Modern Marksizm ise, On Birinci Tez’in hem kendisinin hem de içeriğinin toplumsal bir olgu olarak, Marksizmin (Toplum bilimin) kavramlarıyla ele alındığı noktada başlayabilir.
“On Birinci Tez” Üzerine Bir Tez
Önce, epey uzun bir ara verdiğimiz , bu fragmanlar zincirini birbirine bağlamak için, bir önceki fragmandan kısa bir hatırlatma yapalım. Çünkü arada geçen zamanda nerede kaldığımız unutulmuş olabilir.
Bir önceki yazımızda şöyle diyorduk:
“Biz Marksistler burjuvazinin saldırıları karşısında genellikle Marksizmin hala geçerli ve doğru olduğuna yönelik bir savunma refleksi içinde olmuşuzdur.
Biz burada bu tür çabayı, yapılacak işin içeriğine değil, taktik, politika alanına taşıyarak, yapılacak işin kendisinden ayırmaya çalıştık. (İkinci Fragman esas olarak böyleydi. Bu anlamda savunmacı bir yanı vardı.)
Ama içerikte, bir Marksist olarak Marksizm’e karşı (yani bir toplumbilimci olarak Toplumbilimin kuruluşundaki eksik, belirsizlik veya yanlışlara karşı) eleştirilerimiz onun düşmanlarından ve eleştirmenlerinden daha acımasız olmalı, doğruluk ve hassaslık için, için daha yüksek standartlar koymalıyız.
Ancak böyle bir tutum içinde, yapılacak işe gerçekten “Marksizmin Yeniden İnşası Çabası” denebilir ve bu inşa aynı zamanda hem bir yıkma ve hem de bir geliştirme olabilir.”
(Demir Küçükaydın, “Fragmanlar (3) “Yeniden İnşa”nın Sorunları Üzerine”Önceki yazıda belirlediğimiz bu standartlara ne kadar ulaşabiliriz?
Bilmiyoruz.
Ama bu standartlar bize yol gösterecek ve onlara ulaşmaya çalışacağız.
*
Ama yine de “Marksizmin Yeniden İnşası”nın birinci kitabı olan “Uluslar ve Ulusçuluk Teorisine Giriş”te yazdıklarımız, (örneğin Marks’ın bir milliyetçi, hatta bir gerici milliyetçi olduğunu göstermemiz vs.) ne ölçüde ulaşabileceğimiz hakkında bir fikir verebilir.
Onu hatırlatmak için, Marks’ın ve bizim önermemizi alt alta yazalım:
Marks:
“Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” demişti.
Biz ise Marks’ın önermesine öykünerek, Marks’ın önermesinin olması gereken biçimini şöyle formüle etmiştik:
“Ulusu bir dil, “din”, “tarih”, “soy”, “ırk”, “etni” vs. ile tanımlayan ulusçuları ve ulusları ezen bir ulus özgür olabilir.”
Sanırız Marks’ın ve bizim bu önermelerimiz, yapmaya çalıştığımızın hakkını ne ölçüde vermeye çalıştığımız ve verdiğimiz hakkında en azından bir izlenim verebilir.
Çünkü önermemizde hem Marks’ın öğretisinin özüne dayanıyoruz (baskı ve sömürüyü ortadan kaldırmak) hem onu acımasızca eleştiriyoruz (Marks’ın milliyetçilerin milliyetçilik tanımına hatta gerici milliyetçiliğin milliyetçilik tanımını savunduğu, önermesinin bunun ihlalini eleştirdiği) hem de onu özüne uygun olarak geliştiriyoruz (Gerici milliyetçiliğin eleştirisi ve onlara karşı mücadele).
Şimdi, yine bu tavrı sürdürerek, Marksizm’in başladığı yer veya önerme olarak, sonradan gelen Marksistlerce, kabul edilen yerden başlayalım: “On Birinci Tez”den.
"Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir." (Almanca aslı: "Die Philosophen haben die Welt nur verschieden interpretiert; es kömmt drauf an, sie zu verändern.”)
*
Bu önerme Marksistler tarafından teori ve pratik birliğinin veciz bir ifadesi ve Marksist bir önerme olarak ele alınmış, adeta Marksizmin bir alameti farikası olarak kabul edilmiştir.
Marks’a adanmış birçok anıtta, bu sözler taşa ya da tunca yazılmış ya da kazınmıştır. Bu başlıkla Marksist yayınlar çıkmıştır. (Örneğin Türkiye’de bir zamanlar “11. Tez” diye bir dergi vardı. Hafızam beni yanıltabilir ama bir ara dünyada en çok alıntılanan sözler arasında olduğuna dair bir şeyler okuduğumu hatırlıyorum.)
Şimdi Marks’ın bu önermesinin hem kendisini hem de içeriğini, bir Marksist olarak (yani bir Toplumbilimci, bir Sosyolog olarak) ele almayı deneyelim.
Yapmaya çalışacağımızı şöyle de ifade edebiliriz: Marks’ın felsefe hakkındaki, bir felsefeci olarak yaptığı çıkarsamayı, sosyolojik olarak, yani daha sonra Toplumbilimci olmuş (Marksizm’i kurmuş) Marks’ın yaklaşımıyla incelemeye çalışmak.
*
Ama önce önermeyi ya da aforizmayı daha net anlamak için ondaki sözcüklerin anlamı üzerine bir kısa açıklama yapalım.
“Filozoflar” yerine felsefe veya bütün önceki “Felsefe” de denebilir. Felsefe Filozofların yaptığı iştir ve Marks onların yaptığı işin niteliğini tanımlamaktadır.
Dünya derken kastedilen dünya gezegeni ondaki canlı ve cansız varlıklar değil, Toplumdur, Dünya yerine Toplum da denebilir. Ya da Dünyayı Toplum olarak anlamak daha doğru olur.
Yorumlama derken kastedilenin aynı zamanda anlama veya açıklama çabası ya da edimi olduğu da söylenebilir.
Yani bu kısa “tercüme” ışığında: “Şimdiye kadarki Felsefe sadece Toplum hakkındaki yorumlardan ibarettir” dendiğinde de anlamca özdeş bir cümlecik kurulmuş olur.
Ya da daha kategorik olarak aforizma, felsefenin toplumla ilişkisini ele almakta ve o zamana kadar felsefenin yaptığı işin anlama ve açıklamayla sınırlandığı değiştirme gibi bir amaç gütmediği sonucunu çıkarmaktadır
*
Yine bir başlangıç notu olarak şu da söylenebilir.
Düşünceler, önermeler veya aforizmaların, bir gerçek anlamları vardır, bir de onlara yüklenen anlamlar.
Bir görüşün, bir sözün, bir önermenin, neyi anlattığı başkadır, nasıl anlaşıldığı başkadır.
Bu önerme ilerde görüleceği gibi, sonra gelen Marksistler tarafından, genellikle teori ve pratik ilişkisine ve bunların birliğine ve ayrılmazlığına ilişkin bir önerme olarak anlaşılmıştır, ama aslında bu ilişkiyi metafizik olarak almakta bunları birbirine karşı koymaktadır.
Öte yandan felsefe hakkında felsefi bir önerme olmakla teori pratik ilişkisini ele almakla birlikte, yine sonra gelen Marksistler tarafından, daha dar bir anlamda, politik mücadelede (Yani önermedeki anlamıyla, yorumlamanın zıttı olan değiştirme mücadelesinde), önceliğin ve ağırlığın teoriye mi eyleme ve örgütlenmeye mi verileceği biçiminde anlaşılmış ve bu bağlamda, taktik bir soruna cevap olarak yorumlanıp tartışılmıştır. Yani otantik biçiminden tamamen farklı kategoriden bir önerme olarak anlaşılmış ve tartışılmıştır.
Genellikle aydınlar, teorisyenler, bu önermenin pratiğe (yani değiştirmeye) yaptığı vurguyla yanlış anlaşılmaya ve kullanılmaya yatkınlığına dikkati çekerlerken, “pratik militanlar” veya “pratisyenler” de bu önermeyi -adeta bu korku ve çekincelerin bir doğrulanması gibi- teorik sorunları gündemden düşürmenin, “pratik” görevlere yoğunlaşmanın gerekçesi olarak ele almışlar ve Marks’ın otoritesinin ardına bu aforizma aracılığıyla sığınmışlardır.
Bu alanda epey zengin bir literatür de vardır.
Biz bu tartışmalara girmeyeceğiz.
Çünkü bu tartışmaların ardındaki varsayım, bu aforizmanın Marksist (yani toplum bilimsel, sosyolojik) bir önerme olduğudur.
Biz bu önermenin Marksist (yani sosyolojik, toplum bilimsel) bir önerme olmadığı tezini savunuyoruz.
Zaten bu dördüncü fragmanın konusu budur bir bakıma. Ama bunu ilerde ayrıntısıyla ele alacağımızdan şimdilik burada sadece belirtip geçiyoruz.
Biz önce olgulardan başlayalım.
*
On Birinci Tez’in birinci cümleciği, bir olguyu tespit ediyor: “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimde yorumlamışlardır”.
Bilim her şeyden önce olgulara dayanır. Olgular bilimin ham maddesidir.
O halde bu tespitin doğru olup olmadığına, gerçekliğe uygun olup olmadığına bakalım.
Ancak bunu yapmadan önce iki kelime üzerinde durup önermenin anlamını daha net olarak belirleyelim.
“Yorumlama” kavramı ya da edimi, birçok farklı anlamlar içerir.
Genellikle yorum sözcüğü kullanıldığında, bir sanat eserinin, (bir müzik parçası, bir şiir) bir düşüncenin, bir eylemin vs. değişik, başka bir ışık altında ya da öznel bir anlaşılışı kastedilir. (Son zamanlarda, eskiden yorumlama kullanılan yerlerde şimdi “performans” kullanılır oldu. Eskiden örneğin müzisyenler parçaları yorumlarlardı, şimdi “performans” sergiliyorlar.)
Marks’ın bu önermesinde ise “yorumlama” kavramı daha dar ve özel bir anlama sahiptir.
Çünkü, Marks, “Yorumlama” kavramını “Değiştirme” kavramıyla zıtlık içinde ele almaktadır. Yani Marks’ın yorumlamayı yorumlaması ya da yorumlamaya yüklediği anlam, en azından bu önermesinde, değiştirme ile zıtlık içinde bir anlama sahiptir.
Yani geniş anlamda ele alırsak, söz ve eylem ya da iş, teori ve pratik ilişkisi gibi ele almaktadır ama bunları birbirine karşı ve zıt olarak konumlandırmaktadır ve bu zıtlık içinde yorumlamaya bir anlam vermektedir. Ve bu anlam olumsuzdur. Bir değer yargısı içermektedir. Tersinden, değiştirme, yani eylem, pratik olumlu zıt bir anlama sahiptir. Bu da bir değer yargısı içermektedir. (Zaten bu değer yargısı içerişi bile bu sözün bir bilimsel ya da Marksist bir önerme olmadığını, adeta ahlaki bir önerme olduğunu gösterir.)
*
Halbuki daha olgun Marks, yani Marksist olmuş Marks, hem Teoride (Yorumlama çabalarında) hem de Pratikte (Yani eylemle değiştirme çabalarında) bu ikisini bir arada ve karşılıklı ilişki içinde ele almıştır.
Yani Marks’ın yorumlama çabalarının kendisi aynı zamanda bir değiştirme çabası, değiştirme çabalarının kendisi de aynı zamanda bur yorumlama çabasıdır. Bir Marksist olarak tüm yaşamı böyledir.
Ama sadece teorisi ve pratiği özdeş değildir, teorisi pratiğine, pratiği de teorisine yol göstermiştir. Bunlar karşılıklı ilişki içinde birbirlerini geliştirmişlerdir.
Örneğin Grundrisse gibi bir teorik çalışmasını bile yaklaşan bunalımda bir devrim olanağı ortaya çıkacağını, bunu teorik bir hazırlıkla karşılamak gerektiğini düşünerek yani bir değiştirme çabası olarak yazmaya girişmiştir, ama yazarak yaptığı, yani değiştirme çabası olarak yaptığı, aslında aynı zamanda tarihi ve toplumun gidişini bir yorumlamadır da.
Ya da temel eseri olan Kapital’de, dünyayı değiştirmek için kapitalist üretim sürecini, kapitalist toplumsal ilişkileri açıklamaya, yani yorumlamaya çalışmıştır bir anlamda.
Tüm eserleri böyledir. Hem daha genel anlamda böyledir, hem de verili anda değiştirme çabasında neye ve nereye ağırlık verileceği sorusuna cevaptırlar.
Marks’ın bütün eserleri bir bakıma. Hepsi aynı zamanda verili koşullarda hangi ana halkayı yakalamalı sorusuna, yani taktik bir soruna da cevaptır. Taktik, yani pratiğe ilişkin olanın cevabı çoğu durumda teoridir. Yani teori, yorumlama, pratiğin, değiştirme çabasının kendisidir. Zaten praksis kavramı bu diyalektik birliği ifade etmek için kullanılır.
Bu bakımdan Marks’ın On Birinci Tez’inde yorumlama ve değiştirmenin böyle zıtlık içinde ele alınması sonraki Marks’ın anlayışına ve yaşamına, yani eylemine, değiştirme çabalarına yabancıdır.
Bu bakımdan Marks’ın önermesinin, Marks’ın henüz değiştirme ve yorumlamanın diyalektik bir kavranışına dayanmadığı, bunları mutlak ve zıt kategoriler olarak ele aldığı, dolayısıyla önermenin henüz Marksist bir önerme olmaktan uzak olduğu rahatlıkla söylenebilir.
(Bu da Marks’ın önermesinin felsefe üzerine felsefi bir önerme olduğu çıkarsamasını da başka bir açıdan da doğrular.)
Ve işin ilginci ve de trajik yanı, sonraki Marksistler, teori ve pratik birliğinin kısa ve özlü ifadesini, bu diyalektik olmaktan uzak, teori ve pratiği, yorumlama ve değiştirmeyi birbirinden ayrı ve birbirine zıt olarak koyan aforizmada bulmuşlardır ve bulmaktadırlar.
*
Marks’ın yorumlama ve değiştirmeyi mutlak ayrı ve zıt kategoriler olarak ele aldığı tespitini pekiştiren ve kanıtlayan bir diğer delil de “yalnızca” veya “sadece” (Almancada “nur”) edatıdır.
Marks, filozofların sadece yorumlamakla yetindiklerini söylüyor.
Yani bir üst paragrafta dikkati çekilen, Marks’ın yorumlama ve değiştirmeyi bu önermede mutlak olarak birbirinden ayrı ve zıt kategoriler olarak kabul ettiği önermesinin ya da yorumunun doğruluğunu bu edat pekiştiriş oluyor.
Yani Marks’ın önermesini, Marks’ın “Yorumlama” ya yüklediği anlamı, böylece daha da netleştirerek anladığımızda, onun Filozofların sadece yorumladığını -ki bu yorumlama hiçbir değiştirme çabasını içermez bu edatla ifade edildiğinde- söylüyor.
*
Şimdi bu daha netleştirdiğimiz anlamıyla Marks’ın önermesinin gerçekten olgulara denk düşüp düşmediğini ele alalım.
Yani Filozoflar sadece yorumlamakla mı yetindiler?
Ağar böyle ise,
a) Filozofların yorumlama çabaları, “yalnızca” edatıyla ifade edildiğine göre, onların ayrıca, ek olarak değiştirme çabaları içine girmediğini de gösterir mi?
b) Bu yorumlamalar, değiştirme çabalarıyla ilişkili ve değiştirme için olamaz mı?
c) Bu yorumlamalar aynı zamanda bir değiştirme çabası olamaz mı?
Marks’ın önermesi bu olasılıkları da dışlıyor “yalnızca, sadece” edatıyla.
Bu sorular ışığında felsefe tarihine baktığımızda, filozofların, çok büyük bir bölümünün, hatta hepsinin, “sadece” yorumlama ile yetinmeyip bunun yanı sıra değiştirme çabaları içinde ve/veya değiştirme çabaları ile ilişkili olarak yorumladıklarını ve/veya yorumlamalarının aynı zamanda değiştirme çabası olduğu görülür.
Yani Marks’ın önermesinin ya da tespitinin ifade ettiği olgunun, gerçek tarihte, gerçek toplumsal yaşamda, bir olgusal karşılığı bulunmamaktadır.
(Tabii burada şunu belirtelim, burada yorumlama ve değiştirme derken bunun “yönünü” tartışmıyoruz. Ezenden veya ezilenden yana, şu veya bu yönde de olsa, yorumlama ve değiştirme olarak ele alıyoruz.)
Bütün filozoflar dolayısıyla tüm felsefe tarihi ve felsefe tek tek ele alınabilir. Aslında daha geniş olarak böyle bir olgu araştırması da yapılabilir ve yapılmalıdır da. Ama bizim esas konumuz bu değil, şimdilik sadece Marks’ın önermesinin olgulara ne kadar uygun olduğu ve onları doğru olarak ifade edip etmediğine bakıyoruz. Onun için birkaç tipik örnekle bu genellemenin ne kadar yanlış olduğunu göstermek yeter.
Tabii bunu yaparken, bunu Marks’ın önermesinin mantığı içinde, o ön kabuller doğru imiş gibi kabul ederek yapmak gerekiyor. Yani yorumlama ve değiştirmenin birbirine zıt ve ayrı kategoriler olduğu anlamıyla, öyle kabul ederek bu olgulara bakmak gerekiyor. (Yoksa diyalektik ve de sosyolojik olarak zaten yorumlamalar değiştirme, değiştirmeler de yorumlamadır aynı zamanda ve ilerde ele alacağımız üzere.)
Gerçekten Felsefe tarihi bu tespiti doğruluyor mu?
Onlarca filozofu tek tek ele almak gerekmez. Marks çok aşırı bir genelleme yaptığından, örneğin “Filozofların çoğu” gibi bir sınırlama koymadan tüm filozofları kastettiğinden, birkaç önemli filozof örneğiyle bu tespitin yanlışlığını göstermemiz yeter kanımızca.
*
İlk İyonyalı filozoflardan başlayalım.
Bunları eserleri kalmamış ama yine de yaşamları ve görüşleri hakkında bölük pörçük bilinenlerden çıkarılanlar var.
İlk filozof ve felsefe kavramını kullanan filozoftan, Pisagor’dan başlayalım.
Meşhur Pisagor teoremini (Bir dik üçgenin dik kenarlarının karelerinin toplamı hipotenüsün karesine eşittir) formüle eden ve Felsefe (Bilgi Sevgisi, Hikmet sevgisi, “Bilgi tanrılara hastır, biz ancak onu sevebiliriz, ona ulaşmaya çalışabiliriz” çıkarsamasıyla) kavramını icat eden ilk Filozof.
Pisagor’da teori ve pratik ya da yorumlama ve değiştirme ilişkisi ne durumda?
Hem de geometri ile ilgili neredeyse en bilinen formül nedeniyle bilinen, yani toplum ve onu değiştirmekle pek ilgili gibi görünmeyen bir matematikçi filozofta durum nedir?
(Ansiklopedilere bakalım. Wikipedya’nın Türkçesi genellikle çöp, başka bir dilden bakalım, daha güvenilir olur en azından. Örneğin Almanca Wikipedia’dan aktaralım kısa ansiklopedik bilgiyi.)
“(...)MÖ 538 civarında, Polycrates kardeşleriyle birlikte orada (Samos) iktidarı ele geçirmiş ve daha sonra tek egemenliğini kurmuştu. Pisagor bu töreye karşı çıktı ve adayı terk etti. (...) Pisagor Yunan nüfuslu Aşağı İtalya'da ortaya çıktı ve Kroton'da (bugün Crotone, Calabria) bir okul kurdu.[6] Üyeleri (yani yakın çevre) yakın bir topluluk oluşturdu, kendilerini disiplinli, mütevazı bir yaşam tarzına ("Pisagorcu yaşam tarzı") adadı ve birbirlerine sadakat sözü verdi. Mükemmel bir hatip olan Pisagor, yurttaşlar üzerinde büyük bir nüfuz kazandı ve bunu siyasi olarak da kullandı. Bölgenin diğer yerlerinde, hatta Yunan olmayan nüfus arasında da takipçiler kazandı.[7] Kroton'un Sybaris kentiyle yaşadığı ve görünüşe göre Sybaritlerin kışkırttığı çatışmada sert bir duruş sergiledi.(...)”
Görüldüğü gibi bu filozof ve matematikçi hiç de öyle “sadece” yorumlayıcı değildir. Hatta dini mezhep veya tarikatlar, antik çağın partileri olarak görülebileceğinden, bir parti kurmuş ve örgütlenmiştir de denebilir.
Yani 2000 yıl sonraki işçi hareketinin ya da Marksist hareketlerin, “ajit-prop-org” şeklindeki, terminolojisiyle ifade edersek, hem bir ajitatör (hatip), hem bir propagandist (Okul) hem de örgütçüdür (tarikat=parti).
Döneminin siyasi mücadelelerine girmiştir. Adeta modern tarihin işçi hareketinde görülen kategorilere göre yaşamıştır: bilim, politik mücadele, örgütlenme hepsi bir arada. Ne ararsan var.
Ve sadece felsefenin yanı sıra değiştirme mücadelesi değildir bu, muhtemelen aynı zamanda en soyut matematik bağıntılardan yola çıkarak toplumsal hayatı yorumlamaya ve şekillendirmeye de yöneliktir büyük olasılıkla.
Çünkü kurduğu tarikat, sekt ya da parti, İslam’daki Hurufiyunluk veya Yahudilerdeki Kabalacılık gibi muhalif tarikatlara benzemektedir. Belki de bunların ilk örneklerinden biridir. Bunlar sayı ve harflerden çıkardıkları gizli sırların görünmez bağların, bu yolla bulacaklarına inandıkları doğa ve toplum yasalarının peşindedirler. Şeylerin ve sözlerin görünür (zahiri) biçimlerinin ardında (Batıni, hakiki) bağıntılar ve düşünceler olduğunu kabul ederler ve böylece egemen görüşe karşı, o gizli olan anlama dayanarak, muhalefet ederler.
“Pisagorcular” hakkında kesin bilgiler olmadığından bilmiyoruz ama evrenin, dolayısıyla toplumsal hayatın da uyumunun sırlarının, matematik formüller ve onların uyumunda olduğunu düşünüyor olabilirler.
Pisagor için bu kadar yeter.
Milet’li Thales:
Yine Almanca Wikipedia’dan:
“Thales'in Milet'te belirli bir siyasi etkiye sahip olduğuna dair çeşitli göstergeler vardır. En azından Plato[10]'dan beri Thales genellikle Yedi Bilge'nin ilki olarak adlandırılır,[11], çoğunlukla ünlü Atinalı yasa koyucu Solon gibi devlet adamlarını içeriyordu.
Thales'in siyasi bir danışman olarak ortaya çıktığına dair raporlar da vardır: Herodotos, örneğin, Thales'in İyonyalılara "Teos'ta ortak bir toplantı evi inşa etmelerini, çünkü Teos'un İyonya'nın merkezi olduğunu, ancak diğer şehirlerin hala bağımsız topluluklar olarak görülmesi gerektiğini" tavsiye ettiğini bildirmiştir.[12] Bu akla yatkın görünmektedir, Çünkü bu merkeziyetçi fikir Thales'in zamanından çok Perikles'e aittir.[13]
Diogenes Laertios ayrıca Miletlilere Kroisos, Lyder kralı ile ittifaka girmemelerini tavsiye ettiğini, daha sonra Kyros', Pers kralı'nın zaferi karşısında Miletlilerin kurtulduğunu söyler.[14] Bu Herodotos'taki anekdot ile çelişmektedir, Thales, Kroisos'un ordusunun geçebilmesi için Halys nehrinin yönünü değiştirmişti.”
Yine aynı örüntüyü görüyoruz. Hem bilim insanı hem filozof hem de aktif bir politikacı. Nehrin yönünü değiştiren bir bilim adamı, teknisyen, politik taktikler ve duruşlar öneren ya da savunan bir politikacı ve taktisyen hem de filozof.
Yine teorik ve felsefi çalışmalarının toplumların nasıl örgütlenmesi gerektiği türden sorunlarla ilgili olduğunu sezebiliyoruz.
Yani sadece felsefenin yanı sıra politik değiller, felsefi çalışmaları politik veya sosyal mücadeleleriyle bağlantı içinde. Örneğin toplantı yerinin bir merkezi yer olması gerektiğini söyleyip Toplantı evinin orada inşa edilmesini öneriyor. Mekan, uzaklıklar, şekil, uzay (geometri) ve politika ve toplumsal örgütlenme arasında bağlar kuruyor.
*
Efes’li Heraklit:
Heraklit de siyasetten yani dünyayı dönüştürme çabasından azade değildir. “Fragmanlarda Herakleitos'un siyasi düşüncesine yapılan atıflar seyrektir. Bununla birlikte, bazı yorumcular Herakleitos'un felsefesinin özünü kozmolojiden ziyade "insani-politik yaşamın bütünü" olarak görürler.[89] Dolayısıyla, bazı fragmanlar Herakleitos'un öğretisinin esasen insanın doğasına ve bunun sonucunda toplumsal birlikteliği şekillendirme görevlerine odaklandığını gösterir; Örneğin, bir fragmanda Herakleitos "kendi türünün [...] insanın daimon'udur".[90] Daimon, insanın tanrılardan ve dolayısıyla geleneksel anlayışa göre dışsal bir otoriteden aldığı kaderi anlamına gelir. Öte yandan Herakleitos, insanın yaşam biçimini kaderiyle ilişkilendirir: "Geleneksel olarak ilahi olanla insani olan, yabancı olanla öz olan arasında bir karşıtlık olarak görünen şey, Herakleitos tarafından -dilsel ve düşünsel olarak- merkez olarak insanda bir araya getirilir: Daimon ve Ethos bir ve aynıdır."[91] Herakleitos'un görüşüne göre, "insan benliği böylece yeni otorite olarak tanrısal otoritenin yerini alır.“[92]
Aynı zamanda, Herakleitos'un felsefesi yalnızca bireye değil, aynı zamanda esasen topluluğa da odaklanır,[93] "herkes için ortak olan" olarak tanımlandığı gibi: "Bu nedenle ortak olanı takip etmek bizim görevimizdir. Ancak Logos herkes için ortak olmasına rağmen, çoğu kişi kendi içgörüsüne sahipmiş gibi yaşar."[94] Herakleitos için evrensel olarak geçerli olan yasa bu nedenle politik yaşamda temel bir öneme sahiptir, Nomos, Polis'in temel yasal düzenidir. Bunu, topluluğun dış savunma için askeri hazırlığıyla aynı düzeye yerleştirir: "Halk nomos için şehir surları için olduğu gibi savaşmalıdır."[95] B 114 parçası da nomos'un polis için temel önemini varsayar, buradaki karşılaştırma yine ilahi evrensel yasadan kaynaklanan herkes için ortak olana yönelik genel düşünce yönelimini vurgulamayı amaçlamaktadır.[96] Tıpkı polisin yurttaşların nomosa yönelmesinden güç kazanması gibi, düşünce de ortak olanla ilişki kurduğunda verimli hale gelir.”
Yani bizim Diyalektiğin babası Heraklit, toplumun (Kent’in) nasıl örgütlenmesi gerektiğine dair kafa yormakta ve bu yönde davranışlara girmektedir. Keza eserinin de aslında yine toplumsal yaşamı değiştirme sorunuyla bağlantılı olduğu sezilmektedir.
Dikkat edilsin, bugünkü doğa bilimi ve toplumsal bilimler, politikacı ve bilim insanı ya da filozof ayrımını içselleştirmiş olan bizlerin kavramakta zorlanacağı şekilde ve tam da bizlerin bu ayrımına dayanarak “doğa felsefecileri” olarak tanımlanan olan İyonyalı filozofların bu “doğa” felsefeleri aslında onların toplumsal düşünce ve eylemleriyle yakın ilişkidedir.
Doğa’yı toplumdan ayırmak, on dokuzuncu yüzyılda yerleşmiştir. İyonyalı filozoflara “Doğa felsefecileri” demek yaygın bir kabul görmüştür.
Dolayısıyla onları böyle tanımlamak, 19. Yüzyılın bakış açısı ve kavramlarıyla tanımlamaktır.
Onlar için toplum ve doğa bizlerin kavrayışındaki gibi birbirinden mutlak ayrı değildiler. Bu bakımdan onlara -yine 19. Yüzyılın ayrımının mantığı içinde- “Toplum Felsefecileri” de denebilir ve bu tanım da diğeri kadar doğru olurdu. Zaten onların yaşamları ve pratikleri, felsefeleri ile pratikleri arasında bir kopukluk ve ayrım olmadığını göstermektedir.
Onlar Dünyayı sadece yorumlamaya değil, değiştirmeye de çalışıyorlardı ve bu yorumlama çabaları aynı zamanda birer değiştirme çabasıydı.
*
İyonya’dan klasik Yunanistan’a geçelim ve en ünlü üçlüye bakalım.
Sokrates: Herkesin bildiği gibi, ölüme mahkûm edilmiştir.
“Ölümünden sonra kazandığı ün, büyük ölçüde, kendisine verilen ölüm cezasının gerekçelerini kabul etmemesine rağmen (gençleri yozlaştırdığı ve tanrılara saygısızlık ettiği iddiası), yasalara saygı duyarak idamdan kaçmamasından kaynaklanmıştır.”
Yani Sokrates, idamdan kaçmayarak, (çünkü aralarında Platon’un da bulunduğu öğrencileri ona kendisini kaçırmayı teklif etmişlerdi ve kaçmayı reddedip baldıran suyunu içmişti) bizzat kendi ölümüyle, katılmadığı kararın yanlışlığını (gençleri yozlaştırmak, tanrılara saygısızlık) da kendi hayatını vererek kanıtlamaktadır.
Bu hiç de “sadece yorumlayan” bir filozof davranışı değildir.
Gerçi Sokrates “tutucudur”, yasalara uyma ve kaçmayı reddederek ve baldıranı içerek hayatına son verme, davranışı tutuculukla açıklanmaktadır el kitaplarında. Ama Kent’in tutuculuğu bugünün tutuculuğuyla karıştırılmamalıdır.
Kent, Kıvılcımlı’nın harika metaforuyla, “Komün kurdunun Medeniyet kelebeğine dönüştüğü bir kozadır”.
Yani Kent şehir değildir, ona imparatorlukların başkenti olan şehirlerle karıştırmamalı, modern şehirlerle hiç, o çok özel bir tarihsel kategoridir. Kent’te komünal gelenekler ve uygarlık iç içedir, biri yok olurken diğer güçlenmektedir. Tutuculuk komün geleneklerini uygarlığın saldırıları ve yozlaştırması karşısında savunma gibi bir anlama sahiptir.
Ama bunu bir yana bıraksak bile, tutucular da kendi amaçları açısından toplumu değiştirmek isterler, değiştirmeme çabasının kendisi de bir değiştirme çabasıdır. Çünkü toplum değişmez değildir. O zaten değişmektedir, değiştirmeme çabası da değişimin yönünü belirlemek için bir mücadeledir.
Ve Sokrates bu uğurda hayatını vermeyi göze almış ve baldıran zehrini içerek yaşamına son vermiştir.
*
Platon’a gelince, zaten Devlet ve Kanunlar gibi eserleriyle, en iyi toplumun (Kent’in, aslında ideal kenti Isparta’ya benzemektedir.) nasıl olacağına ve örgütleneceğine birer klasik olan kitaplarla kafa yormuş, aynı zamanda teorilerini gerçekleştirmek için denemelerde de bulunmuştur. Sicilya’ya yaptığı seyahatler doğrudan politik mücadeleyle ve görüşlerinin pratiğe uygulanabilmesiyle ilgilidir. Başarısızdırlar belki ama birer değiştirme çabasıdırlar.
*
Aristo belki de üçlü içinde doğrudan siyasi çatışmalara en az girendir. Bunda Kent’ın kurucusu olanların soyundan gelmemesi bir neden olabilir.
(Yani Aristo bir Patrici (Atinalı) değildi, bir Makedonyalı Metek idi (Atina’da yaşayan ama vatandaşlık hakları olmayan, yabancı).
Yurttaşlık hakları olmamasına rağmen ve belki de tam bu nedenle değiştirme çabasını ve politik ilgisini farklı bir biçimde gerçekleştirmiş kabul edilebilir.
Çünkü onlarca toplumun anayasasını inceleyerek bir siyaset teorisi oluşturmuştur.
Ayrıca Makedonyalı olduğu için, bir “dünya fatihi” olacak, sonraki İslam’ın bile neredeyse yarı peygamber gibi gördüğü, İskender’in hocası olarak, ona öğretmen olarak aktardıklarıyla dolaylı yoldan da olsa, İskender aracılığıyla fetihlerden sonraki Helenistik dönemi belli ölçüde etkilediği bile söylenebilir.
Ayrıca Marks’ın da sık sık belirttiği gibi, insanı “zoon politikon” olarak tanımlayandır.
Görüldüğü gibi klasik üçlü de sadece yorumlayan değildirler, aynı zamanda değiştirme çabaları içinde olmuşlardır kendilerince.
*
Yeni çağ filozoflarına gelelim.
Descartes.
“Bu yazılar Utrecht ve Leiden'deki teologlar tarafından öylesine şiddetle reddedildi ki Descartes 1645'te İngiltere'ye taşınmayı düşündü ve sonraki yıllarda Fransa'ya gitmek üzere birkaç kez Hollanda'dan ayrıldı.”
“1663 yılında Kutsal Makam Descartes'ın yazılarını Index Librorum Prohibitorum listesine yerleştirdi. Ölümünden sonra, bilimsel çalışmalarında Tanrı'ya hiç yer bırakmadığına dair şikâyetler ortaya çıktı. Cizvitler, Descartes'ın çalışmalarının yasaklanması için yürütülen kampanyada ön saflarda yer aldılar. Descartes'ın tüm öğretilerinin 1691'de Fransız okullarında yayılmasının kraliyet tarafından yasaklanması da dahil olmak üzere, 1663'teki indekslemeyi uzun bir dizi yasak takip etti.[10]”
Yani Descartes zamanında, politika kiliseden ayrı olmadığından, politik mücadeleye de girmiştir, ölümünden sonra bile saldırıların hedefi oluyor. Yani yorumları aynı zamanda var olana karşı onun otoritesini sarsmaktadır, aynı zamanda bir değiştirme eylemidirler.
Kaldı ki, “Düşünüyorum öyleyse varım önermesi” son derece politik bir önermedir. Ve dünyayı ciddi biçimde değiştirmiştir de. Yani Allah yarattığı için değil, düşünebildiğim için varım. Tabii düşünceden hareketle Allah’ın varlığını ve birliğini kanıtlamak üzere böyle bir önerme böyle bir koruyucunun ardında dile getirilebilmiştir. Ama Allah bir kere ipini Akla kaptırmıştır, Akıl onun varlığını ve birliğini kanıtladığı gibi yokluğunu da kanıtlayabilirdi.
Modern burjuva uygarlığı bu önermeye dayanmaktadır. Yani felsefe, hem de en soyut göründüğü biçimiyle aslında bir politik eylem, bir değiştirme eylemidir bizzat bu önermede de görüldüğü gibi. Tam da düşüncelerinin bu yıkıcı nitelikleri nedeniyle kovuşturulmuştur Descartes.
*
Spinoza.
Yahudi din adamlarınca afaroz edildi. Siyaset üzerine kitaplar yazdı. Hatta legal ve illegal çalışmayı birleştirdi. Kitabını yanıltıcı isimlerle yayınladı:
“Tractatus theologico-politicus 1670'te Amsterdam'da basıldı ve anonim olarak ve kaynağı hakkında, örneğin basım yeri ve matbaacının adı gibi yanıltıcı bilgilerle yayımlandı. Spinoza, Hollanda'da değişen siyasi koşullar göz önüne alındığında, kitapta düşünce ve din özgürlüğü üzerine geliştirilen felsefi ve teolojik fikirlerin çok tartışmalı olduğunu düşündü. Daha sonra liberal kral naipleri Johan de Witt (1625-1672) ve kardeşi Cornelis de Witt'in (1623-1672) öldürülmesi ve 1674'te eserinin yasaklanması, bu yargısında haklı olduğunu gösterdi.”
*
Kanımızca bu kadarı yeter.
Görüldüğü gibi filozoflar hiç de öyle sadece yorumlama ile değil, elbet kendi çağlarının ufku içinde, ama aynı zamanda değiştirme çabaları içinde bulunmuşlardır.
Onların yorumlamaları hem yanı sıra hem için hem de aynı zamanda değiştirme çabalarıdır, sadece yorumlama değildir.
Burada Fransız ve İngiliz (İskoçya) aydınlanma filozoflarından ayrıca söz etmeye gerek bile görmüyoruz. Zaten Marks, bu yorumlama eleştirisini yaparken onlardan ilham almış sayılabilir.
Sadece bu kısa bakış bile, Marks’ın önermesinin felsefe tarihince olgusal olarak doğrulanmadığını gösterir.
*
Marks’ın çıkarsamasının dayandığı olguya ilişkin tespit doğru değildir. Gerçekliğe uymamaktadır. Dolayısıyla çıkarsama da yanlıştır. Ama olgusal yanlışlar temel yanlışlar değildir, ikinci ve önemsiz yanlışlardır. Esas önemli ve büyük yanlışlar yöntemsel yanlışlardır, mantıksal yanlışlardır.
Bu açıdan baktığımızda Marks’ın daha büyük yanlışlar içinde olduğu görülür.
Marks’ın çıkarsamasının yanlış olmasının nedeni, olgulara ilişkin önermesinin yanlışlığından ziyade, çıkarsamanın dayandığı yorumlama ve değiştirmenin birbirine zıt olduğu şeklindeki gizli varsayımdır.
Çünkü böyle bir varsayım olmasaydı, her yorumlamanın aynı zamanda bir değiştirme olduğu gibi bir varsayıma dayansaydı, o zaman çıkarsaması, olgu sadece yorumlamalardan ibaret bir filozoflar geçidi olsaydı bile, önemli olan onu değiştirmektir gibi bir sonuç çıkarılamazdı. Her yorumlama bir değiştirme olduğundan, “yorumlamaya dolayısıyla aynı zamanda değiştirmeye devam etmek gerekir” gibi bir çıkarsamada bulunması gerekirdi.
Ve olgularda hep yorumlamaların değiştirme çabalarıyla birlikte olduğu görüldüğünden, olgulara gerçeğe denk düşen doğru bir önerme bu sefer, olgulardan hareketle, aynı şekilde “yorumlamaya ve değiştirmeye devam etmeli” çıkarsamasını yapması gerekirdi.
*
Ama soru şudur: Marks, niçin böyle bir yanlışı yapmaktadır?
Evet Marks’ın önermesini gerçeği yansıtmadığı, yanlış olduğu bir gerçektir. Peki Marks niçin böyle yanlış bir önermeyi ifade etmiştir?
Bu soruyu sormalıyız, çünkü biz Marks’ın önermesinin kendisini ve içeriğini birer toplumsal olgu olarak ele alıyoruz ve açıklamaya çalışıyoruz. Çünkü yazımızın başında “On İkinci Tez” olarak konumuzu böyle belirledik.
Keza Marksistler niçin bu önermeyi doğru bir önerme olarak kabul edip her yere, taşlara ve tunçlara kazımışlardır?
Bu sorular sosyolojik bir bakışla, sosyolojinin kavramsal araçlarıyla cevaplanmaya çalışılmalıdır.
*
Önce niye bu önermenin böylesine meşhur ve adeta Marksizmin bir alameti farikası haline dönüştüğünü ele alalım ve bir açıklama hipotezini formüle edelim.
Marks’ın önermesini, yukarıda yaptığımız gibi, böyle inceleyip sık dokumak gereksiz görülebilir.
Ancak fikirler bir kere ağızdan ya da kalemden çıkınca ilk doğuştaki veya ortaya çıkıştaki, otantik bağlam ve anlamlarıyla değil, anlaşıldıkları anlamlarıyla bir hayat da yaşarlar.
Olan bir bakıma budur. Bu önermenin de böyle bir kaderi olduğu söylenebilir.
Bunu açıklamak için, Engels’in ele aldığı somut bir örnek bir analoji oluşturmaya yarayabilir: “Adil bir işgünü için adil bir ücret”.
Bu slogan uzunca bir dönem işçi hareketinin bayrağı olmuştur ve bu slogan etrafında bir dönem işçi hareketi örgütlenmiştir.
Ancak Engels bu sloganı örnek verdikten sonra bu slogan teorik olarak (yani içerikçe, ekonomi politik bakımından) yanlıştı ama işçilerin buna verdikleri anlam başkaydı der.
Marks da başka bağlamlarda, teorik olarak içerik yanlışlığı ile işçilerin ya da kitlelerin o yanlış içeriğe verdikleri anlam arasında bir ayrım yapmıştır.
Örneğin “Gotha Programı” da teorik olarak yanlıştı ve Marks bu yanlışları ele alan ve program taslağını paçavraya çeviren kenar notları yazmıştı. Bunu da partinin önde gelenlerine iletmişti.
Yöneticiler Marks’ın eleştirilerini sumen altı etmişlerdi. Ama Marks sesini çok çıkarmamıştı. Çünkü Alman işçileri onda yazanları değil, görmek istediklerini görüyorlardı. İşçi hareketinin orada bir birliğinin oluşturulması bir düzene programdan daha büyük bir atılım ve ilerleme sağlayabilirdi.
Yani yanlış slogan veya programın kullanılmasına, bazan taktik olarak pek de ses çıkarmazlar. Gerçek bir adım bir düzine programdan daha önemlidir de derler. (Programı önemsiz göstermek isteyenler de bu taktik davranışı programın önemine karşı bir program ve mücadele argümanına dönüştürürler.)
Marks ve Engels, bu gibi durumlarda elbet teorik yanlışlığını söylerler, ama ona işçilerin verdiği anlamı, hatta verili bir örgüt veya hareketin oluşma olasılığını görerek taktik olarak, teorik doğruluğu öne çıkarmamayı bile gözetirler.
Yöneticilerce itirazlarının sansür veya sumen altı edilmesini bile görmezden gelebilirler. Çünkü önemli olan bir politik işçi hareketinin ortaya çıkabilmesidir. İşçiler eylem içinde de öğrenebilirler ve teorik olarak doğru olana kendi deneyleriyle de varabilirler.
Sanırım On Birinci Tez’in, sonra gelen Marksist kuşaklarda böyle büyük bir önem ve anlam kazanması ve benimsenmesi de böyle açıklanabilir.
Aslında önermenin kendisi, yukarıda görüldüğü gibi, teori ve pratiğin (yorum ve değiştirmenin) diyalektik birliğine dayanmamasına, onları birbirine zıt ve mutlak kategoriler olarak ele almasına, öyle formüle edilmesine, olgusal olarak gerçeği yansıtmamasına yani yanlış olmasına rağmen, önerme, Marksistlerce, teori ve pratik birliğinin en veciz ifadesi, dünyayı değiştirme çabasının, politik eylemin, gerekçesi olarak anlaşılmıştır.
Teorik olarak yanlış bir önerme, aforizma, program, bazan doğru bir şeyler yapmanın aracı olabilir. Burada da böyle bir durum söz konusudur kanımızca.
*
Öte yandan, Marksistlerin çoğu Felsefeyi Engels’ten öğrenmiştir. Esas olarak Engels’in eserleri yeterli görülmüştür.
Ve Marksizm büyük ölçüde işçilere dayanmaya onlara görüşlerini açıklamaya çalışmıştır.
Çünkü “fikirler yığınları kavradığında maddi bir güç haline gelir” ve dünyayı değiştirebilir önermesinden hareket etmişlerdir.
Ne işçilerin gerçek yaşamı ne de içine girilen değiştirme mücadelesi felsefe tarihi ve filozofların gerçek hayatları hakkında bir şeyler bilmeyi de pek teşvik etmemiştir.
Pratik esas olarak teorinin önüne geçmiş ve onun yerini almıştır. Nasıl olsa “ustalar” gerekli teoriyi sağladı diye düşünülmüştür.
Bütün bunlara da bağlı olarak, bu söz (On Birinci Tez) felsefe sadece yorumlamayla özdeşleştirildiğinden, aslında felsefenin artık bir kenara atılması ve bilimin (Bilimsel sosyalizmin) doğuşu olarak da anlaşılmıştır yanlış olarak.
*
Ayrıca Bizzat Marks ve Engels, teorik ve entelektüel evrimlerinde, ana ilgileri bakımından, felsefeden sosyolojiye, sosyolojiden de ekonomi politiğe doğru bir evrim geçirmişlerdir. Daha Alman İdeolojisi’nde, yani sosyolojik teorilerini formüle ettikleri ilk metinde, Felsefenin işinin bittiğini yazmışlardır.
Bundan sonra Marksistler Engels’in yazdıklarıyla, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu ve Anti-Dühring, yetinmişlerdir. Yani sonra gelen Marksistlere göre Felsefe, Tarihce ya da olaylarca aşılmış olarak görülmüş ve kabul edilmiştir.
Bu durum da Marks’ın aforizmasının, bilimsel bir teorinin bir başlangıç önermesi gibi kavranmasına belli bir etkide bulunmuş olmalıdır.
*
Marks’ın mantık ve metot olarak yanlış ve olgularla uyuşmayan önermesi, bizzat Marks’ın otoritesi nedeniyle, önceki bütün Felsefenin bir yorumlama faaliyeti olarak anlaşılmasına yol açmıştır.
Yani önerme kendisinin yanlış anlaşılmasına da yol açmış ve sonuçları adeta bir nesnel koşula dönüşmüştür.
Eh ortalama Marksistler de dünyayı değiştirme çabası içinde olduklarından ve metafizik sosyolojinin ya da pozitivizmin “üç hal kanunu” (Dinsel, Felsefi, Bilimsel) aşamalardan artık, “Bilimsel Sosyalizm” ya da “Tarihsel Maddecilik” ile, “bilimsel aşamada” bulunduğumuzu düşündüklerinden, yani oldukça ilerlemeci ve pozitivist bir tarih, felsefe, bilim vs. kavrayışına sahip olduklarından, Marks’ın bu önermesinde kendi pozitivist, aşamalara dayanan ve ilerlemeci kavrayışlarının bir doğrulamasını da görmüşlerdir.
*
Öte yandan, Stalinizm’in zaferi karşısında birçok eleştirel ve Marksist teorisyen, yani Perry Anderson’un “Batı Marksizmi” kavramı altında topladıkları, devrimci ve eleştirel bir konumu koruyarak devam edebilmek için, Marksizmin doğuşunda kat ettiği yolu bu sefer geriye doğru kat ederek, felsefeye yönelmişlerdir. Ya da politikayı, felsefenin anlaşılması güç kavramları ile yapmaya ve en politikayla ilgisiz gibi görünen konularda yazmaya yönelmişlerdir.
Çünkü Pratik olarak işçiler Stalinist partilerde örgütlüydü, Stalinizm’e açıktan politik ve ideolojik bir eleştiri tecrit olmakla sonuçlanıyordu (Troçkistlerde oluğu gibi).
Felsefi yaklaşımlar eleştirel ve devrimci kalmaya çalışan Marksistlerin sığınağı olmuştu. Bir zamanlar Alman burjuvazisinin korkaklığının Alman Felsefesinin (ve müziğinin) gücüne neden olması ve güçlü bir gelenek ortaya çıkarması gibi, işçi hareketinin bürokratik Stalinist partilerin egemenliği altında olması da tabiri caiz ise Marksist teorisyenlerin en eleştirel ve radikal olanlarının görüşlerini felsefenin ağdalı ve anlaşılmaz diliyle ifade etmelerine yol açıyordu.
Bu da canlı mücadele içinde bulunan işçilerin ve militanların, Stalinist propagandanın muazzam etkisiyle de, felsefeyi teorik lafazanlık olarak görmelerine ve felsefeyi kategorik olarak bu çekmeceye tıkıştırmalarına yol açmış görünüyor.
Yani pratikte, felsefe karşısında “eleştiri silahını” kullanmak yerine “silahların eleştirisi” tercih edilmişti.
Kanımca bu sözün niye böyle çok yayıldığı ve bir bayrağa dönüştüğünü bu somut, “gerçekte var olan” “Marksizmin” kaderi açıklayabilir.
Ama Marks niçin böyle olgularla uyuşmayan bir genelleme yapmıştır sorusuna gelince.
Birincisi, Marks’ın bu önermesi aslında üzerinde çok düşünülüp dakikleştirilmeden formüle edilmiş bir önermedir.
Çünkü bunlar yayımlamak için değil, kendisi için yazdığı notlardır Marks’ın. Çalakalem yazılmışlardır muhtemelen düşüncelerin akışını kayda geçirip ilerde daha derin ve dakik olarak düşünmek veya formüle etmek için.
Engels bu tezler hakkında şu notu düşerek yayınlıyor:
“Marx'ın eski defterlerinden birinde, bu kitaba ek olarak yayımlanan, Feuerbach hakkındaki on bir tezi buldum. Bunlar daha ileride işlenmek üzere çalakalem kağıda dökülmüş ve asla yayımlanması düşünülmemiş basit notlar olmakla beraber, içinde yeni dünya görüşünün dahiyane tohumları yatan ilk vesika olmak itibariyle paha biçilmez bir değerdedirler.” (Biz majüsküllerdik)
Engels yeni bir dünya görüşünün dahiyane tohumları olarak tanımlayarak, bu önermelerin yeni dünya görüşünün kendisi değil, tohumu olduğunu, yani aynı zamanda henüz felsefenin felsefe aracılığıyla felsefenin içinden bir eleştirisi ve yorumu olduğunu da belirtmiş oluyor. Ve adeta önermenin sonraki kaderine ilişkin, kahince, sanki kazanacağı anlamı ve önemi ve yanlış anlamayı görmüşçesine, önceden bir uyarı yapmış oluyor.
*
Öte yandan Marks’ın bu önermeyi yazarken esas olarak Alman Felsefe geleneğine dayandığı ve esas olarak onunla hesaplaştığı ve onu göz önüne alarak bu önermeyi yazdığı, tam da bu nedenle böyle yanlış bir formülasyon yaptığı söylenebilir.
“Filozoflar” derken kafasındaki tüm filozoflar ve felsefe tarihi değildir, Hatta genel olarak Klasik Alman Felsefesi de değildir, özgül olarak Feuerbach ve Genç Hegelcilerdir. Marks bu sırada onlarla ve özel olarak da Feuerbach ile hesaplaşmaktadır.
Marks “filozoflar” derken üç düzeyde bir sınırlama yapmaktadır tezlerde.
Birincisi önceki tezlerinde, materyalist felsefeyi etkin yanı olmamakla eleştirmektedir. Yani filozoflar derken, bütün felsefeyi ve filozofları değil, materyalistleri ele almaktadır.
(Tabii yukarıda değinildiği gibi bu da yanlıştı. Ama Alman materyalizmi veya Feuerbach’ı kastettiği göze alınırsa bu çelişki bir ölçüde kalkar.)
Feuerbach üzerine tezlerin birincisinde, idealist felsefenin etkin yanı temsil ettiğini söyler:
“Bundan önceki tüm materyalizmin (Feuerbach’ınki de dâhil olmak üzere) başlıca kusuru; nesnenin, gerçekliğin, duyumsallığın duyusal insan etkinliği, pratik olarak, öznel olarak değil, yalnızca nesne ya da sezgi [Anschauung1] biçiminde kavranmasıdır. Bu yüzden, etkin yan, materyalizmin tersine, gerçek duyusal etkinliği olduğu haliyle elbette tanımayan idealizm tarafından soyut olarak geliştirilir.” (abç.)
İkincisi, Alman Felsefe geleneği, burjuvazinin güçsüzlüğü ve korkaklığı nedeniyle, tıpkı Alman Müziği gibi, devrimci fikirlerin, felsefenin anlaşılmaz diliyle, çekinerek ifade edilmesinin aracı olduğu için, esas olarak Alman Felsefesi ve Filozofları politik eylemden uzak durmuşlardır.
Kant ve Hegel üniversitelerde devletten maaşlı profesörlerdi.
Örneğin Engels şöyle yazar:
“Fransa' da 18. yüzyılda olduğu gibi, 19. yüzyılda Almanya'da, felsefe devrimi aynı zamanda siyasal çöküşü hazırladı. Fakat aralarında ne kadar fark var! Fransızlar bütün resmi bilimle, Kiliseyle, hatta sık sık devletle açık savaş halindeler; eserleri sınırın öte tarafında, Hollanda' da ya da İngiltere' de basılıyor ve kendileri oldukça sık Bastille'i boylamaya hazırlanıyorlar. Buna karşılık, Alınanların, profesörleri, devletin gençlik için atadığı hocaları var, eserleri ders kitabı olarak okutuluyor ve bütün gelişmeyi taçlandıran düşünce dizgesi, Hegel'in dizgesi, adeta Prusya Krallığı'nın devlet felsefesi mertebesine yükseltilmiş!”
Ve nihayet, daha sonra gerek Feuerbach gerek koptukları Genç Hegelciler’de bu pratikten kopukluk, artık iyice gerici sonuçlara da ulaşmıştır.
Bu duruma bir tepki ve buna bir anti tez olarak okunabilir Marks’ın On Birinci Tez’i. Bu bağlamda felsefe diliyle politik bir polemik sayılabilir. Zaten esas olarak Feuerbach üzerinedir tezler.
Örnek:
“Ne var ki, toplumsal alanda hiçbir "ileri" adım atmayan ve 1840 ya da 1844 görüşlerinin ötesine geçmeyen Feuerbach'ın kendisidir; bunun da başlıca nedeni, dediğimiz gibi, kendi değerinde insanlarla birlikte, onlarla çatışarak fikirler yaratacağına, onu -herhangi bir filozoftan daha fazla toplumla ilişkiler kurmak için yaratılmış olmasına karşın- kendi yalnız kalmış beyninden fikirler çıkarmak zorunda bırakan yalnızlığıdır. Feuerbach'ın bu alanda ne dereceye kadar idealist kaldığını daha sonra ayrıntılarıyla göreceğiz.”
Dolayısıyla Marks’ın 11. Tez’de “filozoflar” derken, daha dar bir filozoflar kümesini ele almakta veya kast etmektedir.
Zaten daha sonra yazdıkları Alman İdeolojisi kitabının alt aşlığı şöyledir:
“Kritik der neuesten deutschen Philosophie in ihren Repräsentanten Feuerbach, B. Bauer und Stirner, und des deutschen Sozialismus in seinen verschiedenen Propheten“ (Feuerbach, B. Bauer ve Stirner gibi temsilcileriyle son Alman felsefesinin ve çeşitli peygamberleriyle Alman sosyalizminin eleştirisi)
Tezler de bu geniş eleştiriye yol gösteren, bunun tohumu olan, ilk formülasyonlar olarak kabul edilebileceğinden, Marks’ın önermesi ne genel olarak felsefeyi ve filozofları ne materyalist felsefeyi ve filozofları hatta ne de genel olarak klasik Alman Felsefesini değil, Marks’ın polemik yapıp onlarla polemik içinde kendi görüşlerini formüle ettiği Feuerbach ve Genç Hegelcileri kast etmektedir diyebiliriz.
Böylece Marks’ın tüm felsefe tarihinde olgusal yanlışlık olarak görülen önermesinin yanlışlığı, bu bağlamda daha anlaşılabilir ve hoş görülebilir göreceli bir olgusal doğruluk kazanabilir.
Ama göreceli bir olgusal doğruluk.
Ama bu göreceli doğrulukta bile temel bir yanlışı vardır: Yorum ve değiştirme ilişkisini ele alışta yorumlama ve değiştirme kategorilerini metafizik ve zıt olarak birbirine karşı koyması.
Yorum kavramını, toplumsal gerçekliği (Marks “Dünya” kavramını kullanıyordu) anlamak, açıklamak, toplumsal gerçeklik hakkında teorik önermeler oraya koymak vs. gibi, daha geniş bir kategori şeklinde, düşünce kategorisi olarak ele aldığımızda, çünkü yorumlama da düşünce kategorisi içinde bir edimdir, aslında Marks Düşünce ve Varlık ilişkisini ele alıyor (ama sosyolojik bir olgu olarak değil, sosyolojik kategorilerle değil) ve düşüncenin toplumsal varlık hakkındaki yorumlarının veya açıklamalarının toplumsal varlıkta bir değişime yol açmadığı gibi bir varsayıma dayanarak, değiştirmeyi eylem ya da politik ve örgütsel faaliyet olarak ele almış oluyor.
Ama bu tarz, düşünceyi (yorumu) değiştirmeye zıt olarak koyarak, bir paradoksa yol açıyor. Yanlış bulduğunu kendisi yapmış oluyor.
Çünkü, Marks’ın yaptığı, yani yazdığı On Birinci Tez, bir yorumdur. Dolayısıyla aynı zamanda kendisi de yorumlar hakkında bir yorumdur. Ve yorumların toplumda değişiklikler yol açmadığına dair bir gizli varsayım içeren bir yorumdur. Tam da böyle olduğu için, değiştirmeyi, somut eylemi, yoruma karşı ve zıt olarak koymaktadır.
Ama yorumlar hakkında bir yorum olarak, aynı zamanda yanlış bulduğunu da kendisi yapmaktadır.
Buna yol açan, yorumunun yorumlar hakkında bir yorum olarak bir kendine referans olmasıdır. Dolayısıyla çıkarsamasında, kendi yaptığını da o genel kategoriden bir olgu olarak mahkum etmekte veya yanlış bulmaktadır.
Bu mantık çelişkisine yol açan elbette onun mantıksal olarak aynı zamanda kendine gönderme, kendine referans olmasıdır.
Ama bütün bunlar bize neyi gösterir?
Marks’ın önermesi, sosyolojik bir önerme değildir. Düşünce ve varlığı ve bunların ilişkisini, sosyolojik olarak ele almamaktadır, bunlar Marks’ta henüz felsefi kategorilerdir.
Çünkü düşüncenin ya da yorumun kendisi de yorumladığı toplum gibi toplumsal bir olgudur. O halde bilimsel bir ele alış, yorumlamanın kendisini toplumsal bir olgu olarak ele alıp incelemelidir.
Örneğin eğer örneğin, tüm felsefe tarihinin Marks’ın önermesinde ifade edildiği gibi, yorumlardan ibaret olduğunu bir olgu olarak doğru kabul etsek bile, bu olgunun neden böyle olduğunu, neden yorumlardan ibaret felsefe diye bir şeyin var olduğunu, dolayısıyla felsefenin ne olduğunu, nasıl tanımlanabileceğini, hangi toplumsal kategoriden bir olgu olduğunu vs. ele alıp tartışmamaktadır.
Yorum ve değiştirme, adeta tarih ve toplum dışı kavramlar ve ilişkiler olarak ele alınmaktadır. Aslında çıkarsaması, bir norm koymaktadır. Analitik bir çıkarsama değil, norm koyan bir çıkarsamadır. Ve de dayandığı varsayımlar ve olgular yanlış olduğundan yanlış bir norm koyan çıkarsamadır.
Marks’ın felsefeyi ele alışı da öyledir. Zaten On birinci Tez’de felsefeyi de bir yorumlar tarihi olarak gördüğünden, felsefeye bir görev belirlemektedir, yine bir norm koymaktadır. Aynı şekilde öncülleri yanlış olduğundan bu da yanlıştır.
O halde Marks’ın aforizması, felsefe üzerine felsefi bir aforizmadır da diyebiliriz.
Ama bu felsefe üzerine felsefi aforizma bilimsel bir aforizma değildir. Çünkü felsefenin sosyolojik bir olgu olarak ne olduğunu, felsefe diye bir şeyin var olup olmadığını, varsa, hangi kategoriden bir toplumsal olgu olduğunu, hangi toplumsal ilişkilerin aracı veya ifadesi olduğunu sormamaktadır.
Felsefe adeta tarih ve toplum dışı bir varlık olarak onların üstünde durmaktadır.
Toparlarsak, Marksistler, bu önermeyi Marksizmin temel bir önermesi olarak ele aldıklarında, aslında felsefe üzerine felsefi bir önermeyi esas olarak almış olmaktadırlar.
Elbet bizzat bu olgunun kendisi de (Marksistlerin bu yaptığının kendisi de) sosyolojik bir olgudur ve sosyolojik olarak açıklanmayı gerektirir ama bu olguyu önce bir olgu olarak tespit için, Marks’ın önermesinin sosyolojik bir önerme olmadığını tespit de gerekmektedir.
Öte yandan bizzat Marks’ın önermesinin niteliği felsefi bir önerme olması, içeriği felsefe üzerine bir önerme olması olmakla birlikte, kendisi de varlığıyla sosyolojik bir olgudur ve sosyolojik olarak ele alınmayı gerektirir.
*
Marks’ın On Birinci Tez’i, yukarıda belirttiğimiz gibi, felsefi bir önerme olarak bir paradokstur. Eleştirdiğini kendi yapmaktadır.
Ama toplumsal varlığıyla, kendisinin dayandığı varsayımın geçersizliğini kanıtlamıştır.
Çünkü bu önerme, yorumlar üzerine bir yorum olarak, felsefe üzerine bir yorum olarak hem kendi gerçek anlamıyla hem de fiilen kazandığı anlamlarla toplumsal varlıkta değişmelere yol açmıştır. Yani pratikte, somut tarihte ve toplumsal gerçeklikte, yorumlama olarak aynı zamanda bir değiştirme de olmuştur.
Bu önermeyi hem bir mantıki paradoks yapan, hem de kendi savunduğu anlayışı çürüten bir eyleme dönüştüren, yorumların toplumsal olgular olarak toplumsal varlık üzerinde her zaman değiştirici etkiler yapmalarıdır.
Kendileri bunu istemeseler de nesnel olarak böyledirler. Yani bu toplumsal ve nesnel bir ilişkidir.
Tersinden ifade edersek, yorumların “Dünyayı”=(toplumu) değiştirmediği, veya felsefenin de dolayısıyla bir yorum olarak dünyayı değiştirmediği yorumu ya da felsefi önermesi, sosyolojik bir olgu olarak dünyayı değiştirir ve değiştirmiştir. Sosyolojik bir olgu ve gerçek olarak, kendi savunduğunun sosyolojik geçersizliğini ve çıkarsamasının sosyolojik değil felsefi bir önerme olduğunu kanıtlamıştır
*
Toparlarsak, On birinci Tez’de ifadesini bulan önerme felsefi bir önermedir, felsefi bir önerme olarak hem kendisinin mahkum ettiğini yapar, hem de sosyolojik bir olgu olarak kendisinin içeriğinin ya da dayandığı varsayımın, düşüncelerin veya yorumların değiştirme olmadığı ve onunla zıtlık içinde bulunduğu varsayımının, yanlışlığının kanıtını oluşturur.
Felsefi bir önerme olarak mahkum ettiğini yapar, sosyolojik bir olgu olarak kendi içeriğini çürütür.
21 Nisan 2025 Pazartesi
Demir Küçükaydın
demiraltona@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder