14 Mart 2022 Pazartesi

Gericinin Gericisi Ulusçular Olarak Marksistler ve Marksizm (Marksizm’in Yeniden İnşası – 06)

Ulusçuluğun, “ulusal birimle” “politik birimin”, yani ulusla devletin ilişkisi, bunların birbiriyle çakışması, yani her ulusun bir devleti olması her devletin de bir ulusa dayanması anlamına geldiğini, bunun tüm ulusçulukların ortak özelliği olduğunu, ulusçuluğun özünü verdiğini, özel olarak vurgulamıştık.

Ve “ulusal birim”in, yani ulusun nasıl tanımlandığının kategorik olarak ulusçuluğun özüyle, ilgisi olmadığını; bu nedenle konu kategorik ve genel olarak ulusçuluk olduğunda, ulusun ya da “ulusal birimin” nasıl tanımlandığının hiçbir önemi olmadığını belirtmiştik.

Ulusun ya da “ulusal birim”in nasıl tanımlandığı ulusçuluğun ve ulusların farklarıyla ilgilidir.

Örneğin ulus bir dille, kültürle, tarihle, soyla, dinle hatta ırkla tanımlanmış olabilir, ama böyle tanımlanmalara karşı da tanımlanabilir, örneğin bir toprak parçasında yaşayanlarla, yani devlet, din, dil, tarih körü olabilir, yani bunların hiçbir politik anlamının olmadığı bir ulusçuluk da olabilir. Bu farklı ulusçulukların hepsi hepsi ulusçuluktur. Yeter ki, herhangi bir şekilde tanımlanmış ulusun bir devletle çakışması gerektiği, her ulusun bir devleti olması gerektiği ilkesi geçerli olsun veya savunulsun.

Bunlar tanımın kendisinden çıkan mantıki sonuçlardır.

Ancak başta bu ulusçuluk tanımını yapan Ernest Gellner olmak üzere, bütün bu tanımı benimseyenler (ve benimsemeyenler) ve şu an bu yazının okuyucuları dahil hemen herkes ulusçuluktan söz etmeye başladığında adeta bilinçsizce ve kendiliğinden ulusçuluğun bir türünü, hem de en gerici ve karşı devrimci türünü, yani ulusu bir dille, dinle, tarihle, kültürle vs. tanımlayan türünü kategorik olarak ulusçuluğun, yani ulusal birimle politik birimin çakışması ilkesinin, yerine geçirirler. Çünkü tanımdaki “ulusal birim” kavramını bu dile, dine, tarihe, kültüre dayanan ulusçuluk anlamı yükleyerek bu tanımı yapmış, anlamış ve kullanmışlardır.

Böylece ulusçuluk, ulusun devletle ilişkisi olarak değil, ulusun nasıl tanımlandığı ile tanımlanmış olur. Yani ilk tanım fiilen rafa kaldırılmış olur.

Bu anlam kayması, ulusçuluğu açıklama yolunda atılmış adımdan, ki bu adım sayesinde örneğin Marksizmin de Enternasyonalizmin de özünde ulusçulukla aynı ilkeyi paylaştığını görebilmiş ve çelişkili gibi görünen, örneğin Marksistlerin ulusçulukla birçok ortak noktaları olması türünden olguları, kolayca açıklayabilmiştik, tekrar bir geriye gidiş olur.

Ulusçuluğun “ulusal birimle politik birimin çakışması ilkesi” biçimindeki tanımıyla Lenin’in kitabının ifadesiyle, “Bir Adım İleri” gidilmiştir, ama anlam kaymasıyla ve ulusçuluğa yüklenen yeni anlamla, ulusun belli bir biçiminin, ki bu biçim en karşı devrimci ve çift kat gerici biçimidir, ulusçuluk anlamında kullanılmasıyla, bu sefer “iki adım geri” gidilir.

*

Önce bu anlam kaymasını ve çift kat ya da iki kez karşı devrimci ulusçuluk anlamlarını somut olarak görelim.

Örneğin “ulusçuluk politik birim ile ulusal birimin çakışmasını öngören politik ilkedir” tanımını yaparak konunun anlaşılabilmesi için devasa bir adım atan Ernest Gellner, kitabın daha ilerisinde aynen şunları yazıyor:

“Ulusçuluk sonuçta kültürle siyasal yönetimin birbirleriyle çakışması, bir kültüre kendi siyasal çatısının sağlanması ve bu çatının tek kalması olarak tanımlanmıştı.”

Yani ikinci tanımda “ulusal”ın yerine el çabukluğuyla “kültür” geçiveriyor.

Halbuki “ulusal”ın nasıl tanımlandığı ulusçuluğun özü değildi, özü devletle ilişkisiydi. Gellner bu ikinci tanımı yaparken “ulusal”dan anladığının aslında “kültürle tanımlanmış bir ulusçuluk” olduğunu farkına varmadan itiraf ediyor.

Bilim tarihinde kendi formülasyonlarının önemini, anlamını ve tüm sonuçlarını kavrayamamanın örnekleri vardır.

Örneğin Heisenberg “belirsizlik ilkesi”ni formüle etmiştir, ama daha sonra başka fizikçilerin işaret ettiği gibi, tüm anlamını ve önemini kavramamıştır.

Einstein, Genel Görecelik Kuramı’nı formüle ettiğinde, onun örneğin “kara delikler” gibi bir sonucu öngörmeye yol açacağını tahmin bile edemezdi.

Gellner de, Kültürle (ki kitabında Kültür yerine Dil ve dolayısıyla okuma yazmanın yaygınlaşması ile ulusçuluk bağıntısıyla ulusçuluk açıklanmaktadır, ki tarihsel olarak iki kez gerici ulusçuluğun ortaya çıkış ve yayılışını anlamayı kolaylaştırır.) tanımlanmış bir ulusçuluğu, kategorik olarak ulusçuluk denen olgunun kendisi ve özüyle özdeşleştirdiğinden, ilk formülünde “kültürel” yerine “ulusal” kavramını kullanmıştır. Yanı yanlış bir varsayımdan doğru bir formülasyona ulaştığı görülmektedir.

Ama bu yanlışa rağmen ve tam da bu yanlış nedeniyle ilk formülü, Gellner’in anladığından bağımsız olarak, daha doğrudur. Çünkü Gellner’in ulusçuluk tanımı, ulusçuluğu, o ulusçuluğun biçimini sarfı nazar ederek, ulusal olanın devletle ilişkisi açısından tanımlamaktadır. Ulusal olanın bir kültürle mi ya da başka bir şekilde mi tanımlandığı ulusçuluğun özüyle ilgisizdir.

Yani bir yanlış varsayım, biraz da Kolomb’un yanlış varsayımının (Kolomb, Dünyanın çapının daha küçük olduğunu düşünüyordu ve bundan dolayı keşfettiği yerin Hindistan olduğunu sanıyordu.) yeni bir keşfe yol açması gibi, kültürle tanımlamayı ulusla özdeş görüp kültür yerine ulusçuluk kavramını kullanarak bir formülasyon yapması, kategorik olarak ulusçuluğu doğru formüle etmekle sonuçlanmıştır.

Kolomb da yanlış bir varsayıma dayanarak yeni bir kıta keşfetmişti ve keşfettiğinin yeni bir kıta olduğunu anlayamamıştı. Gellner’in tanımında da benzeri bir durum var.

Tabii Gellner’in bu iki tanımındaki farkın anlaşılması için, okuyucunun veya Gellner’in tanımını benimseyenlerin, Gellner ile aynı varsayıma sahip olmaması gerekir. Yani onların da ulusçuluğu dile, kültüre, tarihe dayanan bir ulusçulukla özdeşleştirmemesi gerekir.

Ne var ki, okuyucular da Gellner’in varsayımına sahip olduğundan Gellner’in ilk formülasyonunun gerçek anlamını ve aradaki farkı anlamazlar ve kimse de anlamış görünmemektedir.

Örnek mi? Bizzat Hobsbawm’ı gösterebiliriz. Kendisi “Uluslar ve Ulusçuluk” başlıklı kitabında birçok farklı ulusçuluklar olduğunu göstermesine rağmen, Gellner’in tanımına dayandığını söylemişti. Ama Gellner’in tanımının, hem kullanımının içeriğiyle, hem de başka yerlerde açıkça yaptığı tanımlarla, (ki bir örneği yukarıda aktardık) Kültürle tanımlanmış bir ulusçuluğu tanımladığını görememiş ve eleştirmemişti.

Yani aslında bir yandan farklı ulusçulukları açıklamakta ama diğer yandan, gizli bir varsayım olarak, kendi de Gellner ile benzer bir kavrayıştadır.

Hobsbawm’ın Gellner’e eleştirisi ve itirazı tamamen başka bir noktadandır:
Benim Gelliner’ın yapıtına yönelik ciddi bir eleştirim varsa, o da, tercih ettiği tepeden modernleşme perspektifinin, aşağıdan değerlendirmeye yeterli önem verilmesini güçleştirmesidir.

*

Gellner’dern bir örnek daha verelim.

Ulusçuluk ulusların bir ürünü değil, tam tersine ulusları meydana çıkaran ulusçuluğun kendisidir. Kabul etmek gerekir ki, ulusçuluk önceden var olan, tarihsel mirasın getirdiği çok sayıdaki kültürün içinden bir seçim yapıyor ve onları çoğunlukla tamamen dönüştürüyor olsa bile bu kültürel zenginlikten yararlanır. Ölü diller yeniden canlandırılır, gelenek icat edilir, oldukça hayali eskiye ait olduğu sanılan birtakım saf özellikler gündeme gelir.”

Hemen görüleceği gibi, ulusçuluğun belli bir türünün, yani ulusu bir Kültürle, Tarihle, Dille tanımlayan bir ulusçuluğun yaptıkları, genel olarak ulusçuluğun, yaptıkları olarak sıralanmaktadır.

Halbuki, pek ala ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlayan bir ulusçuluk, yani nispeten demokratik bir ulusçuluk da mümkündür. Örneğin “Ulusların tarihi yoktur, Ulus olmakla, dilin, dini, tarihin, kültürün bir ilişkisi yoktur. Bunlar kişilerin özel sorunudur. Bu topraklarda birlikte yaşamaya kalkan bizler de tam bir biçimsel eşitlik içinde yaşayabilmek için bunları kişilerin özel sorunu olarak görüyor ve sadece birlikte yaşama amacıyla bu ulusu oluşturuyoruz” demek ve böyle bir ulus için mücadele etmek ve böyle bir ulus oluşturmak da mümkündür.

Bu olanak ve olasılık yok sayılmaktadır. Böyle bir biçimin ve olanağın varlığı kabul edilse ve görülse Gellner’in tanımına yüklediği anlama göre, bu ulusçuluk olarak tanımlanmayacaktır.

Yukarıdaki alıntı çok açıktır. Çünkü “gelenekler” icat edilse, “kültür” seçilse bile, onlara dayanmayan bir ulusçuluk olamayacağı varsayılmakta bunlar ulusçuluğun özsel nitelikleri olarak ele alınmaktadır.

Evet tarihsel olarak ulusçuluğun yaygınlaşmasının somut ve yaygın biçimlerinden biridir ulusçular tarafından ulusun dille, kültürle, tarihle tanımlanması, ama kategorik ve mantıksal olarak bu ulusçuluğun özü değildir. Tarihsel olarak yaygın bu özel biçim, tanımın kendisiyle zorunlu bir mantıksal ve sosyolojik ilişki içinde değildir.

Biz burada henüz somut tarihsel süreç içinde ulusçuluğun niçin ve nasıl bu biçimleri aldığını ele almıyoruz. Biz burada mantıksal süreci ele alıyoruz şimdilik. Bu kavramsal temel ve netleşme olmadan tarihsel temel de anlaşılamaz.

*

Şimdi bu anlam kaymasının pratik ve politik sonuçlarını ve ulusçuluğu anlamayı nasıl olanaksızlaştırdığını görelim.

Örneğin, “Ulusçuluk, ulusal birimle politik birimin çakışmasını öngören politik ilkedir” tanımına göre, ulusçu olmamak nasıl tanımlanabilir?

Tanım devletle ilişki ve bu ilişkideki çakışma olduğuna göre, mantıksal olarak ulusçu olmamak:
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal birimle politik birimin çakışması ilkesini reddetmek, buna karşı çıkmak; nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın politik olmayan (devlete ilişkin olmayan) alana koyulması, kişilerin özel sorunu olarak tanımlanmasıdır

Yani ulusçu olmamakta, ulusu bir dile, dine, tarihe, kültüre gönderme yapmadan, bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlamak bile olanaksız kılınmakta, bu bile kişisel alana, politik olmayan alana koyulmaktadır. Bu fiilen yeryüzündeki tüm ulusların ve devletlerin, yani tüm sınırların yıkılması demektir ve ancak öyle mümkün olabilir.

Halbuki anlam kaymasıyla, yani ulusçuluk örneğin kültürle, dille, tarihle tanımlanmış bir ulusçuluk anlamında kullanıldığında, ulusun dille, kültürle, tarihle tanımlanmaması, örneğin bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlanması ulusçu olmamak, ulusçuluğun aşılması olarak kavranır.

Yani, bu anlam kaymasıyla, aslında ulusçuluğun nispeten daha demokratik bir biçimi, ulusçu olmamak olarak tanımlanmış olmaktadır.

Gerçek anlamıyla ulusçu olmamak, bu tanımda ufkun ve tanımın ötesinde yer alır; uluslara ve ulusçuluğa karşı bir program geliştirmek olanaksız olur.

Sadece bu kadar da değildir. Ulusçu olmamak ufkun ötesine geçtiğinden ve nispeten demokratik ulusçuluk, ulusçu olmamanın yerine yerleştiğinden, en demokratik biçimiyle bile ulusçuluğun (yani bir dile, kültüre, tarihe vs. dayanmayan, ulusu bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlayan ulusçuluğun), ulusçu olmamaya göre karşı devrimci niteliği görülmez olmaktadır.

Ama sadece bu kadar da değildir. Dile, dine, tarihe, kültüre dayanan ulusçuluk ulusçuluğun kendisiyle özdeşleştirildiğinden, bu tür bir ulusçuluğun, dil, din, tarih körü ulusçuluğa, ulusu bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlayan nispeten demokratik ulusçuluğa göre karşı devrimci, dolayısıyla ulusçu olmamaya göre iki kere karşı devrimci karakteri ortadan kaldırılmakta, bu ulusçuluk kendisine karşı savaşılacak iki kere karşı devrimci, gericinin gericisi bir ulus ve devlet olmaktan çıkmakta, içinde (sosyalizm için) mücadele edilecek tarafsız bir ortam düzeyine yükseltilmektedir. (Türkiye’de olan da tamı tamına budur.)

Öznel olarak ulusçuluğa karşı olduklarını söyleyenler, karşı oldukları ulusçuluğu bu (kültüre, dile, tarihe dayanan) ulusçuluk anlamıyla ifade ettiklerinde, en gerici biçimiyle ulusçuluk, kendini ulusçu görmeyenler tarafından bile yeniden üretilmiş olur.

Hemen görüleceği gibi, bu tarz bir anlam kaymasıyla

A)   Ulusçuluğa ve dolayısıyla uluslara karşı bir program, ulusçu olmamak ufkun ötesine geçer. (Ulusçu Olmamak yok olur)

B)    Demokratik bir ulusçuluk ulusçuluğun aşılması olarak tanımlanmış olur. (Demokratik Ulusçuluk ya da toprağa bağlı ulusçuluk terfi eder ulusçu olmamak olur)

C)    Çifte gerici ulusçuluk ise standart ve olağan ulusçuluk, ulusçuluğun kendisi olur. O da hem terfi eder hem her türlü ulusçuluğun yerini alır

Şöyle bir tablo belki daha kolay görmeyi sağlayabilir.

Birinci Tanımdan çıkan bizim kullandığımız kavramsallaştırma

(Birinci Tanım)

Ulusal birimle politik birimin çakışması tanımına göre sonuç

(İkinci Tanım)

Kültürün politik birimle çakışması tanımına göre sonuç

Ulusçu Olmama (Aydınlanma)

 

Ulusal birimle politik birimin ilişkisini koparmak

(Dünya Cumhuriyeti)

Ulusal birimi dille tarihle kültürle tanımlamamak

(Demokratik bir Cumhuriyet)

Ulusçuluk

 

Demokratik Ulusçuluk Toprakla tanımlama

(Aydınlanmaya Göre Birinci Karşı Devrim)

Ulusu Dille, kültürle, dille, dinle tanımlamaya karşı tanımlamak

(Demokratik Cumhuriyet)

Ulusu Kültür, Tarih, Dile Tanımlama

(Ulusal Devlet)

Çifte Gerici Ulusçuluk

(Demokratik Ulusçuluğa Göre Karşı Devrim)

Ulusal birimi bir dille, tarihle, soyla tanımlamak

Ayrımcı, ırkçı, kendi yurttaşlarının eşitliğine bile düşman bir devlet

 

*

Şimdi burada bir an için tekrar başa, yani “uluslar olduğu için mi ulusçular var, ulusçular olduğu için mi uluslar var” konusuna gelelim.

Uluslar olduğu uçun ulusçular olduğu anlayışı, yani 1983 öncesinin egemen anlayışı, aynı zamanda demokratik bir ulusçuluğu da olanaksız kılar.

Çünkü, ulus ulusçuluktan önce geliyorsa ve ulusçular ulus olduğu için varsa, ulusun tarihte, dilde, kültürde, etnide, genlerde, ırkta vs. bir başlangıcı, bir tohumu veya kendisi olması gerekir. Yani dille, dinle, tarihle tanımlanmış bir gericinin gericisi ulusçuluk, uluslar olduğu için ulusçular olduğu önermesinin zorunlu sonucu olur.

Zaten ulusların ve ulusçuluğun anlaşılmasında 1983 öncesinde bir arpa boyu bile yol gidilememesinin nedeni budur.

En tipik örnek olarak Stalin ve ona zıt gibi koyulan Otto Bauer’in tanımlarını göz önüne getirelim. Onlar aslında ulusun tanımı diye, gerici ulusçuluğun ulus tanımlarını ulusun tanımı olarak koymaktadırlar. Dolayısıyla programları, demokratik bir ulusçuluktan bile yoksundur.

Burada 1983 devriminin neden yeni genellemelere ve politik sonuçlara yol açmadığına da bir açıklama getirebiliyoruz.

Bunun nedeni ulusçuluk tanımındaki anlam kaymasıdır. Fiiliyatta uluslar ulusçulardan önce gelir demenin zorunlu sonucu olan bir ulusçuluktan farklı bir ulusçuluk tanımına gelinmemiştir.

İster uluslar ulusçuluktan önce gelir, ulusun tarihte, kültürde, dilde vs. kökleri vardır; ister bu kökler yoktur ulusçular tarafından oluşturulur deyin, ortaya çıkan ulusçuluk anlayışı, ulusçuluğun bir dille, dinle, tarihle tanımlanmış bir biçimiyle özdeştir.

Ama bu aynı zamanda karşı devrimci ulusçuluğun ulusçuluk ve ulus anlayışıdır. Yani 1983 devrimi de bu anlam kaymasıyla fiilen devrimci özünü yitirmiş, karşı devrimci, gericinin gericisi ulusçuluğu ulusçuluk olarak anlamaya başlamıştır.

Halbuki, ulusçuların uluslara önce geldiği önermesinden, bizler nasıl bir ulusçuluğu savunmalıyız, ya da ulusçuluğu savunmalı mıyız? Gibi sorular ve sonuçlar çıkarılabilirdi.

Bu nedenle

a)      Doğru dürüst hiçbir teorik genellemeye yol açmamıştır. (Ulus’un ve Ulusçuluğun hangi genel kategoriden bir olgu olduğu hala açıklanamamıştır. Ulusçuluk çalışmaları, gerici ulusçuların ulusları nasıl oluşturduğuna yönelik olgular yığını biriktirmekten öteye gitmemiştir.)

b)     Doğru dürüst politik sonuçlar çıkarılamamıştır. (Örneğin Ulusçuluğun Enternasyonalizm olduğu, Marksistlerin aslında ulusçu olduğu)

c)      Doğru dürüst bir program çıkarılamamıştır. (Gericinin gericisi ulusçuluğa karşı demokratik ulusçuluk, Genel olarak uluslara ve ulusçuluğa karşı, ulusal olanın özel alana atılması, hiçbir politik anlamının olmaması gibi programatik hedefler formüle edilememiştir. Bunların yerine azınlıkların tanınması gibi çift kat gerici ulusçuluğu reforme etmeye yönelik programlar düzeyinde kalınmıştır.)

*

Ulusçuluk konusunda bugün bulunulan kafa karışıklığı ve gerilemeyi göstermek için iki örnek verelim.

Ne Mutlu Eşitim Diyene: Milliyetçilik Tartışmaları” diye Türkiye’de bu konuda yazmış ve düşünmüş önemli bir kesiminin bildirilerinden oluşan bir derleme çıkmış. Derlemenin tanıtımında şunlar yazılıyor:

“Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene!” diye biten bir andı her okul günü tekrarlayarak yetişmiş kuşaklarız. Yıllarca matbu basının merkez gazetesi olarak resmî söylemin popülist ve popüler yeniden üretiminde başrol oynayan Hürriyet gazetesi bugün hâlâ “Türkiye Türklerindir” şiarıyla çıkıyor. Sahiplik, üstünlük iddiasındaki bir milliyetçilik hâlâ farklı sınıfsal kesimler arasında “en büyük ortak payda” olma özelliğini koruyor. Dini, dili, etnisitesi nedeniyle eşit ve makbul görülmeyen herkes, en iyi ihtimalle “öteki” ve bir adım ötesinde de “düşman” olarak algılanıyor.

Öznesi ister bu devlete yıllarca egemen olan askerî vesayet ister anti-demokratik sivil iktidarlar olsun, ister derin devletten ister görünür bürokrasinin gündelik uygulamalarından kaynaklansın, milliyetçi pratiklerin çıkış noktası, ayrılmaz parçası ve yarattığı sonuç hep aynı: eşitsizlik. Bizim bu kitaba ve bu kitaba temel oluşturan konuşma dizisine “Ne mutlu eşitim diyene” üst başlığını vermemiz de bu saptamadan kaynaklandı.”

Daha başlıkta bile milliyetçilik, eşit görmemekle özdeşleştiriliyor. Yani eşit olunsa milliyetçi olunmayacak. Halbuki eşit olup olmamanın milliyetçilikle ilgisi yoktur. Eşit görmeyen milliyetçilik, milliyetçiliğin bir türüdür. Eşit görerek milliyetçi olmaktan kurtulmak mümkün değildir. En iyi halde, kendisi de Aydınlanma’ya göre bir karşı devrim olan “demokratik milliyetçi” olunabilir.

İkinci paragrafta da aynı olguyu görüyoruz. “milliyetçi pratiklerin çıkış noktası, ayrılmaz parçası ve yarattığı sonuç hep aynı: eşitsizlik.

Yine milliyetçilik, “Dini, dili, etnisitesi nedeniyle eşit ve makbul görülme”me olarak tanımlanıyor.

*

Günümüzden yine bir başka örnek verelim. Bugün ağızlara yerleşmiş şu “Ulus Devlet” kavramını ele alalım.

Bugün dünyada ulusal olmayan bir devlet mi var? Yok. Şu veya bu ilkeye göre tanımlanmış uluslar ve onların devletleri var. O zaman uluslar veya devletler terimi yeterli olur.

Peki niye “Ulus Devlet” deniyor?

Çünkü bu terimde “ulus” ile kastedilen bir kültüre, dile, tarihe vs. göre tanımlanmış uluslar ve onların devletleri. Yani Gellner’in yaptığı geri adımın benzeri.

Örneğin Türk Devleti “ulus devlet” olarak tanımlanıyor.

Bu kavramı kullananlara göre, Türk devleti diyelim Türkiye’deki Kürtlerin varlığını kabul etse, onlara Avrupa Birliği’nin azınlıklara tanıdığı hakları tanısa ve insan haklarında Avrupa Birliği standartlı olsa, “Ulus Devlet” kavramı ile tanımlanmaktan çıkacaktır. Kürtlerin ayrılma hakkını tanımasına girmeyelim bile. Halbuki o zaman tam da ulusçuluğun gereğini yapmış, “her ulusa bir devlet” ilkesine göre davranmış olurdu.

Yani “Ulus Devlet” kavramı somut içeriği ile, gericinin gericisi ulusçuluğun bir kavramı. Bu çifte kavrulmuş ulusçuluğu olağan bir durum olarak kabul ediyor, sadece onu “düzeltmeye” örneğin azınlık haklarını tanımaya çağırıyor. Ki bu program demokratik bir ulusçuluktan bile daha da geri ve gericidir. Böyle bir program, örneğin HDP’nin programı, demokratik bir program değil, yani dille, dinle, tanımlanmış bir ulusçuluğu yok etmeyi değil, gericinin gericisi bir ulusçuluğun veya ulusun, diğer azınlıkları veya o devletin içindeki farklı din, dil, etni, soy vs’den olanları tanımasını ister.

*

Bu anlam kayması örneğin enternasyonalizmin ulusçuluk olduğunu görmeyi de engellemiştir. Çünkü ulusçuluğun anlamı ulus ve devletin ilişkisi olarak tanımlanmaktan çıkarılıp, ulusun belli bir tanımıyla, hem de en gerici biçimde tanımıyla özdeşleştirilince, bunu görmek tıpkı ulusçu olmamayı tahayyül edebilmek gibi olanaksızlaşır.

Birçok yazar, bizzat kendileri Marksizm ile ulusçuluğun benzerliğine dikkat çeker. Ama bundan gereken sonucu çıkarmaz. Bu dikkati çekmeye dikkati çekenler de çıkarmaz.

Örneğin, bir taşta iki kuş vurmak için, Anderson’un Hobsbawm’dan yaptığı bir alıntıya değinmek yeterli olabilir:
Eric Hobsbawm "Marksist hareket ve devletler yalnızca biçimleri bakımından milli olmakla kalmadılar, özlerinde de öyle, yani milliyetçi oldular. Bu eğilimin sürmeyeceğini düşündürecek hiçbir işaret yok." demekte son derece haklı.”

Görüldüğü gibi olguya dikkati çekme ve gözlem var ama bizim yukarıda yaptığımız son derece mantıki çıkarsama ve açıklama yok. Yani “Bizim de kabul ettiğimiz Gellner’in tanımına göre Marksistler de ulusçudur, enternasyonalizm de ulusçuluğun dayandığı ilkeye, yani ulusal birim ile politik birimin çakışması ilkesine dayanır, bu hiç de şaşırtıcı değildir” çıkarsaması yok.

Çünkü kendileri de ulusçu, ama sadece ulusçu değil, “çifte kavrulmuş karşı devrimci ulusçu”, “İki kere gerici ulusçu”durlar.

Yani burada, bu ulusçuluk konusunda “Mucizevi Yıl”da “Kopernik Devrimi” yapanların da aslında ulusçu olduğunu, ama sadece ulusçu değil iki kere karşı devrimci türünden bir ulusçu olduğunu söylüyoruz. Tam da böyle oldukları için bu sonucu çıkaramıyorlar diyoruz.

Ama şu an bu satırları okuyan okuyucu da öyle. Bu nedenle okuyucu da bu sonucu çıkarmış değildir.

Yani aslında herkes, 1983’deki “Kopernik Devrimi”ni yapanlar dahil, tüm Marksistler dahil, tüm okuyucular dahil, “iki kere gerici”, “çifte kavrulmuş karşı devrimciulusçuluğun kavramlarıyla ve tanımlarıyla düşündüğü için bu çıkarsamayı yapamadılar ve yapamıyorlar. Ulusları ulusçular yaratır diyorlar ama ulusçuluk örneği olarak gerici ulusçuların yarattığı ulusları ve bu ulusçuluğu ulusçuluk olarak ele alarak, yaptıkları devrimi kendi elleriyle yıkıyorlar. Kronos gibi kendi çocuklarını yiyorlar, mantıki sonuçlarını yok ediyorlar.

*

Şimdi bizzat Marks-Engels döneminin ulusçuluk anlayışının da böyle olduğunu, tek farkın bunu ulusçuların yarattığını değil, ulusların zaten böyle var olduğu varsayımına dayandığını görelim.

Şimdi önceki yazıda ele aldığımız Marks ve Lenin’in önermelerine bakalım. Onların nasıl sadece ulusçuluğu değil, farkına bile varmadan çift kat gerici ulusçuluğun kavram setini kullanıp onu yeniden ürettiklerini görelim.

Marks ne diyordu? “Başka bir halkı (Burada halk ulus anlamındaydı) ezen bir halk özgür olamaz.” Peki burada halk derken kastedilen ne? Tarihi, dili, kültürü farklı “halk”lar. Yani bir dile, tarihe, kültüre, dine göre tanımlanmış uluslar.

Dolayısıyla Marks’ın önermesi sadece, genel olarak ulusçuluğun ilkesini, her ulusun bir devleti olmalıdır ilkesini savunmuş ve bunun ihlaline karşı çıkmış olmuyor, gizli bir varsayım olarak ulusların, dile, tarihe, kültüre vs. göre var olan birimler olduğunu da kabul ediyor ve savunuyor. Dolayısıyla sadece ulusçuluğun ilkesinin çiğnenmesine değil, ulusların bir dille, tarihle, dinle, kültürle tanımlanması hakkının çiğnenmesine de karşı çıkmış oluyor. Yani Marks’ın sözü aslında sadece ulusçuluğu değil, iki kere karşı devrimci ulusçuluğu savunuyor ve yeniden üretiyor.

Halbuki, haydi bırakalım uluslara ve ulusçuluğa karşı olmayı bir yana, en azından Demokratik bir ulusçuluğu savunan bir Marks’ın parolası şu olabilirdi ve olmalıydı:

Bir dille, dinle, tarihle, kültürle tanımlanmış ulusları ve ulusçulukları ezen, ulusları böyle tanımlamaya karşı tanımlayan bir ulus özgür olabilir.

Marks böyle bir formülü hiçbir zaman ortaya koymadı. Sadece Marks da değil. Hiçbir Marksist de koymadı. Marksistlerin gericinin gericisi ulusçular olduklarının bundan daha açık bir kanıtı olabilir mi?

İşin ilginci Marks, Ekonomi ve sınıf kavramları çerçevesinde, somut bir durumda, tamı tamına bunu, o formüle etmediğini, yapar, yani ulusu bir ırkla tanımlayan ulusçuluğun ezilmesini, ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlayan ulusçuluğu destekler.

Amerikan iç savaşında olan buydu Güney ya da Konfederasyon ulusu beyazlarla tanımlıyordu, kuzey ise böyle sırf beyazlarla tanımlamaya karşı tanımlıyordu. Marks Kuzey’i destekliyordu. Marks tam da fiilen şunu demiş oluyordu nesnel olarak: “Ulusu bir ırkla, beyazlıkla tanımlayan ulusları ezen, ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlayan bir ulus özgür olabilir.

Ama Marks bunu dediğinin farkında değildi, o bu tavrını batıdaki bakir toprakların köleciye fahişe mi çiftçiye karı mı olacağı şeklinde, ekonomi ve sınıflar kavramları çerçevesinde ele alıyordu.

Marksizm’in içindeki bu çelişkiyi, bunun bir üstyapılar teorisi olmamasıyla ilgisini ilerde ele alacağız burada sadece değinip geçmiş olalım.

*

Aynı gerici ulusçuluğun ulusçuluğunu genel olarak ulusçuluk olarak anlama Lenin’de de söz konusudur.

Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” aynı şekilde gizli bir varsayım olarak ulusların dille, dinle, tarihle, kültürle tanımlanmış, öyle var olan birimler olduğunu kabul etmektedir. Lenin’in formülü genel olarak ulusların eşitliğini değil, bir dile, tarihe, kültüre vs. dayanan ulusların eşitliğini ve kendi kaderlerini tayın hakkını savunmaktadır.

Halbuki demokratik bir ulusçunun, yani henüz Aydınlanma karşısında bile karşı devrimci olan ulusçunun formülü, örneğin şu olabilir:

“Ulusları bir dille, dinle, tarihle, soyla tanımlamaya karşı tanımlama hakkı ve ulusların böyle tanımlanmasına karşı mücadele görevi”.

İşin ilginci Lenin de somut programatik taleplerde, resmi dile karşı çıkar, tüm dillerin, kültürlerin eşitliğini, herkese kendi ana dilende eğitim hakkını, okulların birliğini savunur. Yani aslında bir dile, kültüre, tarihe göre tanımlanmamış bir demokratik ulusçuluğu savunur.

Ama aynı zamanda Stalin’in ulus tanımını över yani ulusların dile, kültüre, tarihe göre var olan entiteler olduğunu söyler veya aslında ulusu bir dile, dine, tarihe göre tanımlama hakkından başka bir şey olmayan, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı da savunur.

Aslında bırakalım Marksist’i, bir demokratın bile savunması gereken, ulusu bir dille, dinle, tarihle tanımlamaya karşı mücadele görevidir. Ulusları bir dille, dinle, tarihle, kültürle tanımlama hakkı için mücadele demek ve bunu enternasyonalizm olarak vaftiz etmek değildir.

Toparlarsak, Marksistler sadece ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi nedeniyle değil, ulusların ulusçulardan önce geldiğini var saydıkları için aynı zamanda ulusu bir dille, dinle, tarihle, kültürle tanımlayan ulusçular olmuşlardır.

Dolayısıyla programları da bırakalım ulusçu olmamayı, uluslara karşı mücadele etmeyi, demokratik bir ulusçuluk bile değildir. Ulusu dile, dine, tarihe, kültüre göre tanımlayan ulusçuluklara karşı mücadele bile olmayıp, fiiliyatta böyle bir gerici ulusçuluğu savunmaktır.

*

Bunun tarihsel nedeni bellidir. Marksizm elbet bir anlamda Aydınlanma’nın çocuğudur. İçinde eşitlikçi ve demokratik damar vardır.

Ama Marksizm aynı zamanda ulusu bir tarih, gelenek, dil, hatta soy, ırk, kan ile tanımlayan Alman ulusçuluğunun ve bu tür bir ulusçuluğun teorik ve felsefi arka planını hazırlayan Hegel’in de bir mirasçısıdır.

Marksizm’de Hegel hep felsefi ve metodolojik mirasıyla ele alınmıştır. Evet bu anlamda bir kazanç vardır elbette ama Hegel aynı zamanda iki kere karşı devrimci bir ulusçuluğun ve de devletçiliğin felsefi ve teorik hazırlığını yapmıştır.

Marksizm Aydınlanma mirasının etkisiyle, devletçiliğe karşı durabilmiş, onu reddedebilmiş, devleti parçalamayı ayırıcı katkısı olarak sunabilmiştir. Ama ulusçuluk söz konusu olduğunda, çift katlı gerici bir ulusçu olmaktan kurtulamamıştır.

Devleti parçalamaktan söz ederken, modern devletin ulusal bir devlet olduğunu, uluslara dayanan bir devleti de işçilerin bir araç olarak kullanamayacakları türden çıkarsamalar yapamamıştır ve uluslara ve ulusçuluğa karşı bir savaş çağrısı yapmamıştır. Radikalizmi ve devrimciliğinin hep bir ayağı topal kalmıştır.

Bu çelişkiyi Engels’ten bir alıntıda çok açık olarak görmek mümkündür.

Engels, Erfurt Programının eleştirisinde şunları yazıyor:

“Demek ki, üniter cumhuriyet. Ama 1798'de kurulan imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan bugünkü Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. 1792 ile 1798 yılları arasında her bir Fransız ili, her bir komün (Gemeinde), Amerikan örneğine uygun eksiksiz özyönetime sahipti ve biz de buna sahip olmak zorundayız. Özyönetimin nasıl kurulacağını ve bürokrasisiz nasıl yapılabileceğini bize Amerika ve birinci Fransız Cumhuriyeti gösterdi ve bugün bile Avustralya, Kanada ve diğer İngiliz sömürgeleri gösteriyor.

Engels, Prusya devletçiliği karşısında Aydınlanma ve Fransız devriminin Napolyon’un karşı devriminin öncesi dönemine sahip çıkarken aynı anda Alman ulusçuluğunun karşı devrimciliğine teslim olmakta ve bunu ifade etmektedir.

Nasıl mı?
Alıntıdaki “biz” zamirinde gizlidir bu karşı devrim ve karşı devrime teslim oluş. “Biz” artık, tüm dünyayı kaplayacak eşit yurttaşların cumhuriyetini kuracak devrimcileri ve işçileri veya böyle bir perspektifi olanları değil, Almanları, Alman işçilerini, Alman devrimcilerini tanımlamaktadır. Peki Alman nedir? “Alman halkından” olandır. “Alman Halkı” nedir? Aynı “dil”den, aynı “tarih”ten, aynı “soy”dan, aynı “kültür”den ve hatta aynı “ırk”tan olandır.

En gerici milliyetçilik, ulusu bir dille, tarihle, soyla (hatta mantık sonuçlarına gidilirse bir kanla ve ırkla) tanımlayan ulusçuluk, Marksizm’e Aydınlanma ideallerini savunurken bile bir “biz” zamiriyle damgasını vuruyor, sızıyordu. Daha sonra Faşizmin Almanya’daki zaferleri bu humuslu topraklardan da gıdasını aldı.

Biz” eşit yurttaşların, kendini bir dille ya da toprak parçasıyla tanımlamaması Aydınlanma devrimciliğinin “biz”i olsaydı, o “biz” “Almanları” değil en azından o günün dünyasında “Fransızlar” dahil, tüm Avrupalıları ve potansiyel olarak tüm dünyadaki ezilenleri, Aydınlanmacı kozmopolitizmi ifade ederdi.

*

Bundan sonra Marksistler en “devrimci tarihleri” yazarken bile aslında iki kat gerici, iki kez karşı devrimci ulusçuluğa uygun “devrimci” tarihler yazdılar ve aslında farkına bile varmadan gerici ulusçuluğun yayılmasına, egemenliğine ve meşrulaştırılmasına hizmet ettiler.

Çifte kavrulmuş karşı devrim, yani bir dile, dine, tarihe, kültüre dayanan ulusçuluk Devrimci Marksistlerin omuzlarında meşruiyet kazandı ve tüm yeryüzünü feth etti.

Örneğin Engels, 1500’lerdeki köylü savaşlarını, Thomas Münzer ya da Luther’leri Alman yapıyor ve şöyle yazıyordu: “1525 Alman devrimi, ile 1848-49 devrimi arasındaki benzerlik o dönemde gözden uzak tutulamayacak kadar yakındı

Ulusları bir dille, tarihle, soyla, kültürle tanımlayan iki kere karşı devrimci ulusçuluk ve onun tarihe bakışı, Engels’in satırlarına 1526 köylüler ayaklanmasını, yani Roma’nın devamı olan Şark devletine ve onun kilisesine karşı komünal geleneklerden de kaynaklanan ayaklanmayı, modern iki kat gerici ulusçuluğun kavramlarıyla “Alman devrimi” yapıyordu. Sözde ezilenlerden yana, bir sınıf mücadelesini anlatış biçiminde, Alman ulusuna tarih yazıyordu. Gericinin gericisi ulusçuluğa soldan katkı sunuyordu. Daha doğrusu bir tarih, dil, kültür, hatta ırk, kan aracılığıyla tanımlanacak Alman ulusuna bir Tarih Yazmaya katkıda bulunuyordu.

Örneğin Kıvılcımlı, Oğuz kabilelerini Türk yapıyordu, Osmanlı Devleti’ni Türk devleti yapıyor, oradaki komünal gelenekler aracılığıyla gericinin gericisi Türk ulusçuluğunun yarattığı Türklerde sosyalizme sempati uyandırmaya çalışıyordu. Yanlış bir hayatı doğru yaşamaya çalışmaktan farksızdı yapılanlar.

Tıpkı sonra örneğin, Babai ayaklanmalarını Türk köylülerinin ayaklanmaları, Hacı Bektaşi Veli’yi (Agios Haralambos) Türk yapan sosyalistler veya Osmanlı veya Oğuzları Türk yapan Kıvılcımlı gibi.

Uluslar olduğu için ulusçular olduğu varsayımı, otomatik olarak ulusu dille, tarihle, kültürle, kanla vs. tanımlayan ulusçuların ulusçuluk anlayışını destekliyordu.

Marksistler nesnel olarak, ulusu tarihle tanımlayan ve bunun için bir ulusal tarih yaratan çifte gerici ulusçulara sosyalizm adına soldan destek sağlayıp bu katmerli gericiliğe meşruiyet, itibar ve yaygınlık sağlıyorlardı.

Okuyucu Marksist teorisyenlerin eserlerinde bu yazdıklarımızın yüzlerce örneğini bulabilir. Biz sadece birkaç örnek vermekle yetiniyoruz.

Son bir örnek:

Engels’in Hegel’den aldığı ve kimi ulusları tanımlamak için kullandığı “Tarihsiz halklar” kavramını en radikal ve değme Marksistler, kimi halkların (Ulusların) tarihsiz olarak görülmesi ve onların ulus kurma haklarının elinden alınması noktasından eleştiriyorlardı. Halbuki hiçbir ulusun tarihi yoktu ve yoktur. Ulusların tarihi o ulusçuların ve ulusların ortaya çıkışıyla başlar.

En değme Marksist bile, “Tarihsiz Halklar” kavramını, bu kavramın bazı halkların tarihi olduğu anlamına geldiği, zımnen ulusların tarihi olduğunu kabul ettiği, dolayısıyla iki kat gerici ulusçuluğun varsayımlarına dayandığı bakımdan eleştirmiyordu ve bugün kadar eleştirmedi.

Bugüne kadar bile böyle bir eleştiri yapan bir Marksist görülmedi. Sırf bu yokluk olgusu bile, bütün dünyadaki Marksistlerin böylesine parmağım gözüne bir olguyu elleştirmemeleri olgusu bile, bütün dünyadaki Marksistlerin hepsinin iki kat gerici, iki kat karşı devrimci ulusçuluğun kavramlarıyla düşündüğünü kanıtlar.

Marksizm bu yanlışlarının kökenine gitmeden, bunlardan arınmadan, kendine yanlışlarına karşı acımasız bir savaş vermeden, yani kendini yeni baştan kurmadan ne kendisi tekrar eski dinamizmini kazanabilir ne de insanlığa uğrunda sabırla ve coşkuyla savaşılabilecek bir program, strateji, taktikler ve örgüt biçimleri sunabilir.

Hatalar bizden hızlı koşarlar, onlardan kaçıp kurtulmak mümkün değildir. Tam kurtulduğumuzu sandığımız anda aşılmaz bir duvar olarak karşımıza dikilirler.

Bu duvarı aşmak için gerilemek, gerilemek ve o gerileyişten hız almak gerekmektedir.

Bu nedenle ulusçuluk konusu daha bu gerileyişin ilk adımları. Daha çok gerilemek gerekecek Marksizm’i bu gerileyiş temelinde yeniden inşa edebilmek için.

14 Mart 2022 Pazartesi

Demir Küçükaydın

demiraltona@gmail.com

Bloğum: Demirden Kapılar

https://demirden-kapilar.blogspot.com/

Youtube Kanalım:
https://www.youtube.com/user/demiraltona

Podcast

https://soundcloud.com/demirden-kapilar

Facebook

https://www.facebook.com/demiraltona/

Twitter

https://twitter.com/demiraltona

Instagram

https://www.instagram.com/demiraltona

Steemit

https://steemit.com/@demiraltona

Kitaplar (İndirilebilir)

https://disk.yandex.com.tr/d/zgV6eNZL329XUu

Academia

https://independent.academia.edu/DemirKucukaydin

Mail ile otomatik yazılarımı almak istiyorsanız şu adrese bir boş email yollayınız:

yorumlar-subscribe@lists.riseup.net

Mail listesinden çıkmak için şu adrese bir boş mail yollayınız:
yorumlar-unsubscribe@lists.riseup.net

Hiç yorum yok: