Yanlış olarak, biyolojik bir tür olarak insanın varlığının ortaya çıkışıyla toplumun ortaya çıkışı birbirine bağlı; aynı sürecin iki yüzüymüş gibi görülür. Herhangi bir sosyoloji kitabının giriş bölümünü açın toplumu insanlar arası ilişki olarak tanımlayacaktır. Bu son derece yanlış ve yüzeysel bir kavrayıştır.
İnsan türü (Homo) yeryüzünde yuvarlak hesap üç milyon (3.000.000) yıldan beri var. Bu üç milyon yıl boyunca Homo (İnsan) türünün birçok alt türleri bir arada var oldular. Bunlardan biri de en son yine akılda kalması için yuvarlak hesap üçyüz bin (300.000) yıl önce ortaya çıkan bizim de içinde bulunduğumuz Homo Sapiens bile son otuz bin (30.000) yıl öncesine kadar yeryüzünde birçok başka insan türüyle birlikte yaşıyordu. (Neandertal İnsanı, Florensis İnsanı, Denisova İnsanı gibi farklı insan türleri vardı. Bunları Homo Sapiens’in yok etmesi epey bir zaman almıştı.)
Diğer insan türleri, Toplum’u bilmiyorlardı, sürü olarak yaşıyorlardı ve zaten tam da onun için yok oldular. Homo Sapiens, yani bizimle tümüyle aynı özelliklere sahip tür de yeryüzünde var oluşunun en azından dürtte üçlük ilk bölümünde sürü olarak yaşamıştı. Toplum denen varlık ve hareket biçimi ortaya çıkmamıştı.
Toplum’un ortaya çıkışı, şunun şurası yetmiş bin (70.000) yıl öncesine dayanır. Yani fiziğin konusu olan evren nasıl 13,7 milyar yıl önce “Büyük Patlama”dan beri varsa; Biyolojinin konusu olan canlılar yer yüzüde nasıl dört milyar yıldan beri varsa; Sosyolojinin konusu olan Toplum da yuvarlak hesap yetmiş bin (70.000) yıldan beri vardır.
Taş balta toplumun varlığının bir kanıtı değil; taş balta yapıp kullanabilen bir canlı türünün varlığının kanıtıdır. Taş balta bir üretim aracı değildir. Toplum yoksa Üretim ve Emek de yoktur. (Bu noktada Engels’in “Maymunun İnsanlaşmasında Emegin Rolü”nden söz etmesinin yanlışlığını da görüyoruz.)
Toplum yaşam araç ve yöntemleri değiştiğinde kendi örgütlenmesini değiştiren bir canlı türüdür.
Taş balta var olduğu sürece ise, toplum olmadığından, toplum biçimi değişmemiş ama tam da bu nedenle, canlının, yani homo türünün kendisi, biyolojik değişimini sürdürmüştür.
Taş balta, alet ve ateş, bu türün varoluşunu ve evrimini sürdürdüğü bir Niş (Yaşam alanı) oluşturmuşlardır. İnsan türleri de bu nişte var oup evrilmişlerdir. Bu nedenle Toplum ortaya çıkana kadar insan tür değiştirmiş ve birçok insan türleri ve sürüleri yeryüzünde aynı zamanda var olabilmişlerdir.
Ama Toplum’un ortaya çıkışıyla birlikte, aynı türün toplum biçimini, (toplum türünü) değiştirmesi başlamıştır. Ve sürüden topluma ilk geçenler, Toplum olmanın, yani yepyeni bir hareket ve var oluş biçiminin kendilerine kazandırdığı üstünlükle, bütün diğer insan tür ve homo sapiens sürülerini muhtemelen sadece onların yaşam alanlarını yok ederek değil; onları avlayarak, yiyerek yok etmişlerdir.
Yani bizler hepimiz bu diğer insan türlerini ve diğer homo sapiens sürülerini yok etmiş, bu “jenosit suçunu” işlemişlerin ahvadıyız. Varlığımız diğer insan türlerinin ve topluma geçememiş Homo Sapiens sürülerinin yokluğunu belirlemiştir.
Nasıl canlılık, hayat, fizik varoluştan farkıyla tanımlanabilirse, örneğin kendi benzerini yapan karmaşık moleküllerdir şeklinde, Toplum da ancak diğer canlılara göre farklılığıyla tanımlanabilir. Toplum, yaşam araçlarını ve yöntemleri değiştiğinde organizasyonunu değiştiren bir canlı türüdür diye tanımlanabilir.
Yani Toplum bir canlı türüdür. Ama değişimi başka, yepyeni yasalara bağlı bir canlı türü. Hayat da fiziksel bir varoluş türüdür ama değişmi başka, yepyeni yasalara bağlı bir fiziksel varoluş. (Toplumu bir canlı türü olarak tanımlayan bu tanım, ekoloji ve sosyolojiyi (doğa ve toplumu) aynı kavram sistemi içinde kavramayı ve toplamayı da sağlamaktadır bir yan ürün olarak.)
Sürü ile toplum birbirinden tamamen farklıdır. Sürü bir iş ve güç birliği demektir. Basit toplamdır. Elbette bütün parçalarının toplamından fazla bir şey olduğu için bu fazlayı, bu ek gücü içerir. Ama sürüde, parçanın bütüne tabi olması; eksi ile eksinin çarpımının artı sonuç vermesi gibi, cebirsel bir birlik yoktur. Toplumda ise parça bütüne tabidir. Parçanın bütüne tabi olması, parçaların tek başına var olamaması ve varlıklarını sürdürememesi anlamına gelir.
Doğa parçanın bütüne tabi olduğu cebirsel birlikleri, tam da onların bu üstünlüğü nedeniyle, birbirinden bağımsızca ve bir çok kez keşfetmiştir.
Bizzat bugünkü tek hücrelerin çoğu aslında çok daha basit canlı türlerinin karmaşık ve perçenın bütüne tabi olduğu bir birlik oluşturmalarından başka bir şey değildir. Bugünkü hücre çekirdeği, Mitokondri gibi organeller, bir zaman başka canlılardı.
Bizzat çok hücreli canlıların kendisi, hücrelerin cebirsel birlikler oluşturmalarından başka bir şey değildirler.
Hatta en bilinenleri arı, karınca, termit olan koloniler de de yepyeni bir canlı türüdürler. Yani karınca, termit ve arılar değil, bunların kolonileri, “Devletleri” bir tek canlıdırlar.
Termitler hamamböcekleri ile akrabadırlar ve arılar ve karıncalardan tamamen farklı bir türdürler. Bu iki tür birbirinden bağımsızca keşfetmiştir bu cebirsel birlikleri. Ama sadece bu kadar da değil, doğa memelilerde bile, çıplak köstebek denen Afrika Boynuzu’nda yaşayan memeli hayvanlarda da arı ve termitlerden tamamen bağımsız olarak cebirsel birliği keşfetmiştir. Bu cebirsel birliklerde, tek birey var olamaz. Bunun için de koloni olarak üreme ve koloninin bir tek canlı olması söz konusudur.
Ama doğanın bu keşiflerinin hepsinde ortak olan şudur: biyolojik bir işbölümü, farklı bireylerin farklı uzmanlaşmaları ile cebirsel birlikler var olabilir.
Eğer insanlarda parçanın bütüne tabi olduğu birlik, yani toplum, insan türünün var oluşuyla birlikte ortaya çıkmış olsaydı, biyolojik yasaların etkisi altında böyle bir parçanın bütüne tabi olabildiği varlık, ancak uzmanlaşma ile mümkün olabilirdi. Dolayısıyla Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki gibi biyolojik ve ruhsal olarak olarak da farklılaşmış, karınca ve arılardaki gibi bir “kast” sistemi olarak var olabilirdi. İşbölümü ve Kastlar ise sosyolojik olarak çok sonraları ortaya çıkmışlardır.
Toplumdaki bütün bireyler, arı, karınca veya çıplak köstebeklerden farklı olarak, aynıdır. Bir işbölümü çok sonra toplumsal bir fenomen olarak ortaya çıkar, biyolojik bir işbölümüne bağlı farklılaşma yoktur. Bu nedenle, insan türünün son 70.000 yıl öncesine kadar sürüler halinde, basit topluluklar halinde yaşadığını söyleyebiliriz ve bütün bulgular da bunu doğrulamaktadır.
Sürülerin elbet kültürleri vardır. Kültür öğrenilebilen ve öğretilebilen özelliklerdir. Neredeyse bütün memelilerde; nisbeten uzunca bir çocukluk ve bakım geçiren canlı türlerinde; yavruların oyun oynadığı (öğrendiği) türlerde kültürden söz edilebilir. Hatta farklı sürülerdeki kültür farklılıklarını bile gözlemlemektedir araştırmacılar.
Muhtemelen insan sürülerinin çok gelişmiş bir kültürleri ve bu kültürü aktarmak için araçları vardı. Zaten insan türünü yaratan, genetik olarak değil, öğrenilebilir ve öğretilebilir olarak aktarılabilir olanın, yani kültürün varlığıdır. İnsanın mimikleri, dili, erken doğumu, uzun bakımı vs. hepsi hem kültürün gelişiminin ürünüdürler hem de kültürü geliştirmişlerdir.
Ama dikkat!..
Kültürün varlığı henüz toplumun varlığı değildir. Sürülerin de kültürü olabilir ve de vardır. Kültür öğrenilebilir ve taklit, dil vs. ile sonraki kuşaklara da aktarılabilir olandır. Genetik aktarmaya göre çok daha hızlı ve esnek bir biyolojik özelliktir. Kültür olmadan ve bu belli bir noktaya gelmeden toplum var olamazdı. Toplum olmadan kültür olabilirdi ve vardır. Kültür, genetik değişiklikler gerektirmeden adaptasyon sağlama ve bunu aktarabilme özelliğidir. Ama bu özellikler henüz toplumun var oluşu, yani cebirsel, parçanın bütüne tabi olduğu bir birliğin, bu yepyeni canlı türünün ortaya çıktığı anlamına gelmez.
Elbet çok karmaşık bir kültürün varlığı olmadan toplumun ortaya çıkışı düşünülemez ve toplum ortaya çıktığı andan itibaren, kendi ortaya çıkardığı yepyeni sosyolojik varlıkların bilgisinin öğrenilmesi ve aktarılmasıyla da kültürün karmaşıklaşıp gelişmesine çok büyük bir atılım yaptırmış olmalıdır. Örneğin hukuku, ahlakı, yasakları, sanatı olmayan bir sürünün kültürü her şeyden önce bu kavramlardan yoksun olur. Ama ihtiyaç olduğunda o kavramları oluşturacak yapı da ortada olmalıdır. Yani örneğin yapısıyla tıpkı bizimki gibi bir dil, ama kavramları henüz toplumsal var oluşun kavramlarını henüz içermeyen bir dil toplum doğmadan önce gelişmiş olmalıdır.
(Yeryüzündeki en ilkel kabilenin en ilkel gibi görünen dili bile, en modern toplumun tüm karmaşıklığını öğrenme ve aktarmayı sağlayacak yapıya sahiptir sadece bu kavramları yoktur. Ama bu kavramları yaratacak potansiyel hepsinde vardır. (Geçenlerde böyle ölü bir kabile dili üzerinden böyle bir deneme de başarıyla yapıldı. Aşağı yukarı Kıvılcımlı’nın “Türkçenin Üreme Yolları” kitabındaki yöntemin benzeriyle.) Toplum ortaya çıkmadan önce de bütün yok olan Homo Sapiens sürülerinin benzer bir durumda olduğu var sayılabilir.)
Özetle, toplum, tıpkı arılar, termitler, çıplak köstebekler gibi, cebirsel bir birlikten oluşan bir canlı türüdür ama bireylerin biyolojik işbölümüne ve uzmanlaşmasına dayanmayan değişik bir canlı türüdür. Yaşam araç ve yöntemlerini değiştirdiğinde, organizasyonunu (sınırlarını ve yapısını) değiştiren bir canlı türüdür.
Peki, biyolojik bir işbölümünün gerektirdiği bir zorunluluk olmadan, parçanın bütüne tabi olması nasıl mümkün olabilir?
Parçanın bütüne tabi olması, yaptırım demektir. Her şeyden önce sınırları çizili bir topluluk demektir. Ama birleştirme ancak ayırmakla mümkün olur. Sınır çizmek, birleştirmek olduğu kadar bölmektir. Bu sınır çizilmeden, toplum var olamaz. Bu aynı zamanda yasak demektir. Yasak (birleştirme - bölme) ve yaptırım (parçayı bütüne tabi kılma) olmazsa olmaz koşuludur.
Toplumsal bir sınır ise fiziksel veya biyolojik sınırlardan farklıdır. Fiktif bir sınırdır. Ritüeller, dövmeler, acılı topluma kabul törenleri, hasılı bir dine kabul edilme ve toplumsal olmak aynı şeydir.
İşte Din dediğimiz şey tamı tamına budur. Din toplumun sınırlarını çizer, yaptırımları belirler. O halde toplum, Din ile ortaya çıkmıştır. Sanat, Ahlak, Hukuk vs. hepsi din içinde var olabilirler ve anlaşılabilirler. Din toplumsal ilişkilerin örgütlenmesinin ta kendisidir. Yani Marksizm'in şu üstyapı dediği şeyin ta kendisi. Toplumun yaşama araçları değiştiğinde, sınırları ve toplumsal ilişkilerinin örgütlenmesi, yani dini de değişir. Bu örgütlenmesinin dayandığı ilkeler değişir. Bu değişimler de tamı tamına devrimlerdir.
O halde insanı bir zamanlar sürü halinde yaşamış insan türlerinden farklı olarak toplumda yaşayan insanı, bir dinden olan hayvan olarak tanımlayabiliriz.
İnsan düşünen hayvandır, insan sosyal hayvandır, insan gülen hayvandır, insan alet yapan hayvandır gibi bütün tanımlar, sürüler halinde yaşamış bütün insan türlerini ve homo sapiens sürülerini de kapsayan bir tanımlardır. Bunlar biyolojik bir tür olarak insanın özellikleridir. Sosyolojik bir varlık olarak insanın özelliği ise onun bir dininin olmasıdır. İnsan sosyolojik olarak dinsiz olamaz. Yani yasak ve yaptırım olmadan İnsan sosyolojik olarak var olamaz. Ama yasak ve yaptırım, yani din, yani parçanın bütüne tabi olduğu sınırları çizilmiş birlik, yani toplum olmadan insan türü var olabilir ve yakın zamana kadar da vardı.
O halde, iki insan kavramını birbirinden ayırmak gerekiyor. Biyolojik bir tür olarak insan (bunu küçük herfle yazalım) bir de sosyolojik olarak İnsan (bunu da büyük harfle yazalım). Biyolojik olarak insan olmak sosyolojik olarak İnsan olunduğu anlamına gelmez. Sosyolojik olarak İnsan, aynı topluluk sınırları içinde aynı yaptırımlara tabi olandır. Zaten neredeyse bütün dinler de (dinin insanların özel sorunu olduğunu söyleyen dindeki modern toplumun dini dahil) kendi dininden olmayanı insan olarak görmez. Biyolojik olarak elbet insan olduğunu bilir.
Kavramaları böyle tanımladığımızda,buradan şu sonuçleri çıkarabiliriz: Toplum bir soyutlamadır. Nasıl canlılık ya da hayat somut canlı türlerinden oluşursa, toplum da somut topluluklardan oluşur. Somut toplulukların sınırlarını ve iç ilişkilerini belirleyen şeye Din deriz.
Toplumun yaşam araçları ve biçimi değiştikçe onun sınırlarını ve yaptırımlarını tanımlayan ilkeler de değişir. Yani toplumsal organizasyon da değişir. Bu üstyapı ya da toplumsal organizasyon değişimleri din değişimlerinden başka bir şey değildir. O halde, devrimler dinden dine geçişler, din değiştirmeler biçiminde gerçekleşir. O halde tarih her şeyden önce devrimler tarihi ise, her şeyden önce dinler tarihi olmak zorundadır.
Tabii burada tıpkı insan kavram gibi Din kavramının da farklı anlamlarını irbirinden ayırmak gerektiği sorunuyla kaşılaşıyoruz.
Din toplumsal ilişkileri düzenler, topluluğun sınırlarını çizer, tüm üst yapıdır dediğimizde, dini sosyolojik olarak tanımlamış oluruz. Ama din inançtır, kişinin özel sorunudur şeklinde dini tanımlamak, hukuki bir tanımdır, bir dinin (modern toplumun dininin) bir din olarak kabul edilebilme koşulunu sunar ama bu koşulun kendisi bizzat bir dinin sınırlarını çizer. Yani dini inanç olarak kabul edenler bu topluluğa dahil olabilirler, bu dindendirler demiş olur.
Yani bugün bizler arasında yaygın olarak kabul gören ve bilinen din tanımı, Dinin inanç olduğuna dair tanım, dinin ne olduğunu sosyolojik olarak tanımlamaz, hukuken din olarak kabul edilebilimenin koşulunu tanımlar. O halde bizler dinin ne olduğunu bilmiyoruz. Dinin ne olduğunu bilmediğimiz için, Tarih’i ve ondaki devrimleri açıklayamıyoruz, anlayamıyoruz; ama yanı zamanda günümüzü anlayamıyaruz demektir.
Din’in ne olduğunun doğru bir sosyolojik tanımı olmadan he tarih ne de sosyoloji bir bilim olamaz. Tarih ve Toplum doğru olarak açıklanamaz. Dolayısıyla da doğru bir program geliştirilemez.
Görüldüğü gibi, tarihin hatta tarih öncesinin derinliklerine gitmek, bizi günümüzün en canlı ve can alıcı sorunlarıyla ve kavramlarıyla karşılaştırdı. Bu ayrıca bize, Tarih’in nasıl anlatıldığının ve kavrandığının aslında günümüzü ve geleceği nasıl kurmak istediğimizi gösterdiğini; bugünün ve geleceğin nasıl şekilleneceğinin, tarihin nasıl anlatıldığına ve anlatılacağına bağlı olduğun da gösterir. Aslında bunca geçmişe gittiğimizde geleceği ve bugünü şekillendirmeye çalıştığımız görülür.
Ama bu yukarıda açıklanan Toplum, Kültür, Din kavramları çok yenidir ve bu anlamda bizim tarafımızdan tanımlanmış ve keşfedilmişlerdir.
Her doğru teori aynı zamanda çözülememiş, çok ilgisiz gibi görünen başka sorunların cevabını da verir. Örneğin ayın var oluşunu açıklayan teorinin dünyanın eğikliğini ve mevsimleri de açıklaması gibi.
Kültür, Toplum, Din kavramlarının bu yeni tanımlaması ve açıklaması, sadece günümüzün sorunlarını çözmez, bugünle çok ilgisiz gibi görünen başka teorik sorunları da çözer.
Bunların bir kaçını sıralayalım.
Son 70.000 yıl öncesine kadar insan türleri bile değiştiği halde, bu türlerin kullandığı taş balta neredeyse değişmeden kalmıştır veya çok can sıkıcı bir ölçüde çok yavaş ve küçük değişiklikler geçirmiştir. Bugünk insan türü olan Homo Sapiens bile 300.000 yıldan beri var olduğuna göre, en azından 300.000 yıldır bizden biyolojik ve ruhsal olarak hiç farklı olmayan bir insan türü yer yüzünde var olmasına rağmen, 70.000 yıl önce ne oldu da ondan sonra aletlerde adeta patlarcasına bir değişim görülmektedir?
Keza sanat eseri denebilecek dizilmiş deniz kabuklarına falan da 70.000 yıldan beri rastlanabiliyor (tabii bu rakam yuvarlak bir rakamdır birkaç on bin yıl ileri ve geri gidebilir). Yani sanat da, (o varsa ahlak vs. de var demektir, müeyyide, dolayısıyla hukuk da vs.) 70.000 yıldan beri ortaya çıkmış bir şeydir.
Ve nihayet, son araştırmalar, yeryüzündeki bütün Homo Sapienslerin, yani bizlerin 70.000 yıl önce yaşamış, “Mitokondriyal Havva” denen kurmaca bir kadının çocukları olduğunu gösterdiğine göre, 70.000 yıl önce ne olmuştur da, bütün diğer en azından 230.000 bin yıl boyunca yeryüzüne dağılmış bulunan diğer Homo Sapiens’ler yok olmuşlardır?
Bizim, son iki yüzyılda ve özellikle Ortadoğu’da, insanların korkunç acılar çekmesine yol açan ulusun ne olduğunu anlama girişimimiz, buradan ulusun aslında bir din olduğu sonucuna ulaşmamız; sonra dinin ne olduğunu araştırırken asllında Din’in din olmadığnı bulmamiz ve buradan Toplum kavramına ulaşmamız. Toplum’u tanımlamak için çabalarımız; Toplum ve onun somut var oluş biçimini ayırmamız; Kültür ve Toplum kavramlarını ayrıştırmamız vs. Bu on binlerce yıl öncesinin hala çözelemeyen bilmecelerini de bir vuruşta çözmektedir.
Yukarıdaki üç sorun birbiriyle ilgisiz gibi ele alınıp açıklamalar sunulmaktadır arkeolog ve antropologlarca. Örneğin, hepimizin mitokondriyal Havvanın çocukları olmamız ve neredeyse 1000 kişilik bir popülasyondan gelmemiz, şişe ağzı teorisiyle açıklanmaya çalışılmaktadır. Yani bir doğa felaketiyle yeryüzündeki bütün insanlar ölmüş sadece Afrika’nın bir yerlerinde 1000 kişilik bir popülasyon yaşayabilmiştir bu nedenle böyle hepimiz oradan geliyoruz. Bu doğa felaketi olarak da 70.000 yıl önce Endenozya’da patlmış bir Süper Volkan’ın etkileri sayılmaktadır.
Hâlbuki ilk kez sürüden topluma 70.000 yıl önce geçildiğine ilişkin teorimiz (Muhtemelen Afrika’da bir yerlerde (bir olasılık bugün San halkının yaşadığı Güneybatı Afrika’da, “Tanrılar Çıldırmış Olmalı” filmi o bölgede geçiyor ve Sanlar oynuyordu. Sanların dili ve genleri bu yönde veriler sunuyor) hem bunu hem de sanat eserlerinin çıkışını ve aletlerin hızlı gelişmesini de açıklayabilmektedir. Toplum ortaya çıkmıştır 70.000 yıl önce, bu “patlama” yok etmiştir bütün diğer homo Sapiensleri ve diğer türleri. Bu patlama ortaya çıkarmıştır bundan sonra aletlrin hızlı evrimini ve sanatı vs..
Din’in ortaya çıkışı; yani Sürü’den Toplum’a geçiş, yani Parçanın bütüne tabi olmasının sağladığı muazzam güç (ruh) ve üstünlük, basit toplamdan öte cebirsel bir toplam; eksinin eksiyle çarpımının artı sonuç vermesi; bu ilk geçen popülasyona bütün diğer popülasyonlar karşısında muazzam bir üstünlük sağlamış, bu da hem diğer insan türlerine ait popülasyonların hem de diğer Homo Sapiens popülasyonlarının yok olmasına yol açmış olmalıdır. Toplum’un kazandırdığı bu güçtür Ruh da özünde.
Bu aynı zamanda, Kıvılcımlı gibi, bu konularda çok düşünmüş ve yazmış büyük bir Marksistin de Din’in köklerinin insan beyninin derinliklerinde olduğunu söyleyen (İhsan Eliaçık’ın da benimsediği) önermesinin yanlışlığını da göstermektedir.
Dinin kökleri insan beyninin derinliklerine değildir, yani bir Din geni yoktur. Hikmet Kıvılcımlı, Totem ve Tabu’yu, yani ilk yasakların ortaya çıkışını insan türünün ortaya çıkışına götürerek oradan yasaklar aracılığıyla bilinç, bilinç altı zıtlığı üzerinden insanın ortaya çıkışını açıklamaya çalışmıştır. Dolayısıyla bu zıtlığın, insan beyninin biyolojik yapısında bir karşılığı olduğun var saymıştır. Buradan hareketle dinin köklerinin İnsan beyninin derinliklerinde bulunduğunu söyler. Ama bu teoriyi hiçbir olgu desteklememektedir.
Kıvılcımlı’nın Din’i anlama çabası, Din’in ortaya çıkışını birkaç milyon yıl öncesine götürürken, bizim çabamız, 70.000 yıl öncede açıklamaktadır. Din, biyolojik değil, toplumsal bir olgudur ve toplum ve din birlikte ortaya çıkmıştır. Toplumsuz Din, Dinsiz Toplum olamaz.
Bu sonuç aynı zamanda günümüzü ve ulusları ve ulusçuluğu da açıklamaktadır.
Dinsiz toplum olamaz ise, bu günkü toplumun bir dini olmalıdır. Bu din nedir? Modern toplumun dini, din olmadığını söyleyen, Din’in insanların inancı olduğunu söyleyen bir dindir. Çünkü İnanç kavramı sosyolojik değil bir hukuki kavramdır. Yani ancak dini inanç olarak kabul edenler (Kişisel bir sorun olarak kabul edenler) bu dinden olabilir demektedir.
Ama inanç (Özele ilişkin) diye bir hukuki kategorinin olabilmesi için, Özel ve Özel olmayan (Politik) diye normatif bir ayrımın olması gerekir. O halde Modern toplumun dini, her şeyden önce özel ve politik ayrımıdır.
Bu ayrım olmadan da Politik olanı bir ulusla tanımlamak da, yani ulusçuluk ve uluslar da mümkün olamaz. Aydınlanma bu ayrımla yeni bir din kurarken; ulusçuluk, bu ayrıma dayanarak politik olanı ulusla; ulusu da bir dil, etni, ırk, tarih vs.ile tanımlayarak bu din içinde bir karşı devrim gerçekleştirir. Yani uluslar ve ulusçuluk, bu dinin en gerici biçimidir. Karşı devrimci biçimidir.
Burada teori ve kavramlar harika bir biçimde hem günümüzün en can alıcı sorunlarını açıklamakta; hem de günümüzle hiç ilgisiz gibi görünen on binlerce yil öncesinin; insan türlerinin yok oluşu; sanatın ortaya çıkışı; aletlerideki hızlı değişimin başlaması gibi olguları da açıklamaktadır. Tıpkı modern fizigin kavramlarının atom altı parçacıkları da galaksileri ve kara delikleri de açıklaması gibi.
Başlığımızdaki “Ortadoğu Devrimi ve 21 Mart 2013’te Başladı” önermesi, ancak bu teorik derinliklerde anlaşılabilir.
İlk yazımızda, “devrimler (Şimdi bunların dinden dine geçişler olduğu sonucuna da ulaştık, yani dinden dine geçişler de denebilir) tarihin derinliklerinden aldıkları büyük hızla gerçekleşirler; Devrimleri (Dinden dine geçişleri) anlatan teoriler de öyle” demiştik.
Devrimler dinden dine geçişler olduğuna göre, teori de dinleri ve onların çıkışını ve geçişleri açıklayan bir teori olmalıdır.
Din ve ortaya çıkışı anlaşılmadan Devrimler ve Ortadoğu Devrimi anlaşılamazdı.
Yayı germeye, ileri atlamak gerilemeye ve için hız almaya devam edelim.
Demir Küçükaydın
30 Mart 2013 Cumartesi
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder