yunan filozları mı? Rönesans mı, Aydınlanma mı, sosyalizm mi? Bütün bunları ilerici, demokratik ve eşitlikçi olanı Öcalan Kürt ve Ortadoğu tarihine sokmakta, Kürtlüğü demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi öğe ve kavramlarla doldurmaya çalışmaktadır.
Sadece bu kadar da değil,.
Evet, bir Kürt tarihi yazmakta ve ulusları Kürtlük, Türklük vs. ile tanımlamaktadır. Bunların bir arada yaşamasını ulus devletin aşılması olarak tanımlamaktadır. Ama sadece burada da kalmamakta, Kürtlüğe vs. ulus olarak tanımlamakla birlikte ulusu politik olarak tanımlamaktan çıkarmaya da çalışmaktadır. İşte o bir türlü anlaşılamayan “Demokratik Özerklik” gibi kavramlarla bunu yapmaya çalışmaktadır.
Tabii iç tutarlılığı olan bir kavram sistemi olmadığından, eklektik bir kavramsal yapısı olduğundan bir kafa karışıklığına ve anlaşılamamaya da yol açmaktadır. Aslında yapmak istediği, Ulusal olanın dille, dinle, tarihle tanımlanmasına karşı bir demokratik cumhuriyet, ama artık kişilerin özel sorunu olmuş dile, dine, kavme, tarihe dayanan ulusların birliğidir. Kendisi bir ulus tarihi yazmaktadır ama kurmak istediği Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti’ndeki, uluslardan birinin, tarihinin şöyle veya böyle olmasının politik bir anlamının olmadığı bir Kürt ulusunun tarihidir bu.
Bu tarih ve program aracılığıyla, bir dille tanımlanmış bir ulusun hareketine bir demokratik, hümanist ve eşitlikçi bir içerik kazandırmaya çalışmaktadır.
Bu demokratik içerik ile gerici biçim (bu tarihin bir dille ve tarihle belirlenmiş bir ulusun tarihi olması, ulusların tarihi olduğu varsayımı) arasında bir çelişki vardır.
Mücadelenin gelişimi bu çelişkide hangi tarafın üstün geleceğini belirleyecektir.
Hareket başarıya doğru gider, radikalleşir, bölgedeki diğer halklarda da benzer demokratik eğilimler gelişirse, bu kabuğunu parçalayıp, gerçek bir demokratik ulus tarihçiliğine, yani ulusların tarihinin olmadığına dair bir tarihe ve tarihçiliğe dönüşebilir. Dolayısıyla da politik projesi tam da Küçükaydın’ın önerdiğiyle tıpatıp aynı olup çakışabilir.
Yok, eğer hareket geriler, yenilir, başarısız kayırsa, demokratik öğeleri de yok olur ve sıradan bir gerici ulus tarihçiliğine döner.
İlk otomobiller at arabası gibiydiler, daha doğrusu, at arabasının at yerine bir motor tarafından çekilmesi gibiydiler. Yeni olan öz (Patlarlı motor) eski biçim içinde ortaya çıkmıştı. Sonradan biçim içeriğe uygun hale geldi. Öcalan’ın yazdığı tarih de biraz böyle, onun hümanist, eşitlikçi ve demokratik özü, eski biçim (bir ulus tarihi yazmak) içinde ortaya çıkıyor. Aralarında bir çatışma var. Aynı sorun programa da yansıyor. Hem ulusu tanımlama bakımından hem de devletin örgütlenmesi bakımından. Örneğin Öcalan’ın devletsizlik dediği, devlete karşıyım dediği, bürokratik olmayan bir devlet.
Bu çelişkinin nasıl çözüleceğini mücadelenin seyri belirleyecektir.
Elbet Küçükaydın’ın kavramlar da, ulusların tarihi olmadığına dair tarihi de vs. çok daha tutarlı ve iç sistematiği vardır. Ayrıca programatik olarak da çok nettir. Ama hiçbir gücü temsil etmemektedir. Hem Öcalan’a aslında düşman olan ama bunu Öcalan’a saldıramayacakları için dolaylı biçimlerde dışa vuran, Öcalan’ın “İlkel milliyetçiler” dediği gerici Kürt milliyetçileri; hem de Türk milliyetçisinden başka bir şey olmayan Türk sosyalistleri tarafından zımni ve içgüdüsel bir işbirliği içinde karantinada tutulmaktadır.
*
Bütün bunları Türkiye’de son yirmi yılda az çok yeni sorular sormuş ve cevaplar vermiş iki yazarın söyledikleri hakkında bir fikir sahibi olunması için kısaca özetledik ki bundan sonra söyleyeceklerimiz ve Türkiyeli sosyalistlerin tükenmişliği daha iyi kavranabilsin. Fotoğraflar görülsün. Fotoğraflara bakma sanatı diye bir sanat da vardır.
Şimdi açık Türkiyeli sosyalistlerin son yirmi yıldaki yazılarına bakın, Öcalan ve Küçükaydın’ın bu geliştirdikleri muazzam alt üst edici, yepyeni sorular soran, yepyeni cevaplar veren görüşleri hakkında bir tek inceleme, bir tek tartışma göremezsiniz.
Sanki yoktur böyle bir şey. Hatta bu konularda da bir şey bulamazsınız. Çünkü bu konulara girseler ister istemez bu görüşlerle de karşılaşmak zoruna kalacaklarını sezerler.
Öcalan’ı karnını kaşıyan bir diktatör olarak görüp teorik çalışmalarına zerrece değer vermezler. Küçükaydın, yıllar önce, Öcalan yakalandığında, Öcalan ciddi ve önemli bir teorisyendir, onda teori nosyonu vardır diye yazdığında kendisiyle alay edilmiştir.
Küçükaydın ise, güce tapan Türk sosyalist veya tersinden söylersek milliyetçileri tarafından zaten adam yerine koyulmaz. Bir politik gücü yoktur; garip şeyler söyleyen, “örgüt düşmanı”, aklından zoru olan biridir diye el altından da böyle bir algıyı yayarlar.
Yani Türkiye’nin sosyalistleri bu iki kişiye ve görüşlerine karşı tam bir “Susuş komplosu” ve psikolojik savaş yürütürler. Tıpkı özel savaş dairesinin yöntemleriyle. Ama bunun aslında bir savaş olduğunu da gizlemek için, adam yerine koymaya değmez, ciddiye almaya değmez, onun için böyle davranıyoruz demeye getirirler.
*
Yıllarca bu böyle gitti. Ama ilk kez, 2013 Newroz’unda, Öcalan’ın program bildirisiyle ve burada ifadesini bulan paradigma (değerler sistemi) değişimi ile onların bu teorik çabaları, hem aktüel bir programatik ve stratejik bir sorun haline geldi hem de doğrulandı.
Bunlar yanlış da olabilirdi ama ilk kez sorun artık Türkler veya Kürtler olarak değil, Ortadoğu olarak gündeme geliyordu. Onlar da zaten tam bunu tartışıyorlardı. Örneğin Küçükaydın daha 2004 yılında Açılım adlı bir dergi projesinin bildirisi olarak daha sonra “Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu”diye bir Program bildiri yazmış bulunuyordu.
Ortadoğu bütün tek tanrılı dinlerin çıktığı yer oluğu gibi, dünyada ulusçuluğun en çok mahvettiği ve kanattığı yerdir. (Bu ikisi arasında bile derinden bir bağ var. Küçükaydın’ın Ortadoğu İçin demokrasi Manifestosu bunu açıklıyor. Akdeniz’in ticari kolaylığı, ticaret, kavramsal düşünceyi teşvik; seslere dayanan alfabeler, “Barbar akınları” nedeniyle kast sisteminin yerleşememesi ile tak tanrılı dinler ilişkisi ve bütün bunlarla dile, dine dayanan gerici ulusçuluk, bunun çıkmazı ve Balkanlaşma (her dile veya dine bir devlet) ve giderek Lübnanlaşma (Aşiretlerin cemaatlerin politik birimler haline dönüşmesi) karşısındaki savunmasızlık.
Şimdi özellikle 21 Mart 2013 tarihiden sonra, kendisine saygısını, merak ve gerçeklik duygusunu yitirmemiş, Bektaşi babasının bizim namazımız kılında demesi gibi bizim teorimiz hazır demeyen bir sosyalistin, derhal Ortadoğu çapında bir sorun olarak program sorununu başa alması ve yine bu bağlamda din ve ulus sorunlarını gündeme getirmesi gerekir. Dolayısıyla bu iki yazarı, teorik arka planlarını, önerdikleri programları. Çünkü bu iki yazar da bu iki konuda çok önemlidir, hayatidir deyip yeni bir şeyler söylüyorlar.
Ama böyle bir çaba yok. Eskiden belki bunun bir mantığı olabilirdi. Ama 21 Mart 2013’ten beri artık bu tam bir tükeniş ilanıdır
Şimdi bu yok sayarak mücadelenin iki örneğini ve bizzat bu yok sayarak mücadelenin bu mücadeleyi yürütenleri nasıl tükenişe götürdüğün görelim.
Özgür Üniversite ve Türkiye Ortadoğu Forumu vakfı (ve şu destekçiler: Alınteri, Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi, Devrimci Yolda Özgürlük, ÖSP, Özgür Gelecek, SDP, Söz Dergisi, TKP 1920) 6 ve 13 nisan tarihlerinde iki ayrı şehirde iki başlık altında yapılacak bir sempozyum hazırlamışlar.
Başlık: “DİN: TEORİSİ/ PRATİĞİ, DÜNÜ, BUGÜNÜ” SEMPOZYUMU (6 ve 13 Nisan 2013)”
İlk bakışta har şey ne kadar masum ve güzel. Sosyalistler ve özellikle de bunların kendilerini radikal olarak konumlandırmaya çalışanları, hatta biraz teorik çalışmaya yatkın görünenleri din üzerine, ciddi bir tartışma tertiplemişler. “Aferin oğlum Ahmet, sen bu yolda devam et” demenin yeri gibi…
Ama şu ihtiyar diyalektik bize her zaman “gerçeklik somuttur” der. Her durum için geçerli bir hüküm, bir reçete, bir araç yoktur der. Her şeyi somut tarihsel koşullar içinde değerlendirebilirsin ve öyle anlayıp politikanı, stratejini ve taktiğini ancak böyle doğru tanımlayabilirsin der.
Konuların ele alınışını ve alt başlıkları görünce o masumiyet ve güzellik kayboluyor.
Kim bilir belki Endenozya’da bu başlık hala son derece masum ve ileri bir anlam da taşıyabilir.
Ama Türkiye ve hele bugün 21 Mart 2013 sonrası olunca, bu başlık nasıl bir psikolojik savaş ve susuş komplosunun aracına dönüyor görelim.
En yüzeysel ve görünür olanından başlayalım.
Sadece Türkiye’de değil, Dünya’da, Marksistlerin arasında Din konusunda ciddi eserler verip tezler geliştirmiş en önemli Marksist Dr. Hikmet Kıvılcımı’dır. Ayrıca bu konuyu pratiğe uygulamış bir insandır da. Meşhur Eyüp Sultan Konuşması bunun klasik bir örneği sayılabilir.
Ama bu Sempozyum İlanında Kıvılcımlı’yı tartışan, ima eden bir tek sözcük veya başlık bile yok.
Yani Endenozyalılar diyelim ki Kıvılcımlı dillerine çevrilmediği için Kıvılcımlı’yı bilmezler dolayısıyla da Kıvılcımlı’nın adının olmadığı böyle bir toplantı orada sosyalist ve Marksistler için ciddi bir açılım denemesi anlamına gelebilir.
Ama Türkiye’de, en önemli eserlerini yarım yüzyıl önce yayınlamış, “Allah, Peygamber, Kitap”, “Dinin Türk toplumuna Etkileri”, “Türkiye Köyü ve Sosyalizm”, “Osmanlı Tarihinin Maddesi”, “Tarih Devrim Sosyalizm” gibi her biri din konusunu bambaşka açılardan ele alan, Marksizm’e bir katkı olduğu yönünde hem kendisinin hem başkalarının yazıları bulunan Hikmet Kıvılcımlı’nın burada en küçük bir şekilde adının anılmaması, en azından bir başlık oluşturmaması, Kıvılcımlı’ya karşı bir susuş komplosundan başka nedir ki?
Ama sadece bu kadar da değil.
Daha birkaç ay önce, konusu Hikmet Kıvılcımlı olan bir Sempozyum yapıldı. Katılım, çeşitlilik, organizasyon, tartışmalar ve düzeyi vs. bakımından da herkesin takdirini topladı. Bu Sempozyum’da Hem “İslamcı”, hem Marksist hem de akademik sosyoloji açısından Kıvılcımlı’nın bu konudaki görüşlerini ele alıp eleştiren bildiriler de sunuldu. Örneğin Ayhan Bilgen, Kıvılcımlı’nın din konusundaki pratiğinin, ezilenlerin demokratik ve eşitlikçi fikirlere kazanılması ve örgütlenmesindeki önemi bakmadan çok önemli, hatta politik İslam çevrelerinde anlaşılamayıp epeyce tepki de toplayan bir çerçevedeki önemini ele alan görüşler ileri sürdü. Örneğin İhsan Eliaçık, Kıvılcımlı’nın bir Kuran müfessiri olduğundan söz etti ve Kıvılcımlı’nın tefsirinin tefsini yaptı. Kendi tefsiri ile Kıvılcımlı’nın tefsiri arasındaki yakınlıklara değindi.
Demir Küçükaydın bir Marksist olarak, Tarihin dinler tarihi olduğunu ve Marksizm’in tarihi dinler tarihi olarak anlattığında ancak bir bilim ve aynı zamanda din olabileceğini söyledi. Sadece Bugünkü din tanımının (İnanç) değil, bilim tanımının da modern toplumun dini tarafından yapılmış bir tanım olduğunu bilimin tanımının dinsel olduğunu; bilimin bilimsel ve sosyolojik bir kavramının bilimin şimdiki tanımının dinsel olduğunun kavranmasından geçtiğini söyledi. Ama bunun için de Dinin bilimsel yani sosyolojik bir tanımının olması gerektiğinden söz etti.
Bu bağlamda, Kıvılcımlı’nın din tanımının bütün sağladığı ilerlemeye rağmen Aydınlanma’nın din tanımının sınırlarını kıramadığını iddia ederek, Kıvılcımlı’nın katkılarına hem sahip çıktı hem de eleştirdi.
Bütün bunlar aslında şu çöle dönmüş Türkiye’nin fikir ortamında bir kitap olarak da yayınlandı. Ayrıca internete de koyuldu isteyen indirsin diye.
Yani taptaze olarak Kıvılcımlı’nın din konusunda yazdıkları ve hem Marksizm'e hem de İslam'daki Kuran tefsirine bir katkı olarak ilk kez görülmüş ve tartışılmışken, Din ve Marksizm konusunda ir sempozyumda, ne başlıklarıyla ne de konuşmacılarıyla Kıvılcımlı’ya en küçük bir gönderme ve ima bile içermeyen bir sempozyum ne olabilir?
Burada bir parça olsun bilimsel dürüstlük beklenebilir mi? Hayır.
Çok açıktır ki, bilimsel gibiymiş, dini tartışıyormuş gibi yapıp aslında gerçekten tartışılması gerekeni ve tartışmayı gözlerden ve gönüllerden gizlemenin; tartışmayarak özel savaş yöntemleriyle tartışmanın bir aracıdır bu Sempozyum. Çok mu sert bir hüküm? Hayır. Her şeyi mantık sonucuna götürdüğünde başka bir hükme yer kalmıyor
Kıvılcımlı konusu böyle.
Sadece bu kadar mı? Kıvılcımlı’da kökleri bulunan Abdullah Öcalan da var. Onun peygamberler, din vs. hakkında oldukça ilginç görüşleri var. Hiçbir şey yoksa, Hazreti İbrahim’le bağlar kurduğu Urfa Davası Savunması var.
Ayrıca bütün kitaplarında bir yığın değinme ve göndermeler var, her biri derin bir gözlemin ve düşünme sürecinin izlerini taşıyan. Ayrıca bütün bunların pratikteki sonuçları da var. Sivil cumalar vs. gibi. (Ayrıca 21 Mart 2013’teki mesajında peygamberlere yaptığı göndermeler, dar kafalı pozitivist ve eserleri hakkında zerrece fikri olmayanlarca PKK-İslam kardeşliğine mi dönüyor diye oradan buradan işlenirken bütün bunlar karşısında susmak nedir?)
Açıktır ki, yine burada Öcalan ve Öcalan’ın din konusundaki görüşleri de tıpkı Kıvılcımlı gibi gündemin ve tartışmanın dışında tutulmaktadır.
Düşünün Endenozya’da değil, Ortadoğu’da bir ülkede bu Marksizm ve din konusunu işleyen bir toplantı yapıyorsunuz. Bu ülkenin topraklarında en azından üç büyük dinden ikisi buradan çıkma sayılır. İbrahim buralıdır (Urfalı - Edesa). Hıristiyanlığı esas kuran ve bir Yahudi tarikatı iken yeni bir din haline getiren Antakyalı Paulus (Saint Paul - Saulus) buralıdır. Siz böyle bir ülkede Marksizm ve Din üzerine tartışacaksınız ama bütün bu konuları ele alanlar ve bunların görüşleri hiçbir şekilde orada olmayacak.
Türkiye’nin radikal sosyalist görünenleri, çok sınıfçı ve antiemperyalist görünenleri aslında birer gerici milliyetçidirler. Bu öznitelikleri nedeniyle de özellikle Kürt Hareketi içindeki Öcalan’a karşı gerici milliyetçilerle bir ittifak ve yakınlık içinde bulunurlar. Bütün bunlar tesadüf değildir. Barzani’nin görüşlerine yakın olan ve Öcalan’ın demokratik ulusçuluğuna karşı İtibarını hep gerici milliyetçilerden yana koyan Beşikçi’nin bu Sempozyumu tertipleyen çevrelerle yakın ilişkileri hiç tesadüf değildir.
Ve nihayet kendimize gelelim. Biz Marksizm'in kullandığı din kavramanı eleştirip, bunun aydınlanmacı olduğunu söyleyişimiz, 2004 yılı İsmail Beşikçi’yi eleştirdiğimiz kitaba kadar gider. Bir iki yıl sonra, Marksizm'in Marksist Eleştirisi diye bir kitap yayınladık. Arada onlarca makale ve deneme var. Birçok konferans verdik. Bütün bunlarda bıkmaksızın, kendi Marksist Din teorimizi ve bunun sonuçlarını açıkladık. Yani iddialı bir tez ortaya koyduğumuz gibi, bunun gerçekten çok önemli ve yeni görüşler içerdiğine dair de bir sürü yazı yazıp bunları örneklerle göstermeye çalıştık. Marksistlerin dikkatini çekmeye çalıştık.
Haydi kıvılcımlı ölmüş, Öcalan Hapiste, Peki Demir diye biri, yıllardır bu konuda yazıyor çiziyor, Marksist olduğun söylüyor, en azından onun görüşlerin eleştirmek gerekmez mi, söz konusu etmek; değersizse değersizliğini göstermek gerekmez mi?
Açık ki, aslında aynı susuş kumkuması devam etmektedir.
Neden?
Bizzat konuların tanımlanması bunu göstermektedir.
Çünkü bizim eleştirimiz bizzat dini bu sempozyumdaki başlıklar altında ele almanın modern toplumun dininin din tanımıyla dini tanımlamak olduğunu, dinin anti Marksist bir tanımlamasına dayandığını göstermektedir.
Defalarca yazdık Din kavramıyla üç farklı aslında birbiriyle ilgisiz şeyleri kastederiz. Bunları karıştırmamak gerekir diye.
Bir inanç olarak Din. Bu aydınlanma’nın din tanımıdır. İnanç kavramı da iki farklı anlama sahiptir. Biri Epistemolojik anlam, burada bilimin karşısında aklın karşısında kanıtlara dayanmadan kabul anlamında kullanılır. Bir de hukuki anlamı vardır. Kişinin özel sorunu, politik olmayan anlamında. Bunların hiç biri bize dunun ne olduğunu sosyolojik olarak açıklamaz.
Bu kavramlar, modern toplumun dininin din olarak seni hukuken kabul edebilmesi için ortaya koyduğu normdur. Normatif bir tanımdır. Bir sosyolojik tanım değildir. Marksizm'in dine ilişkin en büyük hatası ve programı dini bu çerçevede ele almasıdır.
Din’in ikinci bir anlamı daha vardır, Marksizm Aydınlanma’nın tarih anlayışını ele alıp nasıl ona bir sınıf mücadelesi boyutunu eklediyse bunun dindeki yansıması, dinin sınıf mücadelesinde bir araç , bir bayrak olarak kullanılmasıdır. Marksizm’i aydınlanmadan ayırıp da biraz daha derine götüren dinin bu boyutudur. Ama burada da din aslında bir din değil, bir parti, bir tarikat, bir ideoloji, yani bir sınıf mücadelesi görünüşü anlamındadır. Sınıf mücadelesinin bir biçimi, aracı bayrağı anlamındadır. Mark ve Engels’in dine ilişkin söyledikleri, kalpsiz dünyanın kalbinden, Köylü Savaşlarına kadar hepsi bu anlamda, bir parti bir sınıf mücadelesi aracı, bir ideoloji olarak din kavramı çerçevesindedirler. Ama bu da din değil, bir tarikat (parti)dir.
Çünkü din sınıfsız toplumlarda da vardı. Dinsiz toplum yoktur. Bütün toplumlarda din vardır. Eğer varsa modern toplumun dini nedir? Sınıfsız toplumlarda niçin din vardır. Dinin sosyolojik tanımı bunları da içermeli ve bu sorulara cevap vermelidir. İşte burada modern toplumun dininin, dini inanç olarak tanımlamak olduğu ortaya çıkar. Budur esas büyük devrim, Marksist teoride. Neden böyle tanımladığını da yine bu teoriyle, Marksist kavramsal araçlarla açıklar.
İşte bu anlamıyla din, gerçek sosyolojik bir kavram olarak din yoktur söz konusu sempozyumda.
İkinci günün programında da yoktur. Bu sefer yine din değil, bugünkü modern toplum içinde dinin bir parti olarak ele alınması söz konusudur. Yani aslında Marksizm ve Din’i tartışmıyorlar. Bu konudaki ortaya atılmış tezleri tartışmadan kaçıyorlar ve tartışırmış gibi yaparak susuş kumkumasına getiriyorlar.
Din’i sadece bir parti, ve sınıf mücadelesi aracı olarak ele alarak, tipik ulusalcı reaksiyonu çok daha rafine biçimde diye getiriyorlar. Ulusalcılığın alâmetifarikası, sosyal eşitlik ve sınıf mücadelesini öne çıkararak, biçimsel ve hukuki eşitliği gündemden kaçırmak ve demokrasi mücadelesinden ileriye gider gibi yaparak keskinlik çok sınıfçı görünerek kaçmak ve en gerici milliyetçilere el ve bel vermektir.
Bu baylar, bizlerin Din konusunda yazdıklarımızı ve tezlerimizi görmezden gelerek, tartışma ve gündem dışına iterek aslında bize karşı bir mücadele yürütüyorlar. Ama açık ve şövalyece değil, özel savaş yöntemleriyle yokmuş gibi yaparak, Susarak.
Aslında öyle yaparak kendi çürümüşlüklerini ele veriyorlar ve kendilerini gericiliğe mahkûm ediyorlar.
Çürümenin ve tükenişin birinci resmi budur.
İkinci Resim de, “Sosyalist yeniden Kuruluş/ Partisi”
Onu da gelecek yazıda ele alalım.
05 Nisan 2013 Cuma
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder