Sırrı Süreyya’nın ardından yazılanlar ve söylenenler, yazılmamış yazı ve söylenmemiş söz bırakmadı sayılır.
Hepsini izlemeye çalıştım. Ama okuyabildiklerim içinde özellikle ikisini
belirtmek gerekiyor.
Birincisi, Ertuğrul Kürkçü’nün, Sırrı
Süreyya Önder henüz vefat etmeden önce, doktorların ilk olumlu ve umut veren
açıklamasının ardından yazdığı, Sırrı Süreyya’nın cenazesinde adeta tam bir kehanete
dönüşen, edebi bakımdan da çok güzel bir yazısıdır.
En azından son bölümünü aktarmadan geçmeyelim.
“Onu kaybetme ihtimalinin belirdiği andan bugüne geçen üç güne baktığımda, Sırrı’nın elinin değdiği, sözünün ulaştığı, çatışırlarken aralarına girmiş olduğu herkesin başyapıtında kendilerine biçtiği rolü oynamak üzere kameraların önünden geçip gittiklerini görüp onun unutulmaz bir film yönetmeni sıfatını ilk kez gerçekten hak ettiğini düşünüyorum. Sinema olarak sinema filmi çekebildiği hiçbir dönemde, pratikte bir başyapıt ortaya koymanın önündeki maddi ve manevi engelleri tam olarak aşma fırsatı bulamamıştı ama son on beş yılda kendi kendisini tayin ettiği “barış kuruculuk” pratiğini, sahnesi bütün ülke, oyuncuları devletin başındakilerden, öksüz bir Kürt çocuğa kadar herkes olan bir panoramik başyapıta dönüştürdüğünü teslim etmemiz gerekir.
Bunun sırrı, Sırrı Süreyya Önder’in yaşam kamerasını koyduğu yerde,
kamerasının herkesle herkesin arasında olmasında, kimsenin bu epik filmde
kendisi için seçtiği role bir sınır getirmemesinde: “İçeride veya dışarıda son
terörist de bertaraf edilene kadar” insan öldürme vaadini dilinden eksik
etmeyen Cumhurbaşkanı’ndan, karıncayı inciteceğini bile düşünemeyeceğiniz
şarkıcıya, on beş yılın on beşinde de Sırrı’nın inandığı, onun kimliğinin
bileşeni olan her şeyi barış dahil karalamaktan ar etmemiş her çeşit medya
sahiplerinden, Sırrı’nın sımsıkı tutunduğu barış hayali gerçekleştiğinde
ulaşmak istedikleri tek kişisel hayalleri babalarının mezarından başka bir şey
olmayan gözaltında kaybedilmiş devrimcilerin oğulları ve kızlarına; eşitlik ve
adalet uğruna mücadele eden sendikacılardan, popülarite meraklısı lümpen
sermayedarlara; tüm ömrünü komünizmi “her gördüğü yerde ezme”ye vermiş ve şimdi
“beka” derdiyle Sırrı’nın ipine sarılmış kadim milliyetçilerden, ömrü komünizme
giden yolun taşlarını döşemekle geçmiş ve geçecek enternasyonalist devrimcilere
ve daha nicelerine, hiçbiri Sırrı’nın eserinin -yani yaşamı ve mücadelesinin-
değerinden kuşku duymuyor ve hepsi rollerini gönenerek üstleniyor ve hakkını
veriyorsa, tarihte eşi kaydedilmemiş bir başyapıtla karşı karşıya olduğumuza ne
şüphe.”
Ve bu “eşi kaydedilmemiş başyapıt”, vefatından sonraki cenazesinde, aynı
zamanda bir politik eylem ve mesaj olarak, fiilen gerçekleştirdiğiyle, eşi
benzeri pek olmayan politik bir final yaptı.
Ama bu final, kızı Ceren’in, kanımca aynı zamanda bir çocuğun babasının
ardından yazabileceği, en güzel metinlerden biri olan, en içten duygu ve
düşünceleri, birbirinden güzel ve anlamlı imgelerle anlatan, bizleri defalarca
ağlatan, pırıl pırıl parlayan bir mücevher gibi mektubu ile, sanki Sırrı
Süreyya’dan cenazesine gelenlere bir veda sürprizi gibiydi.
*
Böyle ölümüyle hem bir sanatçı hem de barış için mücadele eden bir
politikacı olarak, hayattayken
başaramadığını başarmak herkese nasip olmaz.
Bu elbet sadece Sırrı Süreyya’nın birikimi, kültürü, yetenekleri,
esprileri, diplomasisi, zekası ve saymakla bitmeyecek özelliklerinin bir sonucu
değildi, konjonktür de tam denk gelmişti.
Bir sosyalist ve Kürt hareketinin dostu adeta resmi bir devlet töreniyle
gömüldü.
Kanımca, eğer Sırrı Süreyya’nın ifade edeceği gibi söylersek, Sırrı
Süreyya’nın ruhu bu durumdan “muazzep olmuştur”.
Çünkü bu bir devrimci ve sosyalist için, devlet töreniyle veya en
azından devlet töreni gibi bir törenle gömülmek, “ben nerede yanlış yaptım?”
sorusuna yol açar.
Bereket bir yanda Sırrı Süreyya’nın şahsında, politik bir programa
dönüşüp ifadesini bulmamış, gerçek bir demokrasi özlemlerini ifade etme olanağı
bulan, ezilenlerin, örneğin “dönüşüm işçilerinin”, sahiplenmesi ve barış
özlemlerinin ifadesi var.
Bunlar belki bir ölçüde ruhunun “muazzep” olmasını azaltmış veya
dindirmiş olabilir.
Keza meclis başkan yardımcıları arasında bulunması da bir ölçüde,
devletçe bu sahiplenilmenin, “ruhunu muazzep etmesini” bir ölçüde azaltabilir.
Ama elbette en önemlisi Konjonktür.
Çünkü bu Devleti yaşatmak için yeni bir düzenleme yapmak isteyenler de,
ölümünün ardından ortaya çıkan “birlik” görüntüsünde, henüz tohum halindeki projelerinin
adeta bir gerçekleşmesini görmüş olmalılar ve bunu programlarını somutlaştırmak
için bir araç olarak kullanmaktan çıkarlıdırlar.
Özetle, cenaze töreni, herkesin hayal ettiğini gördüğü ve görebildiği
bir ateşkes gibiydi.
Ama barış değil, ateşkes.
Zaten çıkarları ve durumları birbirine zıt toplumsal kesimler, yani
farklı statüdekiler ve sınıflar arasındaki çatışma, kişilerin niyet ve
isteklerinden bağımsız olarak vardır.
Bunu yok etmek o çelişkileri yaratan nesnel koşulları yok etmekle olur.
Bu da ilk elde Türklükle tanımlanmış bu ulusu ve o ulusu yaratan Osmanlı kalıntısı,
hatta daha doğrusu devamı, bürokratik, keyfi, toplumun üzerinde yükselen ve
onun kanını bir kanser tümörü gibi emen, bu devletin, bu yapının parçalanması, onun
yerine, toplumun üzerinde yükselmeyecek, ona hizmet edecek basit, ucuz ve sade
bir organ oluşturmak gerekir öncelikle.
Bunun olmazsa olmazı olarak da tam bir biçimsel veya hukuki eşitlik
sağlamak için, tüm statü farklılıklarını ortadan kaldırmak, ulusun Türklükle ve
Sünni İslam’la tanımlanmasına son vermek gerekir. Ulusun tanımı böyle
tanımlamalara korşı yapıldığında Merkezilik ve üniterlik ile mahalli birimlerin
tam özerkliği, birbirine zıt değil, aynı madalyonun iki yüzü olarak ortaya
çıkar. Aksi ise, bir “Lübnanlaşma”ya gider.
Sınıf fark ve çelişkileri ise, ancak dünya çapında ulusçulara, uluslara
ve ulusal devletlere karşı, onları yıkan ve taş baltanın yanına müzeye koyan
köklü bir dünya devriminden sonra, kapitalist ilişkilerin kaldırılması
biçiminde gündeme gelebilir. Ulusları
ve ulusal devletleri hatta o mekanizme-aları yıkmış bir dünya cumhuriyetinde
kapitalizmin nasıl kaldırılacağına o dünyanın bunu yapmaya muktedir organlarla
örgütlenmiş yurttaşları ya da dünyadaşları karar verebilirler.
Bu uzun bir mücadeledir. Daha ilk aşamasının bile ilk aşamasında
değiliz. Bunu bir an bile aklımızdan çıkarmadan kaldığımız yere, “konjonktüre”
dönelim.
Bu konjonktürde, yarım yüzyıldır mücadele eden Kürt Hareketinin silahlı
mücadeleye son verme ve mücadeleyi hukuki ve yasal biçimlerde sürdürme gereği kararı
ile ve Bahçeli’nin devletin bekası için dayanakları ve müttefikleri genişletmek
için başlattığı stratejik dönüşün çakışması, belirleyicidir.
Bunun da ardında Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi bulunmaktadır.
Bütün bu koşullar altında, nasıl 2013’te, Öcalan’ın Diyarbakır
Newroz’unda okunan çağrısı birkaç ay sonra, Gezi’nin patlaması için uygun
ortamı yarattıysa, bu sefer de hukuki ve
yasal zeminlerdeki mücadele biçimlerine geçmek artık gelişmenin önünde bir
engel haline gelip çoktan beri bir yük oluşturan silahlı mücadeleye son verme
çağrısı da Sırrı Süreyya Önder’in cenazesinin böyle bir “herkesi bir araya
getiren” anlam kazanmasında muhakkak ki benzeri bir işlev görmüştür.
İşin ilginci her ikisinde de Sırrı Süreyya’nın varlığı, kritik bir işlev
görmüştür: Gezi’de ağacı kesen iş makinasının önüne atlamasıyla, bu sefer ise
hastalığı, ölümü ve cenazesiyle.
*
Ancak bu ülkede bir saniye bile gevşemeye gelmez.
O devlet gün yirmi dört saat televizyon kanallarıyla, Cuma hutbeleriyle,
basınıyla, yayınıyla, her biri bu devletin sadık bendesi olmuş, ne binlerce
yıllık klasik uygarlıklar tarihinde emekçi halkın olumlu birikimlerinden, ne
modern aydınlanma düşüncelerinden zerrece nasibini alamamış, yok edilen Hıristiyanların
mallarına konmanın günahlarıyla bütünleşmiş taşra bezirganı veya kapitalisti,
müteahhidi politikacılarıyla ve saymakla bitmeyecek kapıkullarıyla, bir takım
küçük işler veya arpalıklar sunduğu devletin imkanlarıyla, zehrini her an boca
etmeye devam etmektedir
Sırrı Süreyya’nın cenazesi bir bakıma bu boğucu zehirli havaya karşı,
derinlerde kalmış, unutulmuş ve görünmez olmuş binlerce yıllık birikimin, son
bir gayretle ayağa kalkma denemesi, küçük bir soluklanma oldu.
Ama nasıl bir çiçekle bahar gelmezse, böyle bir olayla da bu taşlaşmış
ve giderek daha geniş kesimleri zehriyle, zehrine bağımlı kalan, eski ya da
modern hiçbir olumlu düşünceye en küçük bir yer bırakmayan bu devlet olduğu
yerde durmaktadır.
Hiç hayallere kapılmaya gelmez.
Zaten uluslararası dengeler değişmese, Devlet veya en azından belli bir
kesimi, Bahçeli üzerinden böyle bir stratejik dönüşüm denemesine girişmezdi.
Gerek Osmanlı gerek Türkiye tarihinde bütün önemli değişmelerin ardında
uluslararası durumdaki köklü değişiklikler yatar.
Ve bu devlet bunları hepsinden daha da güçlenerek en azından ayakta
kalarak çıkmayı bilmiştir.
Bunu unutanlar her seferinde büyük hayal kırıklıkları ve acılar
yaşamıştır
Bu sefer de böyle olmaması için muhalefetin ve ezilenlerin son derece sağlam
bir teorik temele dayanan programa, buna uygun bir stratejiye ve yine bu
stratejiye uygun taktik mücadele ve örgüt biçimlerine ihtiyacı vardır.
Bu bir an için bile akıldan çıkarılmaması gereken bir koşulur
Bugün kısa vadede bir başarı gibi görünenler, uzun vadede devletin
yeniden yapılanmasının basit bir aracı olarak anlamı kazanabilirler.
*
Sırrı Süreyya’nın ölümü üzerine birkaç okurum benden Sırrı için bir yazı
ve değerlendirme beklediklerini ifade ettiler.
Zaten bazı birikmiş işler ve hafif sağlık sorunları nedeniyle yazacak
durumda olmadığımdan, en azından zamanı değerlendirmek için, hem Sırrı Süreyya
hakkında yazılan ve söylenenleri dinlemeye hem de yaşarken kendisi hakkında
yazdıklarımı bulmaya ve derlemeye çalıştım.
İnsan olarak nitelikleri hakkında söyleneceklerin hepsi söylendi
sayılır.
Ama politik bir değerlendirmesi pek yapılmadı.
Ben bir devrimciyim, Marksist’im, Sırrı Süreyya da sosyalistti. Türkiye
politikasının bölünmeleri içinde neredeyse aynı veya paralel duruşlarımız
vardı.
İkimiz de “Türk” olarak Kürtlerin mücadelesini destekliyorduk.
Sosyalist olarak İslam ve İslamcılarla ilişkilerimiz alışılmış sosyalist
klişesine uymuyordu.
Bu aykırı tavrı gerçi başka kaynaklardan almıştık. O Nurcu anne
tarafından ben Kıvılcımlı’dan.
Onun da babası sosyalistti benim de babam da. İkisi de TİP üyesiydi.
O da çeşitli işlerde çalışmıştı, ben de. Örneğin o kamyon, ben taksi
şoförlüğü yapmıştım.
Özetle politik olarak aynı saflarda yer alıyorduk. Hem de benzer
kaynaklardan besleniyorduk.
Benzerlikler ve politik çakışma ve paralellikler saymakla bitmez.
*
Ama yazılarımın çoğu Sırrı Süreyya’nın eleştirisi.
İnternette ve bloğumda bütün yazılarım duruyor.
Bu yazılarımı ölümü vesilesiyle tekrar okuduğumda şu sonucun çıktığını
gördüm: Sırrı Süreyya’ya ilişkin değerlendirmelerim, hayranlıktan hayal
kırıklığına doğru bir evrim geçirmiş.
Hayal kırıklıklarım ondan beklentilerim ölçüsünde büyük olmuş.
Elbet kişisel özelliklerinin hala bir hayranıyım. Konuşmalarını hala
büyülenmiş gibi dinliyorum. Elbet Türkiye’nin şu ortamında başka bir düzeyi
temsil eder. Politik konumlanışı esas olarak doğrudur. Kaybolan bir kültürün
son canlı örneklerindendir. Konuşmaları binlerce yıllık uygarlıklar boyunca
emekçi halkın, toprağın altında kalmış birikimlerinin ve bilgeliklerinin
yeniden bir hayat bulmasıdır. Daha sayılacak çok şey var.
Ama suyun başını politika keser.
Sırrı Süreyya Teorik ve Politik Politik olarak verebileceğini vermedi
kanımca. Ya da şöyle diyeyim ana hatlarıyla Türkiye politikasında doğru bir
yerde duruyordu. Ama o doğru yerde yeterince doğru davranmadı ve
yapabileceğinden daha az katkı yaptı.
Teorik ve politik olarak yapılması ve söylenmesi gerekenleri iyi
ilişkilere, sempatilere, diplomasiye feda etti çoğu kez.
Aşağıdaki satırlarda biraz da bu görülecektir.
*
Elbette meşreplerimiz farklıydı. Muhataplarımız da.
O milyonlara hitap ediyordu, ben ise beni okumayan, Türkiye’nin
sosyalistlerine, devrimcilerine ve radikal soluna..
Bu muhatap farklılığının aynı zamanda nasıl bir vurgu farklılığına yol
açtığı ve bunun da kötü veya iyi olmayı belirlediği belki, yine Sırrı
Süreyya’dan el alınarak, şöyle bir somut örnekle anlatılabilir.
Sırrı Süreyya Kürtlerin varlığının inkarını anlatmak için milletvekili
oluyorlar, işveren oluyorlar, bakan oluyorlar vs. diye sıraladıktan sonra “Kürtler her şey oluyor ama Kürt
olamıyorlar” diyordu. (Bunun bir başka versiyonu olarak da kimsenin “kendisi
olamadığından” söz ediyordu.)
Ben de Sırrı Süreyya’nın bu dediğinden el alarak, ama bunu tersine
çevirerek, provakatif bir formülasyonla, Türk sosyalistlerinin Kürtler
karşısındaki rafine ırkçılığını anlatabilmek için şöyle diyordum.
“Türkler, anarşist, feminist, devrimci, reformist, komünist, liberal
vs. oluyor ama Türk olamıyorlar. Buna karşılık da Kürtler ne anarşist ne
sosyalist. Ne komünist ne feminist ne sosyalist ne reformist olamıyorlar, ne
yaparlarsa yapsınlar sadece Kürt olabiliyorlar.”
Burada anlatmak istediğim, Türklerin solcularının tam da Türk oldukları
için, ezen ulusun karşısına egemen ulustan bir Türk olarak çıkıp onu
desteklemekten kaçmak için, Türk olmak hariç her şey oldukları idi. Bu onların
devletin yanında saf tutmalarının ve ırkçı duruşlarının eleştirisiydi. Bu
ırkçılık kendilerinin Türk olmaması, ama sosyalist, anarşist, feminist,
çevreci, hayvansever vs. olmak biçiminde ortaya çıkıyordu.
Ve onların Kürtleri sadece bir Kürt kategorisi içinde değerlendirerek,
kendileri gibi sosyalist, anarşist veya feminist olmayı onlara layık görmemelerinin,
yani gizli ırkçılıklarının bir eleştirisiydi.
Açın Türk sosyalistlerinin ya da solcularının metinlerine bakın, metin
analizi yapın. Bu dediğimi istatistik olarak bile kanıtlayabilirsiniz. (Birisi
iş edinse de yapsa keşke.)
Ayanı soruna aynı özü bu iki farklı bakış ve iki farklı ifadeden
birincisi (Sırrı Süreyya’nınki) her zaman geniş alıcı bulur, ikincisi ise
hiçbir alıcı bulamaz.
Meşrebimiz farklıydı, hedeflerimiz aynı olsa bile.
Ve bu farklılık her adımda ortaya çıktı hatta büyüdü.
Sırrı Süreyya kanımca, iyi ilişkilere ve diplomasiye teori, program ve
stratejiyi feda ediyordu ve bu onun özellikle taktiklerde ve örgütsel
sorunlarda yanlışlar yapmasına veya yanlış politikaları desteklemesine, onları
popülarize etmesine ve yanlışın etkisinin daha da büyümesine yol açıyordu. Ama
bu büyüme ve büyütme, verebileceklerinin küçülmesi sonucunu doğuruyordu.
Bunu aşağıda aktaracağım yazılarımda adım adım izlemek mümkün.
Ama önce gerek Sırrı Süreyya’dan, gerek Ertuğrul Kürkçü’den ve genel
olarak artık bürokratikleşmiş ve taşlaşmış küçük örgütlerde var olan radikal
Türk Sosyalistlerinden beklentilerim neydi?
Önce bunu biraz açıklayayım.
*
Bilinir, Kürt politik hareketinin “Türkiyelileşme” stratejisinin, yani
Kürtlerin ayrı bir devlet kurarak değil, ancak Türkiye’nin tüm ezilenlerini bir
demokrasi mücadelesinde birleştirerek Kürtlerin üzerindeki baskıya son
verilebileceği ve bunan bir sonucu olarak Kürtlerin üzerindeki baskıya ve
ezilmelerine son verilebileceği stratejisinin bir ayağı olarak, Türkiye’nin
ezilenlerine, demokratlarına bir mesaj olarak, bu stratejinin somut bir uygulaması
olarak Kürt siyasal hareketinin “Bileşenleri” vardır. Daha önce de seçimlerde
Blok” müttefikleri vardı.
Kürt politik hareketi, bu topu bir araya gelse bile bir milletvekili
bile çıkarmaya yetmeyecek bileşenlere, sırf stratejisini daha iyi anlatabilmek
ve Batı’ya mesajını iletebilmek için, her biri bürokratlaşmış küçük sektlerden
başka bir şey olmayan örgütlere, genellikle hayal bile edemeyecekleri
milletvekili kontenjanları verir. Hatta bu nedenle Kürtlerin içindeki daha
milliyetçi kesimlerden çok eleştiri alır ve çok oy da kaybeder.
Bu sosyalist gruplar, Kürt hareketinin sağladığı bu nişte varlıklarını
sürdürecek bir ortam bulurlar.
Aslında Serengeti parkını anlatan hayvan belgesellerinde görülebilecek
türden sembiyoz bir ilişkiye benzer. Gergedan gibi büyük hayvanların
sırtlarında, onların derisindeki parazitlerle, sineklerle vs. beslenen kuşlar
vardır.
O kuşlar bile o gergedanlar için bir işlev görürler. Ama Türk Sol
bileşenleri bu kadar bile bir işlev görmezler. Kürt hareketinin
alicenaplığıyla, sadece Türk ezilenlerine ve demokratlarına bir mesaj
verebilmek için varlıklarını sürdürürler. Kürt hareketinin sırtında aslında bür
yük de oluştururlar.
Bu küçük gruplardan yani bileşenlerden hiçbir şey beklenmez. Hele Kürt
hareketini bir yandan desteklerken, diğer yandan eleştirip ileri gitmesini
sağlayacak teorik, programatik, örgütsel ve taktiksel girişimlerde bulunmazlar.
Kürt hareketinin hınk deyicisi olurlar. Böylece ona fayda yerine zarar
verirler. Çünkü onu da bu kolaycılığa alıştırırlar.
Halbuki Türk sosyalistleri, bugün ne durumda olursa olsun, Kürt
hareketinin gerek kültürel gerek programatik gerek stratejik gerek taktiksel ve
örgütsel sorunlarını aşmada yardımcı olabilirlerdi.
Türkiye’deki ve hatta dünyadaki sosyalist hareketin çöküş, gerileme ve
çürüme sürecinde bulunması, yaşayan bir harekete dayanmayan bu tür bürokratik
sektlerin yaşaması için uygun ortamı sağladı.
Yani Kürt hareketinin yükselişi ile, sosyalist hareketin gerileyişi
çakıştı, daha geniş bir perspektiften baktığımızda.
Bu da Kürt hareketinin tek ayak üzerinde kalmasına yol açtı. Kürt
hareketinin bu felç olmuş ayağın yerine yeni bir şeyler koyma denemelerinin
hepsi, taşıma suyla değişmen dönemeyeceğinden, hiçbir zaman olumlu bir sonuca
yol açmadı.
Bunu sorunu başka bir örnekle açıklamayı deneyeyim.
Lenin Rus devrimci hareketinden söz ederken, Rus devrimci hareketi Çarlığın
yol açtığı sürgünler sayesinde, Rusya’nın geriliğiyle kıyaslanmayacak şekilde
Avrupa’nın en ileri düşünce akımlarından, deneylerinden yararlandı diyordu.
Zaten bu nedenle bir benzeri bir daha gelmemiş Rus devrimci hareketi
ortaya çıkmıştır. Yüz milyonluk bir köylü ülkesinde müthiş teorik ve
entelektüel zirveler ortaya çıkabilmiştir.
Ayrıca Rusya’nın geriliğiyle tam bir tezat içinde, küçük de olsa işçi
yoğun bir sanayi, yani en modern fabrikalarda yoğunlaşmış üretim yapan belki
küçük ama yoğun bir işçi sınıfı vardı.
Buna paralel olarak en modern fikir akımları, örgüt ve mücadelelerin
dersleriyle teorik, programatik ve örgütsel araçları kullanan bir entelijansiya
ve sosyalist hareket.
Bu istisnai denebilecek koşulların bir ürünü olarak, yüz milyonluk bir
köylü ülkesinde ortaya çıkan, modern çağların en demokratik partisi, en
gelişmiş teorisi.
Türkiye tarihi bunun tam tersi bir tablo çizer. Sürgüne giden “Genç
Osmanlılar” veya “Jön Türkler”, birer devlet kapıkuluydular.
Onların derdi devleti yaşatmak ve bunun için de modernize etmekti.
Bu nedenle Avrupa sürgününde en ileri fikir akımları onlarda hiçbir
rezonansa yol açmadı ve açamazdı. Öküz Kont veya Durkheim veya Le Play
sosyolojisinden ötesine gidemediler.
Denir ki, Şinasi’nin evi Londra’da yaşarken evi Marks’ın evine yakınmış.
Ama bu, mekânsal yakınlıktan başka bir anlam ifade etmiyordu. Düşünsel olarak birbirlerine
galaksiler kadar uzaktılar.
Buna karşılık Rus devrimcileri, Marks ve Engels’le mektuplaşıyorlar, en
canlı hareketlerin içinde yer alıyorlardı.
Jön Türkler belki bir parça, Tolstoy’un “Harp ve Sulh” romanında bir
bakıma oluşumlarını ve arka planlarını anlattığı Dekabristlere
benziyorlardı.
Dekabristleri izleyen Narodnik ve Marksist kuşaklar ise Türkiye’de
aslında birinci Dünya savaşı ateşleri içinde silik kopyalar olarak kaldı.
Aslında Rus Narodnik ve Marksist kuşaklarının paralelinin Türkiye’de ortaya
çıkması için 1968’leri beklemek gerekti. Paralellik tam bir yüz yıllık
gecikmeyle ortaya çıktı.
Türkiye’nin sanayii de öyleydi. Rus sanayisi en modern fabrikalarda en
yüksel yoğunluklu işçilere dayanırken, Türkiye’de bir parça yükselme eğilimi
göstermiş sanayi, Hristiyanların katli ve sürgünüyle ortadan kaldırılmış, yüz
yıl geriye gidilmişti. Sanayi dediğin “tahta perdeciklerle ayrılmış” gecekondu
benzeri atölyelerden başka bir şey değildi. Böyle başa böyle tarak. Böyle işçi
sınıfına böyle sosyalist hareket.
Ama en azından 1960’lardan beri yükselmiş bir sosyalist hareket vardı ve
beraber yükseldiği bir işçi sınıfı ve hareketi. Üstüne üstlük, bu sosyalist
hareketin de ta 1920’li 30’lu yıllardan gelen dünya çapında istisnai bir teorisyeni
de vardı: Hikmet kıvılcımlı.
En azından bu geleneklere dayanılarak Kürt hareketine bir parça olsun,
açık politik desteğin yanı sıra,
kültürel, teorik ve politik katkılarda bulunma çabasına girilebilirdi.
Ama Türk sosyalistleri uzun bir süre hep uzak kaldılar.
Halbuki tıpkı batının sosyalist ve işçi hareketin yeni doğan Rus sosyalist
ve devrimci hareketine katkısı gibi bir katkı yapabilmesinin başlangıçları bile
vardı.
Örneğin 1930’larda Kıvılcımlı’nın yazdığı “Şark” eserinde, Türkiye
Komünist Hareketine, Kürdistan’da bir komünist hareketin doğuşuna bir
ağabeyilik yapması gerektiğini, yani onun doğum sancılarını ılımlandırmasınıgerektiğini
söylüyordu. Yani bir bakıma Batı Avrupa İşçi ve Sosyalist hareketinin Rus işçi sosyalist
hareketine yaptığının bir benzerini yapması gerektiğini söylüyordu.
VE bizzat yazdığı YOL adlı çalışması ve onun içindeki “İhtiyat Kuvvet:
Milliyet (Şark) adlı eseri tam da bu yardımın kendisiydi.
Ne var ki, gerek Stalinizm ve Sovyetlerin bürokratlaşmış ve bir karşı
devrime uğramış olması, gerek Türkiye’nin ekonomik, sınıfsal, entelektüel
olarak yüz yıl geri gitmiş olması sonucunda Kıvılcımlı’nn bu projesi bir bakıma
yarım yüz yıl sonra Kürt Hareketinin doğuşunda iyi kötü bir etki yapabildi.
Yanı Kıvılcımlı’nın söz konusu kitabını, bizim Ergun Aydınoğlu’nun eski Türkçe
bilen emekli asker babasıyla birlikte iyi kötü çevirerek yayınlamamızı ve bu
yayının neredeyse bir buçuk baskısını o zamanın “Apocu”larının alması ve
dağıtmasını kastediyorum. Bu kitabın yayınlanması bile hem Apocuların tezlerini
güçlendirmiş hem de Türkiyeli sosyalistlerin en azından radikalleri arasında
Kürdistan sömürge mi, Kürtler ayrı örgütlenmeli mi gibi o zamanın
tartışmalarını bitirmişti. Herkes bunların daha 1930’larda Kıvılcımlı
tarafından savunulduğunu görünce bir şok yaşıyordu.
Keza, Öcalan’ın programatik sağlamlık ile taktik esnekliği birleştirmesi
yine Kıvılcımlı’nın Kürt hareketine ilerletici bir etki yapması sayılabilir.
Keza Öcalan’ın “Sümer Rahip Devleti’nden Demokratik Cumhuriyete”
diye kitap yazması, Öcalan’ın “Urfa Davası Savunması” vs. PKK’nın laik
bir hareket olmasına rağmen laikçi olmaması ve gerek Alevilere gerek Sünni
Müslümanlara açıklığı ve destekleri bu katkıların izleri sayılabilir.
Hasılı Kürt Ulusal Hareketnini doğuşu ve gelişmesinde 60 sonrası
sosyalist hareketin pek bir katkısı ve yardımı olmadı ama, birinci doğuşun birikimi,
Kıvılcımlı aracılığıyla bir çok kanaldan olumlu etkilerde bulundu.
Denebilir ki, Kıvılcımlı’nın teorik mirasından yararlanarak onu eldeki imkanları
ölçüsünde azami değerlendiren Kürt Hareketi ve Öcalan olmuştur. Türk
sosyalistleri ise, artık gerileme dönemilde olduklarından bundan sadece Dev
Genç’in son dönemi hariç, hiç yararlanmamışlardır. Çünkü devrimci teoriler
genellemeler, devrimci yükselişler, kitlelerle derin bağlar gerektir. Artık bu
yoktu.
Kürt isyanının 1984’te başlaması ile Türk Sosyalist hareketinin
barutunun tükenmesi aşağı yukarı aynı zamana rastladı, Kürt hareketi
yükselirken, Türk sosyalistleri inişe geçti. Sadece seksenlerin sonunda paralel
bir yükseliş yaşanır gibi olduysa da duvarın çökmesiyle o da olmamışa döndü.
Dolayısıyla kalan örgütler artık bir yenilgi döneminin örgütleri ve
bürokratik yapılarıydı. Onlardan fazla bir şey beklenemezdi.
Ama yine de bu eski birikime dayanan bağımsız ve o birikimi iyi kötü
hazmetmiş tek bireyler olsun bir şeyler yapabilirler, Türk sosyalistlerinin bu
günahlarının kefaretini bir parça olsun ödeyebilirlerdi.
İşte benim tam da Sırrı Süreyya’dan beklediğim böyle bir işlevdi. O bunu
yapabilecek bir insandı. Bilmiyorum Kıvılcımlı’yı okumuş muydu? Ama adeta Kıvılcımlı’nın
gerçekleştirdiği teorik sentezin pratikte somutlaşmış ifadesiydi.
İkinci kişi de benim gözümde Ertuğrul Kürkçü idi.
Bu ikisinden de çok umutluydum. İkisi de çok bilgili, birikimli,
hayatlarında çok farklı ve çok ağır bedeller ödeyerek tecrübeler edinmiş insanlardılar.
İkisinin de örgütsel bağları yoktu. Tanınıyorlardı ve belli bir ağırlıkları
vardı.
Ve Kürt hareketi onları alıp sahnenin önüne taşımıştı. Onlar bu durumu
değerlendirip Kürt hareketinin en azından kimi zaaflarını kapatacak katkılar
yapabilirlerdi.
Yani bir yandan onun yanında ve aynı safta durarak politik destek verir
aynı saflarda yer alırken, diğer yandan onu eleştirerek öneriler getirerek onun
bazı zaaflarını daha kısa ve kolay yoldan aşmasına yardım edebilirler, doğum
sancılarını azaltıcı bir etki yapabilirlerdi. Türkiye sosyalist hareketinin
olumlu birikimlerini Kürt hareketine aktaran kanallar olabilirlerdi.
O zaman şimdi bulunulan yere çok daha önce ve çok daha iyi koşullarda
varılabilirdi.
Maalesef bunu yapmadılar, yapamadılar.
Tıpkı, diğer “bileşen”ler gibi, Kürt Hareketi ne dediyse, onun basit
uygulayıcıları olarak kaldılar. Ona desteği, uygulamada teknik bir yardımcılık olarak
anladılar ve öyle yaptılar.
Halbuki başka politik desteği, teorik, programatik, taktiksel ve
örgütsel sorunlarda eleştirilerle daha büyük ölçüde yapabilirlerdi. Bu yetenekleri
ve birikimleri ve güçleri vardı.
Bu mümkün müydü?
Kanımca mümkündü.
Ben böyle davranmaya ve bunun bir örneğini sunmaya çalıştım.
Eleştirilerim de zaten tam bu noktalardadır. Yoksa genel Türkiye
politikası bakımından hep aynı saflarda bulunduk. Ama azami katkının nasıl
yapılacağında ayrıydık ve maalesef hala ayrıyız.
En somut örneğin bizzat bu yazıdır. Ertuğrul en güzel yazılardan birini
yazıyor Sırrı Süreyya için ve ben bu satırlarda sevimsiz bir iş yaparak Sırrı
Süreyya’nın eksik ve yanlışlarıyla uğraşıyorum.
İlerde Kürt hareketi, hatta Türkiye ve Ortadoğu bu yapılabılır olup da
yapılmayanların acısını çok çekecektir. Çünkü bu iki kişinin politik
ağırlıkları ve bilinirlikleri onlara kimseyle kıyaslanmayacak bir güç de
veriyordu. Ve aksini yapacak yetenekleri ve birikimleri de vardı.
İşte aşağıdaki yazılardan yapacağım aktarmalar bu büyük umutların ve
umutların çöküşünün ve hayal kırıkları ölçüsünde eleştirilerin sertleşmesinin
hikayesi olarak okunabilir.
*
2007’den sonra en azından turist olarak Türkiye’ye gidebilir olduğumda,
başka bir ülkeye gelmiş gibiydim. Uzun sürgünlük yılları nedeniyle, Türkiye’deki
normal vatandaşın, günlük konuşmalardan, radyo, televizyon programlarından,
filmlerden tanıdığı hiç kimseyi tanımaz sayılırdım.
Zaten Almanya’da ne Türk filmi izleyebiliyorduk ne de Türkiye
gazetelerini ve onların magazin sayfalarını izleme gibi bir hevesimiz ve
zamanımız da yoktu.
Ama bir gün, şimdi araştırınca bulduğuma göre Meksika Sınırı adlı
bir programda, tesadüfen Sırrı Süreyya olduğunu sonradan öğrendiğim birisiyle
bir sohbet izlemiştim. Hayran kalmıştım. Adam solcu veya sosyalistti ama biz
sosyalistlerin çoğu, ya da benim gibi, kabız değildi. Ağzından bal damlıyordu.
Konuşmaları hem aydınlanmanın değerlerini hem de binlerce yılda birikmiş halk
bilgeliğini içeriyordu.
Bu adam somutlaşmış Kıvılcımlı diye düşünmüştüm. Bundan önce veya sonra
da Beynenmilel’i izlemiştim. Onu da çok beğenmiştim ama rejisörünün Sırrı
Süreyya olduğunu bilmiyordum. Daha doğrusu ayrı insanlar sanıyordum. Türkiye’de
henüz isimler ve yüzleri birleştirmeyi başaramıyordum, isimler ve yüzler
aklımda kalmıyordu. Her şey çok karışık geliyordu. Ve bu nedenle de çok mahcup
durumlara düşüyordum. Ancak sonra isim ve yüz birleşti. Tabii hayranlığım da
artı.
Gerisi aşağıdaki alıntılarda.
2011 seçimlerinde “Seçimler, Blog Adayları ve Ertuğrul Kürkçü’nün
Seçilmesinin Anlamı” başlıklı 7 Haziren 2011 tarihli yazıda şöyle yazmıştım:
“Çok önceydi, daha seçimler gündemde yoktu, bir arkadaş grubunda,
BDP’nin gelecek seçimlere de bağımsızlarla katılması gerekeceğinden ve bu sefer
adayları belirlerken daha az hata yapacaklarından ve dışarıdan gösterilebilecek
veya gösterilmesi gereken adayların kimler olacağından ve olması gerektiğinden
söz ediyorduk. O zaman, özellikle seçilebilir yerlerdeki adaylar arasında
olmasını dilediğim dört isimden söz etmiştim. Bunlar Ayhan Bilgen, Sırrı
Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü, Veysi Sarısözen idi.
(…)
“Sırrı Süreyya Önder’i o zamanlar kimse böyle politik angajmanıyla pek
bilmiyordu ve adı akla gelmiyordu. Gördüğüm Beynelmilel filmi zaten politik
angajmanın ipuçlarını veriyordu. Ama daha sonra Sezai Sarıoğlu’nun “Nehir Muhabbetleri”nden birinde kendisini
daha yakından görmüş ve dinlemiştim. O zaman halkın derin katmanlarından gelen,
binlerce yıllık tecrübelerden süzülmüş bilgeliği, Kürdistan’ın medrese
geleneği; Aydınlanma ve Sosyalizmin ideallerinin çok orijinal ve harika bir bileşeni
olduğunu görmüştüm. Bunu her yerde söylüyor, çevremdekileri bu isme dikkat
etmeye davet ediyordum.
Hikmet Kıvılcımlı’dan sonra ilk kez hem de çok genç kuşaktan birinin
sosyalizm ile derinlerden gelen bu gelenekleri kaynaştırabilmiş bir örneğini
görüyordum Sırrı Süreyya Önder’de.
Eğer Ayhan Bilgen için İslami paradigma içinde Aydınlanma ve Sosyalizm
ideallerini savunmak dersek; Sırrı Süreyya Önder için Aydınlanma ve Sosyalizm
paradigması içinde İslam’ın ideallerini savunmak diyebiliriz. Farklı yönlerden hareket
edip aynı noktada buluşurlar. İkisi, derin bir vadiyle birbirinden ayrılmış iki
kıtayı birleştiren bir köprüdürler. Bu köprüyü iki ayrı ucundan başlayarak
kurarlar.
Böyle bir köprüye, ezilenlerin derin katmanlarının demokratizmini,
politik demokratik bir programa ve ideallere kazanabilmek için muazzam bir
ihtiyaç vardır.
Bu, sosyalistler ve Marksistlerce ta Hikmet Kıvılcımlı’dan beri
sezilmiş, Köprüyü yapacak malzemeler dağlar gibi yığılmıştır.
Ama 70’lerin yükselişinin sarhoşluğu, sonra 12 Eylül’ün darbeleri,
Sovyetler’in çöküşünün ve özel savaş rejiminin gericiliği altında unutulmuşlar,
çürümeye terk edilmişlerdi. Şimdi bu malzemeyi tekrar değerlendirip köprüyü
kuracak birileri nihayet ortaya çıkmıştı. Bu nedenle Sırrı Süreyya’nın aday
gösterilmesinin iyi olacağını düşünüyordum. Ama kendini destekleyen bir örgütü
olmadığı, bir kişi olduğu için pek ihtimal vermiyordum. Ama medya aracılığıyla
tanınması bu eksiği giderdi.”
Yazı Sırrı Süreyya’dan ne kadar büyük beklentilerim olduğunun bir
ifadesi.
*
Bu arada aktarmaya bir ara vereyim. Ölümü vesilesiyle hakkında çıkan
videoları dinler yazıları okurken, Sayın İhsan Eliaçık’ın anlattığı ilginç bir
bilgiyle karşılaştım
Eliaçık’ın anlattığına göre, Sırrı Süreyya, Emek Demokrasi ve Barış Bloğundan
milletvekili olduğunda verdiği ilk dilekçe, Mecliste kadınlarda Türban veya
başörtüsü yasağının, Erkeklerde de kravat zorunluluğunun kalkması imiş.
Doğrusu bunu bilmiyordum.
Bunun üzerine ya birbirinden bağımsızca benzer paralellik ya da benim bu
konudaki yazı ve önerimden bir etkilenme olmuş olabilir diye düşündüm.
Çünkü o zaman ben bu konuda Kürt Siyasi hareketinin desteğiyle meclise
giren milletvekillerine bir öneride bulunan bir yazı yazmıştım.
20 Haziran 2011 tarihli “Blok Milletvekillerine Yemin Töreni İçin Bir
Öneri: Türbanla ve Kravatsız” başlıklı bir yazı yazmıştım.
Yazıma Lenin’den bir alıntıyla başlıyordum.
“(...)Buna rağmen şu ana kadar onlar kadar bürokratik hale gelmediğimizi
ve bu fikrin bizim aramızda tartışılmasının eğlenceden başka hiçbir şeye neden
olmayacağını umuyorum.
Sahiden, zevki neden faydayla birleştirmeyelim? Neden gülünç, zararlı,
yarı gülünç, yarı yararlı ve benzeri şeyleri açığa çıkarmak için bazı komik
veya yarı komik oyunlara başvurmayalım?” (Lenin, Az Olsun Öz Olsun)”
Bu epigraftan sonra Blok Milletvekillerine şunu öneriyordum:
“Blok milletvekilleri, aslında hepsi başı açık kadınlar olmalarına rağmen,
türbanla Meclise gelip Meclis ve diğer yerlere türban taktığı için
alınmayanların haklarını fiili bir direnişle savundukları takdirde, kendileri
gibi olmayanların haklarını savunarak, bu ülkedeki bütün ezberleri bozup, bir
demokratlık örneği verirler.
Erkeklerin kravat takmaması belki çok önemli görülmeyebilir ama erkekler
de bununla, bu başörtüsü yasaklarını koyanlara karşı olduklarını söylemiş
olurlar ve direnişlerinde kadınları yalnız bırakmazlar. Kıyafet’in hiçbir
politik anlamı olmamasını savunurlar.
Böyle bir davranış, bu ülkedeki başı açıkların da kapalıların da
ezberlerini bozar ve Kemalizm’in ve Politik İslam’ın ortaklaşa oluşturdukları
bölünme çizgisiyle bölünür.
Bu eylem başarıya ulaşmasa, Blok milletvekilleri hiçbir zaman meclise
giremese bile başarı kazanılmış olur.
Böyle bir eylem karşısında Meclis’in yapabileceği tek şey, derhal
toplanıp iç tüzüğü değiştirerek kravatsız ve başörtüsüz girme kuralını ortadan
kaldırmak ve Blok milletvekillerine yemin etme olanağı sağlamak olabilir. Bunu
yapmadığı takdirde Meclis’te çoğunluğu oluşturan AKP’nin tüm korkaklığı ve
demokrasiye uzaklığı herkesçe görülmüş olur.
Bunun için koşullar olağanüstü uygundur.
AKP yasağı kaldırmasa kendi tabanına ters düşer. Kaldırsa, başı
açıkların mücadelesiyle başı kapalılar Meclis’e girme hakkını kazanmış
olacaklardır.
Ama bu aynı zamanda, politik inisiyatifin ele alınması ve gündemin doğru
bir sorun üzerinden belirlenmesi anlamına gelir. Demokrasi gündeme taşınmış
olur.
Böyle bir eylemi, ülkenin ve dünyanın televizyonları vereceklerdir.
Bu nedenle böyle bir eylem, aynı zamanda sadece Türkiye’nin değil,
dünyanın bir çok yerindeki ezilenlere de, imtiyazlıların kendi imtiyazlarına
karşı mücadelesi ile bir eşitlikçi mesaj
olacaktır.
Ama böyle bir eylem aynı zamanda, Blok’un tam da Türkiye Partisi
olması., demokratik özlemler üzerinden politika yapması ve toplumun çoğunluğunu
kazanmak için, AKP’ye karşı daha radikal ve demokrat bir çizgi üzerinden
mücadeleye girdiği anlamına gelir.
Tabii bu eylemde, aynı zamanda bir basın toplantısıyla amaçlar
açıklanabilir.
Bu basın toplantısında, örneğin, Meclis’teki Mescit’in yanı sıra
Meclis’e gerçek eşitliği ifade etmek üzere birer Cemevi, bir Kilise, bir de
inançsızlar için bir yer talebi vs. de toplumun gündemine sunulur. Böylece,
AKP’nin çok izlediği mazlum edebiyatına da son verilir, aslında demokrat
olmadığı, Müslüman çoğunluğun imtiyazlarını savunduğu teşhir edilir.
Böylece Anayasayı yapacak meclisin demokrat olması gerektiği, bunları
kendi içinde yapmayan bir meclisin ülkeyi de demokratlaştıramayacağı mesajı
verilmiş olur.”
*
Sırrı Süreyya’nın dilekçesiyle benim önerim arasındaki yakınlık hemen
görülebilir. Anlayış aynıdır. Belki benim bu yazımdan etkilenip böyle bir
dilekçe vermiş olabilirdi.
Ama aynı zamanda önemli bir fark da vardır.
Ben bunu bir eylem olarak, politik mücadelenin bir aracı olarak, Kürt
hareketini etkilemek ve değiştirmek, ona taktik bir esneklik kazandırmak için
de öneriyordum. Henüz ilk adımlarını attığı “Türkiyelileşme” için somut taktikler
ve mücadele biçimleri öneriyorum.
Önerimin doğruluğu ve şehirlerin genç ve modern ücretlilerinde yankılar
bulabileceği, Gezi’de Duran Adam gibi biçimlerde kanıtlanmıştı.
Sırrı Süreyya aynı anlaşışı savunmakla birlikte, bunu örneğin saflarından
milletvekili seçildiği Bloğa önermemiş, onları değiştirme çabasına girmemiş.
Sadece tek başına bir dilekçe vermiş. (Belki de önermiştir böyle bir davranış
koyalım diye. Bilmiyorum, ama önerseydi bir şekilde duyardık.)
Yani Kürt hareketini etkileme, onu değiştirmeye çalışma gibi bir teşebbüsü
yok. Sadece onların bir milletvekili olarak kalmış. Verilen görevleri yapmakla
yetinmiş.
Sayın Eliaçık’ın açıkladığı bu olayı bilmiyordum. Ama öğrenince sonraki
eleştirilerimde dile getireceğim eğilim, burada tohum halinde görülebilir.
*
Görüleceği gibi Sırrı Süreyya hakkında ilk gördüğüm ve duyduğum andan
itibaren hayranlığım ve paralel ve yakın bir duruşumuz vardır.
*
Bu bağımsız adayların meclise girişinden sonra HDK kongresi vesilesiyle
yazdığım “Radikal Demokrasinin “Kürt Sorunu”nun Çözümüne
İlişkin Programı” başlıklı kendi programımı açıkladığım, Gezi’den
neredeyse tam bir yıl önce yazılmış 4 Hazıran 2012 tarihli bu yazıda Sırrı Süreyya ve Ertuğrul Kürkçü’nün
nesnel işlevlerini tanımlıyor ve beklentilerimi bir bakıma yeniden ifade etmiş
oluyordum.
““Şeytan ayrıntıda gizlidir” derler. Gerek Kürt gerek Türk
burjuvazisi ve diğer güçler sorunun Kürtlüğün tanınması ve haklarının verilmesi
olduğunda anlaşırlar ama bu hakların ve tanınmanın sınırları onların
arasındaki esas çatışma konusunu oluşturur.
Bu çatışmanın konusu Kürtlüğün tanınmasının ve Kürtlerin haklarının ne
düzeyde olacağıdır.
Türk devletinin reformcu güçleri ve burjuvazisi, bu hakların bireysel
haklar olarak Türk Devleti’nce tanınmasını savunmaktadırlar.
Ayrıca Kürt burjuvazisinin bir kısmı da, bireysel haklar düzeyinde bir
tanınmayı, hem kollektif bir tanınma ve ayrı bir devlet kurma yolunda
geçici bir aşama ve kazanç olarak gördükleri, hem de böyle kısmi
hakların Kürt hareketi içindeki radikal ve demokrat olarak tanımlanabilecek ve
esas olarak Öcalan ve PKK tarafından temsil edilen eğilimin etkisinin ve
gücünün sınırlanması sonucunu doğuracağını, dolayısıyla kendilerinin etkisinin
artacağı anlamına geleceğini düşündükleri için desteklerler[4].
“Kürt Sorunu” diyenler arasında ikinci çizgi ise, Kürtlüğün tanınması ve
haklarının bireysel değil, kollektif bir kimlik olarak
tanınmasıdır.
Bu sadece Kürt burjuvazisinin değil, aynı zamanda Kürt küçük
burjuvazisinin ve siyasi olarak da Türk ve Kürt sosyalistlerinin, yani uzun
vadeli düşünen akıllı Türk milliyetçilerinin, ezici bir bölümünün programıdır.
“Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” veya “Ulusların Kendi
kaderini Tayin Hakkı” ilkeleri biçiminde savunulan bu programın esas büyük savunucusu
Türk sosyalistleridirler (Yani akıllı Türk milliyetçileri).
Ayrıca Kürt hareketinin içindeki demokratik eğilimleri olan ve
demokratik bir programı desteklemesi gereken kanat da (Yani Öcalan ve PKK)
demokratik bir programı net olarak tanımlayamadığı için, bu programı savunur
durumdadır.
“Çatı Partisi” projesi veya “Blok” aslında bu program temelinde bir
ittifaktır. Sırrı Süreyya Önder ve Ertuğrul Kürkçü, bu çözümü
savunmaktadırlar.
Bu programı savunanlar, hakları bireysel haklar düzeyinde tanımak
isteyen Türk burjuvazisi ve devletine, “hakları kolektif olarak tanımlamaktan
korkma, Kürtlerin (veya Kürt öznesi açısından “Bizim”) ayrılma gibi
bir niyet ve amacımız bulunmamaktadır. Biz kolektif olarak tanınmışsak, baskı
altında değilsek niye ayrılalım ki” diye garanti vererek Türk devletini ve
burjuvazisini razı edeceğini düşünmektedir.
Ancak Türk devleti ve burjuvazisi, “kolektif kimlik ve tanınması fiilen
bölünme demektir bölünmeyle sonuçlanır” diyerek bu programı kabul edemeyeceğini
açıkça ifade etmektedir.
Keza Türk devleti ve burjuvazisi, “bu ayrılma yönünde sadece geçici bir
aşamadır” diye itiraz ederken de haksız değildir ve Kürtlerin içinde böyle
düşünen güçlü bir eğilim de vardır.
Kaldı ki böyle bir eğilim olmasa veya güçsüz olsa bile, yarın başka bir
konjonktürde güçlenmeyeceğinin bir garantisi yoktur. Dolayısıyla Türk devleti
ve burjuvazisinin bu kaygısı aslında hiç de temelsiz değildir.
Bunu derken Öcalan ve PKK’nın ayrılmama yönündeki niyetlerinin samimi
olup olmadığını sorgulamıyoruz. Biz de onların büyük bir samimiyet içinde
olduğunu düşünüyoruz. Ama olayların kendi mantığı vardır.
Bugünkü politik ve ekonomik konjonktürde pek ala ayrılmama bir avantaj
oluşturabilir. Ama dünyanın değişen ekonomik ilişkilerinde ve politik güçler ve
yer alışında ciddi bir değişme ayrılmayı bir avantaj haline getirebilir. Eğer
bu ayrılma, örneğin İsveç ve Norveç’in veya Çek Cumhuriyeti ile Slovakya’nın
ayrılmasında olduğu gibi, barışçıl bir biçimde olursa fazla bir sorun da
oluşturmayabilir.
Ama Orta Doğu gibi bir deprem merkezinde, dünyanın petrol Ortadoğu’nun
su yatakları üzerinde, binlerce yıllık devletçiliğin egemen olduğu bu
topraklarda, son yüzyılın ve günün bütün tarihinin gösterdiği gibi bu çok kan
ve acıya mal olur.
Burada sadece eski Yugoslavya, Kafkaslar ve Orta Doğu’daki çatışmaları
anmak yeter[5]. Bunlar yakın zamana kadar halkların kardeşliği
ideolojisini en azından resmen propaganda eden bir devletin vatandaşları
idiler.
O halde sorunu “Kürt Sorunu” olarak tanımlayanlar ve sorunun Kürtlerin
varlığının ve haklarının tanınması olduğunda anlaşanların anlaşamadığı
temel ayrım noktası, bu tanınmanın kolektif mi, bireysel mi olduğu
noktasında toplanır.
Bundan sonra bu iki program arasındaki çatışma gündemi belirleyecektir.
Eskiden temel sorun inkar ve tanıma çizgisi
arasındaydı; şimdi tanımanın biçimleri arasındadır. Örneğin
2011 seçimlerinden sonra seçilen Meclis’te MHP inkar, CHP ve
AKP bireysel haklar olarak tanıma; BDP veya Blok kolektif
tanınma çizgilerini ve programlarının siyasi ifadeleridirler.
Özetle, Kürtlerin kolektif tanınmasını Türk Devleti ve Burjuvazisi kabul
etmeyeceği ve bundan ötesi “kırmızı çizgi” olduğu için; bireysel hakları da
Kürt hareketi bu günkü vardığı düzeyde kabul etmeyeceği için, Türkiye’de
yaşayan insanların önünde bu iki program arasında ciddi bir çatışma
dönemi bulunmaktadır. Bu uzlaşmazlık nedeniyle, tarafların barışçı söylem
veya hamleleri aslında karşı tarafın gücünü zayıflatma amacına hizmet
edecektir.
Bu uzun ve çatışmalı bir dönem demektir. Geçici
uzlaşmaları veya ateşkesleri çok sert çatışmaların izlemesi kaçınılmazdır.
Çünkü her uzlaşma, karşı tarafın pozisyonunu zayıflatmak amacıyla yapılacaktır.
Her seferinde “birlikte yaşama” giderek daha uzak ve ulaşılmaz bir hedef haline
gelecektir.
Bunu biz söylemiyor ve istemiyoruz. Ama güçlerin konumlanışı,
programları ve buna bağlı olarak da olayların mantığı söylemektedir.[6]
Aşağıda açıklayacağımız Radikal Demokrasi’nin soruna ilişkin
adlandırması ve programı ise bütün bunlardan binlerce kat daha radikal ve
demokratik karakteriyle ayrılmaktadır; hem bütün bu tehlikeleri bertaraf
etmektedir; hem de uzun vadeli çıkarlarını düşündükleri takdirde tüm
“tarafların” çıkarınadır, (bizim mantığımız açısından ise taraflar farklıdır ve
gerici milliyetçi taraftakilerin çıkarına değildir).
*
Radikal Demokrasi, sorunun tanımında anlaşanların “Kürt Sorunu” olarak
adlandırdıkları sorunu Türk Sorunu olarak tanımlar.
Bu sadece basit bir adlandırma sorunu değildir. Çünkü bu
adlandırmanın ardında uluslar ve ulusçuluğun ne olduğuna dair bir
teorik arka plan bulunmaktadır ve bu teorinin programatik
sonuçları da diğer yaklaşımlardan kökten farklıdır. Türk
Sorunu kavramı bu programatik farka vurgu yapar.
Bu program, buraya kadar ele alınanların tanıma ilkesine
göre, Devletin elinden Kürtlüğün ya da Türklüğün tanınması veya
tanınmaması hakkını almak, devlete böyle bir hak vermemek olarak
formüle edilebilir.
Bu programı, bizzat Radikal Demokrasinin kategorileriyle ifade
edersek, ulusu veya devleti, Türklükle veya Kürtlükle tanımlamaya
karşı tanımlamak olarak formüle edilebilir.”
Görüldüğü gibi, yazımda, Kürt Siyasal hareketine Öcalan’ın sezdiği ve
bir çıkış yolu olarak gösterdiği programın hem zaaflarını hem de daha doğru bir
teorik temelle çıkış yolunu öneriyorum. Halbuki ne Sırrı’nin ne de Erd-tuğrul’un
böyle girişimleri hiç olmadı.
Ve benim bu gibi önerilerim karşısında da sustular. Böyle bir öneri var
ile demediler. Muhtemelen Kürt Hareketin böyle öneriler ve eleştiriler yapmayı
yanlış veya işgüzarlık olarak gördüler. Kendilerini Kürt Hareketinin
politikasını popülarize etmek ve desteklemekle sınırladılar.
*
Bu seçimler ile Gezi arasındaki dönemde, Sırrı Süreyya vekil seçildikten
sonra, Hill Hotel’de yapılacak bir toplantıya katılacağını öğrenince
çıkmış kitaplarımdan birer nüsha alıp, o toplantıya gitmiş ve kendisine hediye
etmiştim. O da teşekkür edip okuyacağını söylemişti.
Okudu mu? Bilmiyorum. Ama bir arkadaşım, bir televizyon söyleşisinde,
arkada görünen evindeki kitaplığında, benim kitaplarımı gördüğünü söylemişti.
En azından kitaplığında görünür bir yerde bulunmuşlar.
*
Bundan sonra 2013’de Haziranında Gezi gelir.
Gezi’nin ilk günlerinde zaten Gezi hareketinin ortaya çıkışında bir
fünye görevi görmüş Sırrı Süreyya ve o sıradaki tutum ve davranışlarıyla da
Ertuğrul Kürkçü’yü, Kürt hareketini eleştirirken örnek olarak gösteriyordum.
Yani en çok beklentim olan en beğendiğim bu Türk sosyalistleri üzerinden Kürt
hareketini yanlışlardan korumaya, tavrını değiştirmeye ve etkilemeye
çalışıyordum.
Şimdi bugün çok uzak bir dönemden bir belge gibi duran bu yazıyı olduğu
gibi aktarıyorum. Sırrı Süreyya’yı ve Ertuğrul Kürkçü’yü az zikrediyorum ama
aslında bütün yazı onların örneğinde savunduğum anlayışı yansıtmakta ve Kürt
hareketinin tutumunu eleştirmektedir.
Yazının tarihi 2 Haziran 2013, yani Gezi’nin henüz ilk günleri.
“Kürt Hareketi ve Taksim Direnişi (“Gezi Parkı”
Direnişi Notları ve Dersleri – 2)
“Kürt hareketi yıllarca
Türkiye’de demokratik mücadelenin yükün adeta tek başına zayıf omuzlarıyla
yüklendi, adeta mucizevi işler başardı. Ama tam da okyanusu geçip de derede
boğulmak gibi bir durumla karşı karşıya şimdi. Türkiye tarihinin en önemli ve
kapsamlı, demokratik karakteri apaçık olan halk ayaklanmasında oyunun dışında
kalıp deklase olma tehlikesiyle dolayısıyla bu hareketin demokratik
karakterinin de amortize olup, buharlaşmasına vesile olabilir.
Yirmi yılların iki
günde aşıldığı şu günlerde, Kürt hareketinden iki tane beyanat görüldü. Biri
Ahmet Türk’ün diğeri Selahattin Demirtaş’ın. İkisi de sınıfta kaldı.
İşte A. Türk’le ilgili
gazete haberi:
“Demokratik Toplum
Kongresi Eşbaşkanı Ahmet Türk, Gezi Parkı protestolarını değerlendiren bir
açıklama yaptı.
"Halkın
taleplerini görmezden gelirseniz özgürlükler gelemez" diyen Türk,
hükümetin sokaktan yükselen sese kulak vermesi gerektiğine işaret etti.
Türk, eylemler
sırasında BDP'li Milletvekili Sırrı Süreyya Önder'in yaralandığını da
hatırlatarak kendisine ve bütün yaralılara geçmiş olsun dileğinde bulundu.”
Burada söylenen sözler
önemli değildir. Hangi noktadan kime söylendiği önemlidir. Ahmet Türk,
direnişin içinden, kendisini orada gören, kendisini onun bir parçası gibi
hisseden bir insan olarak konuşmuyor. Direnişin başarısı için ne yapmak
gerektiği üzerine konuşmuyor. Yanlış da olsa direnişçilere bir yol önermiyor.
Kime konuşuyor?
Hükümet’e. Hükümet’e daha akıllı olmasını öneriyor. Bir Gül ve Arınç da kendi
üslubunca aynı şeyi söylüyor.
Satırlar arasına sinen
sözlerin ardındaki gizli mantığı dışa vuran bu yaklaşım, on binlerce sokağa
çıkmış insanın ruhunda en küçük bir titreşim yapmaz, yapamaz. Hatta gizliden
gizliye bir düşmanlık duygusu yaratır.
Benzeri ve daha uzun
konuştuğu için de daha vahimi Selahattin Demirtaş’ın söyledikleri. Onları
okuyalım.
“ BDP lideri
Demirtaş, “İnsanlar Gezi parkındaki ağaçlar için değil, aynı zamanda hükümetin
olumsuz politikalarına da tepki koyuyor. Vatandaşın tepkisini değerli
buluyorum. Biz BDP olarak gezi parkı direnişçilerinin yanındayız. Vatandaşa
atılan her bir gaz ve vurulan coplar için hükümeti kınıyorum. Bölgede yıllardır
olup biten İstanbul’da olsaydı onlarca genç İstanbul dağlarına çıkardı” diye
konuştu.
İstanbul’da
yaşayanların gazı ilk kez tattığını belirten Demirtaş, "Diyarbakır,
Hakkari ve Şırnak’ta günlerce gaz yedik. Bir yıl geçmesine rağmen Diyarbakır
sokaklarından hala gaz kokusu geliyor. Deminde belirttiğim gibi müzakere ve
barış sürecine karşı ulusalcı ve milliyetçi kesimler süreci baltalamak için
uğraşıyorlar, bunlara karşı dikkatli olmak lazım. Biz Gezi parkında yaşananları
müzakere karşıtlığına çevrilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü biz onlarla hareket
etmiyoruz. Tabanımız kesinlikle ırkçı ve faşistlerle aynı etkinlikler içinde
olmayız. Bizim tabanımız ne yapacağını bilir“ dedi.”
Yine aynı anı ve ruhu
anlayamayan ifadeler söz konusu.
Birincisi, dışarıdan konuşuyor.
İçinden değil. Onun için “yanında” olmaktan söz ediyor. İçine içinde olmayı
sindirmiş bir dil böyle olmaz.
İkincisi üstten konuşuyor
“Vatandaşın tepkisini değerli bulamaktan söz ediyor. Bu nasıl üstten bir
dildir? Değersiz bulsa ne olur? Oradaki tepkisini değerli bulduğu
vatandaşlardan biri olarak konuşmak varken, böyle dışarıdan ve üstten bir dil
ne oluyor?
İnsanlar bu gibi
ifadelerin böyle hangi özne açısından hangi nesneye yönelik olarak yapıldığının
analizini yapmazlar, ama hissederler bir şeyler onlara uymadığını.
Hangi direnişçi bu
sözlerde kendini bulabilir? Hiçbiri?
Üçüncüsü, politikada
kırgınlıklarla, sitemlerle mücadele edilmez. Yanlışların hesabı tutulmaz.
Onlarla mücadele içindir zaten politika. Böyle bir hareketi bulmuş olarak
sevinecek, içinde yer alacak yerde bir de sitem ediyor? “Bölgede yıllardır olup
biten İstanbul’da olsaydı onlarca genç İstanbul dağlarına çıkardı”. Bu
mudur bu kritik saatlerde söylenecek olan? Bunu sıradan Kürtler söylerse
anlayışla karşılanabilir. Ama Demirtaş bir politikacıdır ve en azından resmen,
“Türkiyelileşmek” ve hatta “Orta Doğululaşmak” diye bir hedefi bulunan;
Türkiye’nin batısı ile doğusu arasındaki memnuniyetsizler arasında bağ kurmak
isteyen; buradan tüm Orta Doğu’ya demokrasi getirmek isteyen bir hareketin
sözcüsü olarak bu sözler çok vahim yanlışlardır. Politika böyle kırgınlıklar,
duygular üzerinden yapılmaz.
İkinci paragrafta iyice
açığa çıkıyor mantık. Demokratik bir orta doğu için mücadele eden bir Ortadoğu
Politikacısı olarak değil; hatta bir Türkiye politikacısı olarak değil, bir
Kürt politikacısı olarak konuşuyor. Hele Ulusalcılara ilişkin söyledikleri tamı
tamına onların ekmeğine yağ sürecek bir nasihat. Görevi bu hareketin içinde yer
alıp mümkünse onun demokratik olarak daha da radikalleşmesi ve demokratik
hedeflere sahip olması için çalışmak iken, dışarıdan (şu “biz”
zamiri) ve yukarıdan (“tabanımız”) bir uyarı yapıyor. Yani “orada
faşistler falan da var bir orada olmayız, dışarıdan destek veriyoruz ama dikkat
ha, faşistlerin oyununa gelmeyin!.”
Bu nasıl bir
kavrayışsızlıktır? Eğer Ertuğrul ve Sırrı Süreyya olmasa, Kürt hareketi
Öcalan’ın onlarca yıldır yapmaya çalıştığını, iki paragrafla yok etmiş olurdu.
Bir zamanların Erbakan’ının, demokratik bir hareketin yanında yer alacak yerde
“Mum söndü yapıyorlar” diyerek onu adeta özel savaş dairesinin kucağına
itmesinin neredeyse benzeri konumdadır bu duruş ve söylem.
Dileriz Kürt
hareketinin bunca yıllık demokratik geleneklerine ve emeklerine uygun bir
çizgiye yine gelinir. Bu Öcalan’ın çizgisi değildir.”
(…)
“Kürt hareketi politik
ve programatik olarak Öcalan’ın hedeflerini anlayabilmiş ve hazmedebilmiş
değildir ve onun görüşlerini ve programını en ileri gelen politikacıları
savunamamaktadır.
Bu zaaf bir ölçüde de
sosyolojik olarak Kürt hareketinin şehirli ve modern bir toplumsal tabanının
yeterince gelişmiş olmamasının bir görünümüdür. Sorun Batı’nın ve Şehirlerin
orta sınıflarının kültürel olarak demokratik özellikleriyle, Kürt hareketinin politik
olarak Demokratik özelliklerinin nasıl birleştirilebileceğinde
düğümlenmektedir. Bu yapılamadığı takdirde, Şehirlerin ve Batı’nın gerici
politik olarak gerici ve Kürt Hareketinin kültürel olarak köylü ve “geri”
özelliklerinin başat olması olur ki, bu tam bir felaket anlamına gelir.
Sosyolojik olarak
böyledir ama yine de politik ve ideolojik olarak yapılacak bir şeyler vardır.
a) Kürt hareketinin son
kalkışmayı tam anlayamaması ve Öcalan’ın görüşlerini savunamamasının temelinde
ilkel milliyetçilikten arınamama bulunmaktadır. Kürt politikacıları, Türklük ve
Kürtlük, Alevilik ve Sünnilikten azade bir demokrat olarak konuşmayı öğrenebilmiş
ve bunun önemini kavrayabilmiş değildir.
b) Batı’nın şehirleri
söz konusu olduğunda, Kürt politikası olduğunda, epeyce başarılı da
sayılabilecek, hatta Türkiye’nin batısındakilere en yakın onların en sempatik
bulduğu politikacı olan Demirtaş bile, olayları ve gelişmeleri hemen kavrayıp
uygun bir tavır koyamamaktadır.
c) Böyle bir
politika ve anlayışla Kürt hareketinin batıya ve şehirlilere ulaşması, onları
örgütlemesi ve birleştirmesi beklenemez.
d) Bu olmadan da ne
Türkiye’de ne de orta Doğu’da bir demokratik devrim mümkün olmaz. Dolayısıyla
Kürtlerin üzerindeki baskı son bulamaz.
e) Bu koşullarda
Kürt hareketinin bir başarısı da mümkün olamaz. Türkiye’nin çoğunluğu olan
insanların en azından hayırhah bir desteği veya tarafsızlığı sağlanamazsa,
başarı mümkün değildir. Öcalan’ın dediği, bunun için kartların yeni karıştığı
ve yeni bir mücadele döneminin başladığıdır. Hükümetle çürük uzlaşmalar ve aman
işler bozulmasın diye Hükümet’i kızdırmaktan kaçınma izlenimi verebilecek
davranışlar doğru değildir.
f) Tekrar edelim. Sırrı
Süreyya ve Ertuğrul Kürkçü şimdiye kadarki tutumlarıyla (Sırrı Süreyya’nın
Kılıçdaroğlu'nun davranışına ilişkin söyledikleri içerikçe durumu doğru tasvir
etmekle birlikte böyle konuşması doğru değildi. O herkesi, hangi niyetle olursa
olsun oraya çağırmaya devam etmeliydi baştaki gibi. Niyetler üzerinden
niyetleri okuyarak politika yapılmaz. Sadece onları da değil, bütün AKP’lileri
de çağırmalıydı.) Kürt hareketinin seçip Meclis’e taşıdığı politikacılar olarak
iyi bir sınav verdiler ve Kürt Hareketi ile Türk orta sınıfları arasındaki
uçurumun kapanması için; bu uçurumu kapatacak bir köprü kurabilmek için iyi bir
köprü başı ele geçirip köprüyü inşa edecek kılavuz iplerini gerdiler. Kürt
hareketi bunu şu ana kadar değerlendiremedi ama derhal ciddi bir özeleştiri
ateşinden geçip tutumunu değiştirmelidir. Aksi takdirde çok geç olur.
Son olarak yazımıza
Sezai Sarıoğlu’nun benzer uyarılar içiren şu satırlarıyla son verelim:
“Birbirimizin yüzüne
karşı konuşmakta yarar var: Genel bir algı olarak sezdiğim, tek tek Kürt
arkadaşlardan da sıkça duyduğum “Biz mücadele ederken onlar neredeydiler?”
cümlesiyle ne ân ne de süreç kurgulanamaz. Bu haklı eleştiriyi hatta
alınganlığı anlamak gerekiyor ne var ki politika “alınganlıklar” üzerinden
değil politik ilkeler, etik duruşlar üzerine inşa edilir. Alternatif politika
eleştirdiğimiz yanlışlara benzememek üzerinden yapıldıkça işlevseldir, hem
kendimizi hem de başkalarını dönüştürücüdür. Özgürlük talep eden gelenek,
aklını ve eylemlerini diğer ezilenlerin özgürlük talepleriyle ortaklaştığı
oranda, farklı zeminlerden politika yapan tarafların ilişkilerinde tek tek ve
karşılıklı sahicilikten söz edilebilir.
Eylemlerin “ateş kıs”
sürecine denk gelmesi de edilgenliğin gerekçesi olamaz, olmamalı. Tersine
“doğu” ile “batı” arasında iki farklı algının ve alınganlığın aşılması değilse
de aşınmasının imkanı, bu tür eylemlerin içinde psikolojik, ruhsal yakınlaşmalardan
de geçiyor... Bu eylemlerin eşit, kurucu ortağı olmak mümkünken “sembolik”
açıklamalarla ve dayanışmalarla pasif bir yerden siyaset kurgulamak herşey bir
yana, yıllarca mücadele ederek oluşturduğu kendi değerler sistemini de
aşındırır. Dahası, doğa gibi siyaset de boşluk tanımaz ve her eylem başka
kolektiflerce “manüple” edilebilir... Ordunun “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika
Karanlık” eylemlerini açık-kapalı olarak manüple ettiği bilgisi sıcaklığını
koruyor. Hal böyle olunca, Gezi Direnişi'nin, “milliyetçi-ırkçı” kesimlerce bu
coğrafyanın ihtiyacı olan özgürlük perspektifinden saptırılarak, sadece AKP
karşıtı, klasik devlet/ordu yanlısı bir mecraya sürüklenmesi mümkün. Bunun
işaretlerini eylem içinde yeterince gördük daha da göreceğiz...
Bu nedenle,
eylemcilerin kulakları kadar kalplerinin de Diyarbakır'da olduğunu politik
olarak bilmek ruhen de hissederek dağların, ormanların altına elini koyanların
ağaçların altına da ellerini daha çok koymaları tarihin emri siyasetin
kavlidir... Bu yapılmadıkça, “Kürtler kendi dertleri dışında bir şeyle
ilgilenmiyorlar. Biz buradayız onlar neredeler?” şeklinde bir karşı eleştirinin
ve alınganlığın eylem içinde yeniden üretileceğini bilmek için kalın kitaplar
okumak gerekmiyor.”
Hemen görüleceği gibi,
hep aynı soruna ağırlık veriyoruz ve Gezi’nin ilk günlerinde, nesnel olarak
duruşları ve yaptıklarıyla Ertuğrul ve Sırrı’yı örnek veriyoruz.
*
Bu yazıdan sonra gezi
direnişi boyunca neredeyse her gün yazılar yazıyordum. Türkiye’de tanınmam
biraz da bu dönemde yazdığım yazılarla oldu. Ancak bu yazılar yankısız
yazılardı.
İşte yine bu Gezi hareketinin ilk gönlerinde yine Hill Hotel’de bir toplantı
oldu. O toplantıyı izlemeye gitmiştim.
Orada Sırrı Süreyya ile
girişte karşılaştığımda “Hocam ailece yazılarını okuyoruz” dedi.
Ne kadar sevindiğimi ve
mutlu olduğumu anlatamam. Hele “ailece” okumaktan söz etmesi beni iyice
şaşırtmıştı. Sanırım bu “aile” cenaze töreninde gördüğümüz kızıydı.
Muhtemelen böyle
okunmamda Sırrı Süreyya’yı örnek göstermemin de bir etkisi olabilir. Ama bundan
sonra mahalli seçimler ve adaylığı ile birlikte Sırrı Süreyya’yı eleştirilerim
başlar.
Bunlar gezi hareketiyle
ilgiliydi. Ama artık Gezi, Gezi’den kovulmuş, Parklara ve Dayanışma Forumlarına
çekilmişti.
*
9 Temmuz 2013 Salı
tarihinde, “Gezi Hareketi ve Halkların Demokratik Kongresi” başlıklı yazımda
şunları yazmışım.
Bu yazıdan da özellikle
Sırrı Süreyya ili ilgili uzun bir bölümü aktarıyorum.
“Bu yazıda
gözlemlerimizi ve orada kısa konuşmamızda söylemeye çalıştıklarımızı bir kez
daha derli toplu sunmaya çalışalım.
Önce toplantının yeri
ve zamanı ve yapılışından başlayalım.
Türkiye’de tarihin en
büyük hareketi patlamış, her yerde Park Forumları var. Bunların en güçlü
olanları da Taksim’e bir taş atımı mesafede, Kadıköy ve Beşiktaş’ta.
Hayatla, yaratıcılıkla,
hareketle en küçük bir rezonansı olan, onunla aynı telden çalan bir örgüt, Hill
Hotel’de toplantı yapmaz. Gider o park forumlarında yapar.
Gezi hareketinin
çekirdeğini oluşturan modern ücretliler, çalışan insanlar. O nedenle ancak
işten çıkınca toplantılara ve gösterilere katılabiliyorlar. Her akşam Park
Forumları saat dokuzdan sonra toplanıyor. Akşamları saat 19.00 ile 21.00 arası
da genellikle, daha spesifik konulardaki çalışma grupları vs. toplanıyor.
Hayatla ve hareketle
biraz bağı olan bir örgüt, bu forumlara gidip, “biz HDK olarak, burada herkesin
katılımıyla ve herkesin gözü önünde böyle bir toplantı yapmak istiyoruz, hali
pür melalimizi Gezi Hareketine göstermek istiyoruz, bizi eleştirin. Bunun
için burada toplantımızı yapmak istiyoruz. Bize zaman ve yer verin” derdi; Hill
Hotel’de yaptığı toplantı için, park forumlarından “üçer kişi”nin
gelmesini lütfeder gibi istemezdi.
Böyle bir örgüt, bu
toplantıları her akşam ikişer saate yararak her birini ayrı bir parkta yapardı
örneğin.
Bütün bunlar ve benzeri
şeyler yoktu. Böyle şeyleri düşünecek ruhu, çapı, kapasitesi yoktu HDK ve
bileşenlerinin.
Çünkü HDK’nın derdi
kendisinin bir şeyler öğrenmesi değil, hareketi kontrol altına almak.
HDK aslında harekete
bir şeyler öğretmek bir yana ondan öğrenmek gibi bir sounu olduğunun; hareketin
değil kendisinin bir nesne olduğunun farkında değil.
İşin kötüsü, hareketi
nasıl kontrol altına alacaklarını problematize ettiklerini bir de utanmadan
yazıyorlar ve bunun Gezi Hareketi’nin ruhuyla ve anlayışıyla nasıl çeliştiğini
bile kavramaktan uzaklar.
Örneğin, 2 Temmuz 2013
tarihli, HDK İstanbul Bölge Yürütmesi toplantı sonuçlarında şöyle yazılıyor:
“Gezi parkı sürecinde
ve sonrasında da Galatasaray’dan Taksim meydanına düzenlediğimiz HDK
yürüyüşlerinde sağladığımız görkemli kitlesellik, görünür ve etkili olmamız
açısından oldukça başarılıydı. HDK olarak hareket üzerindeki esas ve kalıcı
etkimizin bundan sonra yürüteceğimiz çalışmalara bağlı olacağını da asla
unutmamalıyız.”
Halbuki, doğru dürüst,
ismiyle müsemma bir örgüt, kendisinin hareketin bir yürüyüşünde görünür
olmasında övünülecek hiçbir şey bulamazdı; böyle bir bakış ve formülasynun bile
bu hareketin ruhuyla çeliştiğini görür; böyle bir övüncü utanç verici bulurdu.
Bu muazzam özneyi, yani
Gezi Hareketini, nesneleştiren bir bakış açısının o öznenin dünyasına nasıl
uzak olduğunu anlamasa bile sezer, bu sezgi tüm söylemine yansırdı.
Somutlayalım bu zıtlığı.
Böyle bir örgüt, Hareketin içinde
HDK’nın görünür olmasının gururuyla değil; hareketin kendi
içinde “görünür” veya görünmez ama olmamasının utancıyla konuşurdu.
Böyle konuşan bir örgüt
de, Hareketin HDK’da “görünür ve etkili” olmamasının, HDK’nın başarısızlığının
bir göstergesi olduğunu söyler; HDK’nın hareket üzerinde değil,
Hareketin HDK üzerinde “esas ve kalıcı” etkilerinin nasıl sağlanacağını sorun
ederdi.
Tabii sorunu böyle olan
bir örgüt de Hill Hotel’de alışılmış protokolleriyle değil, Gezi Parkı
direnişinin geliştirdiği yöntemlerle Gezi parklarında, Gezi hareketinin
içinde toplantılar yapardı.
Böyle bir mantıkla
hazırlanan toplantı da o yıllardır alışılmış bürokratik protokolleri darma
duman ederdi. Milletvekilleri, salondakilere danışılma ve oylanma nezaketi bile
gösterilmeden, tepeden emrivakilerle konuşturulmazdı örneğin.
Gezi ruhunu kavramış
milletvekilleri de öyle protokol önceliğiyle konuşmayı kabul etmez; kendisinin
sırasını bekler veya Gezi’de bazı konuşmacıların oradakilerden imtiyazlı
muamele istemeleri gibi kendisine imtiyazlı muamele çekilmesi için oylama
yapılmasını isterdi.
Sadece Milletvekilleri
mi böyle? Her toplantıda bir de kerameti kendinden menkul akademisyenler veya
meşhurlar veya titri olan kişiler de aynı şekilde konuşturulur. Bu zaten
yanlıştır ama bari Gezi Hareketinden sonra biraz değişim olmuş olsun diye
umulur. Ne gezer.
Toplantı yine bütün
toplantılar gibi, kerameti kendinden menkul birtakım bürokratların, yine
kerameti kendinden menkul birtakım kişileri öne alan planlarıyla yapılıyordu.
Biraz Gezi Ruhu girmiş
olsa, gelenlere önceden kotarılmış bir program akışı sunulmaz, gelenlerden
hemen bir toplantı divanı seçmeleri ve gündemi belirlemelerini isterdi.
Özetle orada Gezi’nin
ruhu yoktu.
Gezi’nin yine de bir
etkisi olmuş. Ama bu bürokratlar üzerinde değil, dinleyiciler üzerinde. Nuray
Mert, Sırrı Süreyya’nın konuşup gitmesinden sonra ve Sabahat Tuncel’in de öyle
yapacağını düşünerek “bu nedir böyle, Sırrı buradayken söylemek isterdim, hemen
başa konuyorlar ve Konuşup gidiyorlar, bu nasıl bir saygısızlıktır” anlamında
bir şeyler söyleyince, özellikle de forumlardan gelip oraya hasbelkader düşmüş
gençler tarafından alkışlandı[2].
Özetle, çağrısı,
yapıldığı yer, yapıldığı zaman ve biçim ile tipik bir HDK toplantısıydı ve
HDK’nın Gezi’nin ruhuna eski ezberleriyle direneceğini haber veriyordu.
Ancak Gezi’nin taze
rüzgarlarının getirdiği temiz hava da HDK’nin küf kokan toplantısına sızmanın
yollarını buluyordu. Bu özellikle kimi konuşmacıların konuşmalarında yansıdı.
Toplantının bileşiminde
yaş ve cins olarak Gezinin izleri son derece sınırlıydı. Tipik yaşlı kır saçlı
veya saçsız kafalar denizi görülüyordu. Gezi hareketinin gençliğinden eser
yoktu. Belli ki hareket HDK’nın davetine zerrece ilgi göstermemiş ve dikkate
almamıştı.
Aynı şekilde Gezi hareketinde
eşi görülmemiş bir kadın katılımı ve onların önde ve konuşmalarda görülmesi her
yerde görülürken, burada o da yoktu.
Sadece Geziden gelen
çok az sayıdaki insanın ve konuşmacının genç ve kadın olmasında gezinin
bileşimi sınırlı bir iz bırakıyordu.
Gezi ruhunu oraya biraz
olsun taşıyan bu arkadaşlar da konuşmalarında esas olarak, “siz değişeceğiz
diyorsunuz ama aynısınız, örneğin burada bir yığın yaşlısınız ve hala aynı
dille konuşuyor bizi nesneleştiriyorsunuz eleştirisini” yaptılar.
*
Gezi Hareketinin
oluşumunda, kendisinin de belirttiği gibi, biraz da rastlantısal olarak, tayin
edici bir rol oynayan Sırrı Süreyya’nın konuşması da biraz gezi havasını
yansıttı.
Bu konuşmanın belli
başlıkları gazetelerde epeyce yer aldı. Bir tanesini aktaralım.
“BDP İstanbul
Milletvekili ve Gezi direnişinin sembollerinden olan Sırrı Süreyya Önder,
Taksim Hill Otel'de düzenlenen "Gezi Direnişi, Çözüm Süreci ve Türkiye'nin
Demokratik Geleceği" başlıklı forumda konuştu.
Sol hareketi
değerlendiren Önder, sol hareketin durumunu "teşhis koyamayan doktor"
olarak tanımladı ve böylece tedavi geliştirilemediğini söyledi. 16 yaşından
beri solcu olduğunu ifade eden Önder, "Bizim kadar istikrarlı sıkıcı
dünyada başka solcu yok" dedi. Önder, hala 16 yaşında öğrendikleriyle
gidildiğini" ifade etti.
Sovyetlerin yıkılışı
için "kendimizden başka herkesi suçladık" diyen Önder, dünyanın başka
yerlerinde solcuların düşüncelerini revize ettiğini, yenilendiğini kaydetti.
Marksizmin yeniden
yorumlanmamasını da eleştiren Önder, solun "Kürdofobik" ve
"İslamofobik" olduğunu, bu iki alana hiç dokunulmadığını söyledi.
Önder, kadın düşmanlığı ve LGBT bireylere dönük düşmanlığı da ekledi.
'HESAPLAŞMA VE YÜZLEŞME
SÜRECİ YOK'
Kürt siyasi hareketi
dışında hiçbir örgütün hesaplaşma ve yüzleşme süreci yaşamadığını ve
hiyerarşinin değişmediğini ileri süren Önder, sorunların büyük çoğunluğunun
buradan kaynaklandığını söyledi.
Sırrı Süreyya Önder,
"Bugün ihtiyaç olunan şey; tam bir tersine Leninizm. Yukarıdan aşağı
bilinç götürmeyi literatürden çıkarmak gerekir" dedi. Kitleler için
"apolitiklik" tanımını tercüme hatası olarak gören Önder,
"antipolitik" tanımının daha uygun olduğunu söyledi. Önder, Gezi'deki
insanların antipolitik olduğunu ekledi.
'SOL GEZİ'Yİ
ÖNGÖREMEDİ'
Önder, direnişe öncülük
edenlerin sol siyasal yapılardan gelen insanlar olduğunu ancak örgütlerin ya da
HDK'nin meseleyi öngöremediğini belirtti, "Bizlerden oluşan siyasal
yapılarımız niye bunu öngöremedi? Böyle bir mecra var ve biz genişleyemiyoruz.
Aldığımız oy çeperi belli, biraz kan bağı hareketine dönüşmüşüz" diye
konuştu.
Direnişin
sahiplenilmesi yaklaşımını da eleştiren Sırrı Süreyya Önder, şöyle devam etti:
"Gezi tüm bu örgütlü hiyerarşik yapılara bir reddiyeydi. Antipolitik olma
politikanın kendisine ya da politik olanın kendisine değil onun sahadaki
yüzlerine, temsilcilerine, uygulayıcılarına ve uygulama biçimlerine
dairdi."
Önder, direnişin
herhangi bir örgüte mal edilemeyeceğini de ekledi.
Önder, HDK'ye ilişkin
eleştirilerini şöyle dile getirdi:
"HDK'yi Gezi
Parkını tarif ederek kurmuştuk. Gezi parkında bugün neler olduysa, Gezi parkına
kimler geldiyse, kendileri hakkındaki algıyı kimler yer ile yeksan ettiyse,
onların bir araya gelemeyiş sebepleri ne ise bütün bunları tarif eden bir
yapılanmaydı HDK. En farkına varmayan HDK oldu. Bu bir körlüktür. Trajik olan
da şudur, HDK'nın bütün bileşenlerinin bunun ilk 5 gündeki yükünü çekmesidir.
Bu kadar çok emekle bu kadar çok hasıla etmesi buna denilmezse başka bir şeye
denilmez."
AKP'nin hatayı
savunmaya devam ettiğini belirterek, dayatmacı politika ve söylemlerine dikkat
çeken Önder, "Kendi kendine yaptıklarıyla kendilerini sıfırlamaya doğru
giden bir yönelimin içine soktular kendilerini" dedi.
'ÇÖZÜM SÜRECİNİN
TALEPLERİ GEZİ PARKI'NDA'
Önder, barış sürecinde
gelinen aşamaya ilişkin de değerlendirmelerde bulundu. İmralı'ya giden heyette
yer alan, ancak Gezi direnişi sonrası İmralı'ya gidişi AKP Hükümeti tarafından
engellenen Sırrı Süreyya Önder, Gezi direnişinin barış sürecine karşı olduğu
değerlendirmelerini eleştirdi. Önder, iktidar ile söylemlerin aynı olması
durumunda bir yanlışlık olacağına dikkat çekerek, "Askeri vesayet arayan,
cumhuriyet mitingi arayan AKP'nin herhangi bir oluşumuna baksın yeter. Kürtler
bunu anlayamadı" dedi. Ancak Kürt hareketinin tamamının bu şekilde
düşünmediğini söyleyen Önder, Öcalan ve KCK'den gelen açıklamaların bakış
açısını değiştirdiğini kaydetti.
Çözüm sürecinin
taleplerinin Gezi Parkı'nda olduğunu söyleyen Önder, "Barışı aslında
halklar sağlar. Barışı halklar sağlamamışsa yukarıdan aşağı tesis edilecek bir
barışın kalıcılığı olmaz. Birbirini bütünleyecek bir sürecin ve fırsatların
eşiğindeyiz. İnanıyorum ki konferansımız bu süreci de tartışarak, sentezleyerek
gerçekten bütün siyasal yapılar için aydınlatıcı, yol gösterici bir pusula
çıkarabilecektir" dedi. (ETHA)”
Sırrı Süreyya’dan sonra
yine birkaç protokol konuşması oldu.
Dinleyicilere söz
verilince ilk söz alanlardan oldum ve kısa konuşma süresinde esasen HDK’ya
başından beri yaptığım eleştiri ve önerileri kısaca tekrar yaptım.
Sırrı Süreyya genel ve
kategorik eleştiriler yapmıştı ama somut olarak neler yapmak gerektiği hakkında
somut bir şey söylememişti. Bunu yapmaya çalıştım. Daha önce de defalarca
yaptığım iki somut öneriyi tekrarladım. Onlar şunlardı:
Örgütsel olarak:
HDK’nın örgüt temsiline derhal son vermesi, bireysel üyelik sistemine geçmesi,
örgüt ve eğilimlerin bireysel üyelerinin nicelik ve nitelikleri üzerinden etki
sağlamasının doğru ve meşru olacağı.
Programatik Olarak:
Kürtlerin tanınması değil, Türklüğün tanınmaması ile Ulusal sorunun çözülmesi.
Yani Türklere statü tanımış bir Türk Cumhuriyeti değil; Türklüğe veya başka bir
şeye statü tanımayan bir demokratik cumhuriyet.
Sanırım bundan başka
somut bir öneri yapan olmadı.
Pardon, somut bir öneri
bana cevap olarak Levent Tüzel’den geldi. Önerilerimi reddetip tam tersini
savundu. Öyle örgütsel temsil falan ortadan kalkmaz, biz aynen devam etmeliyiz
anlamında konuştu.
Teslim etmek lazım ki
bu da somuttu.”
*
Dikkat edilirse, burada
henüz Sırrı Süreyya’nın eleştirisi yoktur, aslında konuşmasında bir yığın
yanlış ve yerleşik kanaatler ordusunun tekrarları vardır (Leninist örgüt
hakkında söyledikleri vs.) ama bunları konuyu dağıtmamak için öne çıkarmam.
Fakat artık HDK hakkında yaptığım eleştiriler artık nesnel olarak onun davranışlarını
da kapsamaktadır.
*
Bundan sonra Gezi
hareketi içinden Gezi hareketinin seçimlerde kimi aday göstereceği gibi bir
tartışma başladı. Bunu özellikle CHP’liler teşvik ediyordu. Ben ise bunun
hareketin sağlıksız bir bölünmesiyle sonuçlanacağı, hareketin somut talepler
ortaya koyup, bu talepleri destekleyen ve kabul eden adayları destekleme gibi
bir pozisyon benimsemesini savunuyordum.
Ancak daha sonra Sırrı
Süreyya’nın aday olacağı duyulmaya başlayınca buna da karşı çıktım. Böylece ilk
hayal kırıklığını yaşamış oluyordum ve aramızdaki politika ve taktiklere
ilişkin makas açılmaya başlıyordu.
29 Temmuz 2013 Pazartesi
tarihli “Gezi Hareketi, HDK, Sırrı Süreyya ve Adaylık”
başlıklı yazımda şu eleştirileri yapıyordum:
“Dün, HDK’nın
Kadıköy’de yapılan olağanüstü İstanbul kongresinde, Sırrı Süreyya’nın yaptığı
konuşmada, neredeyse İstanbul belediye başkanı adayı olduğu anlamına gelecek
bir konuşma yaptığı anlaşılıyor. Kendisi bunu kast etmediyse bile herkes öyle
anlamıştı. Bugün gazetelerde de bu anlamda haber ve yorumlar var.
Bu vesileyle konuya
ilişkin radikal demokrat bir yaklaşımın ne olduğunu ve olması
gerektiğini ele alalım.
Gezi Hareketi
bu devlete ve sisteme karşı bir direniş, toplumun bir alternatif
örgütlenme denemesi anlamına geldiği sürece genişleyebilir, birleştirebilir ve
toplumu değiştirme özelliğini koruyabilir.
Bunun için de daha
yolun çok başındadır. Burada “alternatif bir toplum” derken kimilerinin
anladığı türden, bu toplumun içinde sözüm ona küçük başka toplum adacıkları
anlamına gelen çocuksu bir ütopizmden söz etmiyoruz. Her şeyden önce bu devlete
alternatif bir devletten söz ediyoruz. Bu devlet ulusu Türklükle tanımlamışken,
merkezi ve bürokratik bir aygıt olarak orada duruyorken alternatif olmak demek,
Türklükle tanımlanmamış, merkezi ve bürokratik olmaya karşı bir iktidar
demektir. Alternatif olmaktan bunu anlamayan her söz var olan devletin ve
sistemin destekçisi olmaya mahkûmdur. Şunu akıldan bir an için çıkarmamak
gerekir: En gerici milliyetçilikle tanımlanmış, merkezi, bürokratik, militer bu
devlet bir demokrasinin ve halkın kendi egemenliğinin aracı olamaz.
Yani Gezi Hareketi,
Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bir Demokratik Cumhuriyet’in tohumu
olmalıdır. Bir alternatif örnek olmalıdır.
Bu devlet Türklerin
devleti ise, Gezi Hareketi Türklüğün, Kürtlüğün hiçbir politik anlamının
olmadığı, kişilerin özel sorunu olduğu, herkesin ana dilinde eğitim hakkı
olduğu; herkesin aynı insanlık tarihini okuduğu, diyanetin olmadığı vs. bir
devleti savunmalı ve örneğini sunmalıdır; yani Türklerin değil, demokratların
devleti olmalıdır tabiri caiz ise.
Bu devlet vali ve
kaymakamlar eliyle merkezden yönetiliyorsa, Gezi Hareketi merkezin hiçbir
iktidarının olmadığı, merkezi iktidarın ancak mahalli birimlerin kendi
rızalarıyla verdikleri kadar bir yetkisinin olduğu bir devleti savunmalı ve
örneğini sunmalıdır.
Bu devlet, fikir,
örgütlenme özgürlüklerini kısıtlıyorsa, Gezi Parkları, forumları bu
özgürlüklerin sınırsızca kullanıldığı ve kullanımının garanti altına alındığı
özgürlük adaları olmaya çalışmalıdır.
Bu devlet basın, yayın,
medyayı devletin ve sermayenin eline vermişse, bunları kamulaştırıp, her toplum
kesimi ve örgütüne oy oran veya nüfus içindeki oranı ölçüsünde dağıtıldığı bir
toplumun örneğini sunmalı ve bunu savunmalıdır.
Bu devlet ticari
sırlar, devlet sırları diyor ve ihsanların tüm yaşamını kontrol altında
tutuyorsa, Gezi Hareketi, devlet sırları ve ticari sırları tanımadığını;
devletin, şirketlerin, kurumların her türlü karar, toplantı, uygulama vs. tüm
bilgilerinin tüm vatandaşlara açık olmasının örneğini sunmalı ve savunmalıdır.
Bunlar uzatılabilir.
Gezi Hareketi bunları toplumun gündemine taşıyıp ezberleri bozmalı, karşı
iktidar organları haline dönüşmelidir. Ancak o zaman bir şeyleri değiştirme
kapasitesi gösterebilir. Ancak o zaman en geniş kitleleri birleştirebilir ve
değiştirecek bir güç birikimi sağlayabilir.
Gezi hareketi içindeki
gerçek demokratlar ya da radikal demokratlar esas bu sorunları Gezi Hareketinin
gündemine taşımaya çalışmalıdırlar.
Buna karşılık iki
farklı eğilim bulunmaktadır Gezi hareketi içinde. Biri küçük burjuva
ütopyacılığı, diğeri ise burjuva reformizmi denebilir. Ve bunlar birbirine
hızla dönüşebilirler.
Küçük burjuva
ütopyacılığı, var olan devlete dokunmadan, sözüm ona başka türlü bir yaşamın
örgütlenebileceğinden söz eder ve bu sorunlardan kaçmak için hareketi
ayrıntılar üzerine yoğunlaştırır. Son duruşmada küçük bir takım sistem içi
düzeltmeler uğruna enerjiyi tüketir. Sisteme destek olacak bir reformizme
evrilmesi mukadder bir sözüm ona radikallik olarak kalır.
Bir de burjuva
reformist denebilecek, özellikle CHP ve ulusalcılarda görülen, hareketi
seçimlerde kimin destekleneceği tartışmasına çekmek isteyenler veya hareketin
bir parti gibi örgütlenmesini isteyenler. Yani hareketi bir alternatif devlet
ve toplum projesi ve denemesi olmaktan çıkarıp bir muhalif partiye dönüştürmek
veya bir partinin etkisine almak isteyenler.
Gezi hareketi buna
kesinlikle direnmelidir. Bu tartışmaya girmemelidir. O aday göstermek veya bir
partiyi desteklemek gibi bir tartışmaya girdiği an biter ve bu düzenin basit
bir parçası olmaktan başka bir işlev göremez.
Gezi hareketi kendi
hedef ve taleplerini gerek ülke ölçüsünde gerek şehirler ve bölgeler düzeyinde
somut olarak koymalı, bunun için de tartışmayı kişiler veya partiler düzeyinden
yapılması gerekenlere, yani programa çekmelidir. Bizzat bu program
tartışmasının kendisi esas büyük değişim aracıdır. Hareketi oluşturan
bireylerin kime oy vereceğinin kendisinin konusu olmadığını açıkça ortaya
koymalıdır.
Diyelim ki İstanbul
için, yayanın en baş öncelikli, bisikletin ikinci, toplu taşımanın üçüncü,
bireysel vasıtanın ise en pahalı ve zora koşulmuş olduğu bir trafik ve
şehircilik sistemini somut talepler halinde nasıl formüle edileceğini veya
bizzat bu önceliklerin sırasını tartışmalıdır. Bunu tüm topluma nasıl
duyuracağını, bunlar etrafında toplumu nasıl örgütleyeceğini tartışmalıdır.
Ondan sonra hareketi oluşturan bireyler, bu konularda adaylar ne diyor diye
bakarlar. Tesadüfen önerilenleri yapacağını söyleyen bir aday çıksa bile, o
adayı desteklemeyi reddetmelidir, kendini oluşturan bireylerin anlayışına
güvendiğini söylemelidir.
Gezi Hareketinin
seçimler ve partiler konusundaki tavrı esas olarak böyle olmalıdır.
*
Peki, şimdi ne
görüyoruz?
HDK ve Sırrı Süreyya
Önder tarafından, CHP’den veya ulusalcılardan farksız bir biçimde, Gezi
Hareketini bir kimin aday olacağı tartışmasına çekildiğini.
Sırrı Süreyya harekette
prestiji olan ve sevilen bir insan. Onun yapması gereken yukarıdakilerdir.
Ama ne görüyoruz, bu rüzgârı arkasına alarak aday olmaktan söz ettiğini.
Yani hareketi öldürecek, sistem içine hapsedecek bir tartışmaya çektiğini.
(Aday olsa seçilemez,
hatta CHP’ye gidecek kimi oyları böleceği için AKP’nin istediği bir adım
anlamına gelir bu somut politika açısından. Kaldı ki, seçilecek bile olsa
bundan yüzde yüz emin olsa bile, konuyu adaylığına değil, nelerin yapılması
gerektiğine, programa çekmesi gerekir. Devrimcinin, demokratın seçimlere
ilişkin tavrı bu olmalıdır.)
HDK şaşırtmıyor. Çünkü
HDK zaten içi boş, bürokratik, parçalanması gereken bir kabuktur, bir yüktür.
Halkların Demokratik
Kongresi (HDK) Öcalan’ın Türkiye’deki bütün toplumsal muhalif hareketlerin bir
arada bulunup, ortaklaşacağı bir kitlesel örgüt önerisi idi; Kürt hareketinin
bir ulusal hareket olmaktan çıkıp bir sosyal harekete dönüşmesinin, “Türkiyelileşmesinin”
bir yolu olarak önerilmişti.
Ama gerek Kürt
hareketine ve özellikle de BDP’ye egemen olan, padişah olsa soğanın cücüğünü
yemekten ötesini düşünemeyenler gibi, bağımsız bir Kürt devletinden başka ufku
olmayan Kürt burjuvazisi, gerek Türk sosyalist örgütleri, bu öneriyi iğdiş
edip, içi boş, bürokratik bir çatı örgütüne dönüştürdüler. (Hem de bunu ilk
kongrede bu satırların yazarını sabote ederek yaptılar. Bu karşı devrimin, Bonapartist
darbenin ayrıntılı hikâyesi Bloğumuzda bulunmaktadır.) Her zaman olduğu gibi
Öcalan’ın önerisinin içini boşalttılar. Öcalan bir bakıma tam da bu Gezi
Hareketi’nin doğmadan kullanabileceği, içinde örgütlenip kendini
hazırlayabileceği bir organ önermişti.
Bu haliyle HDK bir
engeldir ve hareketin yıkması gereken, parçalaması gereken bürokratik bir
yüktür.
Burada bir kere daha
tekrarlayalım. HDK eğer bir parça dürüst demokratlardan oluşuyorsa yapması
gereken, örgütsel temsile derhal son verip, tümüyle bireysel katılım
üzerinden tüm organlarını alttan üste seçmelidir. Her üyenin tüm
üyelere doğrudan ulaşıp çoğunluğu kazanabileceği bir mekanizmaya dönüşmeli ve
bunun olanaklarını sağlamalıdır. Ve derhal tüm park forumlarının
katılımcılarını üyesi olduğunu ilan etmelidir.
Bunları kimse duymak
bile istemiyor.
*
Sırrı Süreyya ya da
Demirtaş, İstanbul Belediye Başkanlığı üzerine adaylık tartışması başlatacak
yerde, kongrede tartışmayı böyle somut bir konuya çekse, bunu BDP’nin ve
toplumun gündemine çekse, çok daha demokrat bir iş yapardı.
Ama bu konularda
susmak; BDP’nin nasıl bir bürokratik mekanizma olduğunu ifşa etmemek; hatta
bunu savunmak; insanları bu mekanizmayı parçalamaya ve demokratik bir mekanizma
örgütlemeye çağırmamak; gündemi buraya çekmemek ama bir adaylık tartışmasını
başlatmak; hem BDP’nin ve HDK’nın tutucuğunu karşısında susarak, onlara zımnen
onay vermek hem de Gezi Hareketini ölümcül bir tartışmaya çekmek anlamına
gelir.
Bu vesileyle BDP, HDK
ve HDP (Halkların Demokratik Kongresi’nin Parti adını almış biçimi) ve seçimler
konusunda da bir iki söz edelim.
Seçimlerde “Kürt
İlleri”nde, BDP adıyla seçime girilmesi, “Batı” da HDP adıyla girilmesi
konuşuluyormuş.
Bu da tipik HDK’yı ve
daha önceki bütün girişimleri olmamışa çeviren, Kürt burjuvazisi ve bürokratik
Türk sosyalisti yaklaşımıdır. Yani Kürt burjuvazisinin Türkler ayrı, biz
Kürtler ayrı; Türk sosyalistlerinin de tersinden aynı anlama gelen mesajıdır.
Bizim yaklaşımımız ise,
demokratlar ve demokrat olmayanlar bölünmesini yaratmak olmalı, demokratlar ve
demokrat olmayanların saflarını netleştirmeye yönelik politika yapmalıyız.
Yani ulusun Türklükle
tanımlanmasına karşı olanlar; Türklüğün, Kürtlüğün, Müslümanlığın,
Hıristiyanlığın vs. hiçbir politik anlamının olmadığı bir demokratik
cumhuriyet için mücadele edenler ile ulusların Türk ve Kürt vs. olarak
örgütlenmesini savunanlar olarak bölünmesi.
Böyle demokratik bir
yaklaşımı olan, Kürdistan’da Kürt Partisi, Türkiye’de Türk Partisi (HDP)
anlamına gelecek bir yaklaşıma prim vermez.
Ya tüm Türkiye’de ve
Kürdistan’da(Baştan aşağı demokratik olarak örgütlenmiş, yani bugünkü
bürokratik yapısı parçalanıp yeni baştan kurulmuş) HDP olarak girilmeli ya da
bütün Türkiye’de ve Kürdistan’da BDP olarak.
Bunun dışındaki
öneriler ve çözümler, Demokrasiye ve Demokratik Cumhuriyet’e karşı, Türklerin
ve Kürtlerin birer suikastıdırlar.”
*
Bu adaylık olayından
sonra sanırım Sırrı Süreyya ile aramızdaki makas giderek açıldı. Benim için
aday olması büyük hayal kırıklığı idi.
Bundan sonra çeşitli vesilelerle
çok eleştirdim ama bunlar içinde en önemlisi Demirtaş’ın HDP eş başkanlığından
uzaklaştırılması dönemindeki tavrıdır.Aslında o zamanki adı ne olursa olsun,
HDK, HDP vs. gibi örgütlere yönelik eleştirilerimin hepsi onların
politikalarını destekleyen ve uygulayan Sırrı ve Ertuğrul’un da
eleştirileridir. O politikalara karşı çıkmamaları, karşı öneriler getirmemeleri
onların sorumluluğunu elbet onların sırtına da yüklüyordu.
Ama bunların geçiyorum.
Kanımca en önemlilerinden ve Sırrı Süreyya’nın çok büşük bir sorumluluğu olduğunu
bildiğim, Demirtaş’ın Eşbaşkanlıktan alınması olayına geliyorum.
Ben Demirtaş’ıh elbette
Kür hareketinin çıkardığı en yetenekli lider olduğu görüşündeyim. Ama aynı
zamanda Demirtaş’ın da eksik ve yanlışları olduğunda onu çok eleştirdim. Çünkü
bu yanlışların ağır sonuçları oldu ve oluyor.
Blinir ya da bilinmez,
Demirtaş başlangıçta HDP’ye katılmamıştı. Diyarbakır’a çekilmişti ve “Türkiyelileşme”
projesine pek iyi bakmadığı söyleniyordu. Ancak bu direnişini kırmak ve Kürtleri
projeye katmak için başkanlık önerildikten sonra HDP’nin başına geçti.
Geçer geçmez de çok
büyük bir yanlış yapıp HDP’nin ayağına gelmiş bir fırsatı tepti. Çünkü
Başkanlık seçimleri vardı ve CHP bir MHP’liyi aday göstermeşti. CHP’liler hayal
kırıklığı içindeydi. Keza mütedeyyinler içinde de giderek büyüyen bir hayal
kırıklığı vardı. Erdoğan adım adım diktatörlüğünü örüyordu ama henüz daha sonra
kazanacağı gücü yoktu. Bu koşulda HDP, hem mütedeyyinlerin hem Laiklerin hem de
Kürtlerin destekleyebileceği bir aday önerip, CHP’nin adayının önünde ilk turu
geçebilecek ve böylece Erdoğan’ın ilk turda seçilmesini engelleyecek bir aday
gösterebilirdi. Ben şahsen bazı arkadaşlarımla birlikte buna en uygun aday
olarak Bekaroğlu’nu önermesi gerektiğini düşünüyordum. Önemli olan Erdoğan’ın
önünün kesilmesiydi. B projeyi destekleyen ve organlara getiren Ayhan Bilgen
gibi HDP’ller de vardı.
Ancak Selahattin Demirtaş,
organlarda görüşülüp, tartışılıp karara bağlanmadan bunun önünü kesmek için bir
emrivaki ile kendi adaylığını açıkladı. Aslında Erdoğan’ın kazanmasının önünü
açmış oldu. HDP ayağına gelmiş harika fırsatı tepti, demokrasi mücadelesinin
akıllıca bir adayla önüne geçebilirdi. Hatta Erdoğan’ın kazanmasını
engelleyebilirdi. Tıpkı 2023 seçimlerinde yapılan hatanın bir benzeriydi. Ayağa
gelen bir fırsat tepilmişti. Ama Demirtaş bunu kendi aldığı oy oranıyla bir
bayarı gibi göstermeyi de bildi.
Her neyse, Demirtaş’ın
iyi bir uygulayıcı ama kötü bir teorisyen ve stratej ve de taktisyen olduğu
ortaya çıkmıştı. Verili bir politikayı anlatmakta başarılıydı. Tıpkı Sırrı’nın sevimliliği
gibi batının seveceği bir yanı vardı. Ama bu alanda da bir uçtan diğer uca
savrulmuştu. Batının şehirlilerinin kendisini sevdiğini görünce onların suyuna
giden politikaları ve yaklaşımları savunur olmuştu.
Hasılı benim Demirtaş’a
karşı önemli eleştirilerim vardı ve bunları da her vesileyle yazıyordum.
Ama başkanlıktan
uzaklaştırılmasının kabul edilebilir hiçbir yanı yoktu.
Birincisi tepeden
komiserler eliyle yürütülen bir operasyondu. Çünkü küzük çerçevesinde
tartışılıp oylama yapılsa bile Demirtaş’ın kayması çoğunluğu sağlardı.
Öte yandan, eş
baykanları içeri alındılar diye bulundukları makamlardan uzaklaştırmak resmen
Erdoğan’ın hukuk dışı rejimini bir örgüt içi operüsyon için kullanmak anlamına
gelirdi.
Ve nihayet, hapisteki
bir başkanın, tam da aksine hapiste olduğu için, başkan olarak tutulması
gerekirdi en azından formel olarak.
Bütün bu gibi
gerekçelerle Demirtaş’ın başkan kalması için ve Kongrede aday gösterilmesi için
Change.org aracılığıyla imza kampanyası açtım. Demirtaş’ın
uzaklaştırılmasını eleştiren yazılar yazdım. Demirtaş da satır aralarında
kalmak istediğini ifade ediyordu. Ve öyle görülüyordu ki, Demirtaş aday
gösterilmesine itiraz etmeyecekti ve muhtemelen seçilecekti.
Bu durumda Sırrı
Süreyya Devreye sokuldu. Duyduğuma göre Kongreden önceki gece özel izinle
Demirtaş’a gidiyor ve ondan “ıslak imzalı” aday olmayacağına dair kağıt alıyor.
Ertesi günü de Kongreyi yönetmekle görevlendiriliyor. Bütün bunlarla
yetinmeyip, Islak İmszalı kağıdı gösterdikten sonra Kongre başkanı olarak, Başka
aday önerisi olan var mı diye soru bile sormuyor. Yani Tepeden yapılan bu
Demirtaş’a karşı darbenin fiili ve baş uygulayıcısı oldu.
Bu andan itibaren benim
Sırrı Süreyya’ya olan güvenim kayboldu. En azından bu yanlışa ortak olmamasını
beklerdim. Baş uygulayıcı olması benim en büyük hayal kırıklığım oldu.
Aşağıdaki yazıda bu
konuyu ele alıyorum. Yazıyı olduğu gibi aktarıyorum ki Sırrı Süreyya’nın nasıl
bir yanlış yaptığı daha iyi görülebilsin.
Demirtaş’ın Eş
Başkanlıktan alınmasına sessiz kalması bir dereceye kadar anlaşılabilirdi. Bu
apaçık yanlışlara ses çikarmama çizgisinin bir devamı olarak görülebilirdi, ama
o yanlıyın hem de tüm demokratik teamülleri ve tüzüğü bile çiğneyerek baş
uygulayıcısı olmak, bu kabul edilebilir ve anlaşılabilir değildi.
*
12 Şubat 2018 Pazartesi
Demirtaş’ın Eş Başkanlıktan Tasfiyesinin Kroniği - Kim Kazandı?
Önder Apo'nun Kürt
sorununun çözümü konusunda da ön açıcı çözümlemeleri olmuştur. Bunları devlet,
iktidar ve ulus çözümlemelerinden ayrı ele almak mümkün değildir. Özgürlükçü,
demokrat ve bir sosyalist olarak Kürt sorununun çözümünü devlet olmada değil, demokratikleşmede
görmüştür. 20. yüzyılda çekilen büyük acılar esas olarak, her ulusa bir devlet
anlayışının, kapitalizmin ve onun siyasal formu olan ulus devlet anlayışı
sonucu olduğunu ortaya koymuştur. Bu açıdan bölge ülkelerinde demokratik
devrimi ve demokratikleşmeyi hedefleyen bir mücadele çizgisini Kürt halkının ve
Özgürlük Hareketi'nin önüne koymuştur. Eğer inkar ve soykırım politikası yoksa,
demokratik siyasal çözüm zihniyeti varsa çatışma içine girmeden sorunu
çözebileceğini herkesin önüne koymuştur.”
Mustafa Karasu “Komplonun 20. yılında
Önder Apo’yu anlamak”
HDP’nin dün yaptığı
Kongre Demirtaş’ı başkanlıktan alma kongresiydi. (Bu kongrenin iktidarın
baskılarına karşı bir direniş ve HDP’yi sahiplenme gösterisi yanını herkes
yazdı yazıyor yazacak. Bunlar sorunun esas önemli yanı değildir. Önemli yanı
tartışmadan kaçırmanın aracıdır.) Bu amaca ulaşıldı.
Peki, Demirtaş’ın
tekrar eş bakan seçilmemesi (diplomatik olarak böyle ifade ettik ama gerçek
anlamını vurgulamak için daha net bir kelime kullansaydık “tasfiyesi” sözcüğünü
kullanmak gerekir) ne anlama gelmektedir?
Öcalan, yukarıda
alıntılanan Karasu’nun ifade ettiği amaçlara ulaşabilmek ve bir Kürt olarak
ezilmekle birlikte bu amaçları benimsemeyenlerin (yani Öcalan’ın kendi
deyimiyle “ilkel milliyetçilein”, sosyolojik olarak ifade edersek, Kürt egemen
sınıflarının) ağırlığını ve gücünü dengeleyip nötralize edebilmek için üç güce
dayanmaya çalışan bir strateji izledi: kadınlar, yoksul gençler ve
özellikle Türkiye’nin Batı’sında yaşayan gerek sınıfsal olarak, gerek
diğer nedenlerle (din, cins, dil vs.) ezilenler.
İlk ikisine nispeten
kolayca ulaşıp bir denge oluşturabiliyordu. Sonuç olarak bunlar da Kürt direniş
hareketinin içindeki güçlerdi.
Ama üçüncüye gelince,
esas zor olan ama başarılırsa zaferi kazandıracak olan da buydu.
Bu nedenle yıllarca
onlarla bağ kuracak, onlardaki ön yargıları yıkacak, onları kazanacak köprü
başları, bağlantı noktaları oluşturmaya çalıştı.
Bu nedenle örneğin
Pınar Selek gibi bu kesimlerden gelen ve onlara bir niyet mesajını verecek
isimleri öne çıkardı, gazetenin başına getirdi; kendisinden ve Kürt
hareketinden kaçan Türk solcularını, seçim ittifaklarında bonkörce verdiği
milletvekillikleriyle yanında tutarak bu mesajı vermeye çalıştı.
Bu nedenle Sırrı
Süreyya gibi, Ertuğrul kürkçü gibi isimleri her zaman öne çıkarttı.
Ama tarihin ilginç
istihzası, bunu bunların hiçbir, yani esas olarak Türklerin içinden gelen biri
değil (olamazdı da çünkü Türk solcuları 80’lerin başından beri artık yükselen
değil gerileyen ve çürüyen bir hareketin ürünüydüler ve kendi devrimci geçmişlerini,
geleneklerini ve bildiklerini unutuyorlardı) yükselen Kürt hareketinin içinden
çıkan biri başardı: Selahattin Demirtaş.
Türkiye’nin batısında
yaşayan insanların en hassas tellerine dokunmayı başardı.
Dolayısıyla kendi
eğilim ve niyetlerinin ötesinde Batı’da Öcalan’ın, yukarıda Karasu’nun kısaca
özetlediği, programının cisimleşmiş ifadesi oldu.
Bu nedenle bir sembol
ve bayrak işlevi vardı.
Savaşta bayrakların her
zaman büyük önemi olur, hele geniş kitleler nezdinde. Onlar etrafında
toplanılacak bir nirengi noktası gibidirler.
Demirtaş’ın tasfiyesi
Öcalan’ın yıllarca uğraşıp nihayet ilk somut ürünlerini gördüğü stratejinin (ve
tam da ulaşılmaya çalışılan kesimlerin Erdoğan’ın İslamcı bir diktatörlük kurma
niyetleri ve bu yöndeki saldırılarıyla nihayet kitlesel bir yankı bulabilecek
kıvama geldiği bir noktada) terkinden başka bir anlama gelmez.
Siz başka niyetlerle
yapsanız bile bu kesimler bunu böyle anlayacaklardır.
Artık 7 Haziran
seçimlerinde HDP’ye oy veren Alevi ve Laikler, Böke’lerin, Cihaner’lerin
yönetim aygıtında yer aldığı CHP’ye dönebilirler ve döneceklerdir.
HDP, yıllardır içinden
çıkmaya çalıştığı Kürtler gettosuna kapanacaktır. Seçilen isimler de zaten bu
mesajı vermektedir Öcalan’ın yıllarca verdiği ve vermeye çalıştığının aksine.
Sezai Temelli “bileşen”
denilen kişiliksiz, çürüyen ve bürokrat Türk solunun bir temsilcisi olarak
oradadır, bir dolgu maddesidir.
Buldan ise,
Türkiyelileşme projesinin terkinin sembolik ifadesidir.
Sorun Kürt Özgürlük
Hareketi’nin, (haydi bu diplomatik ve sosyolojik ve de hukuki bakımdan zararsız
kavramı bir yana iterek daha açık konuşalım) Kandil’in niye böyle bir karar
aldığıdır.
(Şeyleri diplomatik
değil gerçek isimleriyle ifade edersek, HDP Kongresi aslında Kandil’in aldığı
bu kararın HDP organlarından geçerek resmiyet kazanmasıdır. İşin kötüsü devlet
de herkes de bunun böyle olduğunu bilir, böyle bilmese de böyle anlar ama böyle
değilmiş, sanki böyle bir şey yokmuş gibi analiz yapar.
Bizim meşrebimiz bu
değildir. Ezilenleri ciddiye alanlar gerçeklere dayanırlar analizlerinde ve
çıkarsamalarında ve bunları da açıkça yaparlar gizlemezler. Hele devletin ve
egemen güçlerin bildiğini halktan ve kitlelerden gizlememeye çalışırlar.
Çeşitli iddialar ve
söylentiler var. Bunları bilemeyiz ama bildiğimiz bir şey var.
Bu karar Öcalan’ın
yıllarca bin bir zahmetle oluşturduğu stratejinin fiili terkidir.
Sonuçları da çok yıkıcı
olacaktır. Hatta hendeklerden bile daha yıkıcı. Kürt hareketinin tam tecridini
getirecektir.
7 Haziran sonrasındaki
hendekler ve özerklik ilanları eğer yoksul Kürt gençlerinin bir sola sapmaları
idiyse, gerçek önderler bunlara karşı durur ve bu baskıya teslim olmazdı.
Maalesef bu
yapılmamıştı. Sonra utangaç da olsa yapılanın yanlış olduğu kabul edildi.
Şimdi tam tersine Kürt
egemen sınıflarının, “ilkel milliyetçilerin” baskısı ile Türkiyelileşmenin terk
edildiği mesajı veriliyor.
Hendekler bir “sol”
savrulma idiyse bu sefer tam sağa savruluyor Kürt hareketi.
Bu sağa savruluşun ağır
sonuçları çok geçmeden görülecektir.
*
Politika cesaret,
kahramanlık, fedakarlık üzerinden yapılmaz.
Herkesin böyle olduğu
kabul edilerek politik, stratejik, taktik ve örgütsel sorunlar tartışılabilir.
En büyük fedakarlıklar
ve cesaretler son derece yanlış strateji ve taktiklerin aracı olabilir ve bu
korkunç kayıplara yol açabilir.
HDP’nin, ya da Kürt
Özgürlük Hareketi’nin bu sağa ve “sol”a savrulmaları, geçen yüzyılın 30’larında
Sovyetler Birliği ve komünist partilerin sola ve sağa savrulmalarına benziyor.
O zamanlar Komünist
Partiler Almanya’da “sol”, İspanya’da sağ politikalar (dünkü Hendekler ve
bugünkü Demirtaş’ı tasfiye politikaları gibi) Avrupa’nın Faşizm egemenliği
altına girmesine ve bu da Hitler’in Sovyetlere saldırmasının yolunu açmıştı.
(Erdoğan’ın diktatörlüğünü oturtmasının yolunu açıyor.)
Evet sonunda Hitler
yenilmişti ama nice kayıplar karşılığı, bunlar çok daha az kayıpla ve daha
öncesinde engellenebilirdi.
Bugünün tek farkı
şudur. Bugün Türkiye’de, o zamanlar Avrupa’da yenilgilere yol açan
politikaların benzerleri izlenirken, Suriye’de aynı zamanda “İkinci Dünya
Savaşı”nın benzeri yaşanıyor. Yani Nazi ordularının yenilgisi gibi
Erdoğan-Ergenekon diktatörlüğünün ordularının başarısızlıkları yaşanıyor. O
zaman birbirini izleyen aşamalar şimdi aynı zamanda bir arada yaşanıyor. Bunlar
belki bir ölçüde Türkiye’de (yani o zamanın Avrupa’sında) yapılan yanlışları
amorti edebilirler. Ama Türkiye’deki politikalar da Suriye’deki kazanımları yok
edebilir.
Buraya kadar Kongre’nin
gerçek kararının gerçek sonucunun politik anlamını ele aldık.
Şimdi bu kararın nasıl
alındığına bakalım.
*
Demirtaş’ın
(Türkiyelileşme ve Erdoğan’a karşı uzlaşmasız mücadele) projesinin ve
stratejisinin tasfiyesinin vardığı en son noktadan başlayalım. Çünkü bu
yapılanın anlamını en açık şekilde vurguluyor.
Şu haberi okuyalım:
“HDP’nin merkezi kurulları
belli oldu…”
“HDP 3. Olağan
Kongresi’ne sunulan Parti Meclisi listesi, delegelerin oylarıyla kabul edildi.
Selahattin Demirtaş PM listesinde 1’inci sırada yer aldı.
Pervin Buldan ve Sezai
Temelli’nin eş genel başkanlığa seçildiği HDP 3. Olağan Büyük Kongresi’nin
Parti Meclisi (PM) listesi de belli oldu. Selahattin Demirtaş listede birinci
sırada, Serpil Kemalbay ise ikinci sırada yer aldı. Delegelerin oylarıyla seçilen
yeni PM üyeleri şunlar:
Selahattin Demirtaş,
Serpil Kemalbay, Adalet Aydın Sözkesen, Adnan Selçuk Mızraklı, Ali Kenanoğlu,
Ali Özkan, Ali Ürküt, Alican Önlü….”
Deniyordu ki,
Selahattin Demirtaş’ın hapiste olması parti ve örgüt görevlerini yapmasına
engel oluyor.
Peki “Parti Meclisi”nde
olmaya niye engel olmuyor?
Parti meclisi
toplantılarını Edirne hapishanesinde mi yapacak?
Çok açık ki, bütün o
Demirtaş hapiste parti görevlerini yapamıyor sözleri Demirtaş’ın eş
başkanlıktan alınmasının bahaneleriymiş.
Şimdi de şöyle bir
gerekçeye sığınabilirler: “Demirtaş’ın Parti Meclisi üyeliği semboliktir
elbette toplantılara ve tartışmalara katılmayacaktır. Bu ona saygımızın bir
ifadesidir”
Peki o zaman da şu
ortaya çıkar.
Eğer sembolik olmaya ve
saygıya bunca değer veriliyorsa, neden Eş Başkanlığa tekrar seçilip, yine
fiilen sembolik ve Erdoğan’a karşı (Demirtaş) senin arkandayız mesajı
verilmedi?
Örneğin biz Demirtaş
tekrar eş başkan seçilsin ama ikişer üçer yedek veya ikinci eş başkanlar
seçilir ve onlar aracılığıyla fiilen işler yürütülür önerisi yapmıştık.
Semboller önemliyse ve formüller bulunuyorsa neden böyle bir çözüm aranmadı?
Bütün bu yolların
düşünülmemiş olması, Demirtaş’ın eş başkanlığa bir kez daha seçilmemesinin
anlamını, bizzat bu kararı alanların herkesten çok bildiğini ve kararın tam da
bu mesajı vermek için alındığını gösteriyor.
Yani sorun ne hukuki
veya fiili ve örgütsel engeller, ne de bir yere seçilmenin sembolik anlamlarını
bilmemek değil, tam aksine bu anlamın çok iyi bilindiği.
Tabanın tepkisini
sönümlendirmek için Parti Meclisine seçilip aman gözlerden kaçmasın diye, ismin
baş harfi sıralaması bile çiğnenerek listenin en başına koyularak “içiniz rahat
olsun, o bizim bir parçamızdır” mesajı veriliyor; ama aynı zamanda
Erdoğan-Ergenekon diktatörlüğüne, “bakın Demirtaş gibi artık hiçbir şekilde
kabul edemeyeceğiniz birini başkanlıktan almış bulunuyoruz, artık öyle uzlaşmaz
değiliz” mesajı veriliyor.
Bütün bu mesajlar, hep
arka planlarda yapılmış veya yapılan bazı temas ve pazarlıkların dışa vuran
izleri.
Devletle gizli pazarlık
yapılmaz. Her halde şu “barış süreci” denen süreç bile bunun her zaman devlete
yarayacağını göstermiştir.
Devlete karşı ancak
açıklıkla mücadele edilebilir.
Her şey en geniş
kitlenin önünde açıkça ve açıklıkla tartışılırsa ancak devletin oyunları
bozulabilir.
Bilmiyoruz ne
yapıldığını, ama bütün belirtiler bir yerlerde birileriyle gizli bir
pazarlıklar yapıldığını gösteriyor.
Bu Türkiye’deki demokrasi mücadelesine, Kürtlerin üzerindeki baskı ve sömürünü
kaldırılmasına değil onun en büyük düşmanı bu merkezi ve bürokratik devlete
yarar. Bu defalarca denenmiştir.
*
Yapılan böylesine
kitlelerden gizli ve çürük bir uzlaşma olduğu için bu uzlaşma kitleler
tarafından kabul edilmeyeceği için, bu politikayı uygulamak nasıl
gerçekleştirildi şimdi buna gelelim.
Burada Sırrı Süreyya
kritik isimdir.
Sırrı Süreyya biliyoruz, görüşmelerde de kendisini yaraladığı hissedilen
tabirle “postacılık” yapıyordu.
Devletle bir sürü gizli
görüşmelerde bulunduğunu kendisi birçok kez açıkça veya ima yollu açıkladı.
Demirtaş’ın
başkanlıktan alınması sürecinde de hep ön planda oldu. Hasip Kaplan’a karşı
yaptığı affedilir gibi olmayan davranış bir süre arka palana geçmesine yol
açtıysa da bütün kritik momentlerde fiili uygulamayı onun yaptığı hissediliyor.
Mesela herhangi bir
yanlış anlama ve kontrolden çıkma riskine karşı muhtemelen süreci ve hesapları
en iyi bilen o olduğundan, işi tesadüfe bırakmamak için Kongreyi bile Sırrı
Süreyya yönetti.
Sırrı Süreyya, devletin
İmralı görüşmelerinden beri iyice tanıdığı ve denenmiş, Kürt hareketi ile
ilişki kurma, mesaj iletme kanalıdır.
*
Geçenlerde birisi,
Demirtaş’ın Avukatları dışında hiç kimseyle görüştürülmemesine rağmen,
muhtemelen özel bir izinle, Sırrı Süreyya ile uzun bir görüşme yaptığını, bu
görüşme üzerine Demirtaş’ın yeniden başkanlığa aday olmayacağı mesajı verdiğini
yazmıştı.
Yani Kandil, Devlet,
Demirtaş arasında üçlü bir trafik olduğunu var sayabiliriz. Bu trafiğin de
Sırrı Süreyya üzerinden yürüdüğünü.
Keza bu bize Sırrı
Süreyya’nın neden Hasip Kaplan’a öyle saldırdığını da açıklar.
Muhtemelen işin kolayca
hallolmasını engelleyen bir tepki olarak gördüğü için, işi zora soktuğu için
öyle bir tepki gösterdi.
Tabii Demirtaş’ın
yapılan baskıya hemen teslim olmadığı ilk açıklamasında görülüyor.
İlk açıklamasında, daha
önceki yazılarımızda ayrıntılı olarak analiz edip gösterdiğimiz gibi, aday
olmamasını bir güven oyu alma şeklinde ifade ediyor ve seçildiği takdirde görev
almayacağı şeklinde bir ifadesi de bulunmuyordu.
Aksine iyi okununca,
parti tabanını konferanslarda tartışarak örtülü olarak bu dayatmaya direnmeye
çağırdığı belli oluyordu.
Demirtaş’ın aday
olmayacağını açıklaması, Kürt basınında Demirtaş’ın gerekçeleri gizlenerek
kesen bir kararmış ve başka bir çözüm yolu yokmuş gibi sunuldu ve konu
Demirtaş’ın yerine kimlerin geçirileceği gibi bir tartışmaya çekildi ve
Demirtaş’ın gerçek mesajı boğuntuya getirildi.
Ne var ki, bu sefer
değişik olan bir şey vardı.
Eskiden en farklı
değişiklikler bile sorgulanmadan uygulanırdı. İlk defa sorgulamalar çıkmıştı.
Bu durumu hem Kürtlerin önemli bir bölümü hem de HDP’de örgüt bileşeni
kontenjanından değil, bağımsız olarak çalışan Türkiyeli sosyalist ve
demokratlar da kabul etmiyorlardı.
Ancak Kürtlerin
tepkisi, kolayca örgüt disiplini ile kontrol altına alınabildi. Kürtler
kendilerine ilk kez örgütlenmeyi ve insan olmanın onurunu tattırmış bu
hareketin ağırlığını koyması üzerine, “hem ağlarım hem giderim” diyen gelin
gibi, içlerinden Demirtaş’ı isteyerek, dışlarından “o benim resmi görüşümdür”
dercesine resmi söylemi tekrarladılar. Ama genellikle gözleri başka sözleri
başka sözler söylüyordu.
Bu durumda aslında ilk
kez ses çıkaranlar HDP’de yer alan Türkiyeli bağımsızlar oldular. Modern
insanların davranışlarıyla tepkilerini duyurdular. İmza toplamaya başladılar.
Açıkça yapılanın yanlış olduğunu savundular. Haberleşmek ve eşgüdüm sağlamak
için o kısa zamanda ağlar kurmaya çalıştılar. Bunlar modern insanların ilk kez
hiç de küçümsenemeyecek bir güç olarak HDP’ye sahip çıkmalarıydı.
Bütün bu sürecin en
büyük kazancı aslında budur.
Tamamen örgütsüz bu
insanlar, Afrin savaşının da dumanı altında kısa zamanda 5000’i aşkın imza
toplayabildiler. İmza kampanyası açmak var olan kampanyaya destek vermek,
yapılanın yanlışlığını açıkça sorgulamak ve tartışmak gibi davranışlar maalesef
çok küçük bazı bireysel tutumlar dışında Kürtler arasında pek görülmedi.
Hiç hesaplanmayan bütün
hesapları bozacak bu girişim ve tartışmalar karşısında HDP yönetiminin yaptığı,
dışardan sanki hiç böyle bir ey yokmuş gibi davranmak ama aslında bütün
yapacaklarını bunları nasıl etkisiz hale getiririm üzerine yoğunlaşmak biçiminde
oldu. Elbette yokmuş gibi davranmak da bu stratejinin temel bir unsuruydu.
İmza toplamanın güçlü
olduğu görülünce, imza toplanmasını engellemek için önce Demirtaş’tan benim
adıma imza toplanmasın diye açıklama almak oldu. Zaten operasyonu başarılı
yürütmenin esas stratejisi, Demirtaş’ı bizzat kendi sözleriyle vurmaya
dayanıyordu.
Bu nedenle:
Demirtaş aday
olmayacağını açıklıyordu.
Demirtaş kendisi için
imza toplayanlara imza toplamayın zararlı oluyor diyordu.
Bu çizgi ta kongre
salonuna kadar sürdürüldü ve sonunda bir de Sırrı Süreyya’nın “ıslak imzalı”
vurgulaması ve ekrana da bunun görüntüsünün yansıtılmasıyla Demirtaş kendi
sözleriyle vurulup, Demirtaş’ı yeniden aday göstermek isteyenlerin (tüzüğe
aykırı olarak kendisinin ve divanın böyle bir yetkisi olmamasına rağmen) “bozgunculuk”,
“provakasyon” yapması, “mücadeleye zarar verme”si (İmza toplamaya
hep bu sözlerle saldırıldı. En demokratik bir hakkın kullanılması bile böyle
tanımlanıyordu.) girişimi engellendi.
Bu arada biz
Demirtaş’ın kendisinin yeniden başkanlığı hakkında imza toplanmasını yanlış
bulan açıklaması üzerine kendisine yönelik bir açık mektup yazmıştık. Birkaç
gün sonra Demirtaş, Avukatları aracılığıyla bizim bu açık mektubumuza cevap
olarak, kendisini doğru ifade edemediğini, bir yanlış anlama olduğunu ve
elbette herkesin fikrini açık savunmak, imza toplamak, örgüt politikaları
hakkında fikrini açıklamak vs. hakkı olduğunu vurgulayan ve bu çabaları
takdirle karşıladığını belirten bir açıklaması iletildi. Yani Demirtaş yapılan
imza kampanyasını bir hak olarak gördüğünü ve yanlış bulmadığını ifade etmiş
oluyordu.
Aslında 9 Şubat Cuma
günü yolladığı mesaj da genele yönelik olarak aynı anlamdaydı. Bu mesajında
şunları yazıyordu:
“Bütün dostların
dayanışması beni onurlandırdı. Ama aynı zamanda dosta düşmana da HDP’nin nasıl
dinamik aktif bir tabana sahip olduğunu gösterdi. Emin olun ki içeriden
dışarıdan HDP’yi dizayn etmeye çalışan bütün unsurlara haddi bildirildi. Gönül
rahatlığıyla kongreye coşkuyla giderek en güçlü birlik mesajı verme zamanıdır
artık. Ben de HDP’de en aktif şekilde çalışamaya devam edeceğim zaten. HDP’ye
sahip çıkan şahsımda güven duygusunu pekiştiren bütün arkadaşlara içten selam
ve teşekkürler.”
Bu mesaj belli ki
işlerin planlandığı gibi yürümeyebileceği riskini ortaya çıktığını
gösteriyordu.
“Bozguncular”,
“Provokatörler” “örgüte zarar verenler” bu planı son anda bozabilirler, bir
kazaya yol açabilirlerdi. Bu son mesaj bunlara bir cesaret verme anlamı
taşıyabilirdi. Kongre divanına Demirtaş’ı aday göstermeleri durumunda her ne
olursa olsun bunun oylamaya sunulmasını engellemek gerekirdi. Oylamaya
sunulduğu takdirde Demirtaş’ın seçilmesini kimse engelleyemez ve bir çuval
incir berbat olabilirdi. Gerçi divanın engellemesinin bin bir daha önceki
kongrelerde denenmiş yolu vardı ama ama işi sağlama bağlamak gerekirdi.
Böylece Cuma günü bile
hala beni aday göstermeyin demeyen hatta bu yöndeki çabaları “içeriden
dışarıdan HDP’yi dizayn etmeye çalışan bütün unsurlara haddi bildirildi”
diye öven Demirtaş’tan 10 şubat Cumartesi günü alelacele “ıslak imzalı”
el yazısıyla bir belge alarak ve bunu bir de ekrana yansıtmak zorunda kalarak
ve bunun ardından da hiçbir yetkileri olmadığı halde tüzüğü ve en basit
demokrasi kurallarını çiğneyerek (çünkü 5000 kişinin imzaladığı bir dilekçe,
demokrasiyi ciddiye alan bir örgütte tüzüksel bir zorunluluk olmasa bile,
mahiyeti gereği gündeme alınır ve tartışılır. İnsanların ancak böyle davranarak
kararlara ve örgüte katılımı teşvik edilir.) herkesin itirazları susturuldu ve
Sırrı Süreyya’nın el çabukluğu ile operasyon tamamlandı.
*
Kim kazandı?
Görünüşte Sırrı
Süreyya’nın baş rollerde olduğu hissedilen, muhtemelen Kandil tarafından da
istenen (çünkü suskunlukları bunun kanıtı sayılabilir) bir politika değişikliği
semboller ve kişiler üzerinden yapıldı.
Türkiyelileşme ve
Erdoğan’a karşı uzlaşmaz mücadele stratejisinin sembolü Demirtaş
uzaklaştırıldı. İlk bakışta kazandılar.
Ama aslında
kaybettiler.
Görüşlerini açıkça
savunarak, karşı tarafın argümanlarını çürüterek, insanları ikna ederek bir
kazanma olmadı bu?
Demirtaş’ı kendi beyanlarıyla vurarak, onları çarpıtarak, algı operasyonları
yaparak, karşı çıkanları bozgunculukla suçlayarak, eldeki basın aracılığıyla
manipülasyonlar yaparak, örgütün hem tüzüğü hem de en sıradan demokrasi
ilkeleri ayaklar altına alınarak, tepkiler disiplin adına bastırılarak elde
edilen bir zafer oldu bu.
Bu için biçimsel yanı.
İçerik olarak kabul
edilen politika hem çürük ve halktan gizli ne olduğunu bilmediğimiz uzlaşmalara
dayandığı için, hem de mahiyeti gereği yanlıştır.
Çok ağır kayıplara yol
açacaktır. Hatta Suriye’deki kazançları bile tehlikeye sokacaktır.
Zaten şimdiden uzun
yılların çabasıyla edinilmiş Türkiye’nin batısıyla bağlara vurulmuş ağır bir
darbedir.
Ancak
Bu politikanın
böylesine kotarılabilmesinin en büyük suçlusu şu “bileşen” denen Türk
sosyalistleridir. Onlar bir parça olsun direniş gösterebilselerdi böylesine
kolaylıkla oturtulamazdı bu değişiklik.
Kürt hareketi bir
dereceye kadar anlaşılabilir. İçindeki dengeler onu buna zorlamış olabilir.
Kürt hareketinin kendine has bir pragmatizmi de vardır.
Ama Türk solcularının
görevi onun ileri yanlarını desteklemek ve güçlendirmek olması gerekirken, en
geri yanlarının pozisyonlarını ve tutumlarını güçlendirdiler.
Kürt hareketini
ilerletici değil, geriletici bir işlev görüyorlar ve Kürt hareketinin en geri
kesimlerinin fiili ve zımni işbirlikçileri olmaya devam ediyorlar.
Bu zafer bir “Pirus
Zaferi” olmuştur.
İlk kez bireyler bu
örgütte baş kaldırdı, açıkça tartışmadan kaçınıldı, idari ve diğer yöntemlerle
bu karşı çıkışları şimdilik yenilgiye uğratılmış gibi görünüyor. Ama aslında
kazananlar kaybetti kaybedenler kazandı.
Bunu kısa zaman sonra
göreceğiz.
*
Aşağıda iki delegenin
yazıları var. Bunlardan birisi Serap Akpınar isimli delegenin Kongrede
imzacıların karşılaştıklarına ilişkin açıklamaları. Facebook’ta paylaşmış.
Oradan aldık.
Diğeri Fatma İrier
isimli delegenin “Blogum yok. O nedenle sizler vasıtasıyla bu
konuşturulmadığım konuşma. Metnini bildiğiniz bloglarınızda paylaşır mısınız.”
notuyla yolladığı, “Ancak, Sırrı vekilimizin kongre divanı eşbaşkanı olarak
"ver coşkuyu ver coşkuyu" minvalinde ustalıkla yürüttüğü
Divandan defalarca söz talep ettiğim halde söz hakkı alamadım. Sabahın 6
sından akşamın 7 sine kadar hazirunda bulunmuş bir delege olarak, bu kadar
saat orda bulunup da tek bir delegenin konuşamadığı bir kongre”de
yapamadığı konuşma.
Kongre’nin gerçek
atmosferi hakkında daha sağlam bilgiler edinmemizi sağlar.
*
Önce Serap Akpınar’ın “Kongre
dönüş yolunda” başlıklı Kongreyi anlatan yazısı:
“HDP'li dostlarimin
coskulu, mutlu, umutlu paylasimlarina bir yenisini eklemektense, taniklik
ettigim Kongre surecinin farkli bir kac yuzunden birini paylasmak istedim.
Gunlerdir, haftalardir
Selo Baskanin, Kongre TARAFİNDAN neden yeniden aday gosterilmesi gerektigi
argumanlarini izlemissinizdir zaten. Dolayisiyla, bu yogun talebimizin
gerceklesmemis olmasini, simdilik usulca maziye birakip kendisini aday gosteren
delegeler olarak ne yasadigimizdan kesitler paylasacagim.
Bizler Demirtasin aday
olmasini talep eden onergemizi imzaladik. İmza standi acmamiza once izin
verilmedigi icin, delege salonunda imza toplamaya basladik.
"Gorevli"
karti tasiyan arkadaslar biz delegeleri azarlayip, salondaki "KONGREYE
ZARAR VEREN BU FAALİYETİ", sona erdirmemizi talep ettiler sert dille.
Provokasyon yaptigimizi soyleyenler de oldu. Onlara, delege olmaktan
kaynaklanan demokratik hakkimizi kullandigimizi ve boyle bir mudahele
haklarinin olmadigini anlattik.
Bir ara koltuk
siralarini asarak yerel kiyafetli bir genc kadin adeta uzerime dogru ucarken
diger kadinlar kurtce bir seyler soyleyerek onu zaptetmeye calistilar. O sirada
bir imzacinin bilgileri yazmasini bekledigim icin bir sey soramadim. Sonra
uzerime ucan kadinin yanina gidip, ofkesinin nedenini sordum. Kisacasi beni bir
bozguncu olarak goruyordu ve "cik git salondan, delegeler senden
rahatsiz" dediginde, elimdeki imzalari gosterip "ben zaten rahatsiz
olmayanlar icin buradayim" dedim.
Her topladigimiz imza
basina ortalama 2-3 mudahele ile karsilastik.
Ama bunlarin icinde
bana "pes" dedirten "engelleme", turkcesi cok iyi olmayan
bir Kurt delegeye nihayet derdimi anlattigimda basima geldi. Delege arkadas
oyle sert bir sekilde elimdeki kagitleri ve kalemi cekti ki, yirtacak diye
korktum. Oysa coskuyla "Evet, evet, imzalarim, ben Selo baskani istiyorum.
Her biji Selo Baskan!" coskusuyla imza kagidini doldurmaya basladi ki,
delege ile aramiza sert bir itis hareketiyle bir "gorevli" girdi. Ve
imzaci delegeye Kurtce bagirmaya ve azarlamaya basladi. Delege huzunlu gozlerle
bana bakip kafa salladi ve doldurabildigi ceyrek satirin uzerini karaladi.
Paylastigim fotograf,
ben salonda imza toplarken arkadaslarimizin kurmasina nihayet izin verdikleri
imza standi.
Koca Arena Spor
Salonu'nu ozene bozene ve basariyla suslemis, bezemis olan yoldaslarimiza
tesekkurlerimi sunarken, 3 milletvekili arkadasimiza, "henuz Kongre
baslamadi bile ve Demirtas bizim hala es genel baskanimiz degil mi? O halde
nicin tek bir fotografi bile yok?" soruma aldigim en nazik cevap
"bunlari sonra konusuruz yoldas" oldu.
İste paylastigim bu
fotografta, imza standinda gordugunuz Demirtas resimleri, koca ARENA salonunda
gorup gorebileceginiz tek Demirtas resmi idi.
Tum baskilara,
delegelere ulasmamiza konan engellere karsin toplayabildigimiz 120 kadar
imzanin, bir kisminin uzeri imzacilarin kendisi tarafindan "fikir
degistirdikleri" gerekcesiyle cizildi. Yani imzalar geri alindi.
İmzalari divana
verirken 70 civarinda gecerli imza vardi.
Bizim imza
faaliyetimizden haberdar olan "yetkilierimiz" bir karsi hamle olarak
dun, yani 10 Subat'ta Demirtas'tan kendi el yazisi ve imzasiyla "beni aday
gostermek icin imza veren arkadaslar olmasi durumunda, onur duyarim ama es
baskanliga kesin aday olmayacagim, partim baska gorev verirse kabul
ederim" minvalinde bir yazi almis.
Sonucta, Pervin Buldan
ve Sezai Temelli'nin aday olmasi icin imzaci olanlarin isimlerini buyuk bir
cosku ile tek tek okuyan Sirri Sureyya Onder, Demirtas'in aday olmasini isteyen
76 imza var" diyerek, hepimizi İMZA'ya indirgemis oldu. Boylece Buldan-Temelli
onergesini veren kiymetli imzaci isimler karsisinda biz adi bile okunmaya gerek
duyulmayan sefil imzacilarin adayi olarak sunulmus oldu Selahattin Demirtas.
Son hamle olarak da dev
ekrana Demirtas'in mesjini yansitarak, "kendisi istemedigi icin,
Demirtas'in adayligini isteyen imzacilarin onergesini Divan isleme
koymayacaktir" diyerek konu baglandi.
Divan, bu şık hamlesini
"tutuklu oldugu icin pratik olmuyor esbaskanlik yapmasi" gerkcesiyle
harcadiklari Demirtas'i Parti Meclisi'nden aday gostererek "RUTBE
TENZİLİ"yle taclandirmis oldu.
"Gorevli"
arkadaslara "delegeler" olarak direndik.
Boyun egmedik, bu da
size dert olsun.”
*
Fatma İrier’in kongrede
yapamadığı konuşması:
“Değerli Kongre
delegeleri,
Sayın Divan,
Değerli konuklar.
İstanbul ümraniye
ilçesinden genel kurul delegesi Fatma İrier ben. Hepinizi saygıyla
selamlıyorum.
3. Olağan genel
kongremizde , partinin geçmiş beş yılının eleştirel değerlendirmesi ve yapısal
sorunlarına odaklan bir konuşma yapmak isterdim. maalesef bu kongrede yapısal
sorunlarımızı tartışarak çözüm üretecek bir hazırlık ve ruh halinde değiliz. O
nedenle konuşmamı esas olarak sayın eş genel başkanımız Selahattin
Demirtaş’ın yeniden seçilmesi üzerine yoğunlaştıracağım. Ancak yine
de önemle altını çizmek istediğim en önemli yapısal sorunumuz hakkında
birkaç cümle etmek istiyorum . Ümraniye ilçe Konferasımıza ilettiğim raporumda
da altını özellikle çizdiğim yapısal sorunlarımızdan birincisi ve en önemlisi
HDP nin hala bileşenler hukukuyla, “mutabakat komisyonları”yla yukardan aşağıya
örgütlenme ve politika üretme (yani üretememe) ile yol yürümeye
çalışmasıdır.
“farklılıklara rağmen
birarada olmak ve birlikte siyaset üretmek” gibi güzel ve anlamlı bir tanımlamaya
rağmen HDP kuruluşundan beri parçalı yapı olmaktan kurtulamadı. Her bileşenin
kendi iç hukuku ve kendi paralel örgüt yapısı, HDP’yi üye ve birey hukukuna
dayanan bir parti olma yolunda değil, bileşenlerin kontenjan anlaşmalarıyla
yukardan belirlenen bir koalisyon platformu olmaktan çıkaramadı. HDK İçin
gerekli ve geçerli olabilecek temsilciler meclisi ve mutabakat komisyonları
biçiminde örgütlenme modeli HDP de aynen tekrar edildi, hatta
kurumsallaştırıldı.
Devletin sistemli
saldırıları ve zorbalıkları karşısında , birlikte direnmek ve birbirine
tutunmanın dışında, canlı üretken , gelişen , yeni ilişkilere ve kesimlere
açılan, yaygın yerel (mahalle) örgütlenmelere sahip ve yerelin iradesini
yukarıya taşıyan bir yapı olamadı.
Yine bu bileşen-kontenjan hukuku nedeniyle yönetim organlarının oluşumu da niteliğe,
verilen zamana ve emeğe, liyakata ve mücadele
içinde birbirini tanımaya göre değil bileşenlere tanınan oranlara göre yapıldı.
Bu şekilde devam ediyor. Bu zaaflı durum partinin merkezi yapılanmasıyla taban
örgütlenmeleri arasında olması gereken doğru organik ilişkinin kurulamamasına ve yukardan aşağıya “talimatcı”
merkeziyetçi bir yönetim anlayışının hakim olmasına yol açmaktadır tüm partiyi
kapsayacak strateji ve bütünlüklü bir politik program oluşturmak yerine, güncel
politik gündemlere söz oluşturma ve yukardan aşağıya sürekli bir günlük
etkinlik planlamanın ötesine geçmeyen yönetme anlayışı ile devam
edilegelmiştir. İllerin, bölgelerin, ilçelerin özgünlükleri gözetilmeden ,
onların özgün planlamaları dikkate alınmadan , yukardan aşağıya planlanan
eylemlere kitle taşıma (adam gönderme) biçimi öne çıkmıştır.
Bu haliyle HDP
demokratik olmayan bir işleyişe sahiptir. Ülke için önerdiği demokratik
cumhuriyet modelini önce kendi partisinde demokratik bir işleyişle ortaya
koymalıdır.
Bu en önemli yapısal
zaaf aşılmadan, parti aşağıdan yukarıya bir yeniden yapılanma ve yeniden
örgütlenme stratejisini önüne koymadan bu şekilde daha ileriye yol alamaz.
Türkiye’nin ana muhalefet partisi oradan da iktidarı hedefleyen partisi haline
gelemez.
Yine bu yapısal zaafı
ve anti demokratik merkeziyetçi yapısı nedeniyle, “MUTABAKAT KOMİSYONU”nun
partiyi bir “başkanlık” tartışması içine sokması ve kongreden aylar ve günler
önce, partinin en yüksek iradesi olan genel kurul iradesini de hiçe sayar bir
şekilde eş başkan isimleri ileri sürüp isimler netleşti vb. türü haber yaptırması iyi
niyetle açıklanamaz. Soruyorum buradan, eş başkan kim olacak sorularına kongre
hazırlık komisyonundaki yönetici arkadaşlar, “partimizin en üst iradesi
kongremiz karar verecek” diye kısaca cevap verip geçmek yerine türlü türlü
yorumlarla, tartışmalara ve spekülatif haberlere , Türk mü Kürt mü olsun gibi
ırkçı çıkışlara konu haline neden getirdiler ? sonunda da üyelerin ve partiye
oy vermiş, gönül verip umut bağlamış insanların, parti dostu aydınların hem de chance.org da imza kampanyası
başlatmasına neden yol verdiler? Bunun cevabını bu kongreden çıkışta anlayacağız.
Çelişki gibi
algılanacak ama, bir bakıma da iyi oldu bu konunun kamuoyu önünde açık açık
tartışılması. Selahattin başkanın nezaketen içerde olduğu için aday olmayacağı
mektubundan ve son sözü kongreye bırakmasından sonra , kongrenin iradesine
başvurmadan yeni aday belirleme derdine düşen “MUTABAKAT KOMİSYONU”nun HDP’nin
bir kitle partisi olduğu yanıyla pek ilgilenmediğini görmüş oldum. Hatta
içeriye bir şekilde haber gönderilerek bizzat Selo başkan tarafından imza
kampanyasının durudurulmasını sağladığını gördüm. Partinin yakın ve uzak
halkalarında bir umut haline gelmiş olan muhalefet önderliği ve bunun da ancak
Selahattin Demirtaş’ın sağladığı liderlik vasfıyla örtüşmüş olduğu gerçeğini
gördüm.
“mutabakat komisyonu”
eliyle partinin kendi ayağına kurşun sıkmaya hazırlandığını gördüm. HDP’de bu
dönemde başkanlık sorununun bir tüzük, kural, hukuki sorunlar, teknik
meseleler, personal işi vb. gerekçelerle Selahattin Demirtaş’tan mutabakat
komisyonu eliyle vazgeçilmesini gördüm. Hepimiz okuduk. Başkan mektubunda kendi
durumuna dikkat çekerek siyaset nezaketini, ortaya koymuş ancak son sözü
Kongremize, halklarımıza bırakmıştı. Ne var ki mevcut yönetimdeki mutabakatcı
arkadaşlarımız, bunun üzerinde durmak, Eş başkanımız böyle bir irade beyanında
bulundu ama son sözü partimize halklarımıza bıraktı, tekrar görev verilirse
bunu onurla taşımaya devam edeceği mesajını da iletiyor diye altını çizmek
yerine, “oh be “ dercesine , yeni aday belirleme arayışına girdi. Bu arada her biri
birbirinden kıymetli birçok arkadaşımızın adı üzerinde sosyal medyada yıpratıcı
tartışmaların yapılmasına yol açtı. Dahası mevcut yöneticilerimizin , yine Eş başkanımız
Selahattin Demirtaş’ın söyleşide belirttiği “HDP nin kollektif önderliğinin
başarısızlıklarının bir özeleştirisi olarak aday olmamayı düşünme”sini ise özeleştiri
yüklerini sırtlarından atma rahatlığı içinde gördüm.
Sonuca geliyorum.
Kongremiz Selahattin Demirtaş’ı yeniden Eş genel başkan seçmelidir.
Selahattin Başkanı yeniden
eş başkan seçmemek demek:
-Saraydaki zata “seni
başkan yaptırmayacağız” tutumumuzdan vazgeçmek demek,
-“Türkiyeleşme” ve Türkiye
halklarının ana muhalefet partisi olmak hedefinden uzaklaşmak demek, Selahattin
Başkanı yeniden eş başkan seçmemek demek;
- Kendisine tek güçlü
rakip gördüğü için devlet aygıtıyla rehin aldırdığı Tayyıp Erdoğan’a istediğini
vermek demek. Devletin bu hukuksuz rehin politikasını meşru görmek demek.
- Selahattin Demirtaş
gibi halkların geniş sempatisini kazanmış bir liderden yoksun olarak gireceği ilk
seçimde HDP yi baraj altına itmek demektir.
Tekrar vurgulamak
istiyorum ,kongremiz Selahattin Demirtaş’ı hem eş genel başkanımız olarak
seçmeli ,hem de Türkiye Halklarının Cumhurbaşkanı Adayı olarak İLAN ETMELİDİR.
Teşekkür ediyor saygılar
sunuyor, kongremize başarılar diliyorum.
11/02/2018”
*
Yazı burada bitiyor.
Bundan önce veya sonra
hem HDP’nin çizgisini, taktiklerini ve örgütlenme biçimlerini çok eleştirdim.
Sırrı Süreyya’yı da böylece
bu yanlışlara karşı çıkmadığı için eleştirmiş oluyordum.
Birçoğunda adını ve
görüşlerini duyduğumda adıyla eleştirdim. Ve zaman hepsinde yanlış bir çizgi
içinde olduğu görüldü.
Bu eleştirileri ayrıca
buraya almıyorum. Ama en azından bir kaçını sıralayayım.
7 Haziran seçimlerinden
sonraki dönemde, Sırrı Süreyya’nın ve HDP’nin Barış, barış demesi karşısında hiçbir
zaman zaten bir barış süreci olmadı. Ateşkeste ısrar edip, temel sorun Erdoğan
olarak hedef alınmalı ve Erdoğan’ın tecridi politikası izlenmelidir diyerek hem
doğrudan hem dolaylı eleştirdim.
Hendekler ve özerklik
ilanlarında hiçbir karşı çıkışta bulunulmamasını ve ses çıkarılmamasını
eleştirdim.
Adalet Yürüyüşü’nde eleştirdim.
Hayır oylamasında “Herkesin
Hayır’ı kendine” politikasanı eleştirdim.
2023 seçimlerinde Kılıçdaroğlu’nun
aday gösterilmesini, bunun bir seçim değil referandum olduğunu, önemli olanın Erdoğan
karşısında kazanacak bir aday olduğunu, bunu yeni olanaklar yaratabileceğini
savundum. Sırrı Süreyya eleştirdiğim politikanın popülarize edicisi olarak, “kazanacak
aday değil, kazandırılacak aday” diyordu. Sonuç koca bir hüsran oldu.
Bunlar belli
politikalara ilişkindi.
Ayrıca HDP’nin yapısını
her vesileyle eleştirdim, birey hukuku için, bir kast sistemi yaratan bileşen
hukukunun kaldırılması için yığınla yazı yazdım ve imza kampanyaları açtım.
Bütün bu örgütsel yapının
eleştirisi ve değiştirme önerileri karşısında Sırrı Süreyya’nın da hiç sesi
çıkmadı. Yokmuş gibi davrandı.
Hele işin teorik ve
programatik yanlarına hiç girmeyeyim bile.
Bir Marksist olarak
teori düzeyinde uluslar ve ulusçuluk sorununu çözen analizler yapmakla kalmadım,
unu somut program maddeleri olarak da formüle ettim. Bunlar gerek Kürt
hareketinin ve de gerek genel olarak demokratik hareketin önünü açacak
önerilerdi. Hiç yokmuş gibi davrandılar.
Evet, Sırrı Süreyya
maalesef verebileceklerini vermedi, yapabileceklerini yapmadı. Hatta tam
tersini yapmaya başladı.
Kürt hareketini
desteklemeyi sadece onunla aynı safta yer alıp onun verdiği görevleri yapmak
olarak anladı.
Bunu eleştiri ve
önerilerle bu hareketin ilerlemesine katkı sunma yanına hiç girmedi.
Halbuki en sıradan Marksist
ittifak ve birik anlayışı bile, ittifakın, birliğin ayrılmaz şartının aynı
zamanda özellikle teori, politika, program, taktikler ve örgütlenme
sorunlarında eleştiri olduğunu söyler.
Bunları yapsaydı yine
böyle vekil olarak kalabilir miydi?
Evet kalabilirdi
kanımızca. Çünkü belli bir ağırlıkları vardı. Kamuoyu tarafından
biliniyorlardı.
Ama öyle görülüyor ki, sahnenin
önünde yer alanlar belli bir konformizme de alışıyorlar.
Bu da onların
verebileceklerini vermemeleri sonucuna yol açıyor.
Demir Küçükaydın
10 Mayıs 2025 Cumartesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder