11 Mayıs 2025 Pazar

Sırrı Süreyya’nın Ardından: Verebileceklerini Vermedi

Sırrı Süreyya’nın ardından yazılanlar ve söylenenler, yazılmamış yazı ve söylenmemiş söz bırakmadı sayılır.

Hepsini izlemeye çalıştım. Ama okuyabildiklerim içinde özellikle ikisini belirtmek gerekiyor.

Birincisi, Ertuğrul Kürkçü’nün,  Sırrı Süreyya Önder henüz vefat etmeden önce, doktorların ilk olumlu ve umut veren açıklamasının ardından yazdığı, Sırrı Süreyya’nın cenazesinde adeta tam bir kehanete dönüşen, edebi bakımdan da çok güzel bir yazısıdır.

En azından son bölümünü aktarmadan geçmeyelim.

Onu kaybetme ihtimalinin belirdiği andan bugüne geçen üç güne baktığımda, Sırrı’nın elinin değdiği, sözünün ulaştığı, çatışırlarken aralarına girmiş olduğu herkesin başyapıtında kendilerine biçtiği rolü oynamak üzere kameraların önünden geçip gittiklerini görüp onun unutulmaz bir film yönetmeni sıfatını ilk kez gerçekten hak ettiğini düşünüyorum. Sinema olarak sinema filmi çekebildiği hiçbir dönemde, pratikte bir başyapıt ortaya koymanın önündeki maddi ve manevi engelleri tam olarak aşma fırsatı bulamamıştı ama son on beş yılda kendi kendisini tayin ettiği “barış kuruculuk” pratiğini, sahnesi bütün ülke, oyuncuları devletin başındakilerden, öksüz bir Kürt çocuğa kadar herkes olan bir panoramik başyapıta dönüştürdüğünü teslim etmemiz gerekir.

Bunun sırrı, Sırrı Süreyya Önder’in yaşam kamerasını koyduğu yerde, kamerasının herkesle herkesin arasında olmasında, kimsenin bu epik filmde kendisi için seçtiği role bir sınır getirmemesinde: “İçeride veya dışarıda son terörist de bertaraf edilene kadar” insan öldürme vaadini dilinden eksik etmeyen Cumhurbaşkanı’ndan, karıncayı inciteceğini bile düşünemeyeceğiniz şarkıcıya, on beş yılın on beşinde de Sırrı’nın inandığı, onun kimliğinin bileşeni olan her şeyi barış dahil karalamaktan ar etmemiş her çeşit medya sahiplerinden, Sırrı’nın sımsıkı tutunduğu barış hayali gerçekleştiğinde ulaşmak istedikleri tek kişisel hayalleri babalarının mezarından başka bir şey olmayan gözaltında kaybedilmiş devrimcilerin oğulları ve kızlarına; eşitlik ve adalet uğruna mücadele eden sendikacılardan, popülarite meraklısı lümpen sermayedarlara; tüm ömrünü komünizmi “her gördüğü yerde ezme”ye vermiş ve şimdi “beka” derdiyle Sırrı’nın ipine sarılmış kadim milliyetçilerden, ömrü komünizme giden yolun taşlarını döşemekle geçmiş ve geçecek enternasyonalist devrimcilere ve daha nicelerine, hiçbiri Sırrı’nın eserinin -yani yaşamı ve mücadelesinin- değerinden kuşku duymuyor ve hepsi rollerini gönenerek üstleniyor ve hakkını veriyorsa, tarihte eşi kaydedilmemiş bir başyapıtla karşı karşıya olduğumuza ne şüphe.

Ve bu “eşi kaydedilmemiş başyapıt”, vefatından sonraki cenazesinde, aynı zamanda bir politik eylem ve mesaj olarak, fiilen gerçekleştirdiğiyle, eşi benzeri pek olmayan politik bir final yaptı.

Ama bu final, kızı Ceren’in, kanımca aynı zamanda bir çocuğun babasının ardından yazabileceği, en güzel metinlerden biri olan, en içten duygu ve düşünceleri, birbirinden güzel ve anlamlı imgelerle anlatan, bizleri defalarca ağlatan, pırıl pırıl parlayan bir mücevher gibi mektubu ile, sanki Sırrı Süreyya’dan cenazesine gelenlere bir veda sürprizi gibiydi.

*

Böyle ölümüyle hem bir sanatçı hem de barış için mücadele eden bir politikacı olarak,  hayattayken başaramadığını başarmak herkese nasip olmaz.

Bu elbet sadece Sırrı Süreyya’nın birikimi, kültürü, yetenekleri, esprileri, diplomasisi, zekası ve saymakla bitmeyecek özelliklerinin bir sonucu değildi, konjonktür de tam denk gelmişti.

Bir sosyalist ve Kürt hareketinin dostu adeta resmi bir devlet töreniyle gömüldü.

Kanımca, eğer Sırrı Süreyya’nın ifade edeceği gibi söylersek, Sırrı Süreyya’nın ruhu bu durumdan “muazzep olmuştur”.

Çünkü bu bir devrimci ve sosyalist için, devlet töreniyle veya en azından devlet töreni gibi bir törenle gömülmek, “ben nerede yanlış yaptım?” sorusuna yol açar.

Bereket bir yanda Sırrı Süreyya’nın şahsında, politik bir programa dönüşüp ifadesini bulmamış, gerçek bir demokrasi özlemlerini ifade etme olanağı bulan, ezilenlerin, örneğin “dönüşüm işçilerinin”, sahiplenmesi ve barış özlemlerinin ifadesi var.

Bunlar belki bir ölçüde ruhunun “muazzep” olmasını azaltmış veya dindirmiş olabilir.

Keza meclis başkan yardımcıları arasında bulunması da bir ölçüde, devletçe bu sahiplenilmenin, “ruhunu muazzep etmesini” bir ölçüde azaltabilir.

Ama elbette en önemlisi Konjonktür.

Çünkü bu Devleti yaşatmak için yeni bir düzenleme yapmak isteyenler de, ölümünün ardından ortaya çıkan “birlik” görüntüsünde, henüz tohum halindeki projelerinin adeta bir gerçekleşmesini görmüş olmalılar ve bunu programlarını somutlaştırmak için bir araç olarak kullanmaktan çıkarlıdırlar.

Özetle, cenaze töreni, herkesin hayal ettiğini gördüğü ve görebildiği bir ateşkes gibiydi.

Ama barış değil, ateşkes.

Zaten çıkarları ve durumları birbirine zıt toplumsal kesimler, yani farklı statüdekiler ve sınıflar arasındaki çatışma, kişilerin niyet ve isteklerinden bağımsız olarak vardır.

Bunu yok etmek o çelişkileri yaratan nesnel koşulları yok etmekle olur. Bu da ilk elde Türklükle tanımlanmış bu ulusu ve o ulusu yaratan Osmanlı kalıntısı, hatta daha doğrusu devamı, bürokratik, keyfi, toplumun üzerinde yükselen ve onun kanını bir kanser tümörü gibi emen, bu devletin, bu yapının parçalanması, onun yerine, toplumun üzerinde yükselmeyecek, ona hizmet edecek basit, ucuz ve sade bir organ oluşturmak gerekir öncelikle.

Bunun olmazsa olmazı olarak da tam bir biçimsel veya hukuki eşitlik sağlamak için, tüm statü farklılıklarını ortadan kaldırmak, ulusun Türklükle ve Sünni İslam’la tanımlanmasına son vermek gerekir. Ulusun tanımı böyle tanımlamalara korşı yapıldığında Merkezilik ve üniterlik ile mahalli birimlerin tam özerkliği, birbirine zıt değil, aynı madalyonun iki yüzü olarak ortaya çıkar. Aksi ise, bir “Lübnanlaşma”ya gider.

Sınıf fark ve çelişkileri ise, ancak dünya çapında ulusçulara, uluslara ve ulusal devletlere karşı, onları yıkan ve taş baltanın yanına müzeye koyan köklü bir dünya devriminden sonra, kapitalist ilişkilerin kaldırılması biçiminde   gündeme gelebilir. Ulusları ve ulusal devletleri hatta o mekanizme-aları yıkmış bir dünya cumhuriyetinde kapitalizmin nasıl kaldırılacağına o dünyanın bunu yapmaya muktedir organlarla örgütlenmiş yurttaşları ya da dünyadaşları karar verebilirler.

Bu uzun bir mücadeledir. Daha ilk aşamasının bile ilk aşamasında değiliz. Bunu bir an bile aklımızdan çıkarmadan kaldığımız yere, “konjonktüre” dönelim.

Bu konjonktürde, yarım yüzyıldır mücadele eden Kürt Hareketinin silahlı mücadeleye son verme ve mücadeleyi hukuki ve yasal biçimlerde sürdürme gereği kararı ile ve Bahçeli’nin devletin bekası için dayanakları ve müttefikleri genişletmek için başlattığı stratejik dönüşün çakışması, belirleyicidir.

Bunun da ardında Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi bulunmaktadır.

Bütün bu koşullar altında, nasıl 2013’te, Öcalan’ın Diyarbakır Newroz’unda okunan çağrısı birkaç ay sonra, Gezi’nin patlaması için uygun ortamı yarattıysa,  bu sefer de hukuki ve yasal zeminlerdeki mücadele biçimlerine geçmek artık gelişmenin önünde bir engel haline gelip çoktan beri bir yük oluşturan silahlı mücadeleye son verme çağrısı da Sırrı Süreyya Önder’in cenazesinin böyle bir “herkesi bir araya getiren” anlam kazanmasında muhakkak ki benzeri bir işlev görmüştür.

İşin ilginci her ikisinde de Sırrı Süreyya’nın varlığı, kritik bir işlev görmüştür: Gezi’de ağacı kesen iş makinasının önüne atlamasıyla, bu sefer ise hastalığı, ölümü ve cenazesiyle.

*

Ancak bu ülkede bir saniye bile gevşemeye gelmez.

O devlet gün yirmi dört saat televizyon kanallarıyla, Cuma hutbeleriyle, basınıyla, yayınıyla, her biri bu devletin sadık bendesi olmuş, ne binlerce yıllık klasik uygarlıklar tarihinde emekçi halkın olumlu birikimlerinden, ne modern aydınlanma düşüncelerinden zerrece nasibini alamamış, yok edilen Hıristiyanların mallarına konmanın günahlarıyla bütünleşmiş taşra bezirganı veya kapitalisti, müteahhidi politikacılarıyla ve saymakla bitmeyecek kapıkullarıyla, bir takım küçük işler veya arpalıklar sunduğu devletin imkanlarıyla, zehrini her an boca etmeye devam etmektedir

Sırrı Süreyya’nın cenazesi bir bakıma bu boğucu zehirli havaya karşı, derinlerde kalmış, unutulmuş ve görünmez olmuş binlerce yıllık birikimin, son bir gayretle ayağa kalkma denemesi, küçük bir soluklanma oldu.

Ama nasıl bir çiçekle bahar gelmezse, böyle bir olayla da bu taşlaşmış ve giderek daha geniş kesimleri zehriyle, zehrine bağımlı kalan, eski ya da modern hiçbir olumlu düşünceye en küçük bir yer bırakmayan bu devlet olduğu yerde durmaktadır.

Hiç hayallere kapılmaya gelmez.

Zaten uluslararası dengeler değişmese, Devlet veya en azından belli bir kesimi, Bahçeli üzerinden böyle bir stratejik dönüşüm denemesine girişmezdi.

Gerek Osmanlı gerek Türkiye tarihinde bütün önemli değişmelerin ardında uluslararası durumdaki köklü değişiklikler yatar.

Ve bu devlet bunları hepsinden daha da güçlenerek en azından ayakta kalarak çıkmayı bilmiştir.

Bunu unutanlar her seferinde büyük hayal kırıklıkları ve acılar yaşamıştır

Bu sefer de böyle olmaması için muhalefetin ve ezilenlerin son derece sağlam bir teorik temele dayanan programa, buna uygun bir stratejiye ve yine bu stratejiye uygun taktik mücadele ve örgüt biçimlerine ihtiyacı vardır.
Bu bir an için bile akıldan çıkarılmaması gereken bir koşulur

Bugün kısa vadede bir başarı gibi görünenler, uzun vadede devletin yeniden yapılanmasının basit bir aracı olarak anlamı kazanabilirler.

*

Sırrı Süreyya’nın ölümü üzerine birkaç okurum benden Sırrı için bir yazı ve değerlendirme beklediklerini ifade ettiler.

Zaten bazı birikmiş işler ve hafif sağlık sorunları nedeniyle yazacak durumda olmadığımdan, en azından zamanı değerlendirmek için, hem Sırrı Süreyya hakkında yazılan ve söylenenleri dinlemeye hem de yaşarken kendisi hakkında yazdıklarımı bulmaya ve derlemeye çalıştım.

İnsan olarak nitelikleri hakkında söyleneceklerin hepsi söylendi sayılır.

Ama politik bir değerlendirmesi pek yapılmadı.

Ben bir devrimciyim, Marksist’im, Sırrı Süreyya da sosyalistti. Türkiye politikasının bölünmeleri içinde neredeyse aynı veya paralel duruşlarımız vardı.

İkimiz de “Türk” olarak Kürtlerin mücadelesini destekliyorduk.

Sosyalist olarak İslam ve İslamcılarla ilişkilerimiz alışılmış sosyalist klişesine uymuyordu.

Bu aykırı tavrı gerçi başka kaynaklardan almıştık. O Nurcu anne tarafından ben Kıvılcımlı’dan.

Onun da babası sosyalistti benim de babam da. İkisi de TİP üyesiydi.

O da çeşitli işlerde çalışmıştı, ben de. Örneğin o kamyon, ben taksi şoförlüğü yapmıştım.

Özetle politik olarak aynı saflarda yer alıyorduk. Hem de benzer kaynaklardan besleniyorduk.

Benzerlikler ve politik çakışma ve paralellikler saymakla bitmez.

*

Ama yazılarımın çoğu Sırrı Süreyya’nın eleştirisi.

İnternette ve bloğumda bütün yazılarım duruyor.

Bu yazılarımı ölümü vesilesiyle tekrar okuduğumda şu sonucun çıktığını gördüm: Sırrı Süreyya’ya ilişkin değerlendirmelerim, hayranlıktan hayal kırıklığına doğru bir evrim geçirmiş.

Hayal kırıklıklarım ondan beklentilerim ölçüsünde büyük olmuş.

Elbet kişisel özelliklerinin hala bir hayranıyım. Konuşmalarını hala büyülenmiş gibi dinliyorum. Elbet Türkiye’nin şu ortamında başka bir düzeyi temsil eder. Politik konumlanışı esas olarak doğrudur. Kaybolan bir kültürün son canlı örneklerindendir. Konuşmaları binlerce yıllık uygarlıklar boyunca emekçi halkın, toprağın altında kalmış birikimlerinin ve bilgeliklerinin yeniden bir hayat bulmasıdır. Daha sayılacak çok şey var.

Ama suyun başını politika keser.

Sırrı Süreyya Teorik ve Politik Politik olarak verebileceğini vermedi kanımca. Ya da şöyle diyeyim ana hatlarıyla Türkiye politikasında doğru bir yerde duruyordu. Ama o doğru yerde yeterince doğru davranmadı ve yapabileceğinden daha az katkı yaptı.

Teorik ve politik olarak yapılması ve söylenmesi gerekenleri iyi ilişkilere, sempatilere, diplomasiye feda etti çoğu kez.

Aşağıdaki satırlarda biraz da bu görülecektir.

*

Elbette meşreplerimiz farklıydı. Muhataplarımız da.

O milyonlara hitap ediyordu, ben ise beni okumayan, Türkiye’nin sosyalistlerine, devrimcilerine ve radikal soluna..

Bu muhatap farklılığının aynı zamanda nasıl bir vurgu farklılığına yol açtığı ve bunun da kötü veya iyi olmayı belirlediği belki, yine Sırrı Süreyya’dan el alınarak, şöyle bir somut örnekle anlatılabilir.

Sırrı Süreyya Kürtlerin varlığının inkarını anlatmak için milletvekili oluyorlar, işveren oluyorlar, bakan oluyorlar vs. diye sıraladıktan sonra  Kürtler her şey oluyor ama Kürt olamıyorlar” diyordu. (Bunun bir başka versiyonu olarak da kimsenin “kendisi olamadığından” söz ediyordu.)

Ben de Sırrı Süreyya’nın bu dediğinden el alarak, ama bunu tersine çevirerek, provakatif bir formülasyonla, Türk sosyalistlerinin Kürtler karşısındaki rafine ırkçılığını anlatabilmek için şöyle diyordum.

Türkler, anarşist, feminist, devrimci, reformist, komünist, liberal vs. oluyor ama Türk olamıyorlar. Buna karşılık da Kürtler ne anarşist ne sosyalist. Ne komünist ne feminist ne sosyalist ne reformist olamıyorlar, ne yaparlarsa yapsınlar sadece Kürt olabiliyorlar.

Burada anlatmak istediğim, Türklerin solcularının tam da Türk oldukları için, ezen ulusun karşısına egemen ulustan bir Türk olarak çıkıp onu desteklemekten kaçmak için, Türk olmak hariç her şey oldukları idi. Bu onların devletin yanında saf tutmalarının ve ırkçı duruşlarının eleştirisiydi. Bu ırkçılık kendilerinin Türk olmaması, ama sosyalist, anarşist, feminist, çevreci, hayvansever vs. olmak biçiminde ortaya çıkıyordu.

Ve onların Kürtleri sadece bir Kürt kategorisi içinde değerlendirerek, kendileri gibi sosyalist, anarşist veya feminist olmayı onlara layık görmemelerinin, yani gizli ırkçılıklarının bir eleştirisiydi.

Açın Türk sosyalistlerinin ya da solcularının metinlerine bakın, metin analizi yapın. Bu dediğimi istatistik olarak bile kanıtlayabilirsiniz. (Birisi iş edinse de yapsa keşke.)

Ayanı soruna aynı özü bu iki farklı bakış ve iki farklı ifadeden birincisi (Sırrı Süreyya’nınki) her zaman geniş alıcı bulur, ikincisi ise hiçbir alıcı bulamaz.

Meşrebimiz farklıydı, hedeflerimiz aynı olsa bile.

Ve bu farklılık her adımda ortaya çıktı hatta büyüdü.

Sırrı Süreyya kanımca, iyi ilişkilere ve diplomasiye teori, program ve stratejiyi feda ediyordu ve bu onun özellikle taktiklerde ve örgütsel sorunlarda yanlışlar yapmasına veya yanlış politikaları desteklemesine, onları popülarize etmesine ve yanlışın etkisinin daha da büyümesine yol açıyordu. Ama bu büyüme ve büyütme, verebileceklerinin küçülmesi sonucunu doğuruyordu.

Bunu aşağıda aktaracağım yazılarımda adım adım izlemek mümkün.

Ama önce gerek Sırrı Süreyya’dan, gerek Ertuğrul Kürkçü’den ve genel olarak artık bürokratikleşmiş ve taşlaşmış küçük örgütlerde var olan radikal Türk Sosyalistlerinden beklentilerim neydi?

Önce bunu biraz açıklayayım.

*

Bilinir, Kürt politik hareketinin “Türkiyelileşme” stratejisinin, yani Kürtlerin ayrı bir devlet kurarak değil, ancak Türkiye’nin tüm ezilenlerini bir demokrasi mücadelesinde birleştirerek Kürtlerin üzerindeki baskıya son verilebileceği ve bunan bir sonucu olarak Kürtlerin üzerindeki baskıya ve ezilmelerine son verilebileceği stratejisinin bir ayağı olarak, Türkiye’nin ezilenlerine, demokratlarına bir mesaj olarak, bu stratejinin somut bir uygulaması olarak Kürt siyasal hareketinin “Bileşenleri” vardır. Daha önce de seçimlerde Blok” müttefikleri vardı.

Kürt politik hareketi, bu topu bir araya gelse bile bir milletvekili bile çıkarmaya yetmeyecek bileşenlere, sırf stratejisini daha iyi anlatabilmek ve Batı’ya mesajını iletebilmek için, her biri bürokratlaşmış küçük sektlerden başka bir şey olmayan örgütlere, genellikle hayal bile edemeyecekleri milletvekili kontenjanları verir. Hatta bu nedenle Kürtlerin içindeki daha milliyetçi kesimlerden çok eleştiri alır ve çok oy da kaybeder.

Bu sosyalist gruplar, Kürt hareketinin sağladığı bu nişte varlıklarını sürdürecek bir ortam bulurlar.

Aslında Serengeti parkını anlatan hayvan belgesellerinde görülebilecek türden sembiyoz bir ilişkiye benzer. Gergedan gibi büyük hayvanların sırtlarında, onların derisindeki parazitlerle, sineklerle vs. beslenen kuşlar vardır.

O kuşlar bile o gergedanlar için bir işlev görürler. Ama Türk Sol bileşenleri bu kadar bile bir işlev görmezler. Kürt hareketinin alicenaplığıyla, sadece Türk ezilenlerine ve demokratlarına bir mesaj verebilmek için varlıklarını sürdürürler. Kürt hareketinin sırtında aslında bür yük de oluştururlar.

Bu küçük gruplardan yani bileşenlerden hiçbir şey beklenmez. Hele Kürt hareketini bir yandan desteklerken, diğer yandan eleştirip ileri gitmesini sağlayacak teorik, programatik, örgütsel ve taktiksel girişimlerde bulunmazlar. Kürt hareketinin hınk deyicisi olurlar. Böylece ona fayda yerine zarar verirler. Çünkü onu da bu kolaycılığa alıştırırlar.

Halbuki Türk sosyalistleri, bugün ne durumda olursa olsun, Kürt hareketinin gerek kültürel gerek programatik gerek stratejik gerek taktiksel ve örgütsel sorunlarını aşmada yardımcı olabilirlerdi.

Türkiye’deki ve hatta dünyadaki sosyalist hareketin çöküş, gerileme ve çürüme sürecinde bulunması, yaşayan bir harekete dayanmayan bu tür bürokratik sektlerin yaşaması için uygun ortamı sağladı.

Yani Kürt hareketinin yükselişi ile, sosyalist hareketin gerileyişi çakıştı, daha geniş bir perspektiften baktığımızda.

Bu da Kürt hareketinin tek ayak üzerinde kalmasına yol açtı. Kürt hareketinin bu felç olmuş ayağın yerine yeni bir şeyler koyma denemelerinin hepsi, taşıma suyla değişmen dönemeyeceğinden, hiçbir zaman olumlu bir sonuca yol açmadı.

Bunu sorunu başka bir örnekle açıklamayı deneyeyim.

Lenin Rus devrimci hareketinden söz ederken, Rus devrimci hareketi Çarlığın yol açtığı sürgünler sayesinde, Rusya’nın geriliğiyle kıyaslanmayacak şekilde Avrupa’nın en ileri düşünce akımlarından, deneylerinden yararlandı diyordu.

Zaten bu nedenle bir benzeri bir daha gelmemiş Rus devrimci hareketi ortaya çıkmıştır. Yüz milyonluk bir köylü ülkesinde müthiş teorik ve entelektüel zirveler ortaya çıkabilmiştir.

Ayrıca Rusya’nın geriliğiyle tam bir tezat içinde, küçük de olsa işçi yoğun bir sanayi, yani en modern fabrikalarda yoğunlaşmış üretim yapan belki küçük ama yoğun bir işçi sınıfı vardı.

Buna paralel olarak en modern fikir akımları, örgüt ve mücadelelerin dersleriyle teorik, programatik ve örgütsel araçları kullanan bir entelijansiya ve sosyalist hareket.

Bu istisnai denebilecek koşulların bir ürünü olarak, yüz milyonluk bir köylü ülkesinde ortaya çıkan, modern çağların en demokratik partisi, en gelişmiş teorisi.

Türkiye tarihi bunun tam tersi bir tablo çizer. Sürgüne giden “Genç Osmanlılar” veya “Jön Türkler”, birer devlet kapıkuluydular.

Onların derdi devleti yaşatmak ve bunun için de modernize etmekti.

Bu nedenle Avrupa sürgününde en ileri fikir akımları onlarda hiçbir rezonansa yol açmadı ve açamazdı. Öküz Kont veya Durkheim veya Le Play sosyolojisinden ötesine gidemediler.

Denir ki, Şinasi’nin evi Londra’da yaşarken evi Marks’ın evine yakınmış. Ama bu, mekânsal yakınlıktan başka bir anlam ifade etmiyordu. Düşünsel olarak birbirlerine galaksiler kadar uzaktılar.

Buna karşılık Rus devrimcileri, Marks ve Engels’le mektuplaşıyorlar, en canlı hareketlerin içinde yer alıyorlardı.

Jön Türkler belki bir parça, Tolstoy’un “Harp ve Sulh” romanında bir bakıma oluşumlarını ve arka planlarını anlattığı Dekabristlere benziyorlardı.

Dekabristleri izleyen Narodnik ve Marksist kuşaklar ise Türkiye’de aslında birinci Dünya savaşı ateşleri içinde silik kopyalar olarak kaldı.

Aslında Rus Narodnik ve Marksist kuşaklarının paralelinin Türkiye’de ortaya çıkması için 1968’leri beklemek gerekti. Paralellik tam bir yüz yıllık gecikmeyle ortaya çıktı.

Türkiye’nin sanayii de öyleydi. Rus sanayisi en modern fabrikalarda en yüksel yoğunluklu işçilere dayanırken, Türkiye’de bir parça yükselme eğilimi göstermiş sanayi, Hristiyanların katli ve sürgünüyle ortadan kaldırılmış, yüz yıl geriye gidilmişti. Sanayi dediğin “tahta perdeciklerle ayrılmış” gecekondu benzeri atölyelerden başka bir şey değildi. Böyle başa böyle tarak. Böyle işçi sınıfına böyle sosyalist hareket.

Ama en azından 1960’lardan beri yükselmiş bir sosyalist hareket vardı ve beraber yükseldiği bir işçi sınıfı ve hareketi. Üstüne üstlük, bu sosyalist hareketin de ta 1920’li 30’lu yıllardan gelen dünya çapında istisnai bir teorisyeni de vardı: Hikmet kıvılcımlı.

En azından bu geleneklere dayanılarak Kürt hareketine bir parça olsun, açık politik desteğin yanı sıra,  kültürel, teorik ve politik katkılarda bulunma çabasına girilebilirdi.

Ama Türk sosyalistleri uzun bir süre hep uzak kaldılar.

Halbuki tıpkı batının sosyalist ve işçi hareketin yeni doğan Rus sosyalist ve devrimci hareketine katkısı gibi bir katkı yapabilmesinin başlangıçları bile vardı.

Örneğin 1930’larda Kıvılcımlı’nın yazdığı “Şark” eserinde, Türkiye Komünist Hareketine, Kürdistan’da bir komünist hareketin doğuşuna bir ağabeyilik yapması gerektiğini, yani onun doğum sancılarını ılımlandırmasınıgerektiğini söylüyordu. Yani bir bakıma Batı Avrupa İşçi ve Sosyalist hareketinin Rus işçi sosyalist hareketine yaptığının bir benzerini yapması gerektiğini söylüyordu.

VE bizzat yazdığı YOL adlı çalışması ve onun içindeki “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) adlı eseri tam da bu yardımın kendisiydi.

Ne var ki, gerek Stalinizm ve Sovyetlerin bürokratlaşmış ve bir karşı devrime uğramış olması, gerek Türkiye’nin ekonomik, sınıfsal, entelektüel olarak yüz yıl geri gitmiş olması sonucunda Kıvılcımlı’nn bu projesi bir bakıma yarım yüz yıl sonra Kürt Hareketinin doğuşunda iyi kötü bir etki yapabildi.

Yanı Kıvılcımlı’nın söz konusu kitabını, bizim Ergun Aydınoğlu’nun eski Türkçe bilen emekli asker babasıyla birlikte iyi kötü çevirerek yayınlamamızı ve bu yayının neredeyse bir buçuk baskısını o zamanın “Apocu”larının alması ve dağıtmasını kastediyorum. Bu kitabın yayınlanması bile hem Apocuların tezlerini güçlendirmiş hem de Türkiyeli sosyalistlerin en azından radikalleri arasında Kürdistan sömürge mi, Kürtler ayrı örgütlenmeli mi gibi o zamanın tartışmalarını bitirmişti. Herkes bunların daha 1930’larda Kıvılcımlı tarafından savunulduğunu görünce bir şok yaşıyordu.

Keza, Öcalan’ın programatik sağlamlık ile taktik esnekliği birleştirmesi yine Kıvılcımlı’nın Kürt hareketine ilerletici bir etki yapması sayılabilir.

Keza Öcalan’ın “Sümer Rahip Devleti’nden Demokratik Cumhuriyete” diye kitap yazması, Öcalan’ın “Urfa Davası Savunması” vs. PKK’nın laik bir hareket olmasına rağmen laikçi olmaması ve gerek Alevilere gerek Sünni Müslümanlara açıklığı ve destekleri bu katkıların izleri sayılabilir.

Hasılı Kürt Ulusal Hareketnini doğuşu ve gelişmesinde 60 sonrası sosyalist hareketin pek bir katkısı ve yardımı olmadı ama, birinci doğuşun birikimi, Kıvılcımlı aracılığıyla bir çok kanaldan olumlu etkilerde bulundu.

Denebilir ki, Kıvılcımlı’nın teorik mirasından yararlanarak onu eldeki imkanları ölçüsünde azami değerlendiren Kürt Hareketi ve Öcalan olmuştur. Türk sosyalistleri ise, artık gerileme dönemilde olduklarından bundan sadece Dev Genç’in son dönemi hariç, hiç yararlanmamışlardır. Çünkü devrimci teoriler genellemeler, devrimci yükselişler, kitlelerle derin bağlar gerektir. Artık bu yoktu.

Kürt isyanının 1984’te başlaması ile Türk Sosyalist hareketinin barutunun tükenmesi aşağı yukarı aynı zamana rastladı, Kürt hareketi yükselirken, Türk sosyalistleri inişe geçti. Sadece seksenlerin sonunda paralel bir yükseliş yaşanır gibi olduysa da duvarın çökmesiyle o da olmamışa döndü.

Dolayısıyla kalan örgütler artık bir yenilgi döneminin örgütleri ve bürokratik yapılarıydı. Onlardan fazla bir şey beklenemezdi.

Ama yine de bu eski birikime dayanan bağımsız ve o birikimi iyi kötü hazmetmiş tek bireyler olsun bir şeyler yapabilirler, Türk sosyalistlerinin bu günahlarının kefaretini bir parça olsun ödeyebilirlerdi.

İşte benim tam da Sırrı Süreyya’dan beklediğim böyle bir işlevdi. O bunu yapabilecek bir insandı. Bilmiyorum Kıvılcımlı’yı okumuş muydu? Ama adeta Kıvılcımlı’nın gerçekleştirdiği teorik sentezin pratikte somutlaşmış ifadesiydi.

İkinci kişi de benim gözümde Ertuğrul Kürkçü idi.

Bu ikisinden de çok umutluydum. İkisi de çok bilgili, birikimli, hayatlarında çok farklı ve çok ağır bedeller ödeyerek tecrübeler edinmiş insanlardılar. İkisinin de örgütsel bağları yoktu. Tanınıyorlardı ve belli bir ağırlıkları vardı.

Ve Kürt hareketi onları alıp sahnenin önüne taşımıştı. Onlar bu durumu değerlendirip Kürt hareketinin en azından kimi zaaflarını kapatacak katkılar yapabilirlerdi.

Yani bir yandan onun yanında ve aynı safta durarak politik destek verir aynı saflarda yer alırken, diğer yandan onu eleştirerek öneriler getirerek onun bazı zaaflarını daha kısa ve kolay yoldan aşmasına yardım edebilirler, doğum sancılarını azaltıcı bir etki yapabilirlerdi. Türkiye sosyalist hareketinin olumlu birikimlerini Kürt hareketine aktaran kanallar olabilirlerdi.

O zaman şimdi bulunulan yere çok daha önce ve çok daha iyi koşullarda varılabilirdi.

Maalesef bunu yapmadılar, yapamadılar.

Tıpkı, diğer “bileşen”ler gibi, Kürt Hareketi ne dediyse, onun basit uygulayıcıları olarak kaldılar. Ona desteği,  uygulamada teknik bir yardımcılık olarak anladılar ve öyle yaptılar.

Halbuki başka politik desteği, teorik, programatik, taktiksel ve örgütsel sorunlarda eleştirilerle daha büyük ölçüde yapabilirlerdi. Bu yetenekleri ve birikimleri ve güçleri vardı.

Bu mümkün müydü?

Kanımca mümkündü.

Ben böyle davranmaya ve bunun bir örneğini sunmaya çalıştım.

Eleştirilerim de zaten tam bu noktalardadır. Yoksa genel Türkiye politikası bakımından hep aynı saflarda bulunduk. Ama azami katkının nasıl yapılacağında ayrıydık ve maalesef hala ayrıyız.

En somut örneğin bizzat bu yazıdır. Ertuğrul en güzel yazılardan birini yazıyor Sırrı Süreyya için ve ben bu satırlarda sevimsiz bir iş yaparak Sırrı Süreyya’nın eksik ve yanlışlarıyla uğraşıyorum.

İlerde Kürt hareketi, hatta Türkiye ve Ortadoğu bu yapılabılır olup da yapılmayanların acısını çok çekecektir. Çünkü bu iki kişinin politik ağırlıkları ve bilinirlikleri onlara kimseyle kıyaslanmayacak bir güç de veriyordu. Ve aksini yapacak yetenekleri ve birikimleri de vardı.

İşte aşağıdaki yazılardan yapacağım aktarmalar bu büyük umutların ve umutların çöküşünün ve hayal kırıkları ölçüsünde eleştirilerin sertleşmesinin hikayesi olarak okunabilir.

*

2007’den sonra en azından turist olarak Türkiye’ye gidebilir olduğumda, başka bir ülkeye gelmiş gibiydim. Uzun sürgünlük yılları nedeniyle, Türkiye’deki normal vatandaşın, günlük konuşmalardan, radyo, televizyon programlarından, filmlerden tanıdığı hiç kimseyi tanımaz sayılırdım.

Zaten Almanya’da ne Türk filmi izleyebiliyorduk ne de Türkiye gazetelerini ve onların magazin sayfalarını izleme gibi bir hevesimiz ve zamanımız da yoktu.

Ama bir gün, şimdi araştırınca bulduğuma göre Meksika Sınırı adlı bir programda, tesadüfen Sırrı Süreyya olduğunu sonradan öğrendiğim birisiyle bir sohbet izlemiştim. Hayran kalmıştım. Adam solcu veya sosyalistti ama biz sosyalistlerin çoğu, ya da benim gibi, kabız değildi. Ağzından bal damlıyordu. Konuşmaları hem aydınlanmanın değerlerini hem de binlerce yılda birikmiş halk bilgeliğini içeriyordu.

Bu adam somutlaşmış Kıvılcımlı diye düşünmüştüm. Bundan önce veya sonra da Beynenmilel’i izlemiştim. Onu da çok beğenmiştim ama rejisörünün Sırrı Süreyya olduğunu bilmiyordum. Daha doğrusu ayrı insanlar sanıyordum. Türkiye’de henüz isimler ve yüzleri birleştirmeyi başaramıyordum, isimler ve yüzler aklımda kalmıyordu. Her şey çok karışık geliyordu. Ve bu nedenle de çok mahcup durumlara düşüyordum. Ancak sonra isim ve yüz birleşti. Tabii hayranlığım da artı.

Gerisi aşağıdaki alıntılarda.

2011 seçimlerinde Seçimler, Blog Adayları ve Ertuğrul Kürkçü’nün Seçilmesinin Anlamı başlıklı 7 Haziren 2011  tarihli yazıda şöyle yazmıştım:

Çok önceydi, daha seçimler gündemde yoktu, bir arkadaş grubunda, BDP’nin gelecek seçimlere de bağımsızlarla katılması gerekeceğinden ve bu sefer adayları belirlerken daha az hata yapacaklarından ve dışarıdan gösterilebilecek veya gösterilmesi gereken adayların kimler olacağından ve olması gerektiğinden söz ediyorduk. O zaman, özellikle seçilebilir yerlerdeki adaylar arasında olmasını dilediğim dört isimden söz etmiştim. Bunlar Ayhan Bilgen, Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü, Veysi Sarısözen idi.

(…)

“Sırrı Süreyya Önder’i o zamanlar kimse böyle politik angajmanıyla pek bilmiyordu ve adı akla gelmiyordu. Gördüğüm Beynelmilel filmi zaten politik angajmanın ipuçlarını veriyordu. Ama daha sonra Sezai Sarıoğlu’nun “Nehir Muhabbetleri”nden birinde kendisini daha yakından görmüş ve dinlemiştim. O zaman halkın derin katmanlarından gelen, binlerce yıllık tecrübelerden süzülmüş bilgeliği, Kürdistan’ın medrese geleneği; Aydınlanma ve Sosyalizmin ideallerinin çok orijinal ve harika bir bileşeni olduğunu görmüştüm. Bunu her yerde söylüyor, çevremdekileri bu isme dikkat etmeye davet ediyordum.

Hikmet Kıvılcımlı’dan sonra ilk kez hem de çok genç kuşaktan birinin sosyalizm ile derinlerden gelen bu gelenekleri kaynaştırabilmiş bir örneğini görüyordum Sırrı Süreyya Önder’de.

Eğer Ayhan Bilgen için İslami paradigma içinde Aydınlanma ve Sosyalizm ideallerini savunmak dersek; Sırrı Süreyya Önder için Aydınlanma ve Sosyalizm paradigması içinde İslam’ın ideallerini savunmak diyebiliriz. Farklı yönlerden hareket edip aynı noktada buluşurlar. İkisi, derin bir vadiyle birbirinden ayrılmış iki kıtayı birleştiren bir köprüdürler. Bu köprüyü iki ayrı ucundan başlayarak kurarlar.

Böyle bir köprüye, ezilenlerin derin katmanlarının demokratizmini, politik demokratik bir programa ve ideallere kazanabilmek için muazzam bir ihtiyaç vardır.

Bu, sosyalistler ve Marksistlerce ta Hikmet Kıvılcımlı’dan beri sezilmiş, Köprüyü yapacak malzemeler dağlar gibi yığılmıştır.

Ama 70’lerin yükselişinin sarhoşluğu, sonra 12 Eylül’ün darbeleri, Sovyetler’in çöküşünün ve özel savaş rejiminin gericiliği altında unutulmuşlar, çürümeye terk edilmişlerdi. Şimdi bu malzemeyi tekrar değerlendirip köprüyü kuracak birileri nihayet ortaya çıkmıştı. Bu nedenle Sırrı Süreyya’nın aday gösterilmesinin iyi olacağını düşünüyordum. Ama kendini destekleyen bir örgütü olmadığı, bir kişi olduğu için pek ihtimal vermiyordum. Ama medya aracılığıyla tanınması bu eksiği giderdi.”

Yazı Sırrı Süreyya’dan ne kadar büyük beklentilerim olduğunun bir ifadesi.

*

Bu arada aktarmaya bir ara vereyim. Ölümü vesilesiyle hakkında çıkan videoları dinler yazıları okurken, Sayın İhsan Eliaçık’ın anlattığı ilginç bir bilgiyle karşılaştım

Eliaçık’ın anlattığına göre, Sırrı Süreyya, Emek Demokrasi ve Barış Bloğundan milletvekili olduğunda verdiği ilk dilekçe, Mecliste kadınlarda Türban veya başörtüsü yasağının, Erkeklerde de kravat zorunluluğunun kalkması imiş.

Doğrusu bunu bilmiyordum.

Bunun üzerine ya birbirinden bağımsızca benzer paralellik ya da benim bu konudaki yazı ve önerimden bir etkilenme olmuş olabilir diye düşündüm.

Çünkü o zaman ben bu konuda Kürt Siyasi hareketinin desteğiyle meclise giren milletvekillerine bir öneride bulunan bir yazı yazmıştım.

20 Haziran 2011 tarihli Blok Milletvekillerine Yemin Töreni İçin Bir Öneri: Türbanla ve Kravatsız başlıklı bir yazı yazmıştım.

Yazıma Lenin’den bir alıntıyla başlıyordum.

“(...)Buna rağmen şu ana kadar onlar kadar bürokratik hale gelmediğimizi ve bu fikrin bizim aramızda tartışılmasının eğlenceden başka hiçbir şeye neden olmayacağını umuyorum.

Sahiden, zevki neden faydayla birleştirmeyelim? Neden gülünç, zararlı, yarı gülünç, yarı yararlı ve benzeri şeyleri açığa çıkarmak için bazı komik veya yarı komik oyunlara başvurmayalım?” (Lenin, Az Olsun Öz Olsun)”

Bu epigraftan sonra Blok Milletvekillerine şunu öneriyordum:
“Blok milletvekilleri, aslında hepsi başı açık kadınlar olmalarına rağmen, türbanla Meclise gelip Meclis ve diğer yerlere türban taktığı için alınmayanların haklarını fiili bir direnişle savundukları takdirde, kendileri gibi olmayanların haklarını savunarak, bu ülkedeki bütün ezberleri bozup, bir demokratlık örneği verirler.

Erkeklerin kravat takmaması belki çok önemli görülmeyebilir ama erkekler de bununla, bu başörtüsü yasaklarını koyanlara karşı olduklarını söylemiş olurlar ve direnişlerinde kadınları yalnız bırakmazlar. Kıyafet’in hiçbir politik anlamı olmamasını savunurlar.

Böyle bir davranış, bu ülkedeki başı açıkların da kapalıların da ezberlerini bozar ve Kemalizm’in ve Politik İslam’ın ortaklaşa oluşturdukları bölünme çizgisiyle bölünür.

Bu eylem başarıya ulaşmasa, Blok milletvekilleri hiçbir zaman meclise giremese bile başarı kazanılmış olur.

Böyle bir eylem karşısında Meclis’in yapabileceği tek şey, derhal toplanıp iç tüzüğü değiştirerek kravatsız ve başörtüsüz girme kuralını ortadan kaldırmak ve Blok milletvekillerine yemin etme olanağı sağlamak olabilir. Bunu yapmadığı takdirde Meclis’te çoğunluğu oluşturan AKP’nin tüm korkaklığı ve demokrasiye uzaklığı herkesçe görülmüş olur.

Bunun için koşullar olağanüstü uygundur.

AKP yasağı kaldırmasa kendi tabanına ters düşer. Kaldırsa, başı açıkların mücadelesiyle başı kapalılar Meclis’e girme hakkını kazanmış olacaklardır.

Ama bu aynı zamanda, politik inisiyatifin ele alınması ve gündemin doğru bir sorun üzerinden belirlenmesi anlamına gelir. Demokrasi gündeme taşınmış olur.

Böyle bir eylemi, ülkenin ve dünyanın televizyonları vereceklerdir.

Bu nedenle böyle bir eylem, aynı zamanda sadece Türkiye’nin değil, dünyanın bir çok yerindeki ezilenlere de, imtiyazlıların kendi imtiyazlarına karşı mücadelesi ile  bir eşitlikçi mesaj olacaktır.

Ama böyle bir eylem aynı zamanda, Blok’un tam da Türkiye Partisi olması., demokratik özlemler üzerinden politika yapması ve toplumun çoğunluğunu kazanmak için, AKP’ye karşı daha radikal ve demokrat bir çizgi üzerinden mücadeleye girdiği anlamına gelir.

Tabii bu eylemde, aynı zamanda bir basın toplantısıyla amaçlar açıklanabilir.

Bu basın toplantısında, örneğin, Meclis’teki Mescit’in yanı sıra Meclis’e gerçek eşitliği ifade etmek üzere birer Cemevi, bir Kilise, bir de inançsızlar için bir yer talebi vs. de toplumun gündemine sunulur. Böylece, AKP’nin çok izlediği mazlum edebiyatına da son verilir, aslında demokrat olmadığı, Müslüman çoğunluğun imtiyazlarını savunduğu teşhir edilir.

Böylece Anayasayı yapacak meclisin demokrat olması gerektiği, bunları kendi içinde yapmayan bir meclisin ülkeyi de demokratlaştıramayacağı mesajı verilmiş olur.”

*

Sırrı Süreyya’nın dilekçesiyle benim önerim arasındaki yakınlık hemen görülebilir. Anlayış aynıdır. Belki benim bu yazımdan etkilenip böyle bir dilekçe vermiş olabilirdi.

Ama aynı zamanda önemli bir fark da vardır.

Ben bunu bir eylem olarak, politik mücadelenin bir aracı olarak, Kürt hareketini etkilemek ve değiştirmek, ona taktik bir esneklik kazandırmak için de öneriyordum. Henüz ilk adımlarını attığı “Türkiyelileşme” için somut taktikler ve mücadele biçimleri öneriyorum.

Önerimin doğruluğu ve şehirlerin genç ve modern ücretlilerinde yankılar bulabileceği, Gezi’de Duran Adam gibi biçimlerde kanıtlanmıştı.

Sırrı Süreyya aynı anlaşışı savunmakla birlikte, bunu örneğin saflarından milletvekili seçildiği Bloğa önermemiş, onları değiştirme çabasına girmemiş. Sadece tek başına bir dilekçe vermiş. (Belki de önermiştir böyle bir davranış koyalım diye. Bilmiyorum, ama önerseydi bir şekilde duyardık.)

Yani Kürt hareketini etkileme, onu değiştirmeye çalışma gibi bir teşebbüsü yok. Sadece onların bir milletvekili olarak kalmış. Verilen görevleri yapmakla yetinmiş.

Sayın Eliaçık’ın açıkladığı bu olayı bilmiyordum. Ama öğrenince sonraki eleştirilerimde dile getireceğim eğilim, burada tohum halinde görülebilir.

*

Görüleceği gibi Sırrı Süreyya hakkında ilk gördüğüm ve duyduğum andan itibaren hayranlığım ve paralel ve yakın bir duruşumuz vardır.

*

Bu bağımsız adayların meclise girişinden sonra HDK kongresi vesilesiyle yazdığım Radikal Demokrasinin “Kürt Sorunu”nun Çözümüne İlişkin Programı başlıklı kendi programımı açıkladığım, Gezi’den neredeyse tam bir yıl önce yazılmış 4 Hazıran 2012  tarihli bu yazıda Sırrı Süreyya ve Ertuğrul Kürkçü’nün nesnel işlevlerini tanımlıyor ve beklentilerimi bir bakıma yeniden ifade etmiş oluyordum.

““Şeytan ayrıntıda gizlidir” derler. Gerek Kürt gerek Türk burjuvazisi ve diğer güçler sorunun Kürtlüğün tanınması ve haklarının verilmesi olduğunda anlaşırlar ama bu hakların ve tanınmanın sınırları onların arasındaki esas çatışma konusunu oluşturur.

Bu çatışmanın konusu Kürtlüğün tanınmasının ve Kürtlerin haklarının ne düzeyde olacağıdır.

Türk devletinin reformcu güçleri ve burjuvazisi, bu hakların bireysel haklar olarak Türk Devleti’nce tanınmasını savunmaktadırlar.

Ayrıca Kürt burjuvazisinin bir kısmı da, bireysel haklar düzeyinde bir tanınmayı, hem kollektif bir tanınma ve ayrı bir devlet kurma yolunda geçici bir aşama ve kazanç olarak gördükleri, hem de böyle kısmi hakların Kürt hareketi içindeki radikal ve demokrat olarak tanımlanabilecek ve esas olarak Öcalan ve PKK tarafından temsil edilen eğilimin etkisinin ve gücünün sınırlanması sonucunu doğuracağını, dolayısıyla kendilerinin etkisinin artacağı anlamına geleceğini düşündükleri için desteklerler[4].

“Kürt Sorunu” diyenler arasında ikinci çizgi ise, Kürtlüğün tanınması ve haklarının bireysel değil, kollektif bir kimlik olarak tanınmasıdır.

Bu sadece Kürt burjuvazisinin değil, aynı zamanda Kürt küçük burjuvazisinin ve siyasi olarak da Türk ve Kürt sosyalistlerinin, yani uzun vadeli düşünen akıllı Türk milliyetçilerinin, ezici bir bölümünün programıdır.

 “Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” veya “Ulusların Kendi kaderini Tayin Hakkı” ilkeleri biçiminde savunulan bu programın esas büyük savunucusu Türk sosyalistleridirler (Yani akıllı Türk milliyetçileri).

Ayrıca Kürt hareketinin içindeki demokratik eğilimleri olan ve demokratik bir programı desteklemesi gereken kanat da (Yani Öcalan ve PKK) demokratik bir programı net olarak tanımlayamadığı için, bu programı savunur durumdadır.

“Çatı Partisi” projesi veya “Blok” aslında bu program temelinde bir ittifaktır. Sırrı Süreyya Önder ve Ertuğrul Kürkçü, bu çözümü savunmaktadırlar.

Bu programı savunanlar, hakları bireysel haklar düzeyinde tanımak isteyen Türk burjuvazisi ve devletine, “hakları kolektif olarak tanımlamaktan korkma, Kürtlerin (veya Kürt öznesi açısından “Bizim”) ayrılma gibi bir niyet ve amacımız bulunmamaktadır. Biz kolektif olarak tanınmışsak, baskı altında değilsek niye ayrılalım ki” diye garanti vererek Türk devletini ve burjuvazisini razı edeceğini düşünmektedir.

Ancak Türk devleti ve burjuvazisi, “kolektif kimlik ve tanınması fiilen bölünme demektir bölünmeyle sonuçlanır” diyerek bu programı kabul edemeyeceğini açıkça ifade etmektedir.

Keza Türk devleti ve burjuvazisi, “bu ayrılma yönünde sadece geçici bir aşamadır” diye itiraz ederken de haksız değildir ve Kürtlerin içinde böyle düşünen güçlü bir eğilim de vardır.

Kaldı ki böyle bir eğilim olmasa veya güçsüz olsa bile, yarın başka bir konjonktürde güçlenmeyeceğinin bir garantisi yoktur. Dolayısıyla Türk devleti ve burjuvazisinin bu kaygısı aslında hiç de temelsiz değildir.

Bunu derken Öcalan ve PKK’nın ayrılmama yönündeki niyetlerinin samimi olup olmadığını sorgulamıyoruz. Biz de onların büyük bir samimiyet içinde olduğunu düşünüyoruz. Ama olayların kendi mantığı vardır.

Bugünkü politik ve ekonomik konjonktürde pek ala ayrılmama bir avantaj oluşturabilir. Ama dünyanın değişen ekonomik ilişkilerinde ve politik güçler ve yer alışında ciddi bir değişme ayrılmayı bir avantaj haline getirebilir. Eğer bu ayrılma, örneğin İsveç ve Norveç’in veya Çek Cumhuriyeti ile Slovakya’nın ayrılmasında olduğu gibi, barışçıl bir biçimde olursa fazla bir sorun da oluşturmayabilir.

Ama Orta Doğu gibi bir deprem merkezinde, dünyanın petrol Ortadoğu’nun su yatakları üzerinde, binlerce yıllık devletçiliğin egemen olduğu bu topraklarda, son yüzyılın ve günün bütün tarihinin gösterdiği gibi bu çok kan ve acıya mal olur.

Burada sadece eski Yugoslavya, Kafkaslar ve Orta Doğu’daki çatışmaları anmak yeter[5]. Bunlar yakın zamana kadar halkların kardeşliği ideolojisini en azından resmen propaganda eden bir devletin vatandaşları idiler.

O halde sorunu “Kürt Sorunu” olarak tanımlayanlar ve sorunun Kürtlerin varlığının ve haklarının tanınması olduğunda anlaşanların anlaşamadığı temel ayrım noktası, bu tanınmanın kolektif mi, bireysel mi olduğu noktasında toplanır.

Bundan sonra bu iki program arasındaki çatışma gündemi belirleyecektir.

Eskiden temel sorun inkar ve tanıma çizgisi arasındaydı; şimdi tanımanın biçimleri arasındadır. Örneğin 2011 seçimlerinden sonra seçilen Meclis’te MHP inkar, CHP ve AKP bireysel haklar olarak tanıma; BDP veya Blok kolektif tanınma çizgilerini ve programlarının siyasi ifadeleridirler.

Özetle, Kürtlerin kolektif tanınmasını Türk Devleti ve Burjuvazisi kabul etmeyeceği ve bundan ötesi “kırmızı çizgi” olduğu için; bireysel hakları da Kürt hareketi bu günkü vardığı düzeyde kabul etmeyeceği için, Türkiye’de yaşayan insanların önünde bu iki program arasında ciddi bir çatışma dönemi bulunmaktadır. Bu uzlaşmazlık nedeniyle, tarafların barışçı söylem veya hamleleri aslında karşı tarafın gücünü zayıflatma amacına hizmet edecektir.

Bu uzun ve çatışmalı bir dönem demektir. Geçici uzlaşmaları veya ateşkesleri çok sert çatışmaların izlemesi kaçınılmazdır. Çünkü her uzlaşma, karşı tarafın pozisyonunu zayıflatmak amacıyla yapılacaktır. Her seferinde “birlikte yaşama” giderek daha uzak ve ulaşılmaz bir hedef haline gelecektir.

Bunu biz söylemiyor ve istemiyoruz. Ama güçlerin konumlanışı, programları ve buna bağlı olarak da olayların mantığı söylemektedir.[6]

Aşağıda açıklayacağımız Radikal Demokrasi’nin soruna ilişkin adlandırması ve programı ise bütün bunlardan binlerce kat daha radikal ve demokratik karakteriyle ayrılmaktadır; hem bütün bu tehlikeleri bertaraf etmektedir; hem de uzun vadeli çıkarlarını düşündükleri takdirde tüm “tarafların” çıkarınadır, (bizim mantığımız açısından ise taraflar farklıdır ve gerici milliyetçi taraftakilerin çıkarına değildir).

*

Radikal Demokrasi, sorunun tanımında anlaşanların “Kürt Sorunu” olarak adlandırdıkları sorunu Türk Sorunu olarak tanımlar.

Bu sadece basit bir adlandırma sorunu değildir. Çünkü bu adlandırmanın ardında uluslar ve ulusçuluğun ne olduğuna dair bir teorik arka plan bulunmaktadır ve bu teorinin programatik sonuçları da diğer yaklaşımlardan kökten farklıdır. Türk Sorunu kavramı bu programatik farka vurgu yapar.

Bu program, buraya kadar ele alınanların tanıma ilkesine göre, Devletin elinden Kürtlüğün ya da Türklüğün tanınması veya tanınmaması hakkını almakdevlete böyle bir hak vermemek olarak formüle edilebilir.

Bu programı, bizzat Radikal Demokrasinin kategorileriyle ifade edersek, ulusu veya devleti, Türklükle veya Kürtlükle tanımlamaya karşı tanımlamak olarak formüle edilebilir.

Görüldüğü gibi, yazımda, Kürt Siyasal hareketine Öcalan’ın sezdiği ve bir çıkış yolu olarak gösterdiği programın hem zaaflarını hem de daha doğru bir teorik temelle çıkış yolunu öneriyorum. Halbuki ne Sırrı’nin ne de Erd-tuğrul’un böyle girişimleri hiç olmadı.

Ve benim bu gibi önerilerim karşısında da sustular. Böyle bir öneri var ile demediler. Muhtemelen Kürt Hareketin böyle öneriler ve eleştiriler yapmayı yanlış veya işgüzarlık olarak gördüler. Kendilerini Kürt Hareketinin politikasını popülarize etmek ve desteklemekle sınırladılar.

*

Bu seçimler ile Gezi arasındaki dönemde, Sırrı Süreyya vekil seçildikten sonra, Hill Hotel’de yapılacak bir toplantıya katılacağını öğrenince çıkmış kitaplarımdan birer nüsha alıp, o toplantıya gitmiş ve kendisine hediye etmiştim. O da teşekkür edip okuyacağını söylemişti.

Okudu mu? Bilmiyorum. Ama bir arkadaşım, bir televizyon söyleşisinde, arkada görünen evindeki kitaplığında, benim kitaplarımı gördüğünü söylemişti. En azından kitaplığında görünür bir yerde bulunmuşlar.

*

Bundan sonra 2013’de Haziranında Gezi gelir.

Gezi’nin ilk günlerinde zaten Gezi hareketinin ortaya çıkışında bir fünye görevi görmüş Sırrı Süreyya ve o sıradaki tutum ve davranışlarıyla da Ertuğrul Kürkçü’yü, Kürt hareketini eleştirirken örnek olarak gösteriyordum. Yani en çok beklentim olan en beğendiğim bu Türk sosyalistleri üzerinden Kürt hareketini yanlışlardan korumaya, tavrını değiştirmeye ve etkilemeye çalışıyordum.

Şimdi bugün çok uzak bir dönemden bir belge gibi duran bu yazıyı olduğu gibi aktarıyorum. Sırrı Süreyya’yı ve Ertuğrul Kürkçü’yü az zikrediyorum ama aslında bütün yazı onların örneğinde savunduğum anlayışı yansıtmakta ve Kürt hareketinin tutumunu eleştirmektedir.

Yazının tarihi 2 Haziran 2013, yani Gezi’nin henüz ilk günleri.

“Kürt Hareketi ve Taksim Direnişi (“Gezi Parkı” Direnişi Notları ve Dersleri – 2)

“Kürt hareketi yıllarca Türkiye’de demokratik mücadelenin yükün adeta tek başına zayıf omuzlarıyla yüklendi, adeta mucizevi işler başardı. Ama tam da okyanusu geçip de derede boğulmak gibi bir durumla karşı karşıya şimdi. Türkiye tarihinin en önemli ve kapsamlı, demokratik karakteri apaçık olan halk ayaklanmasında oyunun dışında kalıp deklase olma tehlikesiyle dolayısıyla bu hareketin demokratik karakterinin de amortize olup, buharlaşmasına vesile olabilir.

Yirmi yılların iki günde aşıldığı şu günlerde, Kürt hareketinden iki tane beyanat görüldü. Biri Ahmet Türk’ün diğeri Selahattin Demirtaş’ın. İkisi de sınıfta kaldı.

İşte A. Türk’le ilgili gazete haberi:

“Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Ahmet Türk, Gezi Parkı protestolarını değerlendiren bir açıklama yaptı.

"Halkın taleplerini görmezden gelirseniz özgürlükler gelemez" diyen Türk, hükümetin sokaktan yükselen sese kulak vermesi gerektiğine işaret etti.

Türk, eylemler sırasında BDP'li Milletvekili Sırrı Süreyya Önder'in yaralandığını da hatırlatarak kendisine ve bütün yaralılara geçmiş olsun dileğinde bulundu.”

Burada söylenen sözler önemli değildir. Hangi noktadan kime söylendiği önemlidir. Ahmet Türk, direnişin içinden, kendisini orada gören, kendisini onun bir parçası gibi hisseden bir insan olarak konuşmuyor. Direnişin başarısı için ne yapmak gerektiği üzerine konuşmuyor. Yanlış da olsa direnişçilere bir yol önermiyor.

Kime konuşuyor? Hükümet’e. Hükümet’e daha akıllı olmasını öneriyor. Bir Gül ve Arınç da kendi üslubunca aynı şeyi söylüyor.

Satırlar arasına sinen sözlerin ardındaki gizli mantığı dışa vuran bu yaklaşım, on binlerce sokağa çıkmış insanın ruhunda en küçük bir titreşim yapmaz, yapamaz. Hatta gizliden gizliye bir düşmanlık duygusu yaratır.

Benzeri ve daha uzun konuştuğu için de daha vahimi Selahattin Demirtaş’ın söyledikleri. Onları okuyalım.

“ BDP lideri Demirtaş, “İnsanlar Gezi parkındaki ağaçlar için değil, aynı zamanda hükümetin olumsuz politikalarına da tepki koyuyor. Vatandaşın tepkisini değerli buluyorum. Biz BDP olarak gezi parkı direnişçilerinin yanındayız. Vatandaşa atılan her bir gaz ve vurulan coplar için hükümeti kınıyorum. Bölgede yıllardır olup biten İstanbul’da olsaydı onlarca genç İstanbul dağlarına çıkardı” diye konuştu.

İstanbul’da yaşayanların gazı ilk kez tattığını belirten Demirtaş, "Diyarbakır, Hakkari ve Şırnak’ta günlerce gaz yedik. Bir yıl geçmesine rağmen Diyarbakır sokaklarından hala gaz kokusu geliyor. Deminde belirttiğim gibi müzakere ve barış sürecine karşı ulusalcı ve milliyetçi kesimler süreci baltalamak için uğraşıyorlar, bunlara karşı dikkatli olmak lazım. Biz Gezi parkında yaşananları müzakere karşıtlığına çevrilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü biz onlarla hareket etmiyoruz. Tabanımız kesinlikle ırkçı ve faşistlerle aynı etkinlikler içinde olmayız. Bizim tabanımız ne yapacağını bilir“ dedi.”

Yine aynı anı ve ruhu anlayamayan ifadeler söz konusu.

Birincisi,  dışarıdan konuşuyor. İçinden değil. Onun için “yanında” olmaktan söz ediyor. İçine içinde olmayı sindirmiş bir dil böyle olmaz.

İkincisi üstten konuşuyor “Vatandaşın tepkisini değerli bulamaktan söz ediyor. Bu nasıl üstten bir dildir? Değersiz bulsa ne olur? Oradaki tepkisini değerli bulduğu vatandaşlardan biri olarak konuşmak varken, böyle dışarıdan ve üstten bir dil ne oluyor?

İnsanlar bu gibi ifadelerin böyle hangi özne açısından hangi nesneye yönelik olarak yapıldığının analizini yapmazlar, ama hissederler bir şeyler onlara uymadığını.

Hangi direnişçi bu sözlerde kendini bulabilir? Hiçbiri?

Üçüncüsü, politikada kırgınlıklarla, sitemlerle mücadele edilmez. Yanlışların hesabı tutulmaz. Onlarla mücadele içindir zaten politika. Böyle bir hareketi bulmuş olarak sevinecek, içinde yer alacak yerde bir de sitem ediyor? “Bölgede yıllardır olup biten İstanbul’da olsaydı onlarca genç İstanbul dağlarına çıkardı”. Bu mudur bu kritik saatlerde söylenecek olan? Bunu sıradan Kürtler söylerse anlayışla karşılanabilir. Ama Demirtaş bir politikacıdır ve en azından resmen, “Türkiyelileşmek” ve hatta “Orta Doğululaşmak” diye bir hedefi bulunan; Türkiye’nin batısı ile doğusu arasındaki memnuniyetsizler arasında bağ kurmak isteyen; buradan tüm Orta Doğu’ya demokrasi getirmek isteyen bir hareketin sözcüsü olarak bu sözler çok vahim yanlışlardır. Politika böyle kırgınlıklar, duygular üzerinden yapılmaz.

İkinci paragrafta iyice açığa çıkıyor mantık. Demokratik bir orta doğu için mücadele eden bir Ortadoğu Politikacısı olarak değil; hatta bir Türkiye politikacısı olarak değil, bir Kürt politikacısı olarak konuşuyor. Hele Ulusalcılara ilişkin söyledikleri tamı tamına onların ekmeğine yağ sürecek bir nasihat. Görevi bu hareketin içinde yer alıp mümkünse onun demokratik olarak daha da radikalleşmesi ve demokratik hedeflere sahip olması için çalışmak iken, dışarıdan (şu “biz” zamiri) ve yukarıdan (“tabanımız”) bir uyarı yapıyor. Yani “orada faşistler falan da var bir orada olmayız, dışarıdan destek veriyoruz ama dikkat ha, faşistlerin oyununa gelmeyin!.”

Bu nasıl bir kavrayışsızlıktır? Eğer Ertuğrul ve Sırrı Süreyya olmasa, Kürt hareketi Öcalan’ın onlarca yıldır yapmaya çalıştığını, iki paragrafla yok etmiş olurdu. Bir zamanların Erbakan’ının, demokratik bir hareketin yanında yer alacak yerde “Mum söndü yapıyorlar” diyerek onu adeta özel savaş dairesinin kucağına itmesinin neredeyse benzeri konumdadır bu duruş ve söylem.

Dileriz Kürt hareketinin bunca yıllık demokratik geleneklerine ve emeklerine uygun bir çizgiye yine gelinir. Bu Öcalan’ın çizgisi değildir.”

(…)

“Kürt hareketi politik ve programatik olarak Öcalan’ın hedeflerini anlayabilmiş ve hazmedebilmiş değildir ve onun görüşlerini ve programını en ileri gelen politikacıları savunamamaktadır.

Bu zaaf bir ölçüde de sosyolojik olarak Kürt hareketinin şehirli ve modern bir toplumsal tabanının yeterince gelişmiş olmamasının bir görünümüdür. Sorun Batı’nın ve Şehirlerin orta sınıflarının kültürel olarak demokratik özellikleriyle, Kürt hareketinin politik olarak Demokratik özelliklerinin nasıl birleştirilebileceğinde düğümlenmektedir. Bu yapılamadığı takdirde, Şehirlerin ve Batı’nın gerici politik olarak gerici ve Kürt Hareketinin kültürel olarak köylü ve “geri” özelliklerinin başat olması olur ki, bu tam bir felaket anlamına gelir.

Sosyolojik olarak böyledir ama yine de politik ve ideolojik olarak yapılacak bir şeyler vardır.

a) Kürt hareketinin son kalkışmayı tam anlayamaması ve Öcalan’ın görüşlerini savunamamasının temelinde ilkel milliyetçilikten arınamama bulunmaktadır. Kürt politikacıları, Türklük ve Kürtlük, Alevilik ve Sünnilikten azade bir demokrat olarak konuşmayı öğrenebilmiş ve bunun önemini kavrayabilmiş değildir.

b) Batı’nın şehirleri söz konusu olduğunda, Kürt politikası olduğunda, epeyce başarılı da sayılabilecek, hatta Türkiye’nin batısındakilere en yakın onların en sempatik bulduğu politikacı olan Demirtaş bile, olayları ve gelişmeleri hemen kavrayıp uygun bir tavır koyamamaktadır.

c) Böyle bir politika ve anlayışla Kürt hareketinin batıya ve şehirlilere ulaşması, onları örgütlemesi ve birleştirmesi beklenemez.

d) Bu olmadan da ne Türkiye’de ne de orta Doğu’da bir demokratik devrim mümkün olmaz. Dolayısıyla Kürtlerin üzerindeki baskı son bulamaz.

e) Bu koşullarda Kürt hareketinin bir başarısı da mümkün olamaz. Türkiye’nin çoğunluğu olan insanların en azından hayırhah bir desteği veya tarafsızlığı sağlanamazsa, başarı mümkün değildir. Öcalan’ın dediği, bunun için kartların yeni karıştığı ve yeni bir mücadele döneminin başladığıdır. Hükümetle çürük uzlaşmalar ve aman işler bozulmasın diye Hükümet’i kızdırmaktan kaçınma izlenimi verebilecek davranışlar doğru değildir.

f) Tekrar edelim. Sırrı Süreyya ve Ertuğrul Kürkçü şimdiye kadarki tutumlarıyla (Sırrı Süreyya’nın Kılıçdaroğlu'nun davranışına ilişkin söyledikleri içerikçe durumu doğru tasvir etmekle birlikte böyle konuşması doğru değildi. O herkesi, hangi niyetle olursa olsun oraya çağırmaya devam etmeliydi baştaki gibi. Niyetler üzerinden niyetleri okuyarak politika yapılmaz. Sadece onları da değil, bütün AKP’lileri de çağırmalıydı.) Kürt hareketinin seçip Meclis’e taşıdığı politikacılar olarak iyi bir sınav verdiler ve Kürt Hareketi ile Türk orta sınıfları arasındaki uçurumun kapanması için; bu uçurumu kapatacak bir köprü kurabilmek için iyi bir köprü başı ele geçirip köprüyü inşa edecek kılavuz iplerini gerdiler. Kürt hareketi bunu şu ana kadar değerlendiremedi ama derhal ciddi bir özeleştiri ateşinden geçip tutumunu değiştirmelidir. Aksi takdirde çok geç olur.

Son olarak yazımıza Sezai Sarıoğlu’nun benzer uyarılar içiren şu satırlarıyla son verelim:

“Birbirimizin yüzüne karşı konuşmakta yarar var: Genel bir algı olarak sezdiğim, tek tek Kürt arkadaşlardan da sıkça duyduğum “Biz mücadele ederken onlar neredeydiler?” cümlesiyle ne ân ne de süreç kurgulanamaz. Bu haklı eleştiriyi hatta alınganlığı anlamak gerekiyor ne var ki politika “alınganlıklar” üzerinden değil politik ilkeler, etik duruşlar üzerine inşa edilir. Alternatif politika eleştirdiğimiz yanlışlara benzememek üzerinden yapıldıkça işlevseldir, hem kendimizi hem de başkalarını dönüştürücüdür. Özgürlük talep eden gelenek, aklını ve eylemlerini diğer ezilenlerin özgürlük talepleriyle ortaklaştığı oranda, farklı zeminlerden politika yapan tarafların ilişkilerinde tek tek ve karşılıklı sahicilikten söz edilebilir.

Eylemlerin “ateş kıs” sürecine denk gelmesi de edilgenliğin gerekçesi olamaz, olmamalı. Tersine “doğu” ile “batı” arasında iki farklı algının ve alınganlığın aşılması değilse de aşınmasının imkanı, bu tür eylemlerin içinde psikolojik, ruhsal yakınlaşmalardan de geçiyor... Bu eylemlerin eşit, kurucu ortağı olmak mümkünken “sembolik” açıklamalarla ve dayanışmalarla pasif bir yerden siyaset kurgulamak herşey bir yana, yıllarca mücadele ederek oluşturduğu kendi değerler sistemini de aşındırır. Dahası, doğa gibi siyaset de boşluk tanımaz ve her eylem başka kolektiflerce “manüple” edilebilir... Ordunun “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemlerini açık-kapalı olarak manüple ettiği bilgisi sıcaklığını koruyor. Hal böyle olunca, Gezi Direnişi'nin, “milliyetçi-ırkçı” kesimlerce bu coğrafyanın ihtiyacı olan özgürlük perspektifinden saptırılarak, sadece AKP karşıtı, klasik devlet/ordu yanlısı bir mecraya sürüklenmesi mümkün. Bunun işaretlerini eylem içinde yeterince gördük daha da göreceğiz...

Bu nedenle, eylemcilerin kulakları kadar kalplerinin de Diyarbakır'da olduğunu politik olarak bilmek ruhen de hissederek dağların, ormanların altına elini koyanların ağaçların altına da ellerini daha çok koymaları tarihin emri siyasetin kavlidir... Bu yapılmadıkça, “Kürtler kendi dertleri dışında bir şeyle ilgilenmiyorlar. Biz buradayız onlar neredeler?” şeklinde bir karşı eleştirinin ve alınganlığın eylem içinde yeniden üretileceğini bilmek için kalın kitaplar okumak gerekmiyor.”

Hemen görüleceği gibi, hep aynı soruna ağırlık veriyoruz ve Gezi’nin ilk günlerinde, nesnel olarak duruşları ve yaptıklarıyla Ertuğrul ve Sırrı’yı örnek veriyoruz.

*

Bu yazıdan sonra gezi direnişi boyunca neredeyse her gün yazılar yazıyordum. Türkiye’de tanınmam biraz da bu dönemde yazdığım yazılarla oldu. Ancak bu yazılar yankısız yazılardı.
İşte yine bu Gezi hareketinin ilk gönlerinde yine Hill Hotel’de bir toplantı oldu. O toplantıyı izlemeye gitmiştim.

Orada Sırrı Süreyya ile girişte karşılaştığımda “Hocam ailece yazılarını okuyoruz” dedi.

Ne kadar sevindiğimi ve mutlu olduğumu anlatamam. Hele “ailece” okumaktan söz etmesi beni iyice şaşırtmıştı. Sanırım bu “aile” cenaze töreninde gördüğümüz kızıydı.

Muhtemelen böyle okunmamda Sırrı Süreyya’yı örnek göstermemin de bir etkisi olabilir. Ama bundan sonra mahalli seçimler ve adaylığı ile birlikte Sırrı Süreyya’yı eleştirilerim başlar.

Bunlar gezi hareketiyle ilgiliydi. Ama artık Gezi, Gezi’den kovulmuş, Parklara ve Dayanışma Forumlarına çekilmişti.

*

9 Temmuz 2013 Salı tarihinde, Gezi Hareketi ve Halkların Demokratik Kongresi başlıklı yazımda şunları yazmışım.

Bu yazıdan da özellikle Sırrı Süreyya ili ilgili uzun bir bölümü aktarıyorum.

Bu yazıda gözlemlerimizi ve orada kısa konuşmamızda söylemeye çalıştıklarımızı bir kez daha derli toplu sunmaya çalışalım.

Önce toplantının yeri ve zamanı ve yapılışından başlayalım.

Türkiye’de tarihin en büyük hareketi patlamış, her yerde Park Forumları var. Bunların en güçlü olanları da Taksim’e bir taş atımı mesafede, Kadıköy ve Beşiktaş’ta.

Hayatla, yaratıcılıkla, hareketle en küçük bir rezonansı olan, onunla aynı telden çalan bir örgüt, Hill Hotel’de toplantı yapmaz. Gider o park forumlarında yapar.

Gezi hareketinin çekirdeğini oluşturan modern ücretliler, çalışan insanlar. O nedenle ancak işten çıkınca toplantılara ve gösterilere katılabiliyorlar. Her akşam Park Forumları saat dokuzdan sonra toplanıyor. Akşamları saat 19.00 ile 21.00 arası da genellikle, daha spesifik konulardaki çalışma grupları vs. toplanıyor.

Hayatla ve hareketle biraz bağı olan bir örgüt, bu forumlara gidip, “biz HDK olarak, burada herkesin katılımıyla ve herkesin gözü önünde böyle bir toplantı yapmak istiyoruz, hali pür melalimizi Gezi Hareketine göstermek istiyoruz, bizi eleştirin. Bunun için burada toplantımızı yapmak istiyoruz. Bize zaman ve yer verin” derdi; Hill Hotel’de yaptığı toplantı için, park forumlarından “üçer kişi”nin gelmesini lütfeder gibi istemezdi.

Böyle bir örgüt, bu toplantıları her akşam ikişer saate yararak her birini ayrı bir parkta yapardı örneğin.

Bütün bunlar ve benzeri şeyler yoktu. Böyle şeyleri düşünecek ruhu, çapı, kapasitesi yoktu HDK ve bileşenlerinin.

Çünkü HDK’nın derdi kendisinin bir şeyler öğrenmesi değil, hareketi kontrol altına almak.

HDK aslında harekete bir şeyler öğretmek bir yana ondan öğrenmek gibi bir sounu olduğunun; hareketin değil kendisinin bir nesne olduğunun farkında değil.

İşin kötüsü, hareketi nasıl kontrol altına alacaklarını problematize ettiklerini bir de utanmadan yazıyorlar ve bunun Gezi Hareketi’nin ruhuyla ve anlayışıyla nasıl çeliştiğini bile kavramaktan uzaklar.

Örneğin, 2 Temmuz 2013 tarihli, HDK İstanbul Bölge Yürütmesi toplantı sonuçlarında şöyle yazılıyor:

“Gezi parkı sürecinde ve sonrasında da Galatasaray’dan Taksim meydanına düzenlediğimiz HDK yürüyüşlerinde sağladığımız görkemli kitlesellik, görünür ve etkili olmamız açısından oldukça başarılıydı. HDK olarak hareket üzerindeki esas ve kalıcı etkimizin bundan sonra yürüteceğimiz çalışmalara bağlı olacağını da asla unutmamalıyız.”

Halbuki, doğru dürüst, ismiyle müsemma bir örgüt, kendisinin hareketin bir yürüyüşünde görünür olmasında övünülecek hiçbir şey bulamazdı; böyle bir bakış ve formülasynun bile bu hareketin ruhuyla çeliştiğini görür; böyle bir övüncü utanç verici bulurdu.

Bu muazzam özneyi, yani Gezi Hareketini, nesneleştiren bir bakış açısının o öznenin dünyasına nasıl uzak olduğunu anlamasa bile sezer, bu sezgi tüm söylemine yansırdı.

Somutlayalım bu zıtlığı.

Böyle bir örgüt, Hareketin içinde HDK’nın görünür olmasının gururuyla değil; hareketin kendi içinde “görünür” veya görünmez ama olmamasının utancıyla konuşurdu.

Böyle konuşan bir örgüt de, Hareketin HDK’da “görünür ve etkili” olmamasının, HDK’nın başarısızlığının bir göstergesi olduğunu söyler; HDK’nın hareket üzerinde değil, Hareketin HDK üzerinde “esas ve kalıcı” etkilerinin nasıl sağlanacağını sorun ederdi.

Tabii sorunu böyle olan bir örgüt de Hill Hotel’de alışılmış protokolleriyle değil, Gezi Parkı direnişinin geliştirdiği yöntemlerle Gezi parklarında, Gezi hareketinin içinde toplantılar yapardı.

Böyle bir mantıkla hazırlanan toplantı da o yıllardır alışılmış bürokratik protokolleri darma duman ederdi. Milletvekilleri, salondakilere danışılma ve oylanma nezaketi bile gösterilmeden, tepeden emrivakilerle konuşturulmazdı örneğin.

Gezi ruhunu kavramış milletvekilleri de öyle protokol önceliğiyle konuşmayı kabul etmez; kendisinin sırasını bekler veya Gezi’de bazı konuşmacıların oradakilerden imtiyazlı muamele istemeleri gibi kendisine imtiyazlı muamele çekilmesi için oylama yapılmasını isterdi.

Sadece Milletvekilleri mi böyle? Her toplantıda bir de kerameti kendinden menkul akademisyenler veya meşhurlar veya titri olan kişiler de aynı şekilde konuşturulur. Bu zaten yanlıştır ama bari Gezi Hareketinden sonra biraz değişim olmuş olsun diye umulur. Ne gezer.

Toplantı yine bütün toplantılar gibi, kerameti kendinden menkul birtakım bürokratların, yine kerameti kendinden menkul birtakım kişileri öne alan planlarıyla yapılıyordu.

Biraz Gezi Ruhu girmiş olsa, gelenlere önceden kotarılmış bir program akışı sunulmaz, gelenlerden hemen bir toplantı divanı seçmeleri ve gündemi belirlemelerini isterdi.

Özetle orada Gezi’nin ruhu yoktu.

Gezi’nin yine de bir etkisi olmuş. Ama bu bürokratlar üzerinde değil, dinleyiciler üzerinde. Nuray Mert, Sırrı Süreyya’nın konuşup gitmesinden sonra ve Sabahat Tuncel’in de öyle yapacağını düşünerek “bu nedir böyle, Sırrı buradayken söylemek isterdim, hemen başa konuyorlar ve Konuşup gidiyorlar, bu nasıl bir saygısızlıktır” anlamında bir şeyler söyleyince, özellikle de forumlardan gelip oraya hasbelkader düşmüş gençler tarafından alkışlandı[2].

Özetle, çağrısı, yapıldığı yer, yapıldığı zaman ve biçim ile tipik bir HDK toplantısıydı ve HDK’nın Gezi’nin ruhuna eski ezberleriyle direneceğini haber veriyordu.

Ancak Gezi’nin taze rüzgarlarının getirdiği temiz hava da HDK’nin küf kokan toplantısına sızmanın yollarını buluyordu. Bu özellikle kimi konuşmacıların konuşmalarında yansıdı.

Toplantının bileşiminde yaş ve cins olarak Gezinin izleri son derece sınırlıydı. Tipik yaşlı kır saçlı veya saçsız kafalar denizi görülüyordu. Gezi hareketinin gençliğinden eser yoktu. Belli ki hareket HDK’nın davetine zerrece ilgi göstermemiş ve dikkate almamıştı.

Aynı şekilde Gezi hareketinde eşi görülmemiş bir kadın katılımı ve onların önde ve konuşmalarda görülmesi her yerde görülürken, burada o da yoktu.

Sadece Geziden gelen çok az sayıdaki insanın ve konuşmacının genç ve kadın olmasında gezinin bileşimi sınırlı bir iz bırakıyordu.

Gezi ruhunu oraya biraz olsun taşıyan bu arkadaşlar da konuşmalarında esas olarak, “siz değişeceğiz diyorsunuz ama aynısınız, örneğin burada bir yığın yaşlısınız ve hala aynı dille konuşuyor bizi nesneleştiriyorsunuz eleştirisini” yaptılar.

*

Gezi Hareketinin oluşumunda, kendisinin de belirttiği gibi, biraz da rastlantısal olarak, tayin edici bir rol oynayan Sırrı Süreyya’nın konuşması da biraz gezi havasını yansıttı.

Bu konuşmanın belli başlıkları gazetelerde epeyce yer aldı. Bir tanesini aktaralım.

“BDP İstanbul Milletvekili ve Gezi direnişinin sembollerinden olan Sırrı Süreyya Önder, Taksim Hill Otel'de düzenlenen "Gezi Direnişi, Çözüm Süreci ve Türkiye'nin Demokratik Geleceği" başlıklı forumda konuştu.

Sol hareketi değerlendiren Önder, sol hareketin durumunu "teşhis koyamayan doktor" olarak tanımladı ve böylece tedavi geliştirilemediğini söyledi. 16 yaşından beri solcu olduğunu ifade eden Önder, "Bizim kadar istikrarlı sıkıcı dünyada başka solcu yok" dedi. Önder, hala 16 yaşında öğrendikleriyle gidildiğini" ifade etti.

Sovyetlerin yıkılışı için "kendimizden başka herkesi suçladık" diyen Önder, dünyanın başka yerlerinde solcuların düşüncelerini revize ettiğini, yenilendiğini kaydetti.

Marksizmin yeniden yorumlanmamasını da eleştiren Önder, solun "Kürdofobik" ve "İslamofobik" olduğunu, bu iki alana hiç dokunulmadığını söyledi. Önder, kadın düşmanlığı ve LGBT bireylere dönük düşmanlığı da ekledi.

'HESAPLAŞMA VE YÜZLEŞME SÜRECİ YOK'

Kürt siyasi hareketi dışında hiçbir örgütün hesaplaşma ve yüzleşme süreci yaşamadığını ve hiyerarşinin değişmediğini ileri süren Önder, sorunların büyük çoğunluğunun buradan kaynaklandığını söyledi.

Sırrı Süreyya Önder, "Bugün ihtiyaç olunan şey; tam bir tersine Leninizm. Yukarıdan aşağı bilinç götürmeyi literatürden çıkarmak gerekir" dedi. Kitleler için "apolitiklik" tanımını tercüme hatası olarak gören Önder, "antipolitik" tanımının daha uygun olduğunu söyledi. Önder, Gezi'deki insanların antipolitik olduğunu ekledi.

'SOL GEZİ'Yİ ÖNGÖREMEDİ'

Önder, direnişe öncülük edenlerin sol siyasal yapılardan gelen insanlar olduğunu ancak örgütlerin ya da HDK'nin meseleyi öngöremediğini belirtti, "Bizlerden oluşan siyasal yapılarımız niye bunu öngöremedi? Böyle bir mecra var ve biz genişleyemiyoruz. Aldığımız oy çeperi belli, biraz kan bağı hareketine dönüşmüşüz" diye konuştu.

Direnişin sahiplenilmesi yaklaşımını da eleştiren Sırrı Süreyya Önder, şöyle devam etti: "Gezi tüm bu örgütlü hiyerarşik yapılara bir reddiyeydi. Antipolitik olma politikanın kendisine ya da politik olanın kendisine değil onun sahadaki yüzlerine, temsilcilerine, uygulayıcılarına ve uygulama biçimlerine dairdi."

Önder, direnişin herhangi bir örgüte mal edilemeyeceğini de ekledi.

Önder, HDK'ye ilişkin eleştirilerini şöyle dile getirdi:

"HDK'yi Gezi Parkını tarif ederek kurmuştuk. Gezi parkında bugün neler olduysa, Gezi parkına kimler geldiyse, kendileri hakkındaki algıyı kimler yer ile yeksan ettiyse, onların bir araya gelemeyiş sebepleri ne ise bütün bunları tarif eden bir yapılanmaydı HDK. En farkına varmayan HDK oldu. Bu bir körlüktür. Trajik olan da şudur, HDK'nın bütün bileşenlerinin bunun ilk 5 gündeki yükünü çekmesidir. Bu kadar çok emekle bu kadar çok hasıla etmesi buna denilmezse başka bir şeye denilmez."

AKP'nin hatayı savunmaya devam ettiğini belirterek, dayatmacı politika ve söylemlerine dikkat çeken Önder, "Kendi kendine yaptıklarıyla kendilerini sıfırlamaya doğru giden bir yönelimin içine soktular kendilerini" dedi.

'ÇÖZÜM SÜRECİNİN TALEPLERİ GEZİ PARKI'NDA'

Önder, barış sürecinde gelinen aşamaya ilişkin de değerlendirmelerde bulundu. İmralı'ya giden heyette yer alan, ancak Gezi direnişi sonrası İmralı'ya gidişi AKP Hükümeti tarafından engellenen Sırrı Süreyya Önder, Gezi direnişinin barış sürecine karşı olduğu değerlendirmelerini eleştirdi. Önder, iktidar ile söylemlerin aynı olması durumunda bir yanlışlık olacağına dikkat çekerek, "Askeri vesayet arayan, cumhuriyet mitingi arayan AKP'nin herhangi bir oluşumuna baksın yeter. Kürtler bunu anlayamadı" dedi. Ancak Kürt hareketinin tamamının bu şekilde düşünmediğini söyleyen Önder, Öcalan ve KCK'den gelen açıklamaların bakış açısını değiştirdiğini kaydetti.

Çözüm sürecinin taleplerinin Gezi Parkı'nda olduğunu söyleyen Önder, "Barışı aslında halklar sağlar. Barışı halklar sağlamamışsa yukarıdan aşağı tesis edilecek bir barışın kalıcılığı olmaz. Birbirini bütünleyecek bir sürecin ve fırsatların eşiğindeyiz. İnanıyorum ki konferansımız bu süreci de tartışarak, sentezleyerek gerçekten bütün siyasal yapılar için aydınlatıcı, yol gösterici bir pusula çıkarabilecektir" dedi. (ETHA)”

Sırrı Süreyya’dan sonra yine birkaç protokol konuşması oldu.

Dinleyicilere söz verilince ilk söz alanlardan oldum ve kısa konuşma süresinde esasen HDK’ya başından beri yaptığım eleştiri ve önerileri kısaca tekrar yaptım.

Sırrı Süreyya genel ve kategorik eleştiriler yapmıştı ama somut olarak neler yapmak gerektiği hakkında somut bir şey söylememişti. Bunu yapmaya çalıştım. Daha önce de defalarca yaptığım iki somut öneriyi tekrarladım. Onlar şunlardı:

Örgütsel olarak: HDK’nın örgüt temsiline derhal son vermesi, bireysel üyelik sistemine geçmesi, örgüt ve eğilimlerin bireysel üyelerinin nicelik ve nitelikleri üzerinden etki sağlamasının doğru ve meşru olacağı.

Programatik Olarak: Kürtlerin tanınması değil, Türklüğün tanınmaması ile Ulusal sorunun çözülmesi. Yani Türklere statü tanımış bir Türk Cumhuriyeti değil; Türklüğe veya başka bir şeye statü tanımayan bir demokratik cumhuriyet.

Sanırım bundan başka somut bir öneri yapan olmadı.

Pardon, somut bir öneri bana cevap olarak Levent Tüzel’den geldi. Önerilerimi reddetip tam tersini savundu. Öyle örgütsel temsil falan ortadan kalkmaz, biz aynen devam etmeliyiz anlamında konuştu.

Teslim etmek lazım ki bu da somuttu.”

*

Dikkat edilirse, burada henüz Sırrı Süreyya’nın eleştirisi yoktur, aslında konuşmasında bir yığın yanlış ve yerleşik kanaatler ordusunun tekrarları vardır (Leninist örgüt hakkında söyledikleri vs.) ama bunları konuyu dağıtmamak için öne çıkarmam.
Fakat artık HDK hakkında yaptığım eleştiriler artık nesnel olarak onun davranışlarını da kapsamaktadır.

*

Bundan sonra Gezi hareketi içinden Gezi hareketinin seçimlerde kimi aday göstereceği gibi bir tartışma başladı. Bunu özellikle CHP’liler teşvik ediyordu. Ben ise bunun hareketin sağlıksız bir bölünmesiyle sonuçlanacağı, hareketin somut talepler ortaya koyup, bu talepleri destekleyen ve kabul eden adayları destekleme gibi bir pozisyon benimsemesini savunuyordum.

Ancak daha sonra Sırrı Süreyya’nın aday olacağı duyulmaya başlayınca buna da karşı çıktım. Böylece ilk hayal kırıklığını yaşamış oluyordum ve aramızdaki politika ve taktiklere ilişkin makas açılmaya başlıyordu.

29 Temmuz 2013 Pazartesi tarihli Gezi Hareketi, HDK, Sırrı Süreyya ve Adaylık başlıklı yazımda şu eleştirileri yapıyordum:

“Dün, HDK’nın Kadıköy’de yapılan olağanüstü İstanbul kongresinde, Sırrı Süreyya’nın yaptığı konuşmada, neredeyse İstanbul belediye başkanı adayı olduğu anlamına gelecek bir konuşma yaptığı anlaşılıyor. Kendisi bunu kast etmediyse bile herkes öyle anlamıştı. Bugün gazetelerde de bu anlamda haber ve yorumlar var.

Bu vesileyle konuya ilişkin radikal demokrat bir yaklaşımın ne olduğunu ve olması gerektiğini ele alalım.

Gezi Hareketi bu devlete ve sisteme karşı bir direniş, toplumun bir alternatif örgütlenme denemesi anlamına geldiği sürece genişleyebilir, birleştirebilir ve toplumu değiştirme özelliğini koruyabilir.

Bunun için de daha yolun çok başındadır. Burada “alternatif bir toplum” derken kimilerinin anladığı türden, bu toplumun içinde sözüm ona küçük başka toplum adacıkları anlamına gelen çocuksu bir ütopizmden söz etmiyoruz. Her şeyden önce bu devlete alternatif bir devletten söz ediyoruz. Bu devlet ulusu Türklükle tanımlamışken, merkezi ve bürokratik bir aygıt olarak orada duruyorken alternatif olmak demek, Türklükle tanımlanmamış, merkezi ve bürokratik olmaya karşı bir iktidar demektir. Alternatif olmaktan bunu anlamayan her söz var olan devletin ve sistemin destekçisi olmaya mahkûmdur. Şunu akıldan bir an için çıkarmamak gerekir: En gerici milliyetçilikle tanımlanmış, merkezi, bürokratik, militer bu devlet bir demokrasinin ve halkın kendi egemenliğinin aracı olamaz.

Yani Gezi Hareketi, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bir Demokratik Cumhuriyet’in tohumu olmalıdır. Bir alternatif örnek olmalıdır.

Bu devlet Türklerin devleti ise, Gezi Hareketi Türklüğün, Kürtlüğün hiçbir politik anlamının olmadığı, kişilerin özel sorunu olduğu, herkesin ana dilinde eğitim hakkı olduğu; herkesin aynı insanlık tarihini okuduğu, diyanetin olmadığı vs. bir devleti savunmalı ve örneğini sunmalıdır; yani Türklerin değil, demokratların devleti olmalıdır tabiri caiz ise.

Bu devlet vali ve kaymakamlar eliyle merkezden yönetiliyorsa, Gezi Hareketi merkezin hiçbir iktidarının olmadığı, merkezi iktidarın ancak mahalli birimlerin kendi rızalarıyla verdikleri kadar bir yetkisinin olduğu bir devleti savunmalı ve örneğini sunmalıdır.

Bu devlet, fikir, örgütlenme özgürlüklerini kısıtlıyorsa, Gezi Parkları, forumları bu özgürlüklerin sınırsızca kullanıldığı ve kullanımının garanti altına alındığı özgürlük adaları olmaya çalışmalıdır.

Bu devlet basın, yayın, medyayı devletin ve sermayenin eline vermişse, bunları kamulaştırıp, her toplum kesimi ve örgütüne oy oran veya nüfus içindeki oranı ölçüsünde dağıtıldığı bir toplumun örneğini sunmalı ve bunu savunmalıdır.

Bu devlet ticari sırlar, devlet sırları diyor ve ihsanların tüm yaşamını kontrol altında tutuyorsa, Gezi Hareketi, devlet sırları ve ticari sırları tanımadığını; devletin, şirketlerin, kurumların her türlü karar, toplantı, uygulama vs. tüm bilgilerinin tüm vatandaşlara açık olmasının örneğini sunmalı ve savunmalıdır.

Bunlar uzatılabilir. Gezi Hareketi bunları toplumun gündemine taşıyıp ezberleri bozmalı, karşı iktidar organları haline dönüşmelidir. Ancak o zaman bir şeyleri değiştirme kapasitesi gösterebilir. Ancak o zaman en geniş kitleleri birleştirebilir ve değiştirecek bir güç birikimi sağlayabilir.

Gezi hareketi içindeki gerçek demokratlar ya da radikal demokratlar esas bu sorunları Gezi Hareketinin gündemine taşımaya çalışmalıdırlar.

Buna karşılık iki farklı eğilim bulunmaktadır Gezi hareketi içinde. Biri küçük burjuva ütopyacılığı, diğeri ise burjuva reformizmi denebilir. Ve bunlar birbirine hızla dönüşebilirler.

Küçük burjuva ütopyacılığı, var olan devlete dokunmadan, sözüm ona başka türlü bir yaşamın örgütlenebileceğinden söz eder ve bu sorunlardan kaçmak için hareketi ayrıntılar üzerine yoğunlaştırır. Son duruşmada küçük bir takım sistem içi düzeltmeler uğruna enerjiyi tüketir. Sisteme destek olacak bir reformizme evrilmesi mukadder bir sözüm ona radikallik olarak kalır.

Bir de burjuva reformist denebilecek, özellikle CHP ve ulusalcılarda görülen, hareketi seçimlerde kimin destekleneceği tartışmasına çekmek isteyenler veya hareketin bir parti gibi örgütlenmesini isteyenler. Yani hareketi bir alternatif devlet ve toplum projesi ve denemesi olmaktan çıkarıp bir muhalif partiye dönüştürmek veya bir partinin etkisine almak isteyenler.

Gezi hareketi buna kesinlikle direnmelidir. Bu tartışmaya girmemelidir. O aday göstermek veya bir partiyi desteklemek gibi bir tartışmaya girdiği an biter ve bu düzenin basit bir parçası olmaktan başka bir işlev göremez.

Gezi hareketi kendi hedef ve taleplerini gerek ülke ölçüsünde gerek şehirler ve bölgeler düzeyinde somut olarak koymalı, bunun için de tartışmayı kişiler veya partiler düzeyinden yapılması gerekenlere, yani programa çekmelidir. Bizzat bu program tartışmasının kendisi esas büyük değişim aracıdır. Hareketi oluşturan bireylerin kime oy vereceğinin kendisinin konusu olmadığını açıkça ortaya koymalıdır.

Diyelim ki İstanbul için, yayanın en baş öncelikli, bisikletin ikinci, toplu taşımanın üçüncü, bireysel vasıtanın ise en pahalı ve zora koşulmuş olduğu bir trafik ve şehircilik sistemini somut talepler halinde nasıl formüle edileceğini veya bizzat bu önceliklerin sırasını tartışmalıdır. Bunu tüm topluma nasıl duyuracağını, bunlar etrafında toplumu nasıl örgütleyeceğini tartışmalıdır. Ondan sonra hareketi oluşturan bireyler, bu konularda adaylar ne diyor diye bakarlar. Tesadüfen önerilenleri yapacağını söyleyen bir aday çıksa bile, o adayı desteklemeyi reddetmelidir, kendini oluşturan bireylerin anlayışına güvendiğini söylemelidir.

Gezi Hareketinin seçimler ve partiler konusundaki tavrı esas olarak böyle olmalıdır.

*

Peki, şimdi ne görüyoruz?

HDK ve Sırrı Süreyya Önder tarafından, CHP’den veya ulusalcılardan farksız bir biçimde, Gezi Hareketini bir kimin aday olacağı tartışmasına çekildiğini.

Sırrı Süreyya harekette prestiji olan ve sevilen bir insan. Onun yapması gereken yukarıdakilerdir.  Ama ne görüyoruz, bu rüzgârı arkasına alarak aday olmaktan söz ettiğini. Yani hareketi öldürecek, sistem içine hapsedecek bir tartışmaya çektiğini.

(Aday olsa seçilemez, hatta CHP’ye gidecek kimi oyları böleceği için AKP’nin istediği bir adım anlamına gelir bu somut politika açısından. Kaldı ki, seçilecek bile olsa bundan yüzde yüz emin olsa bile, konuyu adaylığına değil, nelerin yapılması gerektiğine, programa çekmesi gerekir. Devrimcinin, demokratın seçimlere ilişkin tavrı bu olmalıdır.)

HDK şaşırtmıyor. Çünkü HDK zaten içi boş, bürokratik, parçalanması gereken bir kabuktur, bir yüktür.

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Öcalan’ın Türkiye’deki bütün toplumsal muhalif hareketlerin bir arada bulunup, ortaklaşacağı bir kitlesel örgüt önerisi idi; Kürt hareketinin bir ulusal hareket olmaktan çıkıp bir sosyal harekete dönüşmesinin, “Türkiyelileşmesinin” bir yolu olarak önerilmişti.

Ama gerek Kürt hareketine ve özellikle de BDP’ye egemen olan, padişah olsa soğanın cücüğünü yemekten ötesini düşünemeyenler gibi, bağımsız bir Kürt devletinden başka ufku olmayan Kürt burjuvazisi, gerek Türk sosyalist örgütleri, bu öneriyi iğdiş edip, içi boş, bürokratik bir çatı örgütüne dönüştürdüler. (Hem de bunu ilk kongrede bu satırların yazarını sabote ederek yaptılar. Bu karşı devrimin, Bonapartist darbenin ayrıntılı hikâyesi Bloğumuzda bulunmaktadır.) Her zaman olduğu gibi Öcalan’ın önerisinin içini boşalttılar. Öcalan bir bakıma tam da bu Gezi Hareketi’nin doğmadan kullanabileceği, içinde örgütlenip kendini hazırlayabileceği bir organ önermişti.

Bu haliyle HDK bir engeldir ve hareketin yıkması gereken, parçalaması gereken bürokratik bir yüktür.

Burada bir kere daha tekrarlayalım. HDK eğer bir parça dürüst demokratlardan oluşuyorsa yapması gereken, örgütsel temsile derhal son verip, tümüyle bireysel katılım üzerinden tüm organlarını alttan üste seçmelidirHer üyenin tüm üyelere doğrudan ulaşıp çoğunluğu kazanabileceği bir mekanizmaya dönüşmeli ve bunun olanaklarını sağlamalıdır. Ve derhal tüm park forumlarının katılımcılarını üyesi olduğunu ilan etmelidir.

Bunları kimse duymak bile istemiyor.

*

Sırrı Süreyya ya da Demirtaş, İstanbul Belediye Başkanlığı üzerine adaylık tartışması başlatacak yerde, kongrede tartışmayı böyle somut bir konuya çekse, bunu BDP’nin ve toplumun gündemine çekse, çok daha demokrat bir iş yapardı.

Ama bu konularda susmak; BDP’nin nasıl bir bürokratik mekanizma olduğunu ifşa etmemek; hatta bunu savunmak; insanları bu mekanizmayı parçalamaya ve demokratik bir mekanizma örgütlemeye çağırmamak; gündemi buraya çekmemek ama bir adaylık tartışmasını başlatmak; hem BDP’nin ve HDK’nın tutucuğunu karşısında susarak, onlara zımnen onay vermek hem de Gezi Hareketini ölümcül bir tartışmaya çekmek anlamına gelir.

Bu vesileyle BDP, HDK ve HDP (Halkların Demokratik Kongresi’nin Parti adını almış biçimi) ve seçimler konusunda da bir iki söz edelim.

Seçimlerde “Kürt İlleri”nde, BDP adıyla seçime girilmesi, “Batı” da HDP adıyla girilmesi konuşuluyormuş.

Bu da tipik HDK’yı ve daha önceki bütün girişimleri olmamışa çeviren, Kürt burjuvazisi ve bürokratik Türk sosyalisti yaklaşımıdır. Yani Kürt burjuvazisinin Türkler ayrı, biz Kürtler ayrı; Türk sosyalistlerinin de tersinden aynı anlama gelen mesajıdır.

Bizim yaklaşımımız ise, demokratlar ve demokrat olmayanlar bölünmesini yaratmak olmalı, demokratlar ve demokrat olmayanların saflarını netleştirmeye yönelik politika yapmalıyız.

Yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı olanlar; Türklüğün, Kürtlüğün, Müslümanlığın,  Hıristiyanlığın vs. hiçbir politik anlamının olmadığı bir demokratik cumhuriyet için mücadele edenler ile ulusların Türk ve Kürt vs. olarak örgütlenmesini savunanlar olarak bölünmesi.

Böyle demokratik bir yaklaşımı olan, Kürdistan’da Kürt Partisi, Türkiye’de Türk Partisi (HDP) anlamına gelecek bir yaklaşıma prim vermez.

Ya tüm Türkiye’de ve Kürdistan’da(Baştan aşağı demokratik olarak örgütlenmiş, yani bugünkü bürokratik yapısı parçalanıp yeni baştan kurulmuş) HDP olarak girilmeli ya da bütün Türkiye’de ve Kürdistan’da BDP olarak.

Bunun dışındaki öneriler ve çözümler, Demokrasiye ve Demokratik Cumhuriyet’e karşı, Türklerin ve Kürtlerin birer suikastıdırlar.”

*

Bu adaylık olayından sonra sanırım Sırrı Süreyya ile aramızdaki makas giderek açıldı. Benim için aday olması büyük hayal kırıklığı idi.

Bundan sonra çeşitli vesilelerle çok eleştirdim ama bunlar içinde en önemlisi Demirtaş’ın HDP eş başkanlığından uzaklaştırılması dönemindeki tavrıdır.Aslında o zamanki adı ne olursa olsun, HDK, HDP vs. gibi örgütlere yönelik eleştirilerimin hepsi onların politikalarını destekleyen ve uygulayan Sırrı ve Ertuğrul’un da eleştirileridir. O politikalara karşı çıkmamaları, karşı öneriler getirmemeleri onların sorumluluğunu elbet onların sırtına da yüklüyordu.

Ama bunların geçiyorum. Kanımca en önemlilerinden ve Sırrı Süreyya’nın çok büşük bir sorumluluğu olduğunu bildiğim, Demirtaş’ın Eşbaşkanlıktan alınması olayına geliyorum.

Ben Demirtaş’ıh elbette Kür hareketinin çıkardığı en yetenekli lider olduğu görüşündeyim. Ama aynı zamanda Demirtaş’ın da eksik ve yanlışları olduğunda onu çok eleştirdim. Çünkü bu yanlışların ağır sonuçları oldu ve oluyor.

Blinir ya da bilinmez, Demirtaş başlangıçta HDP’ye katılmamıştı. Diyarbakır’a çekilmişti ve “Türkiyelileşme” projesine pek iyi bakmadığı söyleniyordu. Ancak bu direnişini kırmak ve Kürtleri projeye katmak için başkanlık önerildikten sonra HDP’nin başına geçti.

Geçer geçmez de çok büyük bir yanlış yapıp HDP’nin ayağına gelmiş bir fırsatı tepti. Çünkü Başkanlık seçimleri vardı ve CHP bir MHP’liyi aday göstermeşti. CHP’liler hayal kırıklığı içindeydi. Keza mütedeyyinler içinde de giderek büyüyen bir hayal kırıklığı vardı. Erdoğan adım adım diktatörlüğünü örüyordu ama henüz daha sonra kazanacağı gücü yoktu. Bu koşulda HDP, hem mütedeyyinlerin hem Laiklerin hem de Kürtlerin destekleyebileceği bir aday önerip, CHP’nin adayının önünde ilk turu geçebilecek ve böylece Erdoğan’ın ilk turda seçilmesini engelleyecek bir aday gösterebilirdi. Ben şahsen bazı arkadaşlarımla birlikte buna en uygun aday olarak Bekaroğlu’nu önermesi gerektiğini düşünüyordum. Önemli olan Erdoğan’ın önünün kesilmesiydi. B projeyi destekleyen ve organlara getiren Ayhan Bilgen gibi HDP’ller de vardı.

Ancak Selahattin Demirtaş, organlarda görüşülüp, tartışılıp karara bağlanmadan bunun önünü kesmek için bir emrivaki ile kendi adaylığını açıkladı. Aslında Erdoğan’ın kazanmasının önünü açmış oldu. HDP ayağına gelmiş harika fırsatı tepti, demokrasi mücadelesinin akıllıca bir adayla önüne geçebilirdi. Hatta Erdoğan’ın kazanmasını engelleyebilirdi. Tıpkı 2023 seçimlerinde yapılan hatanın bir benzeriydi. Ayağa gelen bir fırsat tepilmişti. Ama Demirtaş bunu kendi aldığı oy oranıyla bir bayarı gibi göstermeyi de bildi.

Her neyse, Demirtaş’ın iyi bir uygulayıcı ama kötü bir teorisyen ve stratej ve de taktisyen olduğu ortaya çıkmıştı. Verili bir politikayı anlatmakta başarılıydı. Tıpkı Sırrı’nın sevimliliği gibi batının seveceği bir yanı vardı. Ama bu alanda da bir uçtan diğer uca savrulmuştu. Batının şehirlilerinin kendisini sevdiğini görünce onların suyuna giden politikaları ve yaklaşımları savunur olmuştu.

Hasılı benim Demirtaş’a karşı önemli eleştirilerim vardı ve bunları da her vesileyle yazıyordum.

Ama başkanlıktan uzaklaştırılmasının kabul edilebilir hiçbir yanı yoktu.

Birincisi tepeden komiserler eliyle yürütülen bir operasyondu. Çünkü küzük çerçevesinde tartışılıp oylama yapılsa bile Demirtaş’ın kayması çoğunluğu sağlardı.

Öte yandan, eş baykanları içeri alındılar diye bulundukları makamlardan uzaklaştırmak resmen Erdoğan’ın hukuk dışı rejimini bir örgüt içi operüsyon için kullanmak anlamına gelirdi.

Ve nihayet, hapisteki bir başkanın, tam da aksine hapiste olduğu için, başkan olarak tutulması gerekirdi en azından formel olarak.

Bütün bu gibi gerekçelerle Demirtaş’ın başkan kalması için ve Kongrede aday gösterilmesi için Change.org aracılığıyla imza kampanyası açtım. Demirtaş’ın uzaklaştırılmasını eleştiren yazılar yazdım. Demirtaş da satır aralarında kalmak istediğini ifade ediyordu. Ve öyle görülüyordu ki, Demirtaş aday gösterilmesine itiraz etmeyecekti ve muhtemelen seçilecekti.

Bu durumda Sırrı Süreyya Devreye sokuldu. Duyduğuma göre Kongreden önceki gece özel izinle Demirtaş’a gidiyor ve ondan “ıslak imzalı” aday olmayacağına dair kağıt alıyor. Ertesi günü de Kongreyi yönetmekle görevlendiriliyor. Bütün bunlarla yetinmeyip, Islak İmszalı kağıdı gösterdikten sonra Kongre başkanı olarak, Başka aday önerisi olan var mı diye soru bile sormuyor. Yani Tepeden yapılan bu Demirtaş’a karşı darbenin fiili ve baş uygulayıcısı oldu.

Bu andan itibaren benim Sırrı Süreyya’ya olan güvenim kayboldu. En azından bu yanlışa ortak olmamasını beklerdim. Baş uygulayıcı olması benim en büyük hayal kırıklığım oldu.

Aşağıdaki yazıda bu konuyu ele alıyorum. Yazıyı olduğu gibi aktarıyorum ki Sırrı Süreyya’nın nasıl bir yanlış yaptığı daha iyi görülebilsin.

Demirtaş’ın Eş Başkanlıktan alınmasına sessiz kalması bir dereceye kadar anlaşılabilirdi. Bu apaçık yanlışlara ses çikarmama çizgisinin bir devamı olarak görülebilirdi, ama o yanlıyın hem de tüm demokratik teamülleri ve tüzüğü bile çiğneyerek baş uygulayıcısı olmak, bu kabul edilebilir ve anlaşılabilir değildi.

*

12 Şubat 2018 Pazartesi

Demirtaş’ın Eş Başkanlıktan Tasfiyesinin Kroniği - Kim Kazandı?

Önder Apo'nun Kürt sorununun çözümü konusunda da ön açıcı çözümlemeleri olmuştur. Bunları devlet, iktidar ve ulus çözümlemelerinden ayrı ele almak mümkün değildir. Özgürlükçü, demokrat ve bir sosyalist olarak Kürt sorununun çözümünü devlet olmada değil, demokratikleşmede görmüştür. 20. yüzyılda çekilen büyük acılar esas olarak, her ulusa bir devlet anlayışının, kapitalizmin ve onun siyasal formu olan ulus devlet anlayışı sonucu olduğunu ortaya koymuştur. Bu açıdan bölge ülkelerinde demokratik devrimi ve demokratikleşmeyi hedefleyen bir mücadele çizgisini Kürt halkının ve Özgürlük Hareketi'nin önüne koymuştur. Eğer inkar ve soykırım politikası yoksa, demokratik siyasal çözüm zihniyeti varsa çatışma içine girmeden sorunu çözebileceğini herkesin önüne koymuştur.”

Mustafa Karasu “Komplonun 20. yılında Önder Apo’yu anlamak

HDP’nin dün yaptığı Kongre Demirtaş’ı başkanlıktan alma kongresiydi. (Bu kongrenin iktidarın baskılarına karşı bir direniş ve HDP’yi sahiplenme gösterisi yanını herkes yazdı yazıyor yazacak. Bunlar sorunun esas önemli yanı değildir. Önemli yanı tartışmadan kaçırmanın aracıdır.) Bu amaca ulaşıldı.

Peki, Demirtaş’ın tekrar eş bakan seçilmemesi (diplomatik olarak böyle ifade ettik ama gerçek anlamını vurgulamak için daha net bir kelime kullansaydık “tasfiyesi” sözcüğünü kullanmak gerekir) ne anlama gelmektedir?

Öcalan, yukarıda alıntılanan Karasu’nun ifade ettiği amaçlara ulaşabilmek ve bir Kürt olarak ezilmekle birlikte bu amaçları benimsemeyenlerin (yani Öcalan’ın kendi deyimiyle “ilkel milliyetçilein”, sosyolojik olarak ifade edersek, Kürt egemen sınıflarının) ağırlığını ve gücünü dengeleyip nötralize edebilmek için üç güce dayanmaya çalışan bir strateji izledi: kadınlar, yoksul gençler ve özellikle Türkiye’nin Batı’sında yaşayan gerek sınıfsal olarak, gerek diğer nedenlerle (din, cins, dil vs.) ezilenler.

İlk ikisine nispeten kolayca ulaşıp bir denge oluşturabiliyordu. Sonuç olarak bunlar da Kürt direniş hareketinin içindeki güçlerdi.

Ama üçüncüye gelince, esas zor olan ama başarılırsa zaferi kazandıracak olan da buydu.

Bu nedenle yıllarca onlarla bağ kuracak, onlardaki ön yargıları yıkacak, onları kazanacak köprü başları, bağlantı noktaları oluşturmaya çalıştı.

Bu nedenle örneğin Pınar Selek gibi bu kesimlerden gelen ve onlara bir niyet mesajını verecek isimleri öne çıkardı, gazetenin başına getirdi; kendisinden ve Kürt hareketinden kaçan Türk solcularını, seçim ittifaklarında bonkörce verdiği milletvekillikleriyle yanında tutarak bu mesajı vermeye çalıştı.

Bu nedenle Sırrı Süreyya gibi, Ertuğrul kürkçü gibi isimleri her zaman öne çıkarttı.

Ama tarihin ilginç istihzası, bunu bunların hiçbir, yani esas olarak Türklerin içinden gelen biri değil (olamazdı da çünkü Türk solcuları 80’lerin başından beri artık yükselen değil gerileyen ve çürüyen bir hareketin ürünüydüler ve kendi devrimci geçmişlerini, geleneklerini ve bildiklerini unutuyorlardı) yükselen Kürt hareketinin içinden çıkan biri başardı: Selahattin Demirtaş.

Türkiye’nin batısında yaşayan insanların en hassas tellerine dokunmayı başardı.

Dolayısıyla kendi eğilim ve niyetlerinin ötesinde Batı’da Öcalan’ın, yukarıda Karasu’nun kısaca özetlediği, programının cisimleşmiş ifadesi oldu.

Bu nedenle bir sembol ve bayrak işlevi vardı.

Savaşta bayrakların her zaman büyük önemi olur, hele geniş kitleler nezdinde. Onlar etrafında toplanılacak bir nirengi noktası gibidirler.

Demirtaş’ın tasfiyesi Öcalan’ın yıllarca uğraşıp nihayet ilk somut ürünlerini gördüğü stratejinin (ve tam da ulaşılmaya çalışılan kesimlerin Erdoğan’ın İslamcı bir diktatörlük kurma niyetleri ve bu yöndeki saldırılarıyla nihayet kitlesel bir yankı bulabilecek kıvama geldiği bir noktada) terkinden başka bir anlama gelmez.

Siz başka niyetlerle yapsanız bile bu kesimler bunu böyle anlayacaklardır.

Artık 7 Haziran seçimlerinde HDP’ye oy veren Alevi ve Laikler, Böke’lerin, Cihaner’lerin yönetim aygıtında yer aldığı CHP’ye dönebilirler ve döneceklerdir.

HDP, yıllardır içinden çıkmaya çalıştığı Kürtler gettosuna kapanacaktır. Seçilen isimler de zaten bu mesajı vermektedir Öcalan’ın yıllarca verdiği ve vermeye çalıştığının aksine.

Sezai Temelli “bileşen” denilen kişiliksiz, çürüyen ve bürokrat Türk solunun bir temsilcisi olarak oradadır, bir dolgu maddesidir.

Buldan ise, Türkiyelileşme projesinin terkinin sembolik ifadesidir.

Sorun Kürt Özgürlük Hareketi’nin, (haydi bu diplomatik ve sosyolojik ve de hukuki bakımdan zararsız kavramı bir yana iterek daha açık konuşalım) Kandil’in niye böyle bir karar aldığıdır.

(Şeyleri diplomatik değil gerçek isimleriyle ifade edersek, HDP Kongresi aslında Kandil’in aldığı bu kararın HDP organlarından geçerek resmiyet kazanmasıdır. İşin kötüsü devlet de herkes de bunun böyle olduğunu bilir, böyle bilmese de böyle anlar ama böyle değilmiş, sanki böyle bir şey yokmuş gibi analiz yapar.

Bizim meşrebimiz bu değildir. Ezilenleri ciddiye alanlar gerçeklere dayanırlar analizlerinde ve çıkarsamalarında ve bunları da açıkça yaparlar gizlemezler. Hele devletin ve egemen güçlerin bildiğini halktan ve kitlelerden gizlememeye çalışırlar.

Çeşitli iddialar ve söylentiler var. Bunları bilemeyiz ama bildiğimiz bir şey var.

Bu karar Öcalan’ın yıllarca bin bir zahmetle oluşturduğu stratejinin fiili terkidir.

Sonuçları da çok yıkıcı olacaktır. Hatta hendeklerden bile daha yıkıcı. Kürt hareketinin tam tecridini getirecektir.

7 Haziran sonrasındaki hendekler ve özerklik ilanları eğer yoksul Kürt gençlerinin bir sola sapmaları idiyse, gerçek önderler bunlara karşı durur ve bu baskıya teslim olmazdı.

Maalesef bu yapılmamıştı. Sonra utangaç da olsa yapılanın yanlış olduğu kabul edildi.

Şimdi tam tersine Kürt egemen sınıflarının, “ilkel milliyetçilerin” baskısı ile Türkiyelileşmenin terk edildiği mesajı veriliyor.

Hendekler bir “sol” savrulma idiyse bu sefer tam sağa savruluyor Kürt hareketi.

Bu sağa savruluşun ağır sonuçları çok geçmeden görülecektir.

*

Politika cesaret, kahramanlık, fedakarlık üzerinden yapılmaz.

Herkesin böyle olduğu kabul edilerek politik, stratejik, taktik ve örgütsel sorunlar tartışılabilir.

En büyük fedakarlıklar ve cesaretler son derece yanlış strateji ve taktiklerin aracı olabilir ve bu korkunç kayıplara yol açabilir.

HDP’nin, ya da Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu sağa ve “sol”a savrulmaları, geçen yüzyılın 30’larında Sovyetler Birliği ve komünist partilerin sola ve sağa savrulmalarına benziyor.

O zamanlar Komünist Partiler Almanya’da “sol”, İspanya’da sağ politikalar (dünkü Hendekler ve bugünkü Demirtaş’ı tasfiye politikaları gibi) Avrupa’nın Faşizm egemenliği altına girmesine ve bu da Hitler’in Sovyetlere saldırmasının yolunu açmıştı. (Erdoğan’ın diktatörlüğünü oturtmasının yolunu açıyor.)

Evet sonunda Hitler yenilmişti ama nice kayıplar karşılığı, bunlar çok daha az kayıpla ve daha öncesinde engellenebilirdi.

Bugünün tek farkı şudur. Bugün Türkiye’de, o zamanlar Avrupa’da yenilgilere yol açan politikaların benzerleri izlenirken, Suriye’de aynı zamanda “İkinci Dünya Savaşı”nın benzeri yaşanıyor. Yani Nazi ordularının yenilgisi gibi Erdoğan-Ergenekon diktatörlüğünün ordularının başarısızlıkları yaşanıyor. O zaman birbirini izleyen aşamalar şimdi aynı zamanda bir arada yaşanıyor. Bunlar belki bir ölçüde Türkiye’de (yani o zamanın Avrupa’sında) yapılan yanlışları amorti edebilirler. Ama Türkiye’deki politikalar da Suriye’deki kazanımları yok edebilir.

Buraya kadar Kongre’nin gerçek kararının gerçek sonucunun politik anlamını ele aldık.

Şimdi bu kararın nasıl alındığına bakalım.

*

Demirtaş’ın (Türkiyelileşme ve Erdoğan’a karşı uzlaşmasız mücadele) projesinin ve stratejisinin tasfiyesinin vardığı en son noktadan başlayalım. Çünkü bu yapılanın anlamını en açık şekilde vurguluyor.

Şu haberi okuyalım:

HDP’nin merkezi kurulları belli oldu…”

HDP 3. Olağan Kongresi’ne sunulan Parti Meclisi listesi, delegelerin oylarıyla kabul edildi. Selahattin Demirtaş PM listesinde 1’inci sırada yer aldı.

Pervin Buldan ve Sezai Temelli’nin eş genel başkanlığa seçildiği HDP 3. Olağan Büyük Kongresi’nin Parti Meclisi (PM) listesi de belli oldu. Selahattin Demirtaş listede birinci sırada, Serpil Kemalbay ise ikinci sırada yer aldı. Delegelerin oylarıyla seçilen yeni PM üyeleri şunlar:

Selahattin Demirtaş, Serpil Kemalbay, Adalet Aydın Sözkesen, Adnan Selçuk Mızraklı, Ali Kenanoğlu, Ali Özkan, Ali Ürküt, Alican Önlü….”

Deniyordu ki, Selahattin Demirtaş’ın hapiste olması parti ve örgüt görevlerini yapmasına engel oluyor.

Peki “Parti Meclisi”nde olmaya niye engel olmuyor?

Parti meclisi toplantılarını Edirne hapishanesinde mi yapacak?

Çok açık ki, bütün o Demirtaş hapiste parti görevlerini yapamıyor sözleri Demirtaş’ın eş başkanlıktan alınmasının bahaneleriymiş.

Şimdi de şöyle bir gerekçeye sığınabilirler: “Demirtaş’ın Parti Meclisi üyeliği semboliktir elbette toplantılara ve tartışmalara katılmayacaktır. Bu ona saygımızın bir ifadesidir”

Peki o zaman da şu ortaya çıkar.

Eğer sembolik olmaya ve saygıya bunca değer veriliyorsa, neden Eş Başkanlığa tekrar seçilip, yine fiilen sembolik ve Erdoğan’a karşı (Demirtaş) senin arkandayız mesajı verilmedi?

Örneğin biz Demirtaş tekrar eş başkan seçilsin ama ikişer üçer yedek veya ikinci eş başkanlar seçilir ve onlar aracılığıyla fiilen işler yürütülür önerisi yapmıştık. Semboller önemliyse ve formüller bulunuyorsa neden böyle bir çözüm aranmadı?

Bütün bu yolların düşünülmemiş olması, Demirtaş’ın eş başkanlığa bir kez daha seçilmemesinin anlamını, bizzat bu kararı alanların herkesten çok bildiğini ve kararın tam da bu mesajı vermek için alındığını gösteriyor.

Yani sorun ne hukuki veya fiili ve örgütsel engeller, ne de bir yere seçilmenin sembolik anlamlarını bilmemek değil, tam aksine bu anlamın çok iyi bilindiği.

Tabanın tepkisini sönümlendirmek için Parti Meclisine seçilip aman gözlerden kaçmasın diye, ismin baş harfi sıralaması bile çiğnenerek listenin en başına koyularak “içiniz rahat olsun, o bizim bir parçamızdır” mesajı veriliyor; ama aynı zamanda Erdoğan-Ergenekon diktatörlüğüne, “bakın Demirtaş gibi artık hiçbir şekilde kabul edemeyeceğiniz birini başkanlıktan almış bulunuyoruz, artık öyle uzlaşmaz değiliz” mesajı veriliyor.

Bütün bu mesajlar, hep arka planlarda yapılmış veya yapılan bazı temas ve pazarlıkların dışa vuran izleri.

Devletle gizli pazarlık yapılmaz. Her halde şu “barış süreci” denen süreç bile bunun her zaman devlete yarayacağını göstermiştir.

Devlete karşı ancak açıklıkla mücadele edilebilir.

Her şey en geniş kitlenin önünde açıkça ve açıklıkla tartışılırsa ancak devletin oyunları bozulabilir.

Bilmiyoruz ne yapıldığını, ama bütün belirtiler bir yerlerde birileriyle gizli bir pazarlıklar yapıldığını gösteriyor.
Bu Türkiye’deki demokrasi mücadelesine, Kürtlerin üzerindeki baskı ve sömürünü kaldırılmasına değil onun en büyük düşmanı bu merkezi ve bürokratik devlete yarar. Bu defalarca denenmiştir.

*

Yapılan böylesine kitlelerden gizli ve çürük bir uzlaşma olduğu için bu uzlaşma kitleler tarafından kabul edilmeyeceği için, bu politikayı uygulamak nasıl gerçekleştirildi şimdi buna gelelim.

Burada Sırrı Süreyya kritik isimdir.
Sırrı Süreyya biliyoruz, görüşmelerde de kendisini yaraladığı hissedilen tabirle “postacılık” yapıyordu.

Devletle bir sürü gizli görüşmelerde bulunduğunu kendisi birçok kez açıkça veya ima yollu açıkladı.

Demirtaş’ın başkanlıktan alınması sürecinde de hep ön planda oldu. Hasip Kaplan’a karşı yaptığı affedilir gibi olmayan davranış bir süre arka palana geçmesine yol açtıysa da bütün kritik momentlerde fiili uygulamayı onun yaptığı hissediliyor.

Mesela herhangi bir yanlış anlama ve kontrolden çıkma riskine karşı muhtemelen süreci ve hesapları en iyi bilen o olduğundan, işi tesadüfe bırakmamak için Kongreyi bile Sırrı Süreyya yönetti.

Sırrı Süreyya, devletin İmralı görüşmelerinden beri iyice tanıdığı ve denenmiş, Kürt hareketi ile ilişki kurma, mesaj iletme kanalıdır.

*

Geçenlerde birisi, Demirtaş’ın Avukatları dışında hiç kimseyle görüştürülmemesine rağmen, muhtemelen özel bir izinle, Sırrı Süreyya ile uzun bir görüşme yaptığını, bu görüşme üzerine Demirtaş’ın yeniden başkanlığa aday olmayacağı mesajı verdiğini yazmıştı.

Yani Kandil, Devlet, Demirtaş arasında üçlü bir trafik olduğunu var sayabiliriz. Bu trafiğin de Sırrı Süreyya üzerinden yürüdüğünü.

Keza bu bize Sırrı Süreyya’nın neden Hasip Kaplan’a öyle saldırdığını da açıklar.

Muhtemelen işin kolayca hallolmasını engelleyen bir tepki olarak gördüğü için, işi zora soktuğu için öyle bir tepki gösterdi.

Tabii Demirtaş’ın yapılan baskıya hemen teslim olmadığı ilk açıklamasında görülüyor.

İlk açıklamasında, daha önceki yazılarımızda ayrıntılı olarak analiz edip gösterdiğimiz gibi, aday olmamasını bir güven oyu alma şeklinde ifade ediyor ve seçildiği takdirde görev almayacağı şeklinde bir ifadesi de bulunmuyordu.

Aksine iyi okununca, parti tabanını konferanslarda tartışarak örtülü olarak bu dayatmaya direnmeye çağırdığı belli oluyordu.

Demirtaş’ın aday olmayacağını açıklaması, Kürt basınında Demirtaş’ın gerekçeleri gizlenerek kesen bir kararmış ve başka bir çözüm yolu yokmuş gibi sunuldu ve konu Demirtaş’ın yerine kimlerin geçirileceği gibi bir tartışmaya çekildi ve Demirtaş’ın gerçek mesajı boğuntuya getirildi.

Ne var ki, bu sefer değişik olan bir şey vardı.

Eskiden en farklı değişiklikler bile sorgulanmadan uygulanırdı. İlk defa sorgulamalar çıkmıştı. Bu durumu hem Kürtlerin önemli bir bölümü hem de HDP’de örgüt bileşeni kontenjanından değil, bağımsız olarak çalışan Türkiyeli sosyalist ve demokratlar da kabul etmiyorlardı.

Ancak Kürtlerin tepkisi, kolayca örgüt disiplini ile kontrol altına alınabildi. Kürtler kendilerine ilk kez örgütlenmeyi ve insan olmanın onurunu tattırmış bu hareketin ağırlığını koyması üzerine, “hem ağlarım hem giderim” diyen gelin gibi, içlerinden Demirtaş’ı isteyerek, dışlarından “o benim resmi görüşümdür” dercesine resmi söylemi tekrarladılar. Ama genellikle gözleri başka sözleri başka sözler söylüyordu.

Bu durumda aslında ilk kez ses çıkaranlar HDP’de yer alan Türkiyeli bağımsızlar oldular. Modern insanların davranışlarıyla tepkilerini duyurdular. İmza toplamaya başladılar. Açıkça yapılanın yanlış olduğunu savundular. Haberleşmek ve eşgüdüm sağlamak için o kısa zamanda ağlar kurmaya çalıştılar. Bunlar modern insanların ilk kez hiç de küçümsenemeyecek bir güç olarak HDP’ye sahip çıkmalarıydı.

Bütün bu sürecin en büyük kazancı aslında budur.

Tamamen örgütsüz bu insanlar, Afrin savaşının da dumanı altında kısa zamanda 5000’i aşkın imza toplayabildiler. İmza kampanyası açmak var olan kampanyaya destek vermek, yapılanın yanlışlığını açıkça sorgulamak ve tartışmak gibi davranışlar maalesef çok küçük bazı bireysel tutumlar dışında Kürtler arasında pek görülmedi.

Hiç hesaplanmayan bütün hesapları bozacak bu girişim ve tartışmalar karşısında HDP yönetiminin yaptığı, dışardan sanki hiç böyle bir ey yokmuş gibi davranmak ama aslında bütün yapacaklarını bunları nasıl etkisiz hale getiririm üzerine yoğunlaşmak biçiminde oldu. Elbette yokmuş gibi davranmak da bu stratejinin temel bir unsuruydu.

İmza toplamanın güçlü olduğu görülünce, imza toplanmasını engellemek için önce Demirtaş’tan benim adıma imza toplanmasın diye açıklama almak oldu. Zaten operasyonu başarılı yürütmenin esas stratejisi, Demirtaş’ı bizzat kendi sözleriyle vurmaya dayanıyordu.
Bu nedenle:

Demirtaş aday olmayacağını açıklıyordu.

Demirtaş kendisi için imza toplayanlara imza toplamayın zararlı oluyor diyordu.

Bu çizgi ta kongre salonuna kadar sürdürüldü ve sonunda bir de Sırrı Süreyya’nın “ıslak imzalı” vurgulaması ve ekrana da bunun görüntüsünün yansıtılmasıyla Demirtaş kendi sözleriyle vurulup, Demirtaş’ı yeniden aday göstermek isteyenlerin (tüzüğe aykırı olarak kendisinin ve divanın böyle bir yetkisi olmamasına rağmen) “bozgunculuk”, “provakasyon” yapması, “mücadeleye zarar verme”si (İmza toplamaya hep bu sözlerle saldırıldı. En demokratik bir hakkın kullanılması bile böyle tanımlanıyordu.) girişimi engellendi.

Bu arada biz Demirtaş’ın kendisinin yeniden başkanlığı hakkında imza toplanmasını yanlış bulan açıklaması üzerine kendisine yönelik bir açık mektup yazmıştık. Birkaç gün sonra Demirtaş, Avukatları aracılığıyla bizim bu açık mektubumuza cevap olarak, kendisini doğru ifade edemediğini, bir yanlış anlama olduğunu ve elbette herkesin fikrini açık savunmak, imza toplamak, örgüt politikaları hakkında fikrini açıklamak vs. hakkı olduğunu vurgulayan ve bu çabaları takdirle karşıladığını belirten bir açıklaması iletildi. Yani Demirtaş yapılan imza kampanyasını bir hak olarak gördüğünü ve yanlış bulmadığını ifade etmiş oluyordu.

Aslında 9 Şubat Cuma günü yolladığı mesaj da genele yönelik olarak aynı anlamdaydı. Bu mesajında şunları yazıyordu:

“Bütün dostların dayanışması beni onurlandırdı. Ama aynı zamanda dosta düşmana da HDP’nin nasıl dinamik aktif bir tabana sahip olduğunu gösterdi. Emin olun ki içeriden dışarıdan HDP’yi dizayn etmeye çalışan bütün unsurlara haddi bildirildi. Gönül rahatlığıyla kongreye coşkuyla giderek en güçlü birlik mesajı verme zamanıdır artık. Ben de HDP’de en aktif şekilde çalışamaya devam edeceğim zaten. HDP’ye sahip çıkan şahsımda güven duygusunu pekiştiren bütün arkadaşlara içten selam ve teşekkürler.”

Bu mesaj belli ki işlerin planlandığı gibi yürümeyebileceği riskini ortaya çıktığını gösteriyordu.

“Bozguncular”, “Provokatörler” “örgüte zarar verenler” bu planı son anda bozabilirler, bir kazaya yol açabilirlerdi. Bu son mesaj bunlara bir cesaret verme anlamı taşıyabilirdi. Kongre divanına Demirtaş’ı aday göstermeleri durumunda her ne olursa olsun bunun oylamaya sunulmasını engellemek gerekirdi. Oylamaya sunulduğu takdirde Demirtaş’ın seçilmesini kimse engelleyemez ve bir çuval incir berbat olabilirdi. Gerçi divanın engellemesinin bin bir daha önceki kongrelerde denenmiş yolu vardı ama ama işi sağlama bağlamak gerekirdi.

Böylece Cuma günü bile hala beni aday göstermeyin demeyen hatta bu yöndeki çabaları “içeriden dışarıdan HDP’yi dizayn etmeye çalışan bütün unsurlara haddi bildirildi” diye öven Demirtaş’tan 10 şubat Cumartesi günü alelacele “ıslak imzalı” el yazısıyla bir belge alarak ve bunu bir de ekrana yansıtmak zorunda kalarak ve bunun ardından da hiçbir yetkileri olmadığı halde tüzüğü ve en basit demokrasi kurallarını çiğneyerek (çünkü 5000 kişinin imzaladığı bir dilekçe, demokrasiyi ciddiye alan bir örgütte tüzüksel bir zorunluluk olmasa bile, mahiyeti gereği gündeme alınır ve tartışılır. İnsanların ancak böyle davranarak kararlara ve örgüte katılımı teşvik edilir.) herkesin itirazları susturuldu ve Sırrı Süreyya’nın el çabukluğu ile operasyon tamamlandı.

*

Kim kazandı?

Görünüşte Sırrı Süreyya’nın baş rollerde olduğu hissedilen, muhtemelen Kandil tarafından da istenen (çünkü suskunlukları bunun kanıtı sayılabilir) bir politika değişikliği semboller ve kişiler üzerinden yapıldı.

Türkiyelileşme ve Erdoğan’a karşı uzlaşmaz mücadele stratejisinin sembolü Demirtaş uzaklaştırıldı. İlk bakışta kazandılar.

Ama aslında kaybettiler.

Görüşlerini açıkça savunarak, karşı tarafın argümanlarını çürüterek, insanları ikna ederek bir kazanma olmadı bu?
Demirtaş’ı kendi beyanlarıyla vurarak, onları çarpıtarak, algı operasyonları yaparak, karşı çıkanları bozgunculukla suçlayarak, eldeki basın aracılığıyla manipülasyonlar yaparak, örgütün hem tüzüğü hem de en sıradan demokrasi ilkeleri ayaklar altına alınarak, tepkiler disiplin adına bastırılarak elde edilen bir zafer oldu bu.

Bu için biçimsel yanı.

İçerik olarak kabul edilen politika hem çürük ve halktan gizli ne olduğunu bilmediğimiz uzlaşmalara dayandığı için, hem de mahiyeti gereği yanlıştır.

Çok ağır kayıplara yol açacaktır. Hatta Suriye’deki kazançları bile tehlikeye sokacaktır.

Zaten şimdiden uzun yılların çabasıyla edinilmiş Türkiye’nin batısıyla bağlara vurulmuş ağır bir darbedir.

Ancak

Bu politikanın böylesine kotarılabilmesinin en büyük suçlusu şu “bileşen” denen Türk sosyalistleridir. Onlar bir parça olsun direniş gösterebilselerdi böylesine kolaylıkla oturtulamazdı bu değişiklik.

Kürt hareketi bir dereceye kadar anlaşılabilir. İçindeki dengeler onu buna zorlamış olabilir. Kürt hareketinin kendine has bir pragmatizmi de vardır.

Ama Türk solcularının görevi onun ileri yanlarını desteklemek ve güçlendirmek olması gerekirken, en geri yanlarının pozisyonlarını ve tutumlarını güçlendirdiler.

Kürt hareketini ilerletici değil, geriletici bir işlev görüyorlar ve Kürt hareketinin en geri kesimlerinin fiili ve zımni işbirlikçileri olmaya devam ediyorlar.

Bu zafer bir “Pirus Zaferi” olmuştur.

İlk kez bireyler bu örgütte baş kaldırdı, açıkça tartışmadan kaçınıldı, idari ve diğer yöntemlerle bu karşı çıkışları şimdilik yenilgiye uğratılmış gibi görünüyor. Ama aslında kazananlar kaybetti kaybedenler kazandı.

Bunu kısa zaman sonra göreceğiz.

*

Aşağıda iki delegenin yazıları var. Bunlardan birisi Serap Akpınar isimli delegenin Kongrede imzacıların karşılaştıklarına ilişkin açıklamaları. Facebook’ta paylaşmış. Oradan aldık.

Diğeri Fatma İrier isimli delegenin “Blogum yok. O nedenle sizler vasıtasıyla bu konuşturulmadığım konuşma. Metnini bildiğiniz bloglarınızda paylaşır mısınız.” notuyla yolladığı, “Ancak, Sırrı vekilimizin kongre divanı eşbaşkanı olarak "ver coşkuyu ver coşkuyu" minvalinde ustalıkla yürüttüğü Divandan defalarca söz talep ettiğim halde söz hakkı alamadım. Sabahın 6 sından akşamın 7 sine kadar hazirunda bulunmuş bir delege olarak, bu kadar saat orda bulunup da tek bir delegenin konuşamadığı bir kongre”de yapamadığı konuşma.

Kongre’nin gerçek atmosferi hakkında daha sağlam bilgiler edinmemizi sağlar.

*

Önce Serap Akpınar’ın “Kongre dönüş yolunda” başlıklı Kongreyi anlatan yazısı:

HDP'li dostlarimin coskulu, mutlu, umutlu paylasimlarina bir yenisini eklemektense, taniklik ettigim Kongre surecinin farkli bir kac yuzunden birini paylasmak istedim.

Gunlerdir, haftalardir Selo Baskanin, Kongre TARAFİNDAN neden yeniden aday gosterilmesi gerektigi argumanlarini izlemissinizdir zaten. Dolayisiyla, bu yogun talebimizin gerceklesmemis olmasini, simdilik usulca maziye birakip kendisini aday gosteren delegeler olarak ne yasadigimizdan kesitler paylasacagim.

Bizler Demirtasin aday olmasini talep eden onergemizi imzaladik. İmza standi acmamiza once izin verilmedigi icin, delege salonunda imza toplamaya basladik.

"Gorevli" karti tasiyan arkadaslar biz delegeleri azarlayip, salondaki "KONGREYE ZARAR VEREN BU FAALİYETİ", sona erdirmemizi talep ettiler sert dille. Provokasyon yaptigimizi soyleyenler de oldu. Onlara, delege olmaktan kaynaklanan demokratik hakkimizi kullandigimizi ve boyle bir mudahele haklarinin olmadigini anlattik.

Bir ara koltuk siralarini asarak yerel kiyafetli bir genc kadin adeta uzerime dogru ucarken diger kadinlar kurtce bir seyler soyleyerek onu zaptetmeye calistilar. O sirada bir imzacinin bilgileri yazmasini bekledigim icin bir sey soramadim. Sonra uzerime ucan kadinin yanina gidip, ofkesinin nedenini sordum. Kisacasi beni bir bozguncu olarak goruyordu ve "cik git salondan, delegeler senden rahatsiz" dediginde, elimdeki imzalari gosterip "ben zaten rahatsiz olmayanlar icin buradayim" dedim.

Her topladigimiz imza basina ortalama 2-3 mudahele ile karsilastik.

Ama bunlarin icinde bana "pes" dedirten "engelleme", turkcesi cok iyi olmayan bir Kurt delegeye nihayet derdimi anlattigimda basima geldi. Delege arkadas oyle sert bir sekilde elimdeki kagitleri ve kalemi cekti ki, yirtacak diye korktum. Oysa coskuyla "Evet, evet, imzalarim, ben Selo baskani istiyorum. Her biji Selo Baskan!" coskusuyla imza kagidini doldurmaya basladi ki, delege ile aramiza sert bir itis hareketiyle bir "gorevli" girdi. Ve imzaci delegeye Kurtce bagirmaya ve azarlamaya basladi. Delege huzunlu gozlerle bana bakip kafa salladi ve doldurabildigi ceyrek satirin uzerini karaladi.

Paylastigim fotograf, ben salonda imza toplarken arkadaslarimizin kurmasina nihayet izin verdikleri imza standi.

Koca Arena Spor Salonu'nu ozene bozene ve basariyla suslemis, bezemis olan yoldaslarimiza tesekkurlerimi sunarken, 3 milletvekili arkadasimiza, "henuz Kongre baslamadi bile ve Demirtas bizim hala es genel baskanimiz degil mi? O halde nicin tek bir fotografi bile yok?" soruma aldigim en nazik cevap "bunlari sonra konusuruz yoldas" oldu.

İste paylastigim bu fotografta, imza standinda gordugunuz Demirtas resimleri, koca ARENA salonunda gorup gorebileceginiz tek Demirtas resmi idi.

Tum baskilara, delegelere ulasmamiza konan engellere karsin toplayabildigimiz 120 kadar imzanin, bir kisminin uzeri imzacilarin kendisi tarafindan "fikir degistirdikleri" gerekcesiyle cizildi. Yani imzalar geri alindi.

İmzalari divana verirken 70 civarinda gecerli imza vardi.

Bizim imza faaliyetimizden haberdar olan "yetkilierimiz" bir karsi hamle olarak dun, yani 10 Subat'ta Demirtas'tan kendi el yazisi ve imzasiyla "beni aday gostermek icin imza veren arkadaslar olmasi durumunda, onur duyarim ama es baskanliga kesin aday olmayacagim, partim baska gorev verirse kabul ederim" minvalinde bir yazi almis.

Sonucta, Pervin Buldan ve Sezai Temelli'nin aday olmasi icin imzaci olanlarin isimlerini buyuk bir cosku ile tek tek okuyan Sirri Sureyya Onder, Demirtas'in aday olmasini isteyen 76 imza var" diyerek, hepimizi İMZA'ya indirgemis oldu. Boylece Buldan-Temelli onergesini veren kiymetli imzaci isimler karsisinda biz adi bile okunmaya gerek duyulmayan sefil imzacilarin adayi olarak sunulmus oldu Selahattin Demirtas.

Son hamle olarak da dev ekrana Demirtas'in mesjini yansitarak, "kendisi istemedigi icin, Demirtas'in adayligini isteyen imzacilarin onergesini Divan isleme koymayacaktir" diyerek konu baglandi.

Divan, bu şık hamlesini "tutuklu oldugu icin pratik olmuyor esbaskanlik yapmasi" gerkcesiyle harcadiklari Demirtas'i Parti Meclisi'nden aday gostererek "RUTBE TENZİLİ"yle taclandirmis oldu.

"Gorevli" arkadaslara "delegeler" olarak direndik.

Boyun egmedik, bu da size dert olsun.”

*

Fatma İrier’in kongrede yapamadığı konuşması:

“Değerli Kongre delegeleri,

Sayın Divan,

Değerli konuklar.

İstanbul ümraniye ilçesinden genel kurul delegesi Fatma İrier ben. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

3. Olağan genel kongremizde , partinin geçmiş beş yılının eleştirel değerlendirmesi ve yapısal sorunlarına odaklan bir konuşma yapmak isterdim. maalesef bu kongrede yapısal sorunlarımızı tartışarak çözüm üretecek bir hazırlık ve ruh halinde değiliz. O nedenle konuşmamı esas olarak sayın eş genel başkanımız Selahattin Demirtaş’ın yeniden seçilmesi üzerine yoğunlaştıracağım. Ancak yine de önemle altını çizmek istediğim en önemli yapısal sorunumuz hakkında birkaç cümle etmek istiyorum . Ümraniye ilçe Konferasımıza ilettiğim raporumda da altını özellikle çizdiğim yapısal sorunlarımızdan birincisi ve en önemlisi HDP nin hala bileşenler hukukuyla, “mutabakat komisyonları”yla yukardan aşağıya örgütlenme ve politika üretme (yani üretememe) ile yol yürümeye çalışmasıdır. 

“farklılıklara rağmen birarada olmak ve birlikte siyaset üretmek” gibi güzel ve anlamlı bir tanımlamaya rağmen HDP kuruluşundan beri parçalı yapı olmaktan kurtulamadı. Her bileşenin kendi iç hukuku ve kendi paralel örgüt yapısı, HDP’yi üye ve birey hukukuna dayanan bir parti olma yolunda değil, bileşenlerin kontenjan anlaşmalarıyla yukardan belirlenen bir koalisyon platformu olmaktan çıkaramadı. HDK İçin gerekli ve geçerli olabilecek temsilciler meclisi ve mutabakat komisyonları biçiminde örgütlenme modeli HDP de aynen tekrar edildi, hatta kurumsallaştırıldı. 

Devletin sistemli saldırıları ve zorbalıkları karşısında , birlikte direnmek ve birbirine tutunmanın dışında, canlı üretken , gelişen , yeni ilişkilere ve kesimlere açılan, yaygın yerel (mahalle) örgütlenmelere sahip ve yerelin iradesini yukarıya taşıyan bir yapı olamadı.

Yine bu bileşen-kontenjan hukuku nedeniyle yönetim organlarının oluşumu da niteliğe, verilen zamana ve emeğe, liyakata  ve mücadele içinde birbirini tanımaya göre değil bileşenlere tanınan oranlara göre yapıldı. Bu şekilde devam ediyor. Bu zaaflı durum partinin merkezi yapılanmasıyla taban örgütlenmeleri arasında olması gereken doğru organik ilişkinin  kurulamamasına ve yukardan aşağıya “talimatcı” merkeziyetçi bir yönetim anlayışının hakim olmasına yol açmaktadır tüm partiyi kapsayacak strateji ve bütünlüklü bir politik program oluşturmak yerine, güncel politik gündemlere söz oluşturma ve yukardan aşağıya sürekli bir günlük etkinlik planlamanın ötesine geçmeyen yönetme anlayışı ile devam edilegelmiştir. İllerin, bölgelerin, ilçelerin özgünlükleri gözetilmeden , onların özgün planlamaları dikkate alınmadan , yukardan aşağıya planlanan eylemlere kitle taşıma (adam gönderme) biçimi öne çıkmıştır. 

Bu haliyle HDP demokratik olmayan bir işleyişe sahiptir. Ülke için önerdiği demokratik cumhuriyet modelini önce kendi partisinde demokratik bir işleyişle ortaya koymalıdır.

Bu en önemli yapısal zaaf aşılmadan, parti aşağıdan yukarıya bir yeniden yapılanma ve yeniden örgütlenme stratejisini önüne koymadan bu şekilde daha ileriye yol alamaz. Türkiye’nin ana muhalefet partisi oradan da iktidarı hedefleyen partisi haline gelemez.

Yine bu yapısal zaafı ve anti demokratik merkeziyetçi yapısı nedeniyle, “MUTABAKAT KOMİSYONU”nun partiyi bir “başkanlık” tartışması içine sokması ve kongreden aylar ve günler önce, partinin en yüksek iradesi olan genel kurul iradesini de hiçe sayar bir şekilde eş başkan isimleri ileri sürüp  isimler netleşti vb. türü haber yaptırması iyi niyetle açıklanamaz. Soruyorum buradan, eş başkan kim olacak sorularına kongre hazırlık komisyonundaki yönetici arkadaşlar, “partimizin en üst iradesi kongremiz karar verecek” diye kısaca cevap verip geçmek yerine türlü türlü yorumlarla, tartışmalara ve spekülatif haberlere , Türk mü Kürt mü olsun gibi ırkçı çıkışlara konu haline neden getirdiler ? sonunda da üyelerin ve partiye oy vermiş, gönül verip umut bağlamış insanların, parti dostu aydınların  hem de chance.org da imza kampanyası başlatmasına neden yol verdiler? Bunun cevabını bu kongreden çıkışta anlayacağız.

Çelişki gibi algılanacak ama, bir bakıma da iyi oldu bu konunun kamuoyu önünde açık açık tartışılması. Selahattin başkanın nezaketen içerde olduğu için aday olmayacağı mektubundan ve son sözü kongreye bırakmasından sonra , kongrenin iradesine başvurmadan yeni aday belirleme derdine düşen “MUTABAKAT KOMİSYONU”nun HDP’nin bir kitle partisi olduğu yanıyla pek ilgilenmediğini görmüş oldum. Hatta içeriye bir şekilde haber gönderilerek bizzat Selo başkan tarafından imza kampanyasının durudurulmasını sağladığını gördüm. Partinin yakın ve uzak halkalarında bir umut haline gelmiş olan muhalefet önderliği ve bunun da ancak Selahattin Demirtaş’ın sağladığı liderlik vasfıyla örtüşmüş olduğu gerçeğini gördüm.

“mutabakat komisyonu” eliyle partinin kendi ayağına kurşun sıkmaya hazırlandığını gördüm. HDP’de bu dönemde başkanlık sorununun bir tüzük, kural, hukuki sorunlar, teknik meseleler, personal işi vb. gerekçelerle Selahattin Demirtaş’tan mutabakat komisyonu eliyle vazgeçilmesini gördüm. Hepimiz okuduk. Başkan mektubunda kendi durumuna dikkat çekerek siyaset nezaketini, ortaya koymuş ancak son sözü Kongremize, halklarımıza bırakmıştı. Ne var ki mevcut yönetimdeki mutabakatcı arkadaşlarımız, bunun üzerinde durmak, Eş başkanımız böyle bir irade beyanında bulundu ama son sözü partimize halklarımıza bıraktı, tekrar görev verilirse bunu onurla taşımaya devam edeceği mesajını da iletiyor diye altını çizmek yerine, “oh be “ dercesine , yeni aday belirleme arayışına girdi. Bu arada her biri birbirinden kıymetli birçok arkadaşımızın adı üzerinde sosyal medyada yıpratıcı tartışmaların yapılmasına yol açtı. Dahası mevcut yöneticilerimizin , yine Eş başkanımız Selahattin Demirtaş’ın söyleşide belirttiği “HDP nin kollektif önderliğinin başarısızlıklarının bir özeleştirisi olarak aday olmamayı düşünme”sini ise özeleştiri yüklerini sırtlarından atma rahatlığı içinde gördüm. 

Sonuca geliyorum. Kongremiz Selahattin Demirtaş’ı yeniden Eş genel başkan seçmelidir.

Selahattin Başkanı yeniden eş başkan seçmemek demek:

-Saraydaki zata “seni başkan yaptırmayacağız” tutumumuzdan vazgeçmek demek,

-“Türkiyeleşme” ve Türkiye halklarının ana muhalefet partisi olmak hedefinden uzaklaşmak demek, Selahattin Başkanı yeniden eş başkan seçmemek demek;

- Kendisine tek güçlü rakip gördüğü için devlet aygıtıyla rehin aldırdığı Tayyıp Erdoğan’a istediğini vermek demek. Devletin bu hukuksuz rehin politikasını meşru görmek demek.

- Selahattin Demirtaş gibi halkların geniş sempatisini kazanmış bir liderden yoksun olarak gireceği ilk seçimde HDP yi baraj altına itmek demektir.

Tekrar vurgulamak istiyorum ,kongremiz Selahattin Demirtaş’ı hem eş genel başkanımız olarak seçmeli ,hem de Türkiye Halklarının Cumhurbaşkanı Adayı olarak İLAN ETMELİDİR.

Teşekkür ediyor saygılar sunuyor, kongremize başarılar diliyorum.

11/02/2018”

*

Yazı burada bitiyor.

Bundan önce veya sonra hem HDP’nin çizgisini, taktiklerini ve örgütlenme biçimlerini çok eleştirdim.

Sırrı Süreyya’yı da böylece bu yanlışlara karşı çıkmadığı için eleştirmiş oluyordum.

Birçoğunda adını ve görüşlerini duyduğumda adıyla eleştirdim. Ve zaman hepsinde yanlış bir çizgi içinde olduğu görüldü.

Bu eleştirileri ayrıca buraya almıyorum. Ama en azından bir kaçını sıralayayım.

7 Haziran seçimlerinden sonraki dönemde, Sırrı Süreyya’nın ve HDP’nin Barış, barış demesi karşısında hiçbir zaman zaten bir barış süreci olmadı. Ateşkeste ısrar edip, temel sorun Erdoğan olarak hedef alınmalı ve Erdoğan’ın tecridi politikası izlenmelidir diyerek hem doğrudan hem dolaylı eleştirdim.

Hendekler ve özerklik ilanlarında hiçbir karşı çıkışta bulunulmamasını ve ses çıkarılmamasını eleştirdim.

Adalet Yürüyüşü’nde eleştirdim.

Hayır oylamasında “Herkesin Hayır’ı kendine” politikasanı eleştirdim.

2023 seçimlerinde Kılıçdaroğlu’nun aday gösterilmesini, bunun bir seçim değil referandum olduğunu, önemli olanın Erdoğan karşısında kazanacak bir aday olduğunu, bunu yeni olanaklar yaratabileceğini savundum. Sırrı Süreyya eleştirdiğim politikanın popülarize edicisi olarak, “kazanacak aday değil, kazandırılacak aday” diyordu. Sonuç koca bir hüsran oldu.

Bunlar belli politikalara ilişkindi.

Ayrıca HDP’nin yapısını her vesileyle eleştirdim, birey hukuku için, bir kast sistemi yaratan bileşen hukukunun kaldırılması için yığınla yazı yazdım ve imza kampanyaları açtım.

Bütün bu örgütsel yapının eleştirisi ve değiştirme önerileri karşısında Sırrı Süreyya’nın da hiç sesi çıkmadı. Yokmuş gibi davrandı.

Hele işin teorik ve programatik yanlarına hiç girmeyeyim bile.

Bir Marksist olarak teori düzeyinde uluslar ve ulusçuluk sorununu çözen analizler yapmakla kalmadım, unu somut program maddeleri olarak da formüle ettim. Bunlar gerek Kürt hareketinin ve de gerek genel olarak demokratik hareketin önünü açacak önerilerdi. Hiç yokmuş gibi davrandılar.

Evet, Sırrı Süreyya maalesef verebileceklerini vermedi, yapabileceklerini yapmadı. Hatta tam tersini yapmaya başladı.

Kürt hareketini desteklemeyi sadece onunla aynı safta yer alıp onun verdiği görevleri yapmak olarak anladı.

Bunu eleştiri ve önerilerle bu hareketin ilerlemesine katkı sunma yanına hiç girmedi.

Halbuki en sıradan Marksist ittifak ve birik anlayışı bile, ittifakın, birliğin ayrılmaz şartının aynı zamanda özellikle teori, politika, program, taktikler ve örgütlenme sorunlarında eleştiri olduğunu söyler.

Bunları yapsaydı yine böyle vekil olarak kalabilir miydi?

Evet kalabilirdi kanımızca. Çünkü belli bir ağırlıkları vardı. Kamuoyu tarafından biliniyorlardı.

Ama öyle görülüyor ki, sahnenin önünde yer alanlar belli bir konformizme de alışıyorlar.

Bu da onların verebileceklerini vermemeleri sonucuna yol açıyor.

Demir Küçükaydın

demiraltona@gmail.com

10 Mayıs 2025 Cumartesi

Hiç yorum yok: