Geçenlerde çok beğendiğim yönetmen Theos Angelopulos öldü.
Hem onun hayran olduğum sanatı hem de çağdaş Yunan tarihinin kroniği olan
eserlerindeki üstünlükler ve kimi sınırlılıklar hakkında bir şeyler yazmak istiyordum.
Maalesef zaman, Angelopoulos’un karelerindekinden çok hızlı geçtiğinden yine
mümkün olmadı.
Bunun yerine borcumu, bir buçuk yıl kadar önce yazdığım “Dedemin Anılarının ve Adının Peşindeki
Arayışlar” yazısıyla bir parça olsun ödemekten başka çare kalmadı.
Yazıyı okuyanlar yazamadığım yazıların ipuçlarını bu yazıda
bulabilirler.
Demir Küçükaydın
*
Dedemin
Adının ve Anılarının Peşindeki Arayışlar
Babamın, daha ben küçük bir çocukken, babasının anılarını
yazmış olduğundan ve bu anıların ağabeyi olan Reşat amcamda bulunduğundan biraz
da gururla söz ettiğini; bunun üzerine, o çocuk aklıyla, “demek dedem önemli ve okumuş bir adammış ki böyle anılarını falan
yazmış” diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Yıllar sonra Üniversite’ye giderken, amcamları bir
ziyaretimde, amcama dedemin anılarını sordum. Adını sultan Reşat’tan alan
amcam, diğer odaya gitti ve elinde bir defterle geldi.
Ben kara kaplı kalın bir defter beklerken, kırk elli
sayfalık, bakkalların veresiye defteri gibi, ince, kapsız bir defter görünce,
doğrusu büyük hayal kırıklığı yaşamıştım.
Sonra amcama defterde neler olduğunu sordum. İçinde çok
önemli ve söz edilmesi doğru olmayacak ailevi sırlar varmış gibi bir yüz
ifadesi ve ses tonuyla, aileden söz ediyor dedi.
Bu da benim için ikinci bir hayal kırıklığı idi. Ben çok
önemli olay ve kişilerden söz ediyor diye bekliyordum doğrusu.
Peki dedim tarihi olaylar yok mu, o zamanki örgütler,
kişiler hakkında?
İttihat Terakki’den, Resneli Niyazi’den söz ediyor demişti
ve bu cevap hayal kırıklığımı bir parça olsun gidermişti.
Sonra biraz okumasını isteyince de, “Mukaddime” bölümünü okuyarak benim anlayabileceğim yeni Türkçeye
tercüme etmişti. Aklımda kaldığı kadarıyla, ilk satırlarında, insanların
çelişkilerini peş peşe sıralamasını ilginç bulmuş ve o satırları Nazım
Hikmet’in şiirinin ilk satırlarına benzetmiştim[1].
*
İnsan, genellikle çocukluğu ve ilk gençliğinde ailesinin
tarihine ve köklerine, hatta genel olarak geçmişe karşı daha ilgisiz oluyor.
Bunda anlaşılır bir yan da var, karşıda yaşanmayı bekleyen, uzun ve hiç
bitmeyecekmiş gibi gelen bir gelecek varken, kim geçmişin karanlık ve silik
dünyasıyla ilgilenir ki?
Hele genç insanın gerçekten bağımsızlığını ve kişiliğini
kazanabilmesi için de sağlıklı bir tepki olan, bir an önce aileden ve bağlardan
kurtulma gereği ve arzusu da buna eklenince, sonuç: geçmiş hakkında bir
şeylerin öğrenilebileceği zamanlar, ona en az ilgi duyulan zamanlar oluyor.
İnsan yaşlandıkça, ailenin, çocukluğun ve köklerin kendisi
üzerinde nasıl belirleyici etkileri olduğunu daha çok fark ediyor ve bu da
ister istemez, çocukluk, aile ve kökler üzerine bir ilgi artışı ve yoğunlaşmayı
getiriyor.
Ama artık çok geçtir, önceleri o geçmiş hakkında bir şeyler
öğrenilebilecek olanlar varken ilgi yoktur; ilgi ortaya çıktığında ise artık o
yaşlı kuşaklar yoktur.[2]
O zamanlar, babaannem, babam ve amcam yaşıyorlardı. Onlara
çok şey sormak hatta Osmanlıca yazılmış defteri okutmak mümkündü. Ama o
zamanlar bende ilgi yoktu. İlgim ortaya çıktığında ise onlar çoktan toprak
olmuşlardı.
Dedeme ilişkin, ailedeki konuşmalardan aklımda kalanlar,
fakir bir aileden geldiği, önemlice bir devlet memuru olduğu, veremden öldüğü,
İttihat Terakki ve Resneli Niyazi ile bir şekilde ilişkili olduğu, Van’a vali
olarak atandığı ama orada isyan olduğu için gitmediği şeklindeydi. Bunların ne
ölçüde gerçek ve ne ölçüde efsane olduğunu bilmiyordum. Babam daha çok küçükken
babasını kaybetmişti, bu nedenle anlatabileceği bir şeyler yoktu.
*
Sonraki yıllarda, Şark’ta anı yazma adeti olmadığını,
olanların da yüzeysel ve resmi olduğunu gördükçe, bir aile tarihinin anı olarak
yazılmasının bile önemli olduğunu düşünmeye başlamıştım.
Sonraki yıllarda toplumsal mücadelelerde yer alınca, bugünkü
toplumu anlayabilmek için geçmişi bilmenin önemini fark ettikçe ve bu geçmiş
hakkında bildiklerim çoğaldıkça, yaşayanların kaderinin izlediği yolu bu genel
gidiş içinde değerlendirdikçe, bu kader ile ulusçuluğun bağı ortaya çıktıkça,
bir tarihçi ve sosyolog olarak da dedemin anılarına ve ailenin köklerine olan
ilgim daha da artmıştı.
Amerikalıların, “yanlış
yerde yanlış zamanda bulunmak veya doğru yerde doğru zamanda bulunmak” gibi,
her olayı açıklamaya yarayan bir formülü vardır.
Dedem Bahaeddin Demir Aydın , büyük olayların ta ortasında bulunmak
bakımından, “doğru zamanda doğru
yerdeydi.”
Zaman olarak, Osmanlı’nın en kritik son yarım yüzyılında
yaşamıştır. Dört yaşındayken “93 Harbi”nden
başlar ve Meşrutiyet, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşını yaşar o yarım
asırdan kısa hayatında. Ve bir bakıma Osmanlı’nın fiili bitişiyle birlikte
ölür. Kısa hayatı, o “İmparatorluğun en
uzun” yarım “yüzyılı” kadar
sürer. Adeta memuru olduğu imparatorlukla birlikte bitmiştir hayatı.
Mekân olarak, doğup büyüdüğü ve yaşadığı yerler de öyledir:
Rumeli, Makedonya. “93 Harbi” orada olur. Ulusal isyanlar, birbiri ardınca
oluşan bağımsız devletler, Meşrutiyet, Balkan Savaşları hep “Rumeli’dedir.
Oralarda atılan bir kurşun birinci dünya savaşının başlama vuruşu olmuştur.
Bütün bu büyük depremlerin merkez üssüdür Rumeli ve Balkanlar.
Ve Rumeli’de de olayların da en merkezi bölgesi, bir bakıma
Yanya (İonina), Manastır (Bitola), Selanik üçgenidir. Anılarda geçen olay ve
yerlerin neredeyse hepsi, bu fırtınaların merkezi konumundaki üçgenin
içindedir.
Dolayısıyla, dedemin anıları ve ailenin tarihi “Balkanlaşma”
kavramının ortaya çıktığı bir yerdeki insanın anıları olduğu için, özellikle
ilgimi daha çok çekmeye başlamıştı.
Ama anıları okumak mümkün değildi. İkisi de “eski Türkçe” okuyabilen amcam ve babam
ölmüştü. Hayat beni uzun hapislik ve Avrupa sürgünlerine savurduğundan ve
Türkiye’ye gelemediğimden, anılara ulaşmam mümkün değildi.
*
Daha sonra, amcamın büyük kızı Yegâne, kendilerine kalmış ve
hiç birimizin okuyamadığı bu anıları bana verdi ve bunları ancak benim okutup
yeni Türkçeye çevirtebileceğimi, yoksa kaybolup gideceğini söyledi.
Ben de uzun yıllardır hapislerde ve Avrupa’da sürgünde yaşadığım
için unutulmuş bir insan olarak, ancak çok sınırlı olan eski ilişkilerim
aracılığıyla, yıllarca eski Türkçe bilen birilerini aradım. Arap harfleriyle
yazılmış Osmanlıcayı okuyabilmek çok az sayıdaki uzmanın işiydi artık. Babam ve
Amcam gibi, okuyabilen kuşaklar da giderek yok olmanın eşiğindeydi. Bulduğum
birkaç kişi ise el yazısı olduğu için okuyamadılar.
Daha sonra bir tarih dergisi çıkaran Üniversite yıllarından,
68’den arkadaşım Fahri Aral ilgi gösterdi. Hatta çevirisinin neredeyse
tamamlanacağını, derginin ilerdeki sayılarından birinde yayınlamaya
planladığını bile söyledi. Ama sonra o çalıştığı işten ayrılınca o girişimin de
izi tozu yok oldu.
Artık neredeyse umudumu yitirmiştim. Öyle görülüyordu ki,
eğer bu anılar eski Türkçeden çevrilemezse, belki ben öldüğümde, bin bir
dikkatle özel olarak saklamama rağmen, Arap alfabesiyle yazılmış sayfalarda ne
olduğunu anlayacak hiç kimse olmayacağından, ölenin eşyalarıyla birlikte çöp
tenekesini veya bir eskiciyi boylayabilir ve hiç olmamışa dönebilirlerdi. Kuzey
Avrupa şehirlerinden birinde ölmüş artık kimsenin bilmediği ve hatırlamadığı
bir ilticacının “evrakı metruke”si arasında çıkacak kapsız ve eski Türkçe bir
deftercik kimi ilgilendirirdi ki?
Dedemin aklından bile geçmemiştir her halde, Türkiye’de “harf devrimi” diye bir “devrim” yapılıp, tam bir hafıza kaybı
yaşanacağı ve torunlarının yazdıklarını okuyamayacağı.
Anıların bu unutulma ve yok olma tehlikesine karşı, anıları
fotokopiyle olabildiğince çok çoğaltıp, ilgi gösteren herkese dağıtıyordum. Belki
bu kopyalardan biri ilerde ilgi duyabilecek ve okuyabilecek birilerinin eline
geçerdi. Denize, şişeyle mesajlar atmak gibiydi; geleceğe yönelik “adressiz mektuplar” yollamak gibiydi bu
çabalarım.
*
Bereket, dedemin ve ailesinin hayatını allak bullak eden;
hatta o anıların okunamamasına bile yol açan ulusçuluğun insanlığı boğan bir
yağlı kement olduğu artık dayanılmaz biçimde açığa çıktığı, bu da ideolojik
iklimde veya Almanların “Zeitgeist”
dediği zamanın ruhunda köklü dönüşümlere yol açtığı için, anılar son anda bu
akıbetten kurtuldu.
Artık “çok kültürlülük”,
“farklılıklarda zenginlikler görmek”,
“ötekileştirmemek”, “ulus devletin sonu” gibi kavramlar
doldurmuştu ortalığı. Hâlbuki daha kısa zaman öncesine kadar lehçe farklarını
bile yok edip standart bir eğitimi en büyük zenginlik olarak gören;
farklılıklarda zenginlik değil, yoksulluk gören; ya da kültür ve dil
farklılıklarını yoksulluğun ve geriliğin nedeni olarak gören bir dünya vardı.
Yüzyılın başında, Balkanlar’ın “Balkanlaşma”sının
ardında zaten tam da bu tamamen farklı “ideolojik
iklim”, “çağ ruhu” vardı.
Ama ulusal devletler kendi içlerinde iyi kötü farklılıkları
yok edip standartlaşmayı sağladıklarını düşündükleri an, globalizim denen dünya
ticaretinin üretimden de hızlı büyümesi ve bunun ulusal sınırlara sığmaması,
elektronikteki ilerlemelerin daha esnek üretim yöntemlerine olanak sağlaması;
sermaye ve malların serbest dolaşımına karşılık, sırf ulusal devletlerin
varlığı nedeniyle işgücü denen malın ulusal sınırlara bağlı kılınması ve o malı
satan işçilerin fiilen ayaklarıyla, ulusal sınırları yıkma ve tanımama yönünde
verdikleri oylar bütün algıları değiştiriyordu. Mızrak çuvala, uluslar ve
ulusal sınırlar dünya ekonomisinin vardığı noktaya sığmaz olmuştu.
Ayrıca Türkiye’de bu ideolojik iklim değişimini, geçici
olarak geriletmiş gibi görünse de daha da şiddetlendiren, yıllardır süren ve
sistemi derinden sarsan, tam da “farklılıkları yok etmeye” yönelik politikaya
karşı direniş anlamında bir Kürt hareketi vardı.
Ve nihayet, dünün “Balkan
muhacirleri” veya “mübadiller”in
çocukları, artık üçüncü nesle ulaşmışlar, göçmenlerde görülen genel eğilime
uygun olarak köklerini aramaya başlamışlardı.
Bütün bunların toplu sonucu olan değişimler, Yeni Türkü’nün Külhani Şarkılar’ından (Rembetikolar),
Kardeş Türküler’e veya TRT 6’da Kürtçe
yayınlara, Ahmet Ümit’in Romanlarından, “Roman
Açılımları”na kadar her yerde izlenebiliyordu.
Bu değişimin özel bir görünümü olarak Mübadiller de, Mübadil
Dernekleri kurdular, geziler düzenlediler, İnternette sayfalar açtılar,
tartışma grupları kurdular, bilgi alışverişlerinde bulundular. Aynı sürecin
benzerleri elbet, diğer ülkelerde de yaşanıyordu. Senkronize, kendini besleyen
bir gidiş başlamıştı.
Anıları çevirtmenin mümkün olup olmadığını, kişisel ilişkili
birkaç Osmanlıca bilen kişinin sınırlılıkları dışında arayabilmem ve ilk kez
Mübadillerin mail grubunda sormam, hatta bu soruyu soracak cesareti veya
olanağını bulmam; çocukluk ve ilk gençliğimden arkadaşım Mübadiller derneğinden
Sefer Güvenç’in beni desteklemesi ve cesaretlendirmesi, biri daha sonra
anıların Latin harflerine çevirisini yapan iki kişinin cevap vermesi, bir
yayınevinin ilgi gösterip çeviriyi
teşvik etmesi hep bu bağlamda anlaşılabilirler.
İşte böyle bir dünya ve “ideolojik
iklim”, “Zeitgeist” mümkün kıldı Demir Aydın ’ın anılarının
olmamışa dönmekten kurtulmasını
Anıların bu kaderi son anda nesli tükenmekten kurtulan
atlara benzetilebilir. Sanılanın aksine, anavatanları Asya değil, Amerika olan
atlar, tıpkı mamutlar gibi, hızla yok olurlarken, küçük bir popülasyonun,
Amerika’ya insanların geçtiği yoldan, (yani jeolojik ölçülerde son saliselerde)
Asya’ya geçmesiyle, yok olmaktan kurtulmuşlardır. Ve Amerika’da at türü yok
olurken, o Asya’daki küçük popülasyon üremeye devam etmiştir. Ve orada sonradan
ehlileştirilmeleriyle insanlık tarihinin gidişini bile değiştirmişlerdir.
Ve atlar Amerika’ya binlerce yıl sonra, tekrar İspanyol
fatihlerle birlikte döneceklerdir. Bugün, insanlar var oldukça, farklı
işlevlerle de olsa Atların var olacağından, bir bakıma toplumsal tarih
ölçüleriyle, son anda ölümden kurtulup ölümsüzleştiklerinden bile söz
edilebilir.
Yukarıda değinilen gelişmeler, dünya tarihsel ölçülerle
biraz daha geç gerçekleşseydi veya bizim biyolojik ömrümüz biraz daha kısa,
örneğin dedelerimizinki kadar olsaydı, bu anılar büyük bir olasılıkla
Amerika’da türü tükenen atlar gibi yok olacaklardı. Ama şimdi son anda bu yok
oluştan kurtulmuş bulunuyorlar.
*
Bu anılara ulaşamadığım aradaki yıllarda, hiç olmazsa ailenin
köklerinin bulunduğu yerleri tanımaya çalıştım, ama bunun da önüne yine uluslar
ve ulusçuluk engeli çıkmıştı.
Sürgünlükte, Türkiye’ye gelemediğim için, birçok mülteci
gibi ben de doğup büyüdüğüm Ege kasabalarından hiç farkı olmayan Yunanistan’da
veya en azından Fenikelilerin ticaret yollarını açmalarından beri iktisadi ve
kültürel bir bütün olan Akdeniz ülkelerinden birinde geçiriyordum tatillerimi.
Oralarda her şey daha bir tanıdıktı. İnsanların dillerini bilmesem bile vücut
dillerini anlayabiliyordum.
1989 ve 90 yıllarında Duvar’ın ve Sovyetler Birliği’nin
çöküşünden sonra, “Balkanlaşma” kavramını yaratan Balkanlar, Hobsbawm’ın dediği
gibi, “kısa yüzyıl” [3]
boyunca verdiği kısa bir aradan sonra, sanki tarihe kaldığı yerden devam
ediyormuşçasına ulusal boğazlaşmaların alanı olmuştu yine.
Bu nedenle Avrupa hudutlarında bir parya olmak anlamına
gelen bir ilticacı pasaportuyla oralara gitmek neredeyse olanaksızdı artık.
Ancak Doksanların ortalarında, Fransa’dan alınmış ilticacı
pasaportumun pek fazla bir hareket imkânı sağlamadığı koşullarda, Preveze
yakınlarındaki Igomenitza’dan başlayarak, çocukluğumda adını duyduğum Yanya
(İonina), Kesriye (Kastoria), Kayalar (Ptolemeida) vs. üzerinden Volos ve
Selaniğe giden yolla, bir bakıma ailenin göç ettiği rotayla, Angelopulos’un
yolunu tersinden kat etme olanağı bulabildim.
Bu seyahatten dönüşümden bir süre sonra, Angelopulos’un Odysse’in Bakışı’nı görünce, film ile
benim seyahatim arasındaki böylesine bir paralellik beni şaşkınlığa uğratmıştı.
Theo Angelopoulos, “Odysse’in
Bakışı” adlı filminde, Osmanlı’nın ve Balkanlar’ın ilk filmci ve
fotoğrafçılarından olan Makedonyalı Manaki Kardeşler’in, kaybolmuş hayali iki
film rulosunun peşine düşen, tıpkı Odysse gibi uzun yıllar sonra, ayrıldığı
yere dönmüş bir rejisörün, yolculuğu imgesiyle ele alıyordu Balkanların
kaderini. Yolculuk Selanik’ten başlıyor ve bütün Balkanlar’ı aşıp Saraybosna’da
son buluyordu.
Manaki Kardeşler’in kayıp film ruloları imgesinin işlevini,
benim seyahatimde, Aileden duyulmuş ama çocuklukta önem verilmediği için dikkat
edilmemiş ve unutulmuş bölük pörçük anılar; dedemin içinde ne olduğunu
bilmediğim anı defteri ve biraz da dedemin adının dolayısıyla kendi adımın
nereden geldiği sorusu görüyordu.
*
Şimdi Anıları okuyunca görülüyor ki, Angelopoulos’la
ortaklıklar sadece bizlerin arayışlarında ve aynı topraklardaki yolculuklarında
değil, anlatılan olayların kendilerinde de varmış.
Okuyamadığım anıların yazarı olan Dedem 1872’de Kesriye’de
doğmuş. Fiktif kayıp ruloları çeken Manaki Kardeşler 1878 ve 1880 tarihlerinde Kesriye’ye kuş uçuşu mesafesi 50
kilometreyi geçmeyen Avdela’da
doğmuşlar[4].
Manaki Kardeşler’in ilk filminde, Büyükanneleri Despina yün eğirmektedir. Yine
Manaki Kardeşler’in dokumacı ve iplik eğirici kadınları gösteren meşhur bir
fotoğrafı vardır.
Dedem ile Manaki Kardeşler’in yolları da birçok kez
karşılaşmış belli ki. Kimbilir belki tanışırlardı bile gıyaben. Eskiden
insanlar, aşağı yukarı yüz kilometrelik bir daire içinde kimin, kim ve
kimlerden olduğunu bilirlerdi.
Örneğin ana tarafım Kayalarlı, baba tarafım Kesriyeli ama
bir şekilde birbirlerini bildiklerini biliyorum. Hatta daha sonra anne ve
babamın evlenmesine yol açan ilişkiler ta bu Rumeli’deki gıyabi tanımalarla
bağlantılı.
Ama elde iki somut delil var, Dedemle Manaki kardeşlerin
aynı yerde aynı zamanda olduklarına dair.
Sadece günlük hayatı değil önemli olayları da kaydeden
Manaki Kardeşler, Sultan Reşat’ın Makedonya gezisinde uğradığı Selanik ve
Manastır’daki karşılanışlarını da filme çekmişlerdi.
“Heyetlerden tasdik
edilen zevat yanında huzur-i padişahiye çıkmak üzere telli bir karat verdiler.
Anın üzerine huzura çukub padişahımızı yakından görmek şerefine nail oldum.
Manastır’a teşriflerinde dahi gayri hal vuku bulmuş ve ikinci defa olarak
Kayalar İttihat Terakki Cemiyeti namına ki telli bir karat ile huzura
çıkılmıştır.”
*
Manaki Kardeşler de, Demir Aydın Efendi de aynı bölgenin,
aynı kültünün ve aynı çağın insanlarıydılar.
Bu yer, bu yaşam ve bu çağ neydi?
Bunların ne olduğundadır, Angelopulos’un hayali kayıp rulo
imgelerinde veya benim Arap alfabesiyle ve ilmiye Osmanlıcasıyla yazıldığından,
okuyup anlayamadığım anılarda belki bulurum diye düşündüğüm cevabı.
“Ne?” sorusundan ne anlaşıldığına ve neyin
kastedildiğindedir cevap. Daha doğrusu anlaşılan ve kastedilenin ardındaki
gizli varsayımlardadır cevap. Bu anlamda cevap sorunun kendisidir. Simurg,
kendisini arayan kuşların ta kendisidir.
Ne demek istediğimizi şöyle formüle edelim: Bugün
İnternet’te Manaki Kardeşler veya bunların diğer dillerdeki versiyonlarını
sorduğunuzda gördüklerinizdedir cevap.
Manaki Kandeşler’in Yunan sitelerinde Yunan sinemasının,
Makedonya Sitelerinde Makedonya ulusal sinemasının, muhtemelen henüz Yugoslavya
varken de Yugoslav Sinemasının, eh Makedonlar da özünde Slav olduğuna göre
Bulgar sinemasının ilk kurucuları ve öncüleri olduğu yazılır.
Aynı olgu ters yüz edilerek Türklerde de görülür.
Osmanlı’nın bütün savaşlarına veya fetihlerine veya mirasına sahip çıkan
Türkler nedense Manaki Kardeşler’i Osmanlı veya Türk sinemasının ilk öncüleri
olarak anmazlar[5].
Hepsinin ortak uzlaşma noktası belki de “Balkan Sineması”nın ilk kurucuları ve
öncüleri olarak tanımlamalarında bulunabilir.
İşte sır biraz da bu “Balkan
Sineması” kavramında gizlidir.
Manaki Kardeşler Osmanlı
Yurttaşlarıydı. Ömürlerinin önemli bir bölümünü Osmanlı Yurttaşları olarak
geçirmişlerdi. İlk öncü film denemelerini Osmanlı devletinin yurttaşları olarak
yapmışlardı.
Ve şimdi bugün, hiç bir konuda anlaşamayan ulusçular,
Osmanlı dememek için, Balkan sözcüğünün ardına sığınarak, aslında bir ulus
yaratmak için bir de ulusal tarih yaratmak zorunda olduklarını ele veriyorlar.
Siyasal kavramların yerini, birden bire lokal bir kavram alıyor: Balkanlar!..
Balkanlar sözcüğü ya da kavramı, yaşanan tarihin yaşanması
zorunlu bir tarih olmadığını gizlemeye ve unutturmaya yöneliktir. Uluslar
kendilerine bir Tarih yaratabilmek için, unutmak ve unutturmak zorundadırlar.
Bu unutturma ve unutma, yani yaşanan tarihin akıl dışılığı
ancak, hayallerin ya da olası başka tarihlerin aynasında görülebilir. Böyle bir
ayna tutulabilir ulusların tarihine, kendi çirkin yüzünü görebilmesi için.
*
Zayıf da olsa, Osmanlı’da da, demokratik bir ulusçuluğu[6]
savunan bir damar vardı. Demokratik bir ulusçuluk, yani Büyük Fransız ve
Amerikan devrimlerinin ulusçuluğu, ulusu bir dille, dinle, soyla, tarihle
tanımlamayan, hatta aksine böyle tanımlamaya karşı tanımlayan ulusçuluk. Bu
damar birkaç örnekle gösterilebilir.
Örneğin, Velensinli Rigas, şimdi sanılanın ya da Helen
ulusçularının görmek ve göstermek istediklerinin aksine, bir Yunan ya da Helen
ulusçusu değildi, Osmanlı topraklarında tüm halkların bir arada yaşayacağı,
Fransız devriminin ideallerine uygun, demokratik ve meşruti bir cumhuriyeti
savunuyordu. Demokratik bir ulusçuluğu savunan bir Osmanlı idi, bir Yunan veya
Helen devleti idealini değil; Osmanlı topraklarında demokratik bir Anayasal rejim
idealini savunuyordu.
O zamanlar Selanik nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan[7]
Yahudiler ve bu Yahudilerin ezici çoğunluğunu oluşturduğu, binlerce üyeli
sendikalar kuran, gösteriler yapan Selanikli İşçiler, Türk ya da Yahudi
milliyetçisi değillerdi. Bütün işçileri birleştirmeyi hedefliyorlar birkaç
dilde yayınlar yapıyorlardı.
Dikran Zevan bir Ermeni milliyetçisi değildi. “Biz ‘Ermeni Milleti’ adına konuşmak
istemiyoruz, çünkü bizim için halkları ayıran ırklar ya da diller değildir,
sınıflar, toplumsal, ekonomik ve siyasal kategorilerdir. Ermeniler ve Türkler
yoktur; sadece ezenler ve ezilenler, sömürenler ve sömürülenler vardır. (. . .
) Gerçek bir bağlaşma ancak Türk halkıyla yapılabilir.” diye yazıyordu
örneğin.
Tevfik Fikret bir Türk milliyetçisi değildi. “Vatanım ruy-i Zemin, Milletim Nev-i Beşer”
diyor ve Abdülhamit’e suikast düzenleyen Ermeni devrimcinin başarısız kalmasına
lanet eden, “Bir Lahza i Tahattur”
(Bir Anlık Gecikme) başlıklı şiirler yazıyordu.
Oldukça milliyetçi olan Taşnak partisinin, örneğin 1908’den
sonra yazdığı bildirilerinde bile şöyle yansıyordu bu eğilimin ve damarın
etkileri:
“‘Biz’ derken Daşnak
ya da diğer Ermeni devrimci partilerini değil, Osmanlı İmparatorluğu’nda
yaşayan ve müstebit hükümetin yıkıcılığına, yağmacılığına ve baskıcılığına
uğrayan herkesi, bütün Osmanlıları, yani bütün Türkleri, Ermenileri,
Arnavutları, Arapları, Rumları, Süryanileri kastettiğimiz anlaşılmalı. (...)
Yoksulları soyanların hepsi, özgürlük ve eşitliğe karşı koyanlar, ister Ermeni
olsunlar, ister Türk, Arap, Süryani, Arnavut ya da Rum, bizim hasmımız ve
düşmanlarımızdır, öyle de kalacaklardır. (...) Biz özgürlüğüz, bilgiyiz,
eşitliğiz, yasayız. (...). Biz işçileriz, biz ülkemizin lanetlileriyiz,
alevleri yükseltenleriz, ülkemizdeki yenilikçileriz biz. ” (Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve
Milliyetçilik, Derleyenler Mete Tunçay-Erik Jan Zürcher, İletişim
Yayınları, 1995, s. 190)
Yani yaşanan tarih yaşanması zorunlu bir tarih değildi.
Pekâlâ, bu demokratik ulusçuluğa dayanan, demokratik ve humanist damar da üstün
gelebilirdi. O zaman, bu gün her biri ayrı bir ulus olmuş olan farklı diller
konuşan halklar, İsviçre’de olduğu gibi, aynı demokratik cumhuriyet veya ulusun
yurttaşları olarak yaşayabilirlerdi.
O zaman tarih bu günkü tarihten başka, Türklerin,
Yunanlıların, Bulgarların, Makedonların, Arnavutların, Ermenilerin tarihi
olarak değil, tarihi böyle anlatmaya karşı verilen mücadele ve zaferlerin
tarihi olarak yazılacak ve Manaki Kardeşler belki bu tarih içinde, demokratik
bir sinemanın günlük hayata dikkati çeken ilk öncüleri olarak anılacaklardı.
Öyle bir tarih içinde Osmanlı devlet memuru Bahaeddin Demir Aydın efendinin[8]
yeri ne olurdu? Bilmiyoruz. Ama anılarında bir kez bile Türk kelimesi geçmeyen;
henüz iktidara gelmeden önce İttihat Terakki gibi bir örgütte yer almış, memur
arkadaşlarıyla kooperatifler kurmuş, İstanbul’da “Kesriyeli Rum ve Bulgar hemşeri”leriyle buluşup eğlenen bu memurun
pek ala böyle bir gelişime karşı çıkmak bir yana içinde yer alabileceği
düşünülebilir. Ama zaten öyle bir tarihte bu anılar da başka türlü yazılırdı ve
sonra gelenler tarafından da başka türlü okunurdu.
Her anı, her hatırlama aynı zamanda bir şeyleri unutma ve
unutturmadır. Tarihler de öyledir, yazılan her tarih aynı zamanda yazılmayan
bir tarihtir.
*
Yazılan tarihlerden bu yazılmamış tarihler üzerine ipuçları
çıkarılabilir mi? Kanımca çıkarılabilir.
Bunu, adımı kendisinden aldığım dedemin adının nereden
geldiği sorusu ve bu yöndeki arayışlarım somut olarak gösterebilir. Burada bu
arayışı ve sonuçlarını kısaca anlatarak yazılmayan tarihe nasıl
ulaşılabileceğini göstermek denenebilir.
Linguistiğin alt bölümlerinden biri olan Onomastik
(İsimbilim) her ne kadar bu günkü Türkiye’de politik ve ideolojik mücadeleler
alanında araçsallaştırılmışlığı nedeniyle oldukça olumsuz çağrışımlar yapıyorsa
da, politik ve ideolojik kaygılardan azade olarak ele alındığında, sadece linguistik bakımdan değil, sosyolojik
bakımdan da çok değerli ipuçları verebilir.
Daha küçük bir çocukken bana, adımın ve soyadımızın dedemin
adından geldiği söylenmişti. Hatta belki de biraz adım dolayısıyla babaannemin
biraz ayrıcalıklı bir torunu olmuştum.
Evet, adım dedemin adıydı hatta göbek adım olan Bahaeddin de
dedemden geliyordu. Ve nihayet soyadımız da yine dedemden geliyordu. Soyadın
Aydın olmayıp da Küçükaydın olmasının nedeni ise, yanlış bilmiyorsam, Soyadı
Kanunu çıktığında, aynı mahallede aynı soy addan iki tane olamayacağı kuralı
imiş. Aydın ve diğer türevleri kapıldığından ve kala kala bir tek küçük
kaldığından Aydın yerine Küçükaydın alınmış.
Torunlara dedelerinin adı verilir genellikle. Dedemin adı da
Demir olduğundan bana Demir adı verilmişti. Hatta diğer adı da Göbek adı olarak
verilmişti. Ortada son derece sıradan ve normal bir durum vardı.
Ama burada sıradan ve normal olmayanın, dedemin adının Demir
olması olduğunu çok sonra toplumsal olaylara ilgi duyup, yoğunlaşıp da
insanların sınıfsal konumları üzerine kafa yorduğumda ve sonradan tarih ile bu
sınıfsal konumlar arasındaki ilgiler üzerine yoğunlaştığımda fark ettim.
Demir adı üzerine ilk düşünmeye başlamam 25 yaşımdadır ve
çok garip bir hikâyesi vardır.
Bir gazete çıkardığım için Toptaşı Cezaevi’ndeydim 1974’te.
Af çıkacaktı ve bütün mahkûmlar yataklarını denk etmişler günlerdir gergin ve
sabırsız bekliyorlardı. O sıralar Demirel ve Erbakan’ın partileri, Aslında
affın gündeme gelmesinin temel nedeni “Anarşistler”
olmakla birlikte, “Anarşistleri” af
kapsamı dışında tutmak için manevralar yapıyorlar ve bu da affın çıkmasını
geciktiriyordu.
Bu gecikme, gergin bir bekleyiş içindeki mahkûmların bir
bölümünün bu işin suçlusu olarak politik mahkûmları görmesine ve göstermesine
yol açıyor ve bu da bizim gibi politik nedenlerle içerde olup da genel hükümlü
ve tutuklularla birlikte yatanların durumunu çok kritik bir hale getiriyordu.
En küçük bir tahrik ve kıvılcımla yüzlerce mahkûm bizi linç edebilirdi.
(Sanırım o sıra Türkiye’de sadece biz dört beş kişi bu
durumdaydık. Diğer politik tutuklu ve hükümlüler askeri cezaevlerindeydi. Onlar
için böyle bir risk bulunmuyordu.)
Bu kritik günlerde, düşmanca ve suçlayıcı bakışlar arasında
bize sempatiyle bakan küçük de olsa bir mahkûm grubu da bulunuyordu. Bunlardan
biri de mahkûmların “Barzani” dediği,
yanık sesli, Barzani’de Peşmergelik yapmış, okuma yazma bilmeyen, yanlış
hatırlamıyorsam Hakkâri taraflarından bir Kürt idi.
Hapishanede mahkûmun yatağı bir bakıma evi gibidir. Başka
birinin yatağına sahibinden izinsiz oturmak bir yana dokunmak bile “haneye tecavüz” sayılır. Misafirlikte “evsahibi”nin yatağında oturulur. Yatak
aynı zamanda “misafir odası”dır.
Bir gün akşam sayımdan sonra kapılar kapandığında, üç dört
arkadaş yan yana koyduğumuz yataklarımızda oturur ve pek yalnız dolaşmamaya
dikkat ederken, çaycı bize çay getirdi ve yollayanın “Barzani” olduğunu söyledi.
Bu “Barzani”nin
bizimle tanışmak istediği anlamına geliyordu. Biz de derhal kendisini
misafirliğe çağırdık.
O kritik durumda bize çay ısmarlaması ve yatağımıza gelmesi
elbette aynı zamanda diğer mahkûmlara verilmiş bir mesaj anlamına geliyordu: “bu insanlar benim dostumdur onlara yapılan
bir yanlış bana yapılmış demektir.”
Hapishanelerde mahkûmların arasında belli bir hiyerarşi
vardır. Bu sadece kişiliklerle ilgili değildir, suçun türüyle de ilgilidir.
Aslında suç ve suçlu türleriyle kişilikler arasında da belli bir ilişki olduğu
söylenebilir.
Katiller, sıralamada en üsttedirler. En altta ırza tecavüz
edenler bulunur, elbet onun da kendi içinde ayrıca dereceleri vardır. Arada
hırsızlar, dolandırıcılar vs. bulunur. Sanılanın aksine katiller, insan olarak
da, sözlerine güvenilebilir, sözlerinin bir ağırlığı olan insanlardır.
“Barzani”
cinayetten yattığından ve Kürtlerin çoğunun “aşiret çocuğu” olduğu bilindiğinden, onun bizimle tanış olmak
istemesi ve yatağımıza misafir olarak gelmesi bizlere o zor durumda verilmiş
büyük bir destek anlamına da geliyordu.
“Barzani”
yataklarımıza gelip, tanışıp sohbete başladığımızda birden bire bu okuma yazma
bile bilmeyen adamın, çok derin bir
bilgisi olduğunu fark ettim. Bu fark ediş yine adımla dolayısıyla dedemin
adıyla ilgili bir konuşma ile oldu.
Tanıştığımızda, adımı öğrenince fiziğime şöyle bir
dikkatlice bakıp beni süzdükten sonra, “Rumeli muhaciri misiniz?” dedi. “Evet”
deyince de “Adın dedenden mi geliyor? Dedenin de adı Demir miydi?” diye sordu.
Bunu sorması ilginçti. Adımla dedemin adı arasında ilişkiyi
nereden çıkarmıştı ki? Hele dedemin adının Demir olmasını?
Ama o akşam fırsat olmadı ya da konuşmanın akışı uymadı ve
bunları kendisine soramadım[9].
Tabii ümmi “Barzani”nin bütün bunları
bilmesinin ardında nasıl bir birikim olduğu sorusu kafamda takılı kaldı.[10]
Bu bağlantıyı kurması ve bilmesi şu nedenle ilginçti. Demir
adı normal olarak çok az bulunmasına rağmen “memur çocuğu” adıdır. Yani
memurlar, öğretmenler, subaylar, aydınların çocuklarına vereceği türden bir
addır.
Modernleşmeye gerici bir ulusçuluk üzerinden geçişlerde,
ulusu yaratmak için ulusal bir tarih yaratmak zorundadır ulusçular. Ve ulusun
son derece yeni ve modern bir olgu olması ölçüsünde ulusu tarihin
derinliklerinde kurmaya çalışırlar. Ulusun kökleri pagan döneme kadar uzatılır.
Bu köklere dönüş gibi yazılır, kaybedilmiş saf ulusal bilincin bulunması gibi
yazılır tarih.
Bütün bunlarda da, çocuklara Pagan dönemin isimlerinin
verilmesi eşlik eder. Timur, Oğuz, Kürşat, Selçuk, Orhan, İlhan vs. gibi
isimler çocuklara verilmeye başlanır. Büyük babaların ve büyük anaların
isimleri, onların anısına verilse de, genellikle bir “göbek adı” olarak “tenzili rütbeye”
uğrar, bizzat benim adımda da kısmen olduğu gibi. Demir de (Temur,
Timur) pagan bir isimdir.
Ulusçuluğun taşıyıcıları genellikle aydınlar ve memurlar
olduğundan Demir de bu nedenle bir “Memur çocuğu adı”dır. Hatta görünüşte göbek
adımın Bahaeddin olması da bu kuralı doğruluyor gibiydi.
Aslında normal olarak ben de bu tabakalardan geliyor
sayılabilirdim. Gerçi aile göçler nedeniyle yoksullaştığı için, babam
okuyamamış ve işçi olmuştu ama işçi olan babam dahil aile bütün kültürüyle bu
memur ve aydınlar tabakasına dahildi. Bu nedenle adımın Timur’un daha başka bir
versiyonu olan Demir olması böyle açıklanabilirdi.
Ama benim adımda bu genel eğilime tam denk düşmeyen tam
tersine bir durum ve çelişki vardı.
Dedemin adı Demir olduğu için bana Demir adı verilmişti. Ve
dedeme Demir adı verildiği zamanlar, henüz daha ulusçuluk Müslüman ahaliye
bulaşmadığından ve modernleşme ile uluslaşma arasında bir ilişki henüz
kurulamamış olduğundan, dedeme Demir adı verilmesinin bu süreçle belli ki
ilgisi yoktu. Dedemin ne doğduğu dönem ne de ailesinin sınıfsal konumu, daha
sonra özellikle cumhuriyetten sonra görülen nedenlerle, Demir adını çocuklarına
vermeye uygun değildi.
Soru şuydu: dedeme niçin Demir adı verilmişti? Nereden
çıkıyordu bu Demir adı? Sonradan da alınmış değildi. Yani öz adı Bahaeddin
olabilir de, sonra ulusçuluğun yükselişine paralel olarak Demir adını da
kendisine almış olabilirdi. Ama böyle de değildi, bugün anılarından da
öğreniyoruz ki, Bahaeddin adı sonradan alınmıştır. Doğum adı Demir Aydın ’dır.
Anıların Önsözünü (“Mukkaddime”)
şöyle imzalıyor: “İlmiye Muhasebe Kalemi
Birinci Sınıf Ketebesinden Kesriyeli Bahaeddin Aydın”. Yine o anılarında
doğum tarihi ve adını şöyle ifade ediyor: “1289
tarihinde Demir Aydın
ki icrayı memuriyet-i tescilde Bahaeddin Aydın”. Demek ki, dedemin esas
adı: Demir Aydın. Bahaeddin ise tabiri caiz ise resmi adı, memuriyet adı. Yani
gerçek adı, pagan adı memuriyette tenzili rütbeye uğramış.
Bir bakıma Cumhuriyetten sonra memurlar ve aydınlar arasında
görülecek olan eğilimin, İbrani geleneğinden gelen dini isimlerin yerine İslam
öncesi isimler alma eğiliminin tam tersi görülüyor dedemde. Modernleşmeye ve
memur olmaya İslam öncesi ismin bırakılması eşlik ediyordu.
Bu çelişki nasıl açıklanabilirdi?
*
Bu çelişkinin çözümünü, yıllar sonra “Tarihin kayıp halkası”yla karşılaştığımda Din üzerine çalışmalarda
bulacaktım. Bu kısaca söyle açıklanabilir.
Neredeyse şu yirminci yüzyılın ortalarına kadar yeryüzündeki
insanların yüzde sekseni köylerde yaşıyordu. Köyler ise, bir kaç bin yıl
boyunca klasik uygarlıklarla veya ikiyüz yıldır modern kapitalist sanayi
uygarlığı ile ekonomik, hukuki, ahlaki, sanatsal vs. ilişkiler içinde olsalar
bile büyük çoğunluğuyla, hala esas olarak kapalı ekonomiye dayanan, neolitik
devrimin teknik düzeyinde ve buna uygun ortaklaşmacı komünal ilişkiler içindeki
topluluklardı. Rus Mir’i, Alman Mark’ı vesilesiyle zaten Marks ve Engels
tarafından bu olguya çoktan dikkat de çekilmiş bulunuyordu.
1970’lerin başındaki Dersim köylerini anlatan aşağıdaki
satırlar, yakın zamana kadar, yeryüzündeki insanların yüzde sekseni için de
geçerliydi.
“Düzgün Baba’nın kırk
gün çileye girdiği dağın eteğindeki, Çele adlı mağarayı ziyaretgah olduğu için tercih
etmedik. Zirveler ve zirvelerdeki ulu ağaçlar bizim ilgi alanlarımız içindeydi,
buralara derin illetler ve ihtiyaçlar içinde olan insanlar geliyor, kurbanlar
kesiyor, dallara rengarenk dilek çaputları bağlıyorlardı. Dağın eteğindeki
Bostan köyü, bizim en çok dayandığımız köydü. Ve bu köy, Düzgün’ün babası
Kureyş’in köyü olduğu için kurbanların kesildiği, paraların dağıtıldığı bir
ziyaretgahtı. Kureyşin evini dolduran kalabalıklara ilk kez girdiğimde, kendimi
güvenlikte hissettim ve değişik yörelerden gelen insanlarla tanıştım. Bu gibi
yerlerde, herkes kendi yöresinin velilerinden, onların gösterdikleri
kerametlerden sözediyordu. Ziyaretgahlar bana farklı bir diyarda olduğumu
telkin ediyordu. Boz ayıya binip, yılanı kamçı olarak kullanan, ördüğü duvara
binince duvarı yürüten ya da atıldığı alevli fırından sağ salim çıkan
velilerin, gazaba gelince top gibi taş gülleler savuran kutsal dağların
diyarındaydım.” (M. Oruçoğlu, “Dersim
ve Biz”)
Bir kaç bin yıl boyunca klasik uygarlıklar ve sınıflar ve
bir lüks mallara dayanan dünya ticareti vardı ama bütün bunlar insanlığın büyük
bölümü için, hala günlük yaşamın bir parçası değildi. Bütün bu uygarlıklar,
aslında sahillerde, vadilerde ve yol kavşaklarındaki şehirlerden ibaretti.
O şehirlerden bir kaç kilometre uzaklaşınca ya da vadilerden
bir kaç yüz metre yükselince, uygarlıktan birden bire neolitik devrimden beri
neredeyse değişmeden kalmış, hatta uygarlığın devletlerinin aldığı vergiler ve
baskı nedeniyle daha da kötü koşullarda yaşayan, bu nedenle de dinine aynı
zamanda bir köylü partisi karakteri kazandırmış, otaklaşmacı köy toplulukları
dünyasına giriliyordu. Mekansal değişim aynı zamanda bir çağ değişimi olarak
ortaya çıkıyordu.
Çocukluğumun geçtiği Ege bile böyleydi. Soma gibi neredeyse
yüz yıldır en modern teknikle kömür çıkarılan kasabanın, hala Homeros gibi kör
destancıların megafonla destan okudukları Çarşamba pazarlarında ürünlerini
satıp şeker, gaz gibi bir kaç acil ihtiyacını karşılamaya gelen köylü
kadınlarda bile o dünya görülebilirdi. Bakırçayı vadisinden biraz uzaklaşıp,
dağlarda yükseldikçe, Yörükler, Çepniler, Tahtacılar denenlerin dünyasına
girilirdi. O dünya yukarıda aktarılan yetmişlerin Dersim’indeki dünyadan farklı
değildi. Ortaokuldayken, aynı sınıfta okuduğum köyden gelen arkadaşların, gök
gürültüsünün hazreti Davud’un narası olduğunu inanarak savunduklarını
yaşamıştım. (Çok sonraları bu Davut’un aslında Pagan dönemde yunan
Mitolojisindeki tanrıların İslami formu olduğunu da görecektim.) B. Traven’in
roman ve hikayelerinde aynı dünyanın Güney Amerika’da da olduğu görülebilir.
Afrika’da ise bugün bile büyük ölçüde yaşıyor.
Ama insanlığın büyük bölümünün yirminci yüzyılın ortalarına
kadar bile yaşadığı bu topluluklar ve insanlar hakkında hemen hemen hiç bir şey
yoktu tarih ve sosyoloji kitaplarında. Sanki böyle bir gerçeklik yokmuş
gibiydi. Ve binlerce yıl boyunca klasik uygarlıklardan da bunlar hakkında bir
şey kalmamıştı.
Bunun sırrı yine ortaklaşmacı neolitik köy komünündeydi.
Köyler, neolitik topluluklar ya da komünler henüz yazıyı, yani bu uygarlık
ürününü bilmez. Bu nedenle de kendini yazıya dökemez. Sözlü bir gelenekle,
uygarlığın baskısı karşısında özel anlamların ardına gizlenmiş bir dille
bilgisini ve kurumlarını kuşaktan kuşağa aktarır. Kendisi eğer kendisini
yazmaya kalksa, yazmaya kalktığı an, yani yazıyı öğrendiği an uygarlaşmış
olacağından, kendisi yok olur ve yok olacağından kendini anlatamaz.
Bir bakıma kuantum fiziğinin kuralı gibi bir durum vardır.
Nasıl bir parçacığın hem konumunu hem hızını aynı anda bilmek mümkün değilse öyle.
Komün varsa, yazı ve uygarlık yoktur, dolayısıyla onu anlatacak insan ve
araçlar. Ama yazı ve uygarlık varsa komün yoktur. İkisi bir arada olamaz. Bu
çelişkidir bu tarihin kayıp halkasını ortaya çıkaran bir bakıma.
Elbette uygar komünü bilir, ama “cahiliye” onun için lanetlenesi ve yok edilmesi gereken bir şeydir.
“Cadı” diye yakılmalıdır. Dolayısıyla
ondan sadece lanetlemek için söz eder, etmek zorunda kaldığında. Bütün
vakayinameler bunun kanıtlarıyla doludur.
Gerçek durum bu olunca, şu beş bin yıllık tarih, aslında bir
takım komünlerin uygarlıklara geçişlerinin tarihi olarak de görülebilir. Son
bir kaç yüz yıl boyunca bu geçiş, artık klasik uygarlıklara değil, modern
kapitalist sanayi uygarlığına geçiştir ve baş döndürücü bir hızla gerçekleşip
artık sonuna gelmiştir. Artık dünya nüfusunun çoğu köylerde yaşamıyor ve köyler
de o kapalı ekonomiye dayanan köyler değil.
*
Ne klasik Yunan, ne Roma, ne ikinci Yunan karakterli Roma
olan Bizans ne de aslında ikinci Roma’nın bir rönesansı ve üçüncü bir Roma’dan
başka bir şey olmayan ve Padişahların kendilerini “Sultan-ı Rum” (Roma İmparatoru) olarak tanımladıkları Osmanlı, en
çok dayandığı çekirdek bölgeleri, yani Balkanlar’ı ve Anadolu’yu bile tam
olarak uygarlaştıramadı. Balkan ve Ön Asya dağları, binlerce yıl boyunca
ortaklaşmacı köy komünü veya topluluğu yaşam ve geleneklerinin yaşadığı yerler
olmaya devam etti.
Ve bu köy toplulukları, bu üretim düzeyi ve yaşama uygun,
uygarlıkların dinleriyle ilgisiz dinlerin de yaşadığı yerler oldular. Bütün
dünyada ve Anadolu’da olduğu gibi Balkanlar’da da böyleydi bu.
Aslında insanlığın büyük bir çoğunluğu için neolitik devrim
ve onun yayılışı, sağladığı emek üretkenliği ile belli bir nüfus artışı ve
yoğunluğu sağlamıştır. Neolitik devrimler ve onun yayılmalarıyla ulaşılan nüfus
ve yoğunluklar aşağı yukarı 5000 yıl boyunca değişmemiştir. Nüfus artışı ve
yoğunluğu bir de sanayi devriminden sonra ani bir sıçrama gösterir.
Tarih boyunca büyük nüfus hareketleri aslında hiç de çok
fazla değildir ve oldukça sınırlıdır. Uygarlıklar dönemi boyunca, fatihler ya
da kavimler göçleri denenler ile gelenler, nüfusun onda birinden daha fazlasını
oluşturmazlar ve oluşturmamışlardır. Son yıllardaki genetik soyağacını
araştırma teknikleriyle yapılan incelemeler de bunu kanıtlamaktadır. İtalya’da
Toskana’da yaşayan köylüler aslında Etrüsklerin torunlarıdır. İskoçya’daki
Norman fatihlerin oranının yüzde onu geçmediği son araştırmalarla ortaya çıktı.
Anadolu’nun bu günkü ahalisi de (Balkan ve Kafkaslardan yüzyılın başında,
ulusçuluktan sonra gelenler hariç tutulursa) yüzde beşi onu haricinde ta ilk
neolitik devrimin sağladığı nüfus patlamasından beri yaşayanlardır.
Yani Nazım’ın şiirine bile “dört nala gelip Orta Asya’dan” diye geçmiş, “Orta Asya’dan gelen Türkler” de tıpkı o Türk ulusunun icadından
sonra çocuklara verilen Türkçe isimler gibi ulusçuluğun bir uydurmasıdırlar. O “Türkler” geldiğinde, Anadolu, yeryüzünün ilk neolitik devriminin
gerçekleştiği ve çoktan beri uygarlığa da geçmiş topraklar olarak, tüm Orta
Asya’dan daha fazla bir nüfusa ve Asya bozkırlarıyla kıyaslanmayacak bir nüfus
yoğunluğuna sahipti. Bu binlerce yıldır burada yaşayan köylülerin yok
edildiğine dair en küçük bir veri olmadığına göre bu günkü Türkler aslında
binlerce yıldır burada yaşayan insanların torunlarıdır. Büyük bir olasılıkla,
arkeolojik bir höyük kazısında, mezarlardaki kemikleri çıkaran civar
köylülerden gelen işçilerin çıkardıkları, kendi atalarının kemiklerinden başka
bir şey değildir.
*
Orfeus-İsa - Roma Katakombları |
Balkanlar da böyleydi bütün dünya gibi. Aslında gören göz
için her şey de apaçık ortadaydı.
Yunanlı tarihçiler Orfeusçuluğun Trakya’da çok yaygın
olduğunu yazıyorlardı. Orfeusçuluk ise, klasik Yunan tanrılarına dayanan dinin
“sapkınlığı” idi. Orfeus büyük bir
olasılıkla, yine kendisi de bir “sapkınlık”
olan Dionysos “kültü[11]”
içindeki bir reform hareketiydi. Orfeus muhtemelen o zamanların Hacı Bektaşi
Veli’si veya Sarı Saltuğu idi.[12]
Roma neredeyse kölelerinin büyük bölümünü bu uygarlığa
geçmemiş Balkan ve Slav komünlerinden devşirdiği için, birçok batı dilinde Köle
sözcüğünü hala Slav kökünden gelen kelimeler oluşturmaktadır.
Ve Üçüncü Roma’nın (Osmanlı), “Devşirme”leri yani bir tür “Kölemen”leri
genellikle Balkanlar’dan toplaması, birinci Roma’nın bu geleneğinin devamı
olarak da görülebilir. Köleler her zaman Komün’den devşirilir ve sanılanın
aksine “egemen sınıf”ı oluştururlar uygarlıklarda.
Anadolu ve Balkanlar’da ilk Hıristiyanlığın yayılışı, bir
bakıma, neolitik köy komününün klasik uygarlıkların çürümesine, zulmüne,
soygununa ve sömürüsüne direnişinin, bir yangın gibi yayılmasından başka bir
şey değildi. Sonra her zaman olduğu gibi, bizzat bu dini bayrak eden ve içini
boşaltıp ehlileştiren uygarlık, daha somut olarak Bizans, onun otantik ve
devrimci biçimini savunanları lanetleyip kovuşturdu.
Bu ilk yayılışların her biri bir devrimdi ve bu devrimler
bir yeni dinin yayılışları biçiminde gerçekleşiyordu. Ve her devrim ve dinle
birlikte isimler de değişiyordu. İsimler dinden ayrı değildir. Aslında
ulusçuluk da bir modern çağ dini olduğundan bu kuralı doğrular.
Devletin resmi Hıristiyanlığı karşısında, dünün o Orfeusçu
sonra ilk devrimci döneminde Hıristiyan olan Komünleri, Bogomil veya Katar
olarak yaşamaya devam ettiler. Neredeyse bütün Balkanlar’da Köy komününün dini
hep bu “sapkın” mezhepler oldu.
İşte İslam’ın veya “Osmanlı’nın yayılışı” denen şey, aslında
Anadolu ve Balkanlar’daki köy komününün, Bizans’ın çürümüş, baskıcı, sömürgen
ve soyguncu düzenine karşı isyanının yayılışından başka bir şey değildir.
Anadolu’nun Paulikanlar’ı Alevilere, Balkanlar’ın Bogomil ya da Katar’ları
Balkan Alevi ve Bektaşilerine dönüştü.
Bu dönüşüm boyunca başlangıçta bu köy komünüyle ittifak
yapan ve ondan güç alan fatihler ise, yani Osmanlı, devletleştikçe aynı
Bizans’ın konumuna geçti ve tıpkı Bizans’ın yaptığı gibi, bu köy komünlerini
“sapkınlık” olarak kovuşturdu.
Şeyh Bedrettin bunları bildiği için Deliormanlar’a karargah
kuruyordu. Müritleri bunları bildiği için, İzmir ve Manisa civarındaki dağlarda
Huruç eyliyorlardı. Çünkü oralar Demir Baba’ların, “Yeraltından şifalı sular çıkaran, tahta kılıcıyla yedi başlı devi
öldüren ve öldüğünde, kırk tabutta, aynı anda bedeni görülen, zalimlerin
düşmanı Sarı Saltık”ların dünyasıdır.
Demir Baba Tekkesinde İslam öncesine ait kalıntılar |
Bugünkü Bulgaristan’da bulunan Demir Baba’nın türbesi,
muhtemelen Hıristiyanlıktan bile çok daha eski bir kutsal mekanın üzerindedir[13].
Bu aslında o sürekli kopuşlar, din değiştirmeler biçiminde kendini dışa vuran
nelolitik köy komünü ve ilişkilerinin sürekliliğinin ifadesidir. Nasıl
şehirlerde her Cami’nin ardında bir kilise, Her kilisenin ardında bir eski
Yunan veya Roma tapınağı, onun ardında da çok daha eskilere giden bir başka
kutsal yer varsa aynı şekilde köylerde de Alevi-Bektaşi Babalarının türbeleri
veya ziyaret yerlerinin ardında da aynı sapkın mezheplerin kutsal yerlerinin
sürekliliği vardır.
Aslında insanlar genetik olarak hep aynı insanlardır,
ilişkiler değişmekte ve de ilişkilere bağlı olarak dinleri dolayısıyla isimleri
değişmektedir. Balkanların dağlarında yüz yıllarca aynı kalan ve değişmeyen öz,
neolitik köy komünüdür. Değişen, varlığı sürdürmeyi sağlayan yeni biçimlerdir.
Komün aynı kalabilmek için hep değişmiş, egemen uygarlığın dini içinde kendini
hep yeniden tanımlamış ve var etmiştir.
*
Tarih’e böyle bir bakış, Dedemin adına ilişkin sorunu
otomatik olarak çözüyordu.
Bu devrimin gerçekleşmesi, yani Balkanlarda Hıristiyan
sapkınlıklarının, yani Bogomilliğin yerini İslam Sapkınlıklarının, yani
Alevi-Bektaşiliğin alması, elbette o zamanın devrimcileri olan, ermişler,
evliyalar vs. aracılığıyla gerçekleşiyordu. Bunlardan biri de, Anadolu’daki
Hacı Bektaş Veli gibi Rumeli’ndeki Demir Baba idi. Bu “ermiş” yani o zamanın
devrimcisi nedeniyle ona hürmeten, Rumeli’de Demir adı yaygındı.
Yani Demir adı ulusçulukla değil, uygarlık öncesiyle,
ortaklaşmacı neolitik köy topluluğu ve onun kendi dönüşümleriyle ilgiliydi ve
ondan geliyordu. Ve sanki ters gibi görünen, Demir’in terk edilip Bahaeddin’in
alınması aslında uygarlaşmanın, Sünnileşmenin, devletli ve sınıflı topluma
dahil olmanın bir görünümü ve sonucuydu. Dedemin adındaki çelişkiyi ve benim
adımdaki görünüşteki uyumu yaradan, Klasik uygarlıklardan ulusçuluğa geçiş
çağında (benim adımda olduğu gibi Bahaeddin’den Demir’e) komünden uygarlığa
(dedemin adında olduğu gibi Demir’den Bahaeddin’e) geç bir geçişin sembolü
olmalarıydı[14].
Dedeme Demir adı verilmesinin açıklaması bu olabilirdi.
Belli ki, on dokuzuncu yüzyıl boyunca kapitalist gelişmelerin de hızlanmasına
bağlı olarak, Balkanlar’daki köy komününün çözülüşü hızlanmıştı. Köyünde sapkın
olanlar, kasabaya veya şehre inince yavaş yavaş Sünni Müslümanlara[15]
ya da Hıristiyanlara dönüşüyorlardı. Buna elbette isimlerin değişmesi eşlik
ediyordu. Önceleri, Alevi Bektaşi dedelerinin veya ulularının adlarını alanlar
bu sefer uygarlık dini yani Müslüman (veya Hıristiyan) isimleri almaya
başlıyorlardı. Nasıl Alp Arslan’ın oğlu uygarlaşmaya bağlı olarak Melikşah,
Orhan’ın oğlu Murat adını aldıysa öyle.
Ama yine de, eski geleneklerin kalıntıları, bir ismin bir
çocuğa verilmesi biçiminde sürüyordu da, nasıl bu gün hala dedelerin, nenelerin
isimleri torunlara verilirken sürüyorsa öyle.
Dedemin adı yükselen ulusçuluktan dolayı değil, eski
sapkınlığın, Köy komünü geleneklerinin, Alevi - Bektaşi geleneğin bir
kalıntısıydı belli ki. Yok olan o geleneğin kuğu çığlığıydı[16].
*
Demir adının o bölgede yaygın olduğunu da şuradan biliyorum.
Ömrümün çeyrek yüzyılını, İstanbul’un Kadıköy’ü veya
İzmir’in Karşıyakası gibi, bir şehrin bir semti gibi ama yine de ayrı bir şehir
havasındaki, Sartre’ın “Altona Mahkumları”na
ilham veren Hamburg’un Altona’sında, sürgün yaşayarak geçirdim. Burada Sotiris
diye bir lokantacı vardı. “Altona
Mahkumları” olan Türkiyeli ilticacıların satranç oynadığı bir kahveye
takılır ve onlarla satranç oynardı zaman zaman.
Bir gün bu Sotiris’le konuşurken, babasının Kastoryalı
(Kesriyeli) olduğunu, Yunan iç savaşında gerillalar safında bulunduğunu, sonra
da yenilince Yunanistan’ı terk ettiğini, kendisinin Romanya ve Macaristan’da
büyüdüğünü, sonra da Almanya’ya geldiğini anlatmıştı. Hemşeri çıkmıştık yani.
Ama bu Sotiris’in bir özelliği vardı, Süleyman Demirel’e çok
benziyordu, bir akrabalık, bir genetik yakınlık olmadan böylesine bir
benzerliğe pek rastlanamaz. Bunu aklımdan geçirmiş ama olanaksız diye
düşünmüştüm. Biri Ispartalı “Çoban Sülü”,
diğeri Balkanlı bir Yunanlı.
Yıllar sonra kökleri aramak üzere Kesriye’ye (Kastoria)
gittiğimde, orada da tıpkı Türkiye’de olduğu gibi bütün tarihin silinip yok
edildiğini görmüş ve hayal kırıklığı içinde göl kenarında, sakince bir yerde
hem bir kilise hem de müzeye çevrilmiş bir “Osmanlı evi” bulunan bir yere
gitmiştim. Kilisenin papazı aynı zamanda turistlere rehberlik yapıyor ve onlara
Almanca bir şeyler anlatıyordu. Turist rehberliği yapan papaza Almanca,
buralarda eski, Osmanlı’lardan kalmış bir şeyler olup olmadığı sordum. Biraz
serçe bir ifadeyle yoktur, kalmamıştır deyince. Duvarlardaki ikonalara kısa bir
göz attıktan sonra, göl kenarında bir masaya oturdum ve bir çay söyledim.
Beş on dakika sonra o papaz-rehber oturduğum yere geldi ve
bana mükemmel bir Türkçeyle, nereli olduğumu sordu. Ailemin buralardan
geldiğini, merak ettiğim ve tanımak için buralara yolumun düştüğünü söyledim ve
ona nereli olduğunu Türkçeyi nereden bildiğini sordum.
Niksarlıyız, ana dilim Türkçedir, bizler mübadelede buraya
geldik dedi ve ekledi. “Sizin Cumhur
reisiniz de buralıdır, Kesriyelidir.” Yok dedim buralı değil Ispartalı. Yok
diye ısrar etti, onun babasını burada tanıyan yaşlılar var. Onlar oraya buradan
mübadelede gittiler.
Birden bire kafamda bir şimşek çaktı. Sotiris’in niye böyle
Demirel’e benzediği de açıklığa kavuşmuş oluyordu. Muhtemelen aynı veya yakın
köylerin insanıydılar, üç beş kuşak öncesinde belki de yakın akraba bile çıkabilirlerdi.
Eğer doğruysa buradan şöyle bir sonuç da kolayca çıkardı.
Demir’el’in soyadındaki Demirel’de Demir’le, bu Demir de muhtemelen, tıpkı
dedemin adı gibi, Orpheusçu, Bogomil,
Alevi-Bektaşi geleneğinden Demir Baba ile bağlantılı olabilirdi.
*
Ama hikâye burada bitmiyor ve aşağı yukarı bu varsayımlar
kanıtlanıyor.
Yıllar sonra, Türkiye’ye geldiğimde, yazlığı Ayvalık’ta
Cunda adasında olan bir Hamburg’tan bir arkadaşımı ziyaret etmiştim. Bütün
ailesi, kızları, damatları, torunları da oradaydı. Onları ve yeni ana baba
olmuş kızını ve eşini tanıştırırken damadının, Demirel’e benzettiğim ve sonra
da Demirel’le de aynı yöreden olduğunu öğrendiğim Sotiris’in oğlu olduğunu
söyledi.
Bunun üzerine genç babaya, bizim hemşeri sayılabileceğimizi.
İkimizin de köklerinin Kastoriya’ya dayandığını söyleyip, yukarıda anlattığım,
hikâyeyi ona da anlattım.
Hikayenin sonunda Demirel’e çok benzettiğim Sotiris’in
oğlunun bana söylediği ise tahminlerimi doğrulayan bir sürpriz oldu. Sotiris’in
oğlu, “Bizim de soyadımız Demiropulos”
dedi.
Bu Sotiris ile Demirel arasındaki fizyolojik benzerliğin
muhtemelen aynı zamanda bir akrabalıkla da bağlantılı olabileceğini
gösteriyordu. Aynı zamanda, Balkanlar’da ve o bölgede Demir Adının
yaygınlığını; bu Demir adının büyük bir olasılıkla Orta Asya veya Türklükle
değil, köy komünüyle, Balkanlar’daki “Sapkınlık”la ilgili olduğunu da
kanıtlıyordu
Ulusçuluğun yükseldiği çağda uygarlığa geçen çözülen köy
komününün kalıntısı olan aynı Demir ismi, bir kolda Türk Demirel’e diğer kolda
Yunan Demiropulos’a dönüşüyordu.
Dedemin Demir adı beni Balkan neolitik köy komünü ve sapkın
tarikatlarla, tarihin kayıp halkası ve ulusçulukla tekrar karşılaştırmıştı.
Dedemin adı Osmanlılıktan Türklüğe, yani klasik uygarlıktan
modern ulus devlete, geçtiği için değil; uygarlık öncesinin bir kalıntısı
olarak Demir’di ve zaten o uygarlaştıkça, son Roma’nın en son günlerinde onun
bir memuru olurken, bu Batıni adı terk etmiş ve Bahaeddin adını almıştı. Klasik
uygarlıklar çökerken o klasik uygarlıklara en son geçen bir çevre ve aileden
geldiğini gösteriyordu bu isim.
Ve ne klasik uygarlıkların, ne de modern uygarlığın tarihi
anlatışlarında bu neolitik köy toplumunun yeri yoktu. Birinde yok edilmesi
gereken “cahiliye”, birinde düzgün ve
aklın egemenliğine doğru ilerleyen bir tarihin en geri ve hurafelerle, mitlerle
dolu, “Tarih Öncesi”nde kaldığı var
sayılan “karanlık” bir dönemiydi. O “tarih öncesi” ise, yirminci yüzyılın
ortalarına kadar insanlığın büyük çoğunluğu için yaşanan “şimdi”ydi.
*
Dedemin doğup büyüdüğü yer olan, Kesriye (Kastoria),
Makedonya’daki birçok şehir gibi (Yanya, Ohri vs.) bir gölün kenarında, gölün
içine doğru bir yarımadanın üzerine kurulmuş, bugün nüfusu yirmi binler
civarında bir şehir.
Hem suda hem karada yaşayan memeli hayvanların (Samur vs.)
derisi çok kıymetli olur. Eskiden bu gölde de bol miktarda Kastor adı verilen
Avrupa Kunduzu varmış. Şehrin adının[17]
büyük bir olasılıkla bu Hayvandan geldiği düşünülüyor.
Şehrin ekonomisi büyük ölçüde bu hayvanın derisine ve
derisinin işlenmesine bağlı ve bu nedenle de hep zengin bir şehir olmuş.
Yüzyıllarca Kesriyeli deri tüccarlarının önemli büyük şehirlerde temsilcileri
olmuş. Bugün bile Paris, Londra gibi büyük şehirlerde dericilik hala Kesriyeli
tüccarların elindeymiş. Şehirde 1400’lerden beri İspanya’dan gelmiş Sefarad
Yahudilerin varlığı kayda geçmiş.[18]
On dokuzuncu yüzyılın başlarında bölgeyi gezen Seyyah
William Martin Leake, şehrin nüfusunu, onda biri Yahudi, kalanları yarı yarıya
Müslüman ve Ortodoks 600 aile olarak belirliyor. Ve 12 Yüzyıldan beri neredeyse
şehrin değişmeden kaldığını ifade ediyor.
Kesriye Sanayinin çevre üzerindeki tahrip edici etkilerini
çok önceden yaşamış bir şehir olmalı. Bugün artık gölde bu kürkleri işlenen ve
Kesriyelileri dünyanın sayılı dericileri yapan kunduzlar (kastorlar) yok. Büyük
bir olasılıkla, hem avlanması hem de derilerini işleyen debbağhanelerin
(tabakhane) son derece zehirli artıkları göldeki kastorların soyunu tüketmiş
olmalı.
Kürk üretimi, deri işlemesi ve ticareti Osmanlı dönemi
boyunca Kesriye’yi epeyce zengin bir şehir yapmış. Bu şehrin, Osmanlı’nın keyfi
idaresi, tefecilik ağır vergiler altında ezilen ve yok olan civardaki yoksul
köylüleri kendine çektiği, onlara iş ve aş kapısı olduğu tahmin edilebilir.
Aynı zamanda bu şehirde bir burjuvazinin ve burjuva fikirlerin gelişimine de
uygun bir zemin hazırladığı düşünülebilir.
*
Böyle bir şehirde doğmuş dedem. Ama muhtemelen, birkaç kuşak
önce civar köylerde yaşayan bir aileden geliyor olsa gerek Demir adının ima
ettiği gibi. Babası ve Anasının fakir olmaları, babasının balıkçılık, anasının
ev işleri ve dokumacılık yapması da bu varsayımı destekliyor[19].
Malları olmadığı için okuması ve sınıf atlamak için tek yolun memurluk olması
da ayrı bir delil sayılabilir.
Yani kökleri Osmanlı devlet aygıtından değil, muhtemelen
Slav veya Arnavut kökenli civardaki “sapkın” köylerden. Bizans zamanındaki Hıristiyan
“sapkın”lığından Bogomil veya Katar, Bizans baskısına karşı direnişte ve
Osmanlı ile ittifakta, Demir Baba’lar gibi “Evliyalar” aracılığıyla Osmanlı
zamanındaki Müslüman “sapkın”lığına (Alevi-Bektaşi) geçmiş, şehre göçünce de
kolayca Sünnileşmiş bir aileden geldiği tahmin edilebilir[20].
*
Önemli tarihsel olaylar bakımından doğru zamanda doğru yerde
olmak, o insanların kaderi bakımından pekâlâ yanlış zamanda yanlış yerde
bulunmak anlamına da gelir. Önemli tarihsel olaylar bağlamında doğru zamanda
doğru yerde bulunan Dedem ve ailesi için durum tam böyleydi: kendi yaşamları
bakımından yanlış zamanda yanlış yerdeydiler. Bunun sonucu da, birbiri peşi
sıra gelen alt üstlükler; birbiri peşi sıra ölen çocuklar; göçler, hayal
kırıklıkları.
Anılar yorgun, artık koyuvermiş, yorulmuş, tükenmiş, hayal
kırıklıkları yaşamış bir insanın ruh halini yansıtıyor. Hatta tam bu ruh
halinin anıların yazılmasının nedeni olduğu bile düşünülebilir.
Daha ilk satırlarında 45 yaşında hayatına bakıp bir “hiç”ten başka bir şey görmediğini
yazarak başlıyor anılarına.
Belli ki, yorgun, koyuvermiş ve beklentisi yok. Belki de bu
anılar tutunabilmek için son bir çaba. Çünkü unutulmak da, hiç bir iz
bırakmadan yok olmak da istemiyor. “Bari
birkaç sene olsun sözde kalmak ve gözle görünmek için” kaleme sarılıyorum
diyor.
İnsan iki kere ölür derler, biri biyolojik olarak öldüğünde,
bir de birileri bir gün bir yerlerde ondan son kez söz ettiğinde.
“Söz uçar yazı kalır”
derler. Gerçekten de yazılmış anılar en
azından uzunca bir süre, ikinci anlamda ölümün gecikmesi, hatta toplumsal
tarihin ölçüleriyle sonsuza kadar uzaması, bir anlamda ölümsüzlük demektir.
Ama Demir
Aydın anılarını yazmasına rağmen az daha ikinci anlamda da
ölecekti ve fiilen ölmüş de sayılırdı. Çünkü hayatını mahveden ulusçuluk ve
onun sonuçlarından biri olan “Harf
Devrimi”, onların, kendileri için yazılmış sonraki kuşaklarca okunup
anlaşılmasını neredeyse olanaksız kılmıştı. Ulusçuluk sadece birinci ölümünün
değil, az daha ikinci ölümünün de nedeni olacaktı. Aslında ikinci ölüm
anlamında, bir ölümden sonraki diriliş gibi de (”Basü badel mevt”, “reenkarnasyon”)
görülebilir.
*
Yazardaki tükenmişlik ve umutsuzluk kanımca anıların
içeriğini de belirliyor. Muhtemelen tam da bu nedenle aslında bir aile tarihi
ve aile için yazılmış.
Şarkta okuma yazma bilenler aşağı yukarı “Devlet Sınıfları”nı ya da “Kapıkulları”nı oluştururlar.
Varlıklarıyla devletin özdeşleştiği bu biricik okuma yazma bilen tabakası
arasından anı yazan pek çıkmaz.
Kırk yılda bir çıkan ise, genellikle resmi bir yazışma gibi
yazar anılarını.
Ve o resmi yazışma gibi anıların hemen hepsinde esas
yazılması gerekenler yazılmaz; “bunlar
benimle mezara gidecektir” tarzında notlar düşüldüğü görülür. Hele özel
hayat, iç dünyalar ve içtenlik bu anılarda neredeyse hiç yer almaz. Anılar
genellikle önemli toplumsal, siyasal olaylar ve bunlardaki kişisel roller
üzerine olur.
Şimdi artık nihayet okuyabildiğimde gördüğüm gibi, Demir Aydın ’ın anıları biraz
daha farklı bir özellik sunuyor.
Önemli siyasal ve toplumsal olayların geçtiği yerlerde
bulunmasına rağmen onlardan kendisinin veya ailesinin hayatına etkileri
ölçüsünde söz edilmektedir genellikle. Kanımca bu “ilginç olmayan” yanı onları
ilginç kılmaktadır tarihçi ve sosyologlar için.
Denebilir ki, bir kuş bakışı ya da perspektifi yoktur
anılarda. Aşağıdan yukarı doğru, sıradan insanların büyük olayları
algılayışının perspektifiyle, bir tür “kurbağa
perspektifi” ile yazılmışlardır.
Anılar, vakayinamecilerin, kronikçilerin geleneksel
stilindedirler. Tarih sırasına göre olayların anlatılması biçiminde giderler.
Bu bakımdan son antik imparatorluğun bir memuru olduğu gibi bu antik
imparatorlukların tarihçilik (kronikçilik) geleneğine de bağlanabilir.
Vakayinamelerin, kroniklerin son örneklerinden biri gibi de görülebilir.
Ama artık devletin ya da büyük adamların değil, bir ailenin
kroniğidir. Zaten bunu önsözde açıkça da belirtir: “ailemin sergüzeşt hayatı hakkında bir şeyler” karalamak olarak
niteler yazdıklarını.
Ama bu kronik artık bir anı formu altındadır. Anı ise modern
bir formdur. Bu bakımdan bir geçiş biçimi özelliği taşımaktadır. Bu geçiş
karakteri içeriğinde de görülmektedir. Esas olarak doğumlar, ölümler, terfiler,
maaşlar, tayinler anlatılırken, zaman zaman kimi içten ya da aile sırrı olacak
bölümler de görülmektedir.
Belki de bu anıları tam bu özellikleri ilginç kılıyor. Büyük
olayları anlatan klasik tarih ve tarihçiler için pek değerli bilgiler
olmayabilir ama günlük hayatın ve sıradan insanın dünyasını merkeze alan bir
tarih ve tarihçilik için epey malzeme sunduğu varsayılabilir.
*
Dedemin Anıları, ismi ve yaşadığı yerler üzerine
yazabileceklerim şimdilik bu kadar.
07 Ekim 2010 Perşembe
Hoş Bir Tesadüf
Dedemin anılarının hazırlanmasıyla ilgili olarak görüşmek
üzere yayınevine bir gidişimde o zamana ilişkin bazı görsel malzemeyle kitabın
zenginleştirilmesi üzerine konuşmuştuk. Ben de bu önsözü yazarken İnternette
yüzeysel bir araştırma yapmış ve bazı görsel malzemeler de toplamıştım.
Bunların arasında, Kesriyeli Yahudi bir aileye ilişkin bir fotoğraf da vardı.
Bu konuşmadan sonra çıkıp bir Fotoğrafçılık dergisi de
çıkaran bir arkadaşımı ziyarete gittim. Çıkardıkları dergiden[21]
bir sayı verdi bir fikir sahibi olayım diye. Derginin içine bakınca, İnternette
araştırma yaparken bulduğum Kesriyeli Yahudi Ailesi’nin fotoğrafına rastladım
ve ben bunu biliyorum dedim. Sonra fotoğrafı çekene ve diğer fotoğraflara
bakınca, bir hazineyle karşılaştığımı gördüm.
Fotoğrafçı, Leonidas Papazoğlu idi. Dedemle aynı yıl (1872)
Kesriye’de doğmuştu ve aynı neredeyse aynı yıl (1918) Kesriye’de İspanyol
gribinden ölmüştü. (Dedem de muhtemelen, oğlu bahriyeli Necmettin gibi bu
İspanyol gribinden ölmüş).
Papazoğulları, tıpkı Manaki’ler gibi iki kardeşler (diğer
kardeşin adı Pandelis). Babalarının ölümünden sonra (1890’ların sonu) Kesriye’ye yerleşmişler ve orada yıllarca
fotoğrafçılık yapmışlar. Kimbilir belki dedemin elde bulunan tek resmi resmi
bile Papazoğlu’nun çektiği bir resim olabilir. Belki Dedemin anılarında
anlattığı İstanbul’a ilk gelişinde orada
buluştuğu ve misafirperverliklerini övdüğü Kesriyeli Rum ve Bulgar hemşehrileri
arasında Papazoğlu kardeşler de vardı. Çünkü küçük bir kasabada herkes
birbirini tanır hele aynı yıl doğmuşlarsa. Ve büyük şehre gidenler birbirlerine
yardımcı olurlar.
Leonidas Papazoğlu’nun fotoğrafları o dönemin Kesriye ve
Balkanlarının eşsiz belgeleri. Özellikle çeteler ve tiplere ait fotoğraflar o
dönemin insanları, giyinişleri ve ilişkileri hakkında daha somut bir görüntü
sağlıyor.
Bu resimlerden bir seçme Wikimedia’da
şu adreste var: http://commons.wikimedia.org/wiki/Category:Pictures_by_Leonidas_Papazoglou
16 Ekim 2010 Cumartesi
[1]
Nazım’ın “Onlarki (...) / korkak / cesur
/ cahil / hakim / ve çocukturlar (...)” şeklinde süren satırlarına benzetmiştim. Şimdi dedemin anılarının girişindeki o
satırların şöyle olduğunu görüyorum:
“İnsan
namıyla be-nâm olan eşraf-ı mahlukat, “âlim, fâzıl, kamil, sehi, şeci*, sabır,
kâbet, metin, fedakar! Aynı zamanda hayvan, cahil, bencil, korkak, aciz naciz,
vahşi, şaki, dini, cani, gaddar, hûn-hârdır.”
Her ne kadar Nazım Hikmet
proletaryadan, Demir Aydın genel olarak insanlardan bahsediyorsa da çelişkili
özellikleri yan yana dizmek bakımından bir yakınlıkları olduğu ve o ilk
izlenimin pek temelsiz olmadığı görülüyor.
[2] Bir bakıma dedemin anıları bu genel
eğilimin bir gerçekleşmesi olarak görülebilir. Ölümüne yakın ailesi ve geçmişi
üzerine düşünmeye ve yazmaya başlar.
[3] Eric Hobsbawm, takvimi değil, temel
karakteristiklerini göz önüne alarak, Yirminci Yüzyılı 1917’de Ekim Devrimi ile
başlatıp 1989 veya 90’larda Duvar’ın veya Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle
bitiriyor ve bu nedenle ona “Kısa Yüzyıl”
ama aynı zamanda bir “Aşırılıklar Çağı”
diyor.
[4] Yanaki (1878-1954) ve Milton
(1880-1964) Manaki, Avdela’nın Vlach köyünde doğdular. 1898 yılında Yanaki bir
meslek lisesinde kaligrafi ve çizim öğrettiği Yanya’da bir fotoğraf stüdyosu
açtı. Aynı sene, Milton Manaki’de ona katıldı ve kardeşinin stüdyosunda
fotoğraf sanatını öğrenmeye başladı.
1904’te
Manaki Kardeşler Manastır’a (Bitola) taşınmaya karar verdiler. Şehir o dönemde
Balkanların önemli bir ekonomik, politik ve kültürel merkeziydi. Bir sene sonra
Manastır’da meşhur “Sanat Fotoğrafçılığı
Atölyesi”ni açtılar. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken, Balkan Savaşları
ve 1. Dünya Savaşı ile çalkalanan Balkanlar’da Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan
kanadında yer alan Manastır’da 30 bin Türk askeri bulunuyordu. Burada askeri
akademi, okullar, bankalar ve matbaalar vardı. Avrupa etkisinde zengin
ailelerin yanı sıra banliyölerde yoksul sınıfın da olduğu bir ticaret merkezi haline
gelmişti. Kısaca, Manastır’da yoğun bir şekilde fotoğraf makinesiyle çalışan
Manaki Kardeşleri cezbeden ilginç, çekici bir hayat vardı
Milton
Manaki’nin anılarında 1905’te ağabeyi Yanaki’nin Avrupa’daki başkentlere
seyahat ettiği yazar. Yanaki Londra’daki Charles Şehir Ticaret Merkezi’nden 300
model numaralı Bioskop film kamerası alır. Camera 300 olarak bilinen bu
kamerayla mahalledeki ve ailelerindeki başka kadınlarla gezinen 114 yaşındaki
neneleri Despina’yı ölümsüzleştirirler (1905). Bu onların ilk filmidir.
Ölümünden
kısa bir süre önce, Milton tüm foıtoğraflarını ve dosyalarını Makedonya Devlet
Arşivi’ne verir. Bu kararı sayesinde Manaki Kardeşlerin çok önemli eserleri
korunmuştur. Bugün Bitola Arşivinde içlerinden 10,952’si Manaki Kardeşler
tarafından basılmış ve gerisi negatiflerden çoğaltılmış 17,854 fotoğraf
bulunmaktadır. 1950’de 2000 metreden uzun film malzemesi basılıp çoğaltılmış ve
Budapeşte’deki laboratuarda 1955 yılında 35 mm.’ye aktarılmıştır. Bu eserler,
bugün Üsküp’teki Makedonya Sinematek’nde korunmaktadırlar. Bugün Makedonya’da Bitola’da (Manastır)
onların anısına film festivalleri ve ödülleri bulunmaktadır.
[5] Tabii burada da zamanın ruhuna uygun
olarak farklı eğilimler görülmeye başlıyor. Resmi tarih Fuat Uzkınay'ın 1914
yılında çektiği 'Ayastefonas'taki Rus
Abidesinin Yıkılışı' filmini ilk Türk filmi kabul ediyor. Ama sinema
tarihçisi Burçak Evren, Osmanlı tebasından olan Manaki kardeşlerin 1911'de
Sutan V. Mehmet'in (Reşat) Bitola (Manastır) ziyaretini belgeleyen filminin,
Türk sinemasının ilk filmi olduğunu söylüyormuş.
[6] “Demokratik
bir ulusçuluk” derken ulusun bir dile, dine, etniye, soya, kültüre, ırka,
tarihe göre tanımlanmasını reddeden, ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlayan
ulusçuluğu kastediyoruz. Sanılanın, yaygın ve yanıltıcı kullanımın aksine, bu
da ulusçuluğun, ulus devletin aşılması ve sonu değil, bir ulusçuluktur ama
demokratik bir ulusçuluktur. Ulusçuluğun ve ulusal devletin aşılması, bu en
demokratik ulusçuluğun bile reddi ile; nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal
olanla politik olanın çakışması ilkesinin reddi ile, yani bütün ulusal
sınırların ve devletlerin reddi ve imhası ile mümkün olabilir.
[7] İkinci Dünya Savaşı’na kadar Selanik
nüfusunun çoğunluğunu Yahudiler oluşturuyordu. Naziler bu insanları imha
ettiler.
[8] Burada “Bey” değil “Efendi” sözcüğünü
kasıtlı kullanıyorum. Babaannem eşinin kendisine “Bey” denmesinden
hoşlanmadığını “Efendi” sıfatını tercih ettiğini, Herkesin “Bey” olabileceğini
ama “Efendi” olamayacağını söylediğini söylerdi hatırladığım kadarıyla.
[9] O sıralar asıl ilgimi çeken
konu, Kürt aşiretlerinin birbiriyle yakınlıkları ve bunların şemasıydı ve bu
konuda da gerçekten çok şeyler biliyordu. O gece oturup, bütün Kürt aşiretlerinin
bir şemasını çıkarmıştık. Bu şema daha sonra hapishanedeki aramalarda kaybolup
gitti. Yanlış hatırlamıyorsam şemada “Mil”
ve “Zil” diye iki ana kol olduğu
görülüyor ve diğer bütün aşiretler bunlardan bir ağacın dalları gibi
dağılıyordu.
[10] “Kürdistan”daki Medreselerin bu
binlerce yıldan süzülmüş birikimin taşıyıcısı olduğunu, medreselerin
kapanmasının ruhsal ve entelektüel bir çölleşme ile sonuçlandığını yıllar sonra
fark edebilecektim. Bir Musa Anter veya Sırrı Süreyya Önder’de görülen o başka
derinlikler, bu yok olmuş Medrese birikimiyle ilgiliydi kanımca.
[11] Dionysos, (Baküs, Cemşid) dini
neolitik devrimin bütün izlerini taşımaktadır. Burada ilginç bir anekdot
aktarılabilir o neolitik köy topluluğunun bugüne kadar başka biçimler altında
devam ettiğine ilişkin olarak. Eurupides’in Bakkhalar’ını
çeviren Sabahattin Eyüboğlu kitabın Önsöz’ünde şöyle bir Anekdot aktarıyor:
“Bektaşi ayinlerinde Dionysos dininden
bazı izler bulunması kuvvetle tahmin edilebilir. Bu münasebetle şahsi bir
hatıramı anlatmadan geçemeyeceğim. 1943 yılında İzmir’de Müze Müdürü
Selahattin’in yardımıyla meydana çıkarılan bir Yunan agorasını gezmeye
gitmiştim. Selahattin Bey’e Bakkhalar tragedyasında adı geçen Tmolos Dağı’nın
yerini sormuş ve Manisa’daki Bozdağ olduğunu öğrenmiştim. Selahattin Bey bana,
“Yunan agorasında heykeller ve abideler arasında bulduğu, Türklere ait çok eski
mezar taşları gösterdi; bunların ilk Bektaşi kadınlara ait olduğunu ve bu
kadınların agoraya tesadüfen gömülmüş olmadıklarını söyledi. Biraz tereddüt
ettikten sonra bana bir sır da verdi: “Bektaşiliğin Dionysos diniyle yakın
akrabalığını ispat edebilecek haldeyim, türlü türlü bilgiler biriktirdim, ama
bunlar ancak ölümümden sonra ortaya çıkacak, siz de kimseye söylemeyin” Umarım
ki geçen yıl Selahattin Bey’i çok sevdiği agorasından ansızın ayıran ölüm bu
sırrı da alıp götürmemiştir.”
Sır,
ulusal tarih ile gerçeğin çelişmesidir. Türk devletinin memuru ve resmi tarihi
ile o memurun öğrendiği ve görmezden gelemeyeceği gerçekler çelişmektedir.
Ölümünden sonraya aktararak bu çelişkiden kurtulmaya çalışmaktadır. O mezarlar
“Türk” değildir ya da “Türk” mezarı denenler aslında orada binlerce yıldır
yaşayanlardır. Yani Bu günün Bektaşi ve Alevileri vs.. Dünün katarları,
Paulikanları, Bogomilleri; daha öncesinin Orfeusçuları veya Dyonizosçularıdır.
Örneğin Bu günkü Horon, Hora tepme vs. veya Alevi Bektaşi dansları, hepsi bu
neolilitik dinlerden, Dyonizos’un “horos”undan geliyor olabilir. Bu süreklilik
Balkanlar’da da aynen görülebilir. Örneğin Demir Baba tekkesi muhtemelen daha
önce Pagan dönemde de yine benzer işlevleri olan bir kutsal yer olsa gerektir.
[12] Muhtemelen Anadolu ve Balkanlarda ilk
Müslümanlık nasıl Bizans’ın resmi Ortodoks Hıristiyanlığına karşı, Bogomil ve
Paulikanların , Alevi Bektaşilik biçiminde bir yenilenme yaşamalarıyla
yayılarak girdi ise, ilk Hristiyanlık da “Pagan” dönemin resmi dinine karşı, o
dönemin “Paulikan veya “Bogomil”leri; “Alevi” ve “Bektaşi”leri olan
“Orpheus”çuların ilk Hıristiyanlık biçiminde bir yenilenme yaşamalarıyla girmiş
olabilir. Orpheus’u İsa olarak gösteren Roma Katakomblarındaki resimler bunu
ima ediyorlar. Ayrıca “Orpheus Kültü”nün,
çok tanrılı Antik dönemde tek tanrı fikrine yol açıcılık yaptığı da birçok
araştırmacı tarafından ifade edilmektedir. Bunların ciddi biçimde araştırılması
gerekmektedir.
[13] Kesriye’de her yıl yapılan Karnaval
da Dyonizos kültüyle ilgilidir. Bu karnavalla ilgili Leonidas Papazoğlu’nun da
çektiği fotoğraflar vardır.
[14] Çocukluğumda birkaç kez Babaannemin
“Biz Türk değiliz, Osmanlıyız” dediğini hatırlıyorum. Bu ifade okulda bütün
öğrendiklerimle çelişiyordu ve nereye koyacağımı bilemiyordum. Dedemin anılarında
da Türk sozü hiç geçmiz. Tırnak içinde “Jön Türkler” olarak geçer ama kendi
kullanımı değildir.
[15] Hikmet Kıvılcımlı’nın adında da
benzer bir eğilim görülür. Asıl adı Ali’dir. Annesi veya teyzesinin rüyasına
bir Bektaşi Babası girip Ali adının verilmesini ister. Sapkın gelenek, rüyada
Bektaşi babası ve Ali adıyla varlığını
hissettirir, ama artık uygarlaşma ve Sünnileşme gerçekleşmiştir, Arapça kökenli
Hikmet adını alır. Ali ikinci plana düşer.
[16] Muhtemelen Aydın soyadının da,
aydınlanma ile iç içe geçmiş Aydın kavramıyla ilgisi yok ve yine aynı gelenekle
ilgili olabilir. Bilindiği gibi, Rumeli de Aydın adı da çoktur. Bunun bir
nedeni, Alevilere, sapkın mezheplerden olanlara, “ışık taifesi” denmesiyle
bağlantılı olabilir. Ayrıca daha sonra Kesriye’de bir de Aydın Baba dergahı olduğunu
öğrendim. Aydın adı verilmesi bu Bektaşi babasıyla da ilgili olabilir.
[17] Latince Kastel (Kasr) veya Grek mitolojisindeki Castor ve Pollux’tan
geldiğini öne süren teoriler de var.
[18] İkinci Dünya Savaşının son
zamanlarında (Mart 1944) Alman işgalciler şehrin Yahudilerini (763 kişi)
Auschwitz-Birkenau konsantrasyon kamplarına götürüp imha ediyorlar. Bundan dört
buçuk ay sonra Halk Ordusunun gerillaları şehri kurtarıyor. İç savaşın sonunda
en son savaşların olduğu yerlerden biri Kesriye aynı zamanda.
[19] “Pederim
balık avlamak ve ahiren balık avlamak sanatını terk ederek alıp satmak
sanatıyla meşgul idi. Validem de pederime el bezlerini dokumak ve nakış, el
işleri eden ve mukabilinde aldığı mebaliğle pederime muavenet eyler idi”
[20] Ancak bu Sünnileşmenin neredeyse
bütün Balkanlar’da olduğu gibi derine işlemediği de görülmektedir. Uzunca bir
dönem her akşam içki içer. “Validem (…)
bazı işret alemlerinde bulunduğumdan dolayı son derece mütessir olur ve bu
hallerden vazgeçmekliğimi emir eder idi”. “1303 senesinden 1318 senesi evasıtına kadar işret kullandım.
Binaenaleyh giceleri bazen saat bir, ikide bazen de üç derununda eve gelür
idim.”
[21] Fotoğrafevi İz Dergisi, No:20, 2009/2
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder