3 Haziran 2013 Pazartesi

Neler Olabilir?

Elbet şu saatlerde olayların nasıl gelişeceği bilinmezken olayların gelişimi üzerine bazı tahminlerde bulunmak yanlış görünebilir. Ama yine de ayrıntılara ilişkin değil ama genel gidiş üzerine bir tahminde bulunabiliriz. Güçler ve onların karakterleri üzerinden.
Epeydir birçok kereler yazdığımız bir benzetme vardı. “Şimdi DP iktidarının 1955 sonrasını yaşıyoruz. Önümüzde 27 Mayıs var” diyorduk. Menderes ve Tayyip’in yaptıklarının paralelliklerine dikkati çekiyorduk. Önümüzde, muhtemelen böyle bir süreç var.
Neden böyle olur?
Sosyolojik nedenleri vardır. Sınıfların gücü, karakteri ve çıkarları ile ilgili.
Askeri bürokratik oligarşi (CHP) ile burjuvazi (DP, AP, ANAP, AKP)  birbirlerinin varlığına meşruluk kazandırırlar.
Birincisi, Burjuvazi anti demokratik olduğundan geniş bir demokratik reformlar manzumesiyle en geniş kitleleri birleştirmez ve bu pahalı, baskıcı bürokratik devlet cihazını tasfiye etmez, sadece var olan cihazı kontrolü altına almakla kendini sınırlandırır.
Ama bu cihaz aynı kalınca Askeri Bürokratik Oligarşinin maddi temeli (Bu muazzam baskıcı, merkezi, bürokratik, askeri, keyfi mekanizma) olduğu gibi kalır. Politik gücünü tekrar ele geçirmek için karşı tarafın yıpranmasını ve akılsızlıklarını bekler.
Karşı taraf yine demokratik olmadığından nüfusun bir yarısını karşıya itecek uygulamalara gider. Bu memnuniyetsizlik geri teper. Nüfus içinde az da olsa şehirli ve modern toplumun sinir uçları da şehirler olduğundan nüfus içindeki oranlarından çok daha etkili bu güçler ayağa kalkar.
Karşı taraf da bunu ezmek ve sindirmek için şiddete başvurur. Bu çıkmaz içinde ordu yine bir denge unsuru, bir kurtarıcı olarak geri gelir.
İkincisi, Askeri bürokratik oligarşinin esnektir. Burjuvazi kadar hatta ondan daha esnektir. Bizans iken, Osmanlı ile ittifak kurup, Kendini yenilemiştir. Osmanlı olunca, Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, Çok Partili Rejim gibi dönüşümlerle muazzam bir esneklik gösterir ve bu güne kadar gelir örneğin.
Bu sefer de aynı esnekliği gösterip ömürlerini bir elli yıl daha uzatabilirler. Bunu yapacak esnekliği ve tazeliği bizzat AKP iktidarı Ergenekon tevkifatlarıyla bu tabakaya sağladı. Zaten bu tabakanın kendisi el ve bel vermeseydi Ergenekon tevkifatları, yani bürokrasinin bağırsak temizliği gerçekleşmezdi.
Nasıl 28 Şubat Politik İslam’a taze kan verdiyse, Ergenekon tevkifatları da askeri bürokratik oligarşiye tekrar esneklik kazandırıp taze kan verdi.
Daha önce, Son birkaç yılda cephenin döndüğünden, Erdoğan’ın artık otoriter ve anti demokratik bir görünüme bürünüp muhalefetin demokrasi savunucusu ve mazlum duruma geçtiğinden söz etmiştik. Şu an bu görünüm iyice pekişmiş duruyor.
Yani şimdi eğer Gül, Arınç gibi Politik İslam’ın kurmayları duruma el koyup Tayyip Erdoğan’ın istifasını sağlayamazlar ve bir tamir hareketine girişmeyi beceremezlerse bu iş darbeye kadar gider. Hem de bir kurtarıcı gibi gelecek bir darbeye kadar.
Ama istifasını sağlayabilirlerse AKP kurmayları, o zaman durumu onaracak, onun attığı adımları geri alacak bir hükümet ile işler sivil bir biçimde bir süre daha gidebilir.
Ancak, bizzat iktidarı kendi elinde merkezileştirmiş olması Erdoğan’ın en büyük handikabıdır. Kendini bir tuzağa düşürmüştür. Çıkarabilecek kimseyi etrafında bırakmamıştır. Onu kimse ikna edip kenara çekecek durumda değildir.
Bu nedenle büyük bir olasılıkla olaylar tırmanmaya devam edecektir.
Çünkü bu noktadan sonra ne direniş geri gidebilir ne de Erdoğan. Erdoğan’ın geri adım atması bitmesi olur. Onun için daha ileri gitmek zorundadır. Ama ileri gittikçe de tepkiler büyüyecektir. Korku sınırı aşıldığından bu iktidarı daha sert davranmaya zorlayacaktır. Ama bu ise mücadeleyi tırmandıracaktır.
Özetle, Erdoğan’ın istifası dışında sivil bir çözüm görülmemektedir.
Ama onu istifaya zorlayabilecek bir mekanizma da yoktur.
Bir olasılık daha bulunmaktadır. Fethullahnçıların AKP’yi bölmesi ve Erdoğan’ın bir anda azınlığa düşmesi. 1960’ların sonunda Demirel’in AP’sinde bu olmuştu.
Fethullah ve CHP görüşmelerine dair söylentiler bunun olabileceğini de göstermektedir.
Şimdi Taraf, Zaman, Gül, Arınç, İstanbul Belediye Başkanı Topbaş, Milli Eğitim Bakanı, Ertuğrul Günay vs. hepsi Erdoğan’a cephe almış bulunuyor. Tecrit durumda.
Bu Politik İslam’ın içinden bir çözüm çıkmazsa, bu iş darbeye gider.
Şu ana kadar bir şans eseri ölüm olmadı.
Ancak bu şiddet bir süre sonra onu da getirecek. O zaman bu işin şehitleri de olacaktır.
Bu gidişle bir darbe gelir. Hem de Erdoğan’ın en güvendiği generalleri yapar. Allende de bir takım güvenilir generaller getirmişti ve onlar onu yıkmıştı.
O zaman ne olur?
Bu kurtarıcı, bir denge rejimi olur. Tekrar prestiji ve gücü elinde bulunduracağından hükümeti kısa zamanda parlamentoya iade eder. Muhtemelen Kürtleri de sisteme entegre edecek bir anayasa yapar. Yani 27 Mayıs’ın ikinci bir versiyonu. Hatta Öcalan başbakan bile olabilir.
Nasıl Bizans Osmanlı aşısıyla ömrünü bir dört yüz yıl daha uzattıysa Kürt aşısıyla en azından bir kırk yıl daha uzatır.
Tıpkı Roma-Bizans’ın aldığı Osmanlı aşısıyla Doğuda hızla gelişmesi ve iki yüz yıl önce Selçuk aşısı alarak kendisini Ege sahillerine kadar kovalayan İran’ı ta bugünkü sınırlara kadar sürmesi gibi. Kürt aşası almış, parlamentoyu da ayıbını örten bir asma yaprağı olarak ayıp yerinin üstüne koymuş Türk-Kürt askeri bürokratik oligarşisi de, mezhep ve aşiret çatışmaları içinde bunalmış Suriye ve Irak halkına da bir kurtarıcı gibi görünüp, Bağdat ve Şam’a kadar yayılabilir.
Tarih bu işlerin genellikle böyle yürüdüğünü gösteriyor.
Bir mucize olur da İşçi Sınıfı tarihsel uykusundan uyanır ve unuttuğu demokratik ideallerini yeniden kazanırsa. Orta doğunun Prusya tarzı birliğinin yerini, Devrimci Demokratik bir Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti alabilir.
Ama şu an bu olasılık nerdeyse sıfır.
03 Haziran 2013 Pazartesi
Demir Küçükaydın



2 Haziran 2013 Pazar

Kürt Hareketi ve Taksim Direnişi (“Gezi Parkı” Direnişi Notları ve Dersleri – 2)

Kürt hareketi yıllarca Türkiye’de demokratik mücadelenin yükün adeta tek başına zayıf omuzlarıyla yüklendi, adeta mucizevi işler başardı. Ama tam da okyanusu geçip de derede boğulmak gibi bir durumla karşı karşıya şimdi. Türkiye tarihinin en önemli ve kapsamlı, demokratik karakteri apaçık olan halk ayaklanmasında oyunun dışında kalıp deklase olma tehlikesiyle dolayısıyla bu hareketin demokratik karakterinin de amortize olup, buharlaşmasına vesile olabilir.
Yirmi yılların iki günde aşıldığı şu günlerde, Kürt hareketinden iki tane beyanat görüldü. Biri Ahmet Türk’ün diğeri Selahattin Demirtaş’ın. İkisi de sınıfta kaldı.
İşte A. Türk’le ilgili gazete haberi:
“Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Ahmet Türk, Gezi Parkı protestolarını değerlendiren bir açıklama yaptı.
"Halkın taleplerini görmezden gelirseniz özgürlükler gelemez" diyen Türk, hükümetin sokaktan yükselen sese kulak vermesi gerektiğine işaret etti.
Türk, eylemler sırasında BDP'li Milletvekili Sırrı Süreyya Önder'in yaralandığını da hatırlatarak kendisine ve bütün yaralılara geçmiş olsun dileğinde bulundu.”

1 Haziran 2013 Cumartesi

"Gezi Parkı" Direnişi Notları ve Dersleri

Aslında biraz uzunca bir demokratik birikim ve hazırlık yapılmış olsa bir demokratik devrime bile yol açabilecek saatlerde yaşıyoruz.
Ama Demokratik bir Devrim olmayacak, olamaz. Çünkü bu birikimi ve hazırlığı yok.  Örgütsel değil, fikri hazırlığı yok her şeyden önce. Michelet Fransız İhtilalı Tarihini anlatırken, devrimin aslında çok önceden nasıl kafalarda olgunlaşıp gerçekleştiğini çok güzel anlatır.
Devrimler önce insanların kafasında olur, sonra gerçekleşirler. Türkiye’de insanlar henüz demokrat değil. Bu nedenle olmayacak.
Ama olaylar demokratik bir devrimin olabilirliğinin bir göstergesi ve belki bir habercisi.
*
Mısır’da Tahrir’de olanları El Cezire’nin canlı yayınlarından izleyerek neredeyse dakikası dakikasına yorumlar yapmış, sonradan neredeyse hepsinin doğruluğu ortaya çıkan, öngörülerde bulunmuştuk. ( http://demirden-kapilar.blogspot.com/2011/02/msr-tahrire-uzaktan-yorumlar-ve.html )
O zaman olaylardan çok uzakta çok dolaylı bilgilere dayanıyorduk ve yazdıklarımızın dil farkı nedeniyle herhangi bir şekilde olaylar üzerinde etki yapması olasılığı neredeyse sıfırdı.

30 Mayıs 2013 Perşembe

La İlahe İllallah

“Allah’tan başka tanrı yoktur! ”
Her kabilenin (komünün) genellikle kendisinin soyundan geldiğine inandığı “put”unun (toteminin) olduğu bir toplum yapısı, Sasani ve Bizans imparatorluklarının çürümesi nedeniyle tıkanmış Orta Yol’dan Güney Yolu’na kaymış dünya ticaret yolları üzerindeki Mekke ve Medine şehirlerinde her yerde olduğundan daha fazla var olan iktisadi ilişkilerle çelişki içindeydi. Bir yanda o zamanın ölçüleriyle dünya ticareti (“katar katar kervanlar” (Kuran)), diğer yanda kendi kabilesinden ötesini görmeyen, her birinin ayrı hukuku olan, her kabilenin birbirine düşman ve kan davalı olduğu bir toplumsal yapı.
Allah’tan başka tanrı olmadığını söylemek, bu toplumun, artık onun yaşama ve gelişmesi önünde katlanılmaz bir engel haline gelen kandaşlığa, yani totemlere, putlara dayanan üstyapısını parçalamak; onun yerine tüm insanların aynı tanrının yarattığı Adem ve Havva’dan geldiğini, dolayısıyla eşit ve kardeş olduğunu söylemek; hepsini aynı hukuka bağlamak, aynı toplum tanımı içinde birleştirmek anlamına geliyordu.
Kâbe’deki putların parçalanması veya yakılması; her kabilenin kendisinin soyundan geldiğini kabul ettiği totemlerin yıkılmasının o günkü somut anlamı, kandaşlık ilişkilerinin, aşiret yapısının yıkılması; totem ya da kan kardeşliği yerine; tüm insanların kardeşliğine inananların kardeşliğinin geçirilmesiydi. (Yapılanın bu günün dünyasındaki karşılığı, insanlığın ayaklanıp bütün ulusal devletleri ve onların Kâbe’si olan Birleşmiş Milletleri ve oradaki bayrakları yakması ve yıkması olabilir. Ve bugünün dünyasında bu çok daha gerekli ve mümkün.)

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Aydınlanma ve İslam’ın Sentezi ve Mirasçısı Olarak Marksizm

Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yönünde yerleşmiş ve yaygın bir yargı vardır. Bu yargıyı savunan ve yerleştirenler, İslam ve Aydınlanma’nın içini boşaltanlar; onları karşı devrimlerle olmamışa çevirenler ve bu karşı devrimci mirası şimdi sürdüren “Aydınlanmacılar” ve “Müslümanlar”dır.
Birbirlerine zıt olduklarını söyleyenlerin, zıt olduklarında böyle anlaşabilmeleri bile zıtlıktan çok daha büyük bir ortaklık içinde bulunduklarının da bir kanıtıdır.
Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yargısını paylaşmaları, bizzat onların bu iddialarının  kendisiyle, kendileri tarafından çürütülmesinden başka bir anlama da gelmez.
Şunu iyi ayırmak gerekmektedir: Aydınlanma ve İslam’ın zıt olduğu yargısındaki bu ortaklık, Aydınlanma ve İslam’ın değil; Aydınlanma ve İslam’ın sürdürücüsü ve devamcısı olduklarını iddia edenlerin bir ortaklığıdır.
Unutulan ve unutturulmaya çalışılan gerçek şudur: Aydınlanma da, İslam da, daha doğdukları noktada, ilk adımlarında başarısızlığa uğramış ve egemen sınıflar tarafından ele geçirilip yenilmiş birer projedirler.
Ve tam da bu projeleri birer karşı devrimle yok edenler, birbirlerinin zıttı oldukları yönündeki aynı iddiayı ortaklaşa savunmaktadırlar.
Diğer bir ifadeyle, Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu iddiası, Aydınlanma ve İslam’ın değil; Aydınlanma ve İslam bayraklarıyla, Aydınlanma ve İslam içinde iktidarı ele geçirmiş gericiliğin ve karşı devrimin bir iddiasıdır. Ve tam da bu nedenle karşı devrimcilerin ortaklığının bir ifadesidir.
Aydınlanma ve İslam’ın devrimci özünü ve doğuşundaki idealleri savunan biz ise, onları birbirine zıt değil, aynı soruna tarihin iki ayrı döneminde ve farklı koşullarda verilmiş aynı özde iki cevap ve çözüm olduğunu söylüyoruz. Ve bu günün koşullarında aynı soruna aynı özde yeni bir cevap sunuyoruz. Budur Marksizm’i İslam ve Aydınlanma’nın sentezi ve gerçek mirasçısı yapan.