Ulusçuluğun, “ulusal birimle” “politik birimin”, yani ulusla devletin ilişkisi, bunların birbiriyle çakışması, yani her ulusun bir devleti olması her devletin de bir ulusa dayanması anlamına geldiğini, bunun tüm ulusçulukların ortak özelliği olduğunu, ulusçuluğun özünü verdiğini, özel olarak vurgulamıştık.
Ve “ulusal birim”in,
yani ulusun nasıl tanımlandığının kategorik olarak ulusçuluğun özüyle, ilgisi olmadığını; bu nedenle konu kategorik ve genel olarak ulusçuluk olduğunda,
ulusun ya da “ulusal birimin” nasıl
tanımlandığının hiçbir önemi olmadığını belirtmiştik.
Ulusun ya da “ulusal
birim”in nasıl tanımlandığı ulusçuluğun ve ulusların farklarıyla
ilgilidir.
Örneğin ulus bir dille, kültürle, tarihle, soyla, dinle hatta ırkla tanımlanmış olabilir, ama böyle tanımlanmalara karşı da tanımlanabilir, örneğin bir toprak parçasında yaşayanlarla, yani devlet, din, dil, tarih körü olabilir, yani bunların hiçbir politik anlamının olmadığı bir ulusçuluk da olabilir. Bu farklı ulusçulukların hepsi hepsi ulusçuluktur. Yeter ki, herhangi bir şekilde tanımlanmış ulusun bir devletle çakışması gerektiği, her ulusun bir devleti olması gerektiği ilkesi geçerli olsun veya savunulsun.
Bunlar tanımın kendisinden çıkan mantıki sonuçlardır.
Ancak başta bu ulusçuluk tanımını yapan Ernest Gellner olmak
üzere, bütün bu tanımı benimseyenler (ve benimsemeyenler) ve şu an bu yazının
okuyucuları dahil hemen herkes ulusçuluktan söz etmeye başladığında adeta bilinçsizce ve kendiliğinden ulusçuluğun bir
türünü, hem de en gerici ve karşı devrimci türünü, yani ulusu bir dille, dinle,
tarihle, kültürle vs. tanımlayan türünü kategorik olarak ulusçuluğun, yani ulusal birimle politik
birimin çakışması ilkesinin, yerine
geçirirler. Çünkü tanımdaki “ulusal
birim” kavramını bu dile, dine, tarihe, kültüre dayanan ulusçuluk anlamı
yükleyerek bu tanımı yapmış, anlamış ve kullanmışlardır.
Böylece ulusçuluk, ulusun devletle ilişkisi olarak değil,
ulusun nasıl tanımlandığı ile tanımlanmış olur. Yani ilk tanım fiilen rafa
kaldırılmış olur.
Bu anlam kayması, ulusçuluğu açıklama yolunda atılmış
adımdan, ki bu adım sayesinde örneğin Marksizmin de Enternasyonalizmin de
özünde ulusçulukla aynı ilkeyi paylaştığını görebilmiş ve çelişkili gibi
görünen, örneğin Marksistlerin ulusçulukla birçok ortak noktaları olması
türünden olguları, kolayca açıklayabilmiştik, tekrar bir geriye gidiş olur.
Ulusçuluğun “ulusal
birimle politik birimin çakışması ilkesi” biçimindeki tanımıyla Lenin’in
kitabının ifadesiyle, “Bir Adım İleri”
gidilmiştir, ama anlam kaymasıyla ve ulusçuluğa yüklenen yeni anlamla, ulusun
belli bir biçiminin, ki bu biçim en karşı devrimci ve çift kat gerici biçimidir,
ulusçuluk anlamında kullanılmasıyla, bu sefer “iki adım geri” gidilir.
*
Önce bu anlam kaymasını ve çift kat ya da iki kez karşı
devrimci ulusçuluk anlamlarını somut olarak görelim.
Örneğin “ulusçuluk
politik birim ile ulusal birimin
çakışmasını öngören politik ilkedir” tanımını yaparak konunun
anlaşılabilmesi için devasa bir adım atan Ernest Gellner, kitabın daha
ilerisinde aynen şunları yazıyor:
“Ulusçuluk sonuçta kültürle siyasal yönetimin birbirleriyle
çakışması,
bir kültüre kendi siyasal çatısının sağlanması ve bu çatının tek kalması olarak
tanımlanmıştı.”
Yani
ikinci tanımda “ulusal”ın yerine el
çabukluğuyla “kültür” geçiveriyor.
Halbuki “ulusal”ın nasıl tanımlandığı ulusçuluğun özü değildi, özü devletle
ilişkisiydi. Gellner bu ikinci tanımı
yaparken “ulusal”dan anladığının
aslında “kültürle tanımlanmış bir ulusçuluk” olduğunu farkına varmadan itiraf
ediyor.
Bilim tarihinde kendi
formülasyonlarının önemini, anlamını ve tüm sonuçlarını kavrayamamanın
örnekleri vardır.
Örneğin Heisenberg “belirsizlik ilkesi”ni formüle etmiştir,
ama daha sonra başka fizikçilerin işaret ettiği gibi, tüm anlamını ve önemini
kavramamıştır.
Einstein, Genel Görecelik Kuramı’nı
formüle ettiğinde, onun örneğin “kara delikler” gibi bir sonucu öngörmeye yol
açacağını tahmin bile edemezdi.
Gellner de, Kültürle (ki kitabında
Kültür yerine Dil ve dolayısıyla okuma yazmanın yaygınlaşması ile ulusçuluk bağıntısıyla
ulusçuluk açıklanmaktadır, ki tarihsel olarak iki kez gerici ulusçuluğun ortaya
çıkış ve yayılışını anlamayı kolaylaştırır.) tanımlanmış bir ulusçuluğu,
kategorik olarak ulusçuluk denen olgunun kendisi ve özüyle özdeşleştirdiğinden,
ilk formülünde “kültürel” yerine “ulusal” kavramını kullanmıştır. Yanı
yanlış bir varsayımdan doğru bir formülasyona ulaştığı görülmektedir.
Ama bu yanlışa rağmen ve tam da bu
yanlış nedeniyle ilk formülü, Gellner’in anladığından bağımsız olarak, daha
doğrudur. Çünkü Gellner’in ulusçuluk tanımı, ulusçuluğu, o ulusçuluğun biçimini
sarfı nazar ederek, ulusal olanın devletle ilişkisi açısından
tanımlamaktadır. Ulusal olanın bir kültürle mi ya da başka bir şekilde mi
tanımlandığı ulusçuluğun özüyle ilgisizdir.
Yani bir yanlış varsayım, biraz da
Kolomb’un yanlış varsayımının (Kolomb, Dünyanın çapının daha küçük olduğunu
düşünüyordu ve bundan dolayı keşfettiği yerin Hindistan olduğunu sanıyordu.)
yeni bir keşfe yol açması gibi, kültürle tanımlamayı ulusla özdeş görüp kültür
yerine ulusçuluk kavramını kullanarak bir formülasyon yapması, kategorik olarak
ulusçuluğu doğru formüle etmekle sonuçlanmıştır.
Kolomb da yanlış bir varsayıma
dayanarak yeni bir kıta keşfetmişti ve keşfettiğinin yeni bir kıta olduğunu
anlayamamıştı. Gellner’in tanımında da benzeri bir durum var.
Tabii Gellner’in bu iki tanımındaki farkın
anlaşılması için, okuyucunun veya Gellner’in tanımını benimseyenlerin, Gellner
ile aynı varsayıma sahip olmaması gerekir. Yani onların da ulusçuluğu dile, kültüre,
tarihe dayanan bir ulusçulukla özdeşleştirmemesi gerekir.
Ne var ki, okuyucular da Gellner’in
varsayımına sahip olduğundan Gellner’in ilk formülasyonunun gerçek anlamını ve
aradaki farkı anlamazlar ve kimse de anlamış görünmemektedir.
Örnek mi? Bizzat Hobsbawm’ı
gösterebiliriz. Kendisi “Uluslar ve Ulusçuluk”
başlıklı kitabında birçok farklı ulusçuluklar olduğunu göstermesine rağmen,
Gellner’in tanımına dayandığını söylemişti. Ama Gellner’in tanımının, hem
kullanımının içeriğiyle, hem de başka yerlerde açıkça yaptığı tanımlarla, (ki
bir örneği yukarıda aktardık) Kültürle tanımlanmış bir ulusçuluğu tanımladığını
görememiş ve eleştirmemişti.
Yani aslında bir yandan farklı ulusçulukları
açıklamakta ama diğer yandan, gizli bir varsayım olarak, kendi de Gellner ile benzer
bir kavrayıştadır.
Hobsbawm’ın Gellner’e eleştirisi ve
itirazı tamamen başka bir noktadandır:
“Benim Gelliner’ın yapıtına yönelik ciddi
bir eleştirim varsa, o da, tercih ettiği tepeden modernleşme perspektifinin,
aşağıdan değerlendirmeye yeterli önem verilmesini güçleştirmesidir.”
*
Gellner’dern bir örnek daha verelim.
“Ulusçuluk ulusların bir ürünü değil, tam
tersine ulusları meydana çıkaran ulusçuluğun kendisidir. Kabul etmek gerekir
ki, ulusçuluk önceden var olan, tarihsel mirasın getirdiği çok sayıdaki
kültürün içinden bir seçim yapıyor ve onları çoğunlukla tamamen dönüştürüyor
olsa bile bu kültürel zenginlikten yararlanır. Ölü diller yeniden
canlandırılır, gelenek icat edilir, oldukça hayali eskiye ait olduğu sanılan
birtakım saf özellikler gündeme gelir.”
Hemen görüleceği gibi, ulusçuluğun belli bir türünün, yani ulusu
bir Kültürle, Tarihle, Dille tanımlayan bir ulusçuluğun yaptıkları, genel olarak
ulusçuluğun, yaptıkları olarak sıralanmaktadır.
Halbuki, pek ala ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlayan bir
ulusçuluk, yani nispeten demokratik bir ulusçuluk da mümkündür. Örneğin
“Ulusların tarihi yoktur, Ulus olmakla,
dilin, dini, tarihin, kültürün bir ilişkisi yoktur. Bunlar kişilerin özel
sorunudur. Bu topraklarda birlikte yaşamaya kalkan bizler de tam bir biçimsel
eşitlik içinde yaşayabilmek için bunları kişilerin özel sorunu olarak görüyor
ve sadece birlikte yaşama amacıyla bu ulusu oluşturuyoruz” demek ve böyle
bir ulus için mücadele etmek ve böyle bir ulus oluşturmak da mümkündür.
Bu olanak ve olasılık yok sayılmaktadır. Böyle bir biçimin ve
olanağın varlığı kabul edilse ve görülse Gellner’in tanımına yüklediği anlama
göre, bu ulusçuluk olarak tanımlanmayacaktır.
Yukarıdaki alıntı çok açıktır. Çünkü “gelenekler” icat edilse, “kültür”
seçilse bile, onlara dayanmayan bir ulusçuluk olamayacağı varsayılmakta bunlar ulusçuluğun özsel nitelikleri olarak ele
alınmaktadır.
Evet tarihsel olarak ulusçuluğun yaygınlaşmasının somut ve
yaygın biçimlerinden biridir ulusçular tarafından ulusun dille, kültürle,
tarihle tanımlanması, ama kategorik ve
mantıksal olarak bu ulusçuluğun özü
değildir. Tarihsel olarak yaygın bu özel biçim, tanımın kendisiyle zorunlu
bir mantıksal ve sosyolojik ilişki içinde değildir.
Biz burada henüz somut tarihsel süreç içinde ulusçuluğun niçin
ve nasıl bu biçimleri aldığını ele almıyoruz. Biz burada mantıksal süreci ele
alıyoruz şimdilik. Bu kavramsal temel ve netleşme olmadan tarihsel temel de
anlaşılamaz.
*
Şimdi bu anlam kaymasının pratik ve politik sonuçlarını ve
ulusçuluğu anlamayı nasıl olanaksızlaştırdığını görelim.
Örneğin, “Ulusçuluk,
ulusal birimle politik birimin çakışmasını öngören politik ilkedir”
tanımına göre, ulusçu olmamak nasıl tanımlanabilir?
Tanım devletle ilişki ve bu ilişkideki çakışma olduğuna
göre, mantıksal olarak ulusçu olmamak:
“Nasıl
tanımlanırsa tanımlansın, ulusal birimle politik birimin çakışması ilkesini
reddetmek, buna karşı çıkmak; nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın politik
olmayan (devlete ilişkin olmayan) alana koyulması, kişilerin özel sorunu olarak
tanımlanmasıdır”
Yani ulusçu olmamakta, ulusu bir
dile, dine, tarihe, kültüre gönderme yapmadan, bir toprak parçasında
yaşayanlarla tanımlamak bile olanaksız kılınmakta, bu bile kişisel alana,
politik olmayan alana koyulmaktadır. Bu fiilen yeryüzündeki tüm ulusların ve
devletlerin, yani tüm sınırların yıkılması demektir ve ancak öyle mümkün
olabilir.
Halbuki anlam kaymasıyla, yani ulusçuluk örneğin kültürle,
dille, tarihle tanımlanmış bir ulusçuluk anlamında kullanıldığında, ulusun
dille, kültürle, tarihle tanımlanmaması, örneğin bir toprak
parçasında yaşayanlarla tanımlanması ulusçu olmamak, ulusçuluğun
aşılması olarak kavranır.
Yani, bu anlam kaymasıyla, aslında ulusçuluğun nispeten daha
demokratik bir biçimi, ulusçu olmamak olarak tanımlanmış olmaktadır.
Gerçek anlamıyla ulusçu olmamak, bu tanımda ufkun ve tanımın
ötesinde yer alır; uluslara ve ulusçuluğa karşı bir program geliştirmek
olanaksız olur.
Sadece bu kadar da değildir. Ulusçu olmamak ufkun ötesine
geçtiğinden ve nispeten demokratik ulusçuluk, ulusçu olmamanın yerine
yerleştiğinden, en demokratik biçimiyle bile ulusçuluğun (yani bir dile,
kültüre, tarihe vs. dayanmayan, ulusu bir toprak parçasında yaşayanlarla
tanımlayan ulusçuluğun), ulusçu olmamaya
göre karşı devrimci niteliği görülmez olmaktadır.
Ama sadece bu kadar da değildir. Dile, dine, tarihe, kültüre
dayanan ulusçuluk ulusçuluğun kendisiyle özdeşleştirildiğinden, bu tür bir
ulusçuluğun, dil, din, tarih körü ulusçuluğa, ulusu bir toprak parçasında yaşayanlarla
tanımlayan nispeten demokratik ulusçuluğa göre karşı devrimci,
dolayısıyla ulusçu olmamaya göre iki kere karşı devrimci karakteri
ortadan kaldırılmakta, bu ulusçuluk kendisine karşı savaşılacak iki kere karşı devrimci, gericinin gericisi bir ulus ve devlet
olmaktan çıkmakta, içinde (sosyalizm için) mücadele edilecek tarafsız bir ortam
düzeyine yükseltilmektedir. (Türkiye’de olan da tamı tamına budur.)
Öznel olarak ulusçuluğa karşı olduklarını söyleyenler, karşı
oldukları ulusçuluğu bu (kültüre, dile, tarihe dayanan) ulusçuluk anlamıyla
ifade ettiklerinde, en gerici biçimiyle ulusçuluk, kendini ulusçu görmeyenler
tarafından bile yeniden üretilmiş olur.
Hemen görüleceği gibi, bu tarz bir anlam kaymasıyla
A)
Ulusçuluğa ve dolayısıyla uluslara karşı bir
program, ulusçu olmamak ufkun ötesine geçer. (Ulusçu Olmamak yok olur)
B)
Demokratik bir ulusçuluk ulusçuluğun aşılması
olarak tanımlanmış olur. (Demokratik Ulusçuluk ya da toprağa bağlı ulusçuluk terfi eder ulusçu olmamak olur)
C)
Çifte gerici ulusçuluk ise standart ve olağan ulusçuluk,
ulusçuluğun kendisi olur. O da hem terfi
eder hem her türlü ulusçuluğun yerini
alır
Şöyle bir tablo belki daha kolay
görmeyi sağlayabilir.
Birinci Tanımdan çıkan bizim kullandığımız kavramsallaştırma |
(Birinci Tanım) Ulusal birimle politik birimin çakışması tanımına göre sonuç |
(İkinci Tanım) Kültürün politik birimle çakışması tanımına göre sonuç |
|
Ulusçu Olmama (Aydınlanma) |
Ulusal birimle politik birimin
ilişkisini koparmak (Dünya Cumhuriyeti) |
Ulusal birimi dille tarihle
kültürle tanımlamamak (Demokratik bir Cumhuriyet) |
|
Ulusçuluk |
Demokratik Ulusçuluk Toprakla tanımlama (Aydınlanmaya Göre Birinci Karşı Devrim) |
Ulusu Dille, kültürle, dille,
dinle tanımlamaya karşı tanımlamak (Demokratik Cumhuriyet) |
Ulusu Kültür, Tarih, Dile
Tanımlama (Ulusal Devlet) |
Çifte Gerici Ulusçuluk (Demokratik Ulusçuluğa Göre Karşı Devrim) |
Ulusal birimi bir dille,
tarihle, soyla tanımlamak Ayrımcı, ırkçı, kendi
yurttaşlarının eşitliğine bile düşman bir devlet |
*
Şimdi burada bir an için tekrar başa, yani “uluslar olduğu için mi ulusçular var,
ulusçular olduğu için mi uluslar var” konusuna gelelim.
Uluslar olduğu uçun ulusçular olduğu anlayışı, yani 1983
öncesinin egemen anlayışı, aynı zamanda demokratik bir ulusçuluğu da olanaksız
kılar.
Çünkü, ulus ulusçuluktan önce geliyorsa ve ulusçular ulus
olduğu için varsa, ulusun tarihte, dilde, kültürde, etnide, genlerde, ırkta vs.
bir başlangıcı, bir tohumu veya kendisi olması gerekir. Yani dille, dinle,
tarihle tanımlanmış bir gericinin
gericisi ulusçuluk, uluslar olduğu
için ulusçular olduğu önermesinin zorunlu sonucu olur.
Zaten ulusların ve ulusçuluğun anlaşılmasında 1983 öncesinde
bir arpa boyu bile yol gidilememesinin nedeni budur.
En tipik örnek olarak Stalin ve ona zıt gibi koyulan Otto
Bauer’in tanımlarını göz önüne getirelim. Onlar aslında ulusun tanımı diye,
gerici ulusçuluğun ulus tanımlarını ulusun tanımı olarak koymaktadırlar.
Dolayısıyla programları, demokratik bir ulusçuluktan bile yoksundur.
Burada 1983 devriminin neden yeni genellemelere ve politik
sonuçlara yol açmadığına da bir açıklama getirebiliyoruz.
Bunun nedeni ulusçuluk tanımındaki anlam kaymasıdır.
Fiiliyatta uluslar ulusçulardan önce gelir demenin zorunlu sonucu olan bir
ulusçuluktan farklı bir ulusçuluk tanımına gelinmemiştir.
İster uluslar ulusçuluktan önce gelir, ulusun tarihte,
kültürde, dilde vs. kökleri vardır; ister bu kökler yoktur ulusçular tarafından
oluşturulur deyin, ortaya çıkan ulusçuluk anlayışı, ulusçuluğun bir dille,
dinle, tarihle tanımlanmış bir biçimiyle özdeştir.
Ama bu aynı zamanda karşı devrimci ulusçuluğun ulusçuluk ve
ulus anlayışıdır. Yani 1983 devrimi de bu anlam kaymasıyla fiilen devrimci özünü
yitirmiş, karşı devrimci, gericinin gericisi ulusçuluğu ulusçuluk olarak
anlamaya başlamıştır.
Halbuki, ulusçuların uluslara önce geldiği önermesinden,
bizler nasıl bir ulusçuluğu savunmalıyız, ya da ulusçuluğu savunmalı mıyız? Gibi
sorular ve sonuçlar çıkarılabilirdi.
Bu nedenle
a)
Doğru dürüst hiçbir teorik genellemeye yol
açmamıştır. (Ulus’un ve Ulusçuluğun hangi genel kategoriden bir olgu olduğu
hala açıklanamamıştır. Ulusçuluk çalışmaları, gerici ulusçuların ulusları nasıl
oluşturduğuna yönelik olgular yığını biriktirmekten öteye gitmemiştir.)
b)
Doğru dürüst politik sonuçlar çıkarılamamıştır.
(Örneğin Ulusçuluğun Enternasyonalizm olduğu, Marksistlerin aslında ulusçu
olduğu)
c)
Doğru dürüst bir program çıkarılamamıştır.
(Gericinin gericisi ulusçuluğa karşı demokratik ulusçuluk, Genel olarak
uluslara ve ulusçuluğa karşı, ulusal olanın özel alana atılması, hiçbir politik
anlamının olmaması gibi programatik hedefler formüle edilememiştir. Bunların
yerine azınlıkların tanınması gibi çift kat gerici ulusçuluğu reforme etmeye
yönelik programlar düzeyinde kalınmıştır.)
*
Ulusçuluk konusunda bugün bulunulan kafa karışıklığı ve
gerilemeyi göstermek için iki örnek verelim.
“Ne Mutlu Eşitim
Diyene: Milliyetçilik Tartışmaları” diye Türkiye’de bu konuda yazmış ve
düşünmüş önemli bir kesiminin bildirilerinden oluşan bir derleme çıkmış.
Derlemenin tanıtımında şunlar yazılıyor:
“Varlığım Türk
varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene!” diye biten bir andı her okul
günü tekrarlayarak yetişmiş kuşaklarız. Yıllarca matbu basının merkez gazetesi
olarak resmî söylemin popülist ve popüler yeniden üretiminde başrol oynayan
Hürriyet gazetesi bugün hâlâ “Türkiye Türklerindir” şiarıyla çıkıyor. Sahiplik,
üstünlük iddiasındaki bir milliyetçilik hâlâ farklı sınıfsal kesimler arasında
“en büyük ortak payda” olma özelliğini koruyor. Dini, dili, etnisitesi
nedeniyle eşit ve makbul görülmeyen herkes, en iyi ihtimalle “öteki” ve bir
adım ötesinde de “düşman” olarak algılanıyor.
Öznesi ister bu
devlete yıllarca egemen olan askerî vesayet ister anti-demokratik sivil
iktidarlar olsun, ister derin devletten ister görünür bürokrasinin gündelik
uygulamalarından kaynaklansın, milliyetçi pratiklerin çıkış noktası, ayrılmaz
parçası ve yarattığı sonuç hep aynı: eşitsizlik. Bizim bu kitaba ve bu kitaba
temel oluşturan konuşma dizisine “Ne mutlu eşitim diyene” üst başlığını vermemiz
de bu saptamadan kaynaklandı.”
Daha başlıkta bile milliyetçilik, eşit görmemekle
özdeşleştiriliyor. Yani eşit olunsa milliyetçi olunmayacak. Halbuki
eşit olup olmamanın milliyetçilikle ilgisi yoktur. Eşit görmeyen milliyetçilik,
milliyetçiliğin bir türüdür. Eşit görerek milliyetçi olmaktan kurtulmak mümkün
değildir. En iyi halde, kendisi de Aydınlanma’ya göre bir karşı devrim olan
“demokratik milliyetçi” olunabilir.
İkinci paragrafta da aynı olguyu görüyoruz. “milliyetçi pratiklerin çıkış noktası,
ayrılmaz parçası ve yarattığı sonuç hep aynı: eşitsizlik.
Yine milliyetçilik, “Dini,
dili, etnisitesi nedeniyle eşit ve makbul görülme”me olarak tanımlanıyor.
*
Günümüzden yine bir başka örnek verelim. Bugün ağızlara
yerleşmiş şu “Ulus Devlet” kavramını
ele alalım.
Bugün dünyada ulusal olmayan bir devlet mi var? Yok. Şu veya
bu ilkeye göre tanımlanmış uluslar ve onların devletleri var. O zaman uluslar
veya devletler terimi yeterli olur.
Peki niye “Ulus Devlet”
deniyor?
Çünkü bu terimde “ulus” ile kastedilen bir kültüre, dile,
tarihe vs. göre tanımlanmış uluslar ve onların devletleri. Yani Gellner’in
yaptığı geri adımın benzeri.
Örneğin Türk Devleti “ulus devlet” olarak tanımlanıyor.
Bu kavramı kullananlara göre, Türk devleti diyelim
Türkiye’deki Kürtlerin varlığını kabul etse, onlara Avrupa Birliği’nin
azınlıklara tanıdığı hakları tanısa ve insan haklarında Avrupa Birliği standartlı
olsa, “Ulus Devlet” kavramı ile tanımlanmaktan çıkacaktır. Kürtlerin ayrılma
hakkını tanımasına girmeyelim bile. Halbuki o zaman tam da ulusçuluğun gereğini
yapmış, “her ulusa bir devlet” ilkesine göre davranmış olurdu.
Yani “Ulus Devlet” kavramı somut içeriği ile, gericinin
gericisi ulusçuluğun bir kavramı. Bu çifte kavrulmuş ulusçuluğu olağan bir
durum olarak kabul ediyor, sadece onu “düzeltmeye” örneğin azınlık haklarını
tanımaya çağırıyor. Ki bu program demokratik bir ulusçuluktan bile daha da geri
ve gericidir. Böyle bir program, örneğin HDP’nin programı, demokratik bir
program değil, yani dille, dinle, tanımlanmış bir ulusçuluğu yok etmeyi değil, gericinin
gericisi bir ulusçuluğun veya ulusun, diğer azınlıkları veya o devletin
içindeki farklı din, dil, etni, soy vs’den olanları tanımasını ister.
*
Bu anlam kayması örneğin enternasyonalizmin ulusçuluk
olduğunu görmeyi de engellemiştir. Çünkü ulusçuluğun anlamı ulus ve devletin
ilişkisi olarak tanımlanmaktan çıkarılıp, ulusun belli bir tanımıyla, hem de en
gerici biçimde tanımıyla özdeşleştirilince, bunu görmek tıpkı ulusçu olmamayı
tahayyül edebilmek gibi olanaksızlaşır.
Birçok yazar, bizzat kendileri Marksizm ile ulusçuluğun
benzerliğine dikkat çeker. Ama bundan gereken sonucu çıkarmaz. Bu dikkati
çekmeye dikkati çekenler de çıkarmaz.
Örneğin, bir taşta iki kuş vurmak için, Anderson’un
Hobsbawm’dan yaptığı bir alıntıya değinmek yeterli olabilir:
“Eric Hobsbawm "Marksist hareket ve devletler yalnızca
biçimleri bakımından milli olmakla kalmadılar, özlerinde de öyle, yani
milliyetçi oldular. Bu eğilimin sürmeyeceğini düşündürecek hiçbir işaret yok."
demekte son derece haklı.”
Görüldüğü gibi olguya dikkati çekme ve gözlem var ama bizim
yukarıda yaptığımız son derece mantıki çıkarsama ve açıklama yok. Yani “Bizim de kabul ettiğimiz Gellner’in tanımına
göre Marksistler de ulusçudur, enternasyonalizm de ulusçuluğun dayandığı ilkeye,
yani ulusal birim ile politik birimin çakışması ilkesine dayanır, bu hiç de
şaşırtıcı değildir” çıkarsaması yok.
Çünkü kendileri de ulusçu, ama sadece ulusçu değil, “çifte kavrulmuş karşı devrimci ulusçu”,
“İki kere gerici ulusçu”durlar.
Yani burada, bu ulusçuluk konusunda “Mucizevi Yıl”da “Kopernik
Devrimi” yapanların da aslında ulusçu olduğunu, ama sadece ulusçu değil iki
kere karşı devrimci türünden bir ulusçu olduğunu söylüyoruz. Tam da böyle
oldukları için bu sonucu çıkaramıyorlar diyoruz.
Ama şu an bu satırları okuyan okuyucu da öyle. Bu nedenle
okuyucu da bu sonucu çıkarmış değildir.
Yani aslında herkes, 1983’deki “Kopernik Devrimi”ni yapanlar dahil, tüm Marksistler dahil, tüm
okuyucular dahil, “iki kere gerici”,
“çifte kavrulmuş karşı devrimci” ulusçuluğun kavramlarıyla ve
tanımlarıyla düşündüğü için bu çıkarsamayı yapamadılar ve yapamıyorlar. Ulusları
ulusçular yaratır diyorlar ama ulusçuluk örneği olarak gerici ulusçuların
yarattığı ulusları ve bu ulusçuluğu ulusçuluk olarak ele alarak, yaptıkları
devrimi kendi elleriyle yıkıyorlar. Kronos gibi kendi çocuklarını yiyorlar,
mantıki sonuçlarını yok ediyorlar.
*
Şimdi bizzat Marks-Engels döneminin ulusçuluk anlayışının da
böyle olduğunu, tek farkın bunu ulusçuların yarattığını değil, ulusların zaten
böyle var olduğu varsayımına dayandığını görelim.
Şimdi önceki yazıda ele aldığımız Marks ve Lenin’in
önermelerine bakalım. Onların nasıl sadece ulusçuluğu değil, farkına bile
varmadan çift kat gerici ulusçuluğun kavram setini kullanıp onu yeniden
ürettiklerini görelim.
Marks ne diyordu? “Başka
bir halkı (Burada halk ulus anlamındaydı) ezen bir halk özgür olamaz.” Peki
burada halk derken kastedilen ne? Tarihi, dili, kültürü farklı “halk”lar. Yani
bir dile, tarihe, kültüre, dine göre tanımlanmış uluslar.
Dolayısıyla Marks’ın önermesi sadece, genel olarak
ulusçuluğun ilkesini, her ulusun bir devleti olmalıdır ilkesini savunmuş ve
bunun ihlaline karşı çıkmış olmuyor, gizli bir varsayım olarak ulusların, dile,
tarihe, kültüre vs. göre var olan birimler olduğunu da kabul ediyor ve
savunuyor. Dolayısıyla sadece ulusçuluğun ilkesinin çiğnenmesine değil,
ulusların bir dille, tarihle, dinle, kültürle tanımlanması hakkının
çiğnenmesine de karşı çıkmış oluyor. Yani Marks’ın sözü aslında sadece
ulusçuluğu değil, iki kere karşı devrimci ulusçuluğu savunuyor
ve yeniden üretiyor.
Halbuki, haydi bırakalım uluslara ve ulusçuluğa karşı olmayı
bir yana, en azından Demokratik bir ulusçuluğu savunan bir Marks’ın parolası şu
olabilirdi ve olmalıydı:
“Bir dille, dinle, tarihle, kültürle
tanımlanmış ulusları ve ulusçulukları ezen, ulusları böyle tanımlamaya karşı
tanımlayan bir ulus özgür olabilir.”
Marks böyle bir formülü hiçbir zaman ortaya koymadı. Sadece
Marks da değil. Hiçbir Marksist de koymadı. Marksistlerin gericinin gericisi
ulusçular olduklarının bundan daha açık bir kanıtı olabilir mi?
İşin ilginci Marks, Ekonomi ve sınıf kavramları çerçevesinde,
somut bir durumda, tamı tamına bunu, o formüle etmediğini, yapar, yani ulusu
bir ırkla tanımlayan ulusçuluğun ezilmesini, ulusu böyle tanımlamaya karşı
tanımlayan ulusçuluğu destekler.
Amerikan iç savaşında olan buydu Güney ya da Konfederasyon
ulusu beyazlarla tanımlıyordu, kuzey ise böyle sırf beyazlarla tanımlamaya
karşı tanımlıyordu. Marks Kuzey’i destekliyordu. Marks tam da fiilen şunu demiş
oluyordu nesnel olarak: “Ulusu bir ırkla,
beyazlıkla tanımlayan ulusları ezen, ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlayan bir
ulus özgür olabilir.”
Ama Marks bunu dediğinin farkında değildi, o bu tavrını
batıdaki bakir toprakların köleciye fahişe mi çiftçiye karı mı olacağı
şeklinde, ekonomi ve sınıflar kavramları çerçevesinde ele alıyordu.
Marksizm’in içindeki bu çelişkiyi, bunun bir üstyapılar
teorisi olmamasıyla ilgisini ilerde ele alacağız burada sadece değinip geçmiş
olalım.
*
Aynı gerici ulusçuluğun ulusçuluğunu genel olarak ulusçuluk
olarak anlama Lenin’de de söz konusudur.
“Ulusların Kendi
Kaderini Tayin Hakkı” aynı şekilde gizli bir varsayım olarak ulusların
dille, dinle, tarihle, kültürle tanımlanmış, öyle var olan birimler olduğunu
kabul etmektedir. Lenin’in formülü genel olarak ulusların eşitliğini değil, bir
dile, tarihe, kültüre vs. dayanan ulusların eşitliğini ve kendi kaderlerini
tayın hakkını savunmaktadır.
Halbuki demokratik bir ulusçunun, yani henüz Aydınlanma
karşısında bile karşı devrimci olan ulusçunun formülü, örneğin şu olabilir:
“Ulusları bir dille, dinle, tarihle, soyla
tanımlamaya karşı tanımlama hakkı ve ulusların böyle tanımlanmasına karşı
mücadele görevi”.
İşin ilginci Lenin de somut programatik taleplerde, resmi
dile karşı çıkar, tüm dillerin, kültürlerin eşitliğini, herkese kendi ana
dilende eğitim hakkını, okulların birliğini savunur. Yani aslında bir dile,
kültüre, tarihe göre tanımlanmamış bir demokratik ulusçuluğu savunur.
Ama aynı zamanda Stalin’in ulus tanımını över yani ulusların
dile, kültüre, tarihe göre var olan entiteler olduğunu söyler veya aslında
ulusu bir dile, dine, tarihe göre tanımlama hakkından başka bir şey olmayan, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı
da savunur.
Aslında bırakalım Marksist’i, bir demokratın bile savunması
gereken, ulusu bir dille, dinle, tarihle tanımlamaya karşı mücadele görevidir.
Ulusları bir dille, dinle, tarihle, kültürle tanımlama hakkı için mücadele
demek ve bunu enternasyonalizm olarak vaftiz etmek değildir.
Toparlarsak, Marksistler sadece ulusal olanla politik olanın
çakışması ilkesi nedeniyle değil, ulusların ulusçulardan önce geldiğini var
saydıkları için aynı zamanda ulusu bir dille, dinle, tarihle, kültürle
tanımlayan ulusçular olmuşlardır.
Dolayısıyla programları da bırakalım ulusçu olmamayı,
uluslara karşı mücadele etmeyi, demokratik bir ulusçuluk bile değildir. Ulusu
dile, dine, tarihe, kültüre göre tanımlayan ulusçuluklara karşı mücadele bile
olmayıp, fiiliyatta böyle bir gerici ulusçuluğu savunmaktır.
*
Bunun tarihsel nedeni bellidir. Marksizm elbet bir anlamda Aydınlanma’nın
çocuğudur. İçinde eşitlikçi ve demokratik damar vardır.
Ama Marksizm aynı zamanda ulusu bir tarih, gelenek, dil,
hatta soy, ırk, kan ile tanımlayan Alman ulusçuluğunun ve bu tür bir
ulusçuluğun teorik ve felsefi arka planını hazırlayan Hegel’in de bir
mirasçısıdır.
Marksizm’de Hegel hep felsefi ve metodolojik mirasıyla ele
alınmıştır. Evet bu anlamda bir kazanç vardır elbette ama Hegel aynı zamanda
iki kere karşı devrimci bir ulusçuluğun ve de devletçiliğin felsefi ve teorik
hazırlığını yapmıştır.
Marksizm Aydınlanma mirasının etkisiyle, devletçiliğe karşı
durabilmiş, onu reddedebilmiş, devleti parçalamayı ayırıcı katkısı olarak
sunabilmiştir. Ama ulusçuluk söz konusu olduğunda, çift katlı gerici bir ulusçu
olmaktan kurtulamamıştır.
Devleti parçalamaktan söz ederken, modern devletin ulusal
bir devlet olduğunu, uluslara dayanan bir devleti de işçilerin bir araç olarak
kullanamayacakları türden çıkarsamalar yapamamıştır ve uluslara ve ulusçuluğa
karşı bir savaş çağrısı yapmamıştır. Radikalizmi ve devrimciliğinin hep bir
ayağı topal kalmıştır.
Bu çelişkiyi Engels’ten bir alıntıda çok açık olarak görmek
mümkündür.
Engels, Erfurt Programının eleştirisinde şunları yazıyor:
“Demek ki, üniter cumhuriyet.
Ama 1798'de kurulan imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan bugünkü
Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. 1792 ile 1798 yılları arasında her bir
Fransız ili, her bir komün (Gemeinde), Amerikan örneğine uygun eksiksiz
özyönetime sahipti ve biz de buna
sahip olmak zorundayız. Özyönetimin nasıl kurulacağını ve bürokrasisiz nasıl
yapılabileceğini bize Amerika ve birinci Fransız Cumhuriyeti gösterdi ve bugün
bile Avustralya, Kanada ve diğer İngiliz sömürgeleri gösteriyor.”
Engels, Prusya devletçiliği karşısında Aydınlanma ve Fransız
devriminin Napolyon’un karşı devriminin öncesi dönemine sahip çıkarken aynı
anda Alman ulusçuluğunun karşı devrimciliğine teslim olmakta ve bunu ifade
etmektedir.
Nasıl mı?
Alıntıdaki “biz” zamirinde gizlidir bu karşı devrim ve karşı devrime
teslim oluş. “Biz” artık, tüm dünyayı kaplayacak eşit yurttaşların
cumhuriyetini kuracak devrimcileri ve işçileri veya böyle bir perspektifi
olanları değil, Almanları, Alman işçilerini, Alman devrimcilerini tanımlamaktadır.
Peki Alman nedir? “Alman halkından”
olandır. “Alman Halkı” nedir? Aynı
“dil”den, aynı “tarih”ten, aynı “soy”dan, aynı “kültür”den ve hatta aynı
“ırk”tan olandır.
En gerici milliyetçilik, ulusu bir dille, tarihle, soyla
(hatta mantık sonuçlarına gidilirse bir kanla ve ırkla) tanımlayan ulusçuluk, Marksizm’e
Aydınlanma ideallerini savunurken bile bir “biz”
zamiriyle damgasını vuruyor, sızıyordu. Daha sonra Faşizmin Almanya’daki
zaferleri bu humuslu topraklardan da gıdasını aldı.
“Biz” eşit yurttaşların, kendini
bir dille ya da toprak parçasıyla tanımlamaması Aydınlanma devrimciliğinin “biz”i
olsaydı, o “biz” “Almanları” değil
en azından o günün dünyasında “Fransızlar”
dahil, tüm Avrupalıları ve potansiyel olarak tüm dünyadaki ezilenleri, Aydınlanmacı
kozmopolitizmi ifade ederdi.
*
Bundan sonra Marksistler en “devrimci tarihleri” yazarken
bile aslında iki kat gerici, iki kez karşı devrimci ulusçuluğa uygun “devrimci”
tarihler yazdılar ve aslında farkına bile varmadan gerici ulusçuluğun yayılmasına,
egemenliğine ve meşrulaştırılmasına hizmet ettiler.
Çifte kavrulmuş karşı devrim, yani bir dile, dine, tarihe,
kültüre dayanan ulusçuluk Devrimci Marksistlerin omuzlarında meşruiyet kazandı
ve tüm yeryüzünü feth etti.
Örneğin Engels, 1500’lerdeki köylü savaşlarını, Thomas
Münzer ya da Luther’leri Alman yapıyor ve şöyle yazıyordu: “1525 Alman
devrimi, ile 1848-49 devrimi arasındaki benzerlik o dönemde gözden uzak tutulamayacak kadar yakındı”
Ulusları bir dille, tarihle, soyla, kültürle tanımlayan iki
kere karşı devrimci ulusçuluk ve onun tarihe bakışı, Engels’in satırlarına 1526
köylüler ayaklanmasını, yani Roma’nın devamı olan Şark devletine ve onun
kilisesine karşı komünal geleneklerden de kaynaklanan ayaklanmayı, modern iki kat
gerici ulusçuluğun kavramlarıyla “Alman devrimi” yapıyordu. Sözde ezilenlerden
yana, bir sınıf mücadelesini anlatış biçiminde, Alman ulusuna tarih yazıyordu. Gericinin
gericisi ulusçuluğa soldan katkı sunuyordu. Daha doğrusu bir tarih, dil,
kültür, hatta ırk, kan aracılığıyla tanımlanacak Alman ulusuna bir Tarih
Yazmaya katkıda bulunuyordu.
Örneğin Kıvılcımlı, Oğuz kabilelerini Türk yapıyordu,
Osmanlı Devleti’ni Türk devleti yapıyor, oradaki komünal gelenekler
aracılığıyla gericinin gericisi Türk ulusçuluğunun yarattığı Türklerde sosyalizme
sempati uyandırmaya çalışıyordu. Yanlış bir hayatı doğru yaşamaya çalışmaktan
farksızdı yapılanlar.
Tıpkı sonra örneğin, Babai ayaklanmalarını Türk köylülerinin
ayaklanmaları, Hacı Bektaşi Veli’yi (Agios Haralambos) Türk yapan sosyalistler
veya Osmanlı veya Oğuzları Türk yapan Kıvılcımlı gibi.
Uluslar olduğu için ulusçular olduğu varsayımı, otomatik
olarak ulusu dille, tarihle, kültürle, kanla vs. tanımlayan ulusçuların
ulusçuluk anlayışını destekliyordu.
Marksistler nesnel olarak, ulusu tarihle tanımlayan ve bunun
için bir ulusal tarih yaratan çifte gerici ulusçulara sosyalizm adına soldan
destek sağlayıp bu katmerli gericiliğe meşruiyet, itibar ve yaygınlık
sağlıyorlardı.
Okuyucu Marksist teorisyenlerin eserlerinde bu
yazdıklarımızın yüzlerce örneğini bulabilir. Biz sadece birkaç örnek vermekle
yetiniyoruz.
Son bir örnek:
Engels’in Hegel’den aldığı ve kimi ulusları tanımlamak için
kullandığı “Tarihsiz halklar”
kavramını en radikal ve değme Marksistler, kimi halkların (Ulusların) tarihsiz
olarak görülmesi ve onların ulus kurma haklarının elinden alınması noktasından
eleştiriyorlardı. Halbuki hiçbir ulusun tarihi yoktu ve yoktur. Ulusların
tarihi o ulusçuların ve ulusların ortaya çıkışıyla başlar.
En değme Marksist bile, “Tarihsiz
Halklar” kavramını, bu kavramın bazı halkların tarihi olduğu anlamına
geldiği, zımnen ulusların tarihi olduğunu kabul ettiği, dolayısıyla iki kat
gerici ulusçuluğun varsayımlarına dayandığı bakımdan eleştirmiyordu ve bugün
kadar eleştirmedi.
Bugüne kadar bile böyle bir eleştiri yapan bir Marksist
görülmedi. Sırf bu yokluk olgusu bile, bütün dünyadaki Marksistlerin böylesine
parmağım gözüne bir olguyu elleştirmemeleri olgusu bile, bütün dünyadaki Marksistlerin
hepsinin iki kat gerici, iki kat karşı devrimci ulusçuluğun kavramlarıyla
düşündüğünü kanıtlar.
Marksizm bu yanlışlarının kökenine gitmeden, bunlardan
arınmadan, kendine yanlışlarına karşı acımasız bir savaş vermeden, yani kendini
yeni baştan kurmadan ne kendisi tekrar eski dinamizmini kazanabilir ne de
insanlığa uğrunda sabırla ve coşkuyla savaşılabilecek bir program, strateji,
taktikler ve örgüt biçimleri sunabilir.
Hatalar bizden hızlı koşarlar, onlardan kaçıp kurtulmak
mümkün değildir. Tam kurtulduğumuzu sandığımız anda aşılmaz bir duvar olarak
karşımıza dikilirler.
Bu duvarı aşmak için gerilemek, gerilemek ve o gerileyişten
hız almak gerekmektedir.
Bu nedenle ulusçuluk konusu daha bu gerileyişin ilk adımları.
Daha çok gerilemek gerekecek Marksizm’i bu gerileyiş temelinde yeniden inşa
edebilmek için.
14 Mart 2022 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Bloğum: Demirden Kapılar
https://demirden-kapilar.blogspot.com/
Youtube Kanalım:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Podcast
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
Facebook
https://www.facebook.com/demiraltona/
Twitter
https://twitter.com/demiraltona
Instagram
https://www.instagram.com/demiraltona
Steemit
https://steemit.com/@demiraltona
Kitaplar (İndirilebilir)
https://disk.yandex.com.tr/d/zgV6eNZL329XUu
Academia
https://independent.academia.edu/DemirKucukaydin
Mail ile otomatik yazılarımı almak istiyorsanız şu adrese
bir boş email yollayınız:
yorumlar-subscribe@lists.riseup.net
Mail listesinden çıkmak için şu adrese bir boş mail
yollayınız:
yorumlar-unsubscribe@lists.riseup.net
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder