Yuval Noah Harari (1976
Hayfa) Kudüs Hebrew Üniversitesinde, İsrailli bir tarihçi. “Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens” isimli,
kırktan fazla dile çevrilen ve “evrensel tarih”
diye vaftiz edilen kitabı, dünya çapında en çok satanlar listelerine girdi.
Biz de İbni Haldun, Marks-Engels, Kıvılcımlı, Troçki’lerin “evrensel tarihçi”liğinin bir
izleyicisiyiz. Çünkü Marksist olmak “evrensel tarihçi” olmayı gerektirir.
Marksizmin konusu toplum ve toplumun hareket yasalarıdır. Marksizm, kimilerinin
sandığı veya söylediği gibi bir “dünya görüşü”, bir “felsefe”, bir “ekonomi teorisi”
değildir.
(Kaldı ki “dünya
görüşü”nün, “felsefe”nin ne
olduğu yani toplumsal olgular olarak nasıl tanımlandığı ve tanımlanması
gerektiği de ayrıca başlı başına ele alınması gereken bir konudur. “Dünya görüşü” ya da “Felsefe” diye sosyolojik kategoriler
yoktur ama açıklanması gereken kendini öyle tanımlayan veya öyle tanımlanan
olgular vardır.)
Toplumun hareketinin veya evriminin yasaları tüm toplumların
tarihinden, tarihsel olgulardan çıkar. Bu nedenle “evrensel tarihçilik” esas olarak Marksistlerin işi olagelmiştir[1]. Hatta Marksizm’in ilk
doğuş çığlığı denebilecek Komünist Manifesto
bir “evrensel tarih” denemesi olarak da okunabilir.
Burjuvazinin saflarından
nadiren böyle bir alanla, yani toplumun genel hareket yasalarıyla ve tarihiyle
ilgilenen çıkar.
Bilimin ham maddesi olgular olduğundan, yıllardır
antropolojik, arkeolojik bulguları yakından izlemeye, bu bulgular ışığında
dayandığımız (Marksizm’in dayandığı) genelleme ve kavramları sürekli olarak kontrol
etmeye, gözden geçirmeye ve dakikleştirmeye çalışırız.
Tabii bunun de için yayınları izlemeye ve incelemeye
çalışırız. Hayatımızın özellikle son otuz yılında bunu genellikle Almancadaki
yayınlar üzerinden “Spektrum der
Wissenscaft” ve benzeri türevleri ve de kitaplar üzerinden yapmaya
çalışırız.
Yani meslekten bir sosyolog, tarihçi, arkeolog, antropolog
veya paleantolog, biyolog, fizikçi vs. olmamamıza rağmen, bir sosyolog
(Marksist) olarak araştırma ve buluşların son durumları hakkında bir yargıya
varacak kadar asgari bir bilgi seviyesini tutturmaya çalıştık diyebiliriz.
Bir devrimci olduğumuzdan, enerjimizi hiçbir zaman popüler
kitaplar yazmaya harcama olanağımız olmadı ve olacak gibi görünmüyor da.
Troçki’nin de değindiği gibi, tarih ve toplum hiçbir şeyi
karşılıksız vermediğinden, zaman ve enerjimizi, ister istemez “kültür”e değil,
politikaya, ezilenlerin mücadelesine ayırmak zorunda olduk ve olacağız.
Bu gibi nedenlerle bizim “evrensel tarihe” ilişkin
sonuçlarımız sistematik, akademik standartlara uygun bir kitapta veya popüler
ve çok satan kitaplarda değil, politik mücadeleye ilişkin yazıların içinde,
geçer ayak değinmeler, örnekler olarak bulunabilir.
Örneğin yıllar önce yazdığımız ve Ortadoğu için olmazsa
olmaz olan “Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu”
bir programdır ama aynı zamanda tıpkı Komünist
Manifesto gibi bir “evrensel tarih” özeti sayılabilir. Özet, burada, tıpkı Komünist Manifesto’da olduğu gibi bir
gerekçe bölümü gibidir ve aslında tarihin, dinler ve devrimler tarihi olarak
yeniden bir yazılışıdır.
Marksizm’in bu temel yaklaşımı nedeniyle “evrensel tarih” ve
ondan hareketle toplumun genel hareket yasaları, esas olarak Marksizm’in alanı
olagelmiştir: Bu alanda pek burjuva veya akademik çalışmalar görülmez.
Ancak son yıllarda arkeoloji, antropoloji vs. alanındaki
bilgiler muazzam arttı. Keza çeşitli dönemlere ilişkin monografiler eski
bilinenleri epeyce sarstı, bilgi birikimi o noktaya geldi ki, akademik
(burjuva) sosyolojiler ve tarihçiliğin teorik çerçevesi artık bu birikimi
taşıyamaz oldu ve deli gömleği yırtılmaya başladı.
Bugün birçok arkeolog ve tarihçi, aslında Marksizm’in
önermelerini, Amerika’yı yeniden keşfederce, yeniden keşfediyor ama onların
Marksizm olduğunu bilmiyor[2].
Antik tarihe ilişkin birçok çalışma, hiç farkında olmadan
Kıvılcımlı’nın yıllar önce söylediklerinin birer doğrulanması olmaktan öteye
gitmiyor[3].
Bu birikimin sonucu olarak, tabii müthiş globalleşme, çevre
felaketlerinin tüm insanlığın kaderinin ortak olduğunu göze batırması,
internetin açtığı olanaklar vs. de buna eklenince, akademik bilim veya burjuvazi
evrensel tarihe yönelme eğilimi gösterdi.
Son yıllarda örneğin Jarred Diamond biraz böyle tanımlanabilecek
eserler verdi.
Diamond’un çalışmalarını heyecanla karşıladık. Ama iş
genellemeye ve toplumun evrimi açıklayacak kavramlara gelince, o da Marksizmi
bilmemenin bir kurbanı olarak ortaya çıkıyordu. Amerikan Sosyal
Antropolojisinin (Avrupa’da “Sosyoloji” denene Amerika’da “Sosyal Antropoloji”
deniyor) bayağılıklarını tekrarlamaktan öteye gidemiyordu.
Sosyal Antropolojinin en temel yanlışı, tarihi Kültür’ün tarihi
olarak ele alması ve Toplum’u sadece onun evriminin özel bir aşaması gibi
görmesiydi. Kültür’ün biyolojik bir kategori, Toplum’un ise yepyeni bir varoluş
ve hareket biçimi olduğunu kavrayamamasıdır.
Harari’nin kitabı da son yıllarda ortaya çıkan genelleme
“evrensel tarihe” yönelme eğiliminin bir dışa vurumu olarak görülebilir.
Daha ilk çıktığında, adı bile, tam da bizim ilgi alanımıza
giren bir kitapla karşı karşıya olduğumuz hissini uyandırmıştı. Çıktığında
merakla ve umutla alıp baktık. Evet sezgilerimiz yanıltmamıştı. Bir “evrensel
tarih” açıklaması girişimiydi. Ama satırlarını okumaya başlayınca tam bir hayal
kırıklığı yaşadık. Evet bizim de üzerinde yoğunlaştığımız aynı olgular üzerinde
yoğunlaşıyordu ama işte o kadar.
Doğrusu kitaptaki bayağılık ve yüzeysellik yüzünden fazlaca
okuyamadık. Olgu olarak bilmediğimiz bir şey yok gibiydi. Ama o olgulardan
çıkardığı sonuçlar ve olguları ele alırken kullandığı kavramlar tamamen
yanlıştı.
Harari, Diamond’un ciddiyetinden bile yoksun, malını
pazarlayan tipik bir şark tüccarı gibiydi.
*
Daha sonra, kitabın böylesine ilgi görmesi, büyük “evrensel
tarihçi” diye vaftiz edilmesi üzerine (aslında şaşırmamıştık) kitabın neden bu
kadar ilgi görmüş olacağı üzerine düşünmedik değil.
Harari’nin kitabının çok satmasının ve ilgi görmesinin bir
nedeni, aslında konuyla ilgili, bilimsel literatürü biraz izleyen herkesin
bildiği olguları, konuyla ilk karşılaşanlara birbiri peşi sıra çarpıcı biçimde
alt alta veya yan yana yazması ve harcıalem çıkarsamalar ve açıklamalar yapmasıydı.
Böyle olmasa zaten “çok satan” olamazdı.
Olguları böyle çarpıcı bir sunum içinde ilk duyanlar bunun
karşısında etkilenmekte, hatta çarpılmaktadırlar. Dolayısıyla bu olguların
açıklamalarına veya bu olgulardan sonra gelen çıkarsamalara eleştirel bir gözle
bakmamakta, dolayısıyla bunları da o olgular gibi doğru kabul etmektedirler.
Ama okuyucuların doğru olarak kabul ettikleri ise aslında
son derece bayağı, sıradan, yanlış teorilere dayanan hatta son derece gerici
sonuçları olan önermelerdir.
Bunu bir örnekle göstermeyi deneyeyim.
Aşağıdaki örneği özel olarak “Para” konusundan seçtik. Çünkü
“Bir Devrimin Eşiğinde” başlıklı
yazılarımızda, işgücü denen çok özel meta
olmadan artı değer üretimi
dolayısıyla kapitalizm olamayacağı
önermesinden hareket etmiş, ama Marksizmi bilmeyen ve bu önermeyi anlayamayan genç
kuşaklara açıklayabilmek için, ta tarih öncesine, emek ve değer kategorisinin doğuşuna, organ ve üretim aracı kavramlarının ayrımına, yani maymundan insana
geçiş sürecine gitmiş, hatta bu bağlamda Kıvılcımlı ve Engels’in kavramsal
yanlışlarını eleştirerek, üretim aracı
kavramının, ne zaman ve nasıl ortaya çıkmış olacağını, buradan da toplum kavramını tanımlamaya geçmiştik. Toplum’un ortaya çıkışının Din’in ortaya çıkışıyla olduğunu ve Din’in toplumun üstyapısı olduğunu göstermiştik.
Bu uzak geçmişe geri dönüşten sonra tekrar eşiğinde olduğunu söylediğimiz
devrimi ele almaya gelecektik ki, birdenbire rekor kıran ve herkesin gündemine
gelen Bitcoin fenomeni vesilesiyle çok özel başka bir meta olan Para’yı, dolayısıyla ekonomi politiğin temel kavramlarını ele
aldığımız bir yazı serisine girmiş ve bunu da birkaç gün önce sonlandırmıştık.
Şimdi Harari’nin para konusunda yazdıklarından bir örnek seçerek, Para’dan hareketle, yani değer
yayasından, yani ekonomi politiğin
konusundan hareketle tekrar Toplum’a,
yani tarihin ve sosyolojinin konusuna gelebilir ve Harari aracılığıyla bir
devrimin eşiğinde serisine tekrar dönebiliriz. (Keza Sapiens ve Homo Deus da
Toplumun ortaya çıkışından eşiğinde bulunduğumuz devrime geçişe paralel
düşüyor.) Çünkü Hariri’nin esas yanlışları, tarihi açıklayışında. Harari’nin
yöntemeni açıklayan para üzerine bu örnek, iki yazı serisi arasında bir
bağlantı işlevi de görebilir. Yoksa kitaptan herhangi bir başka paragraf
alınarak da aşağıda somut olarak gösterilecek özellikleri gösterilebilir.
“Renkli bir kağıt
üzerinde bir yanda ABD Hazine Müsteşarının imzası, öbür yanda "Tanrıya
inanıyoruz" sloganını göreceksiniz. Doları bir ödeme aracı olarak kabul
ediyoruz çünkü hem Tanrıya hem de ABD Hazine Müsteşarına güveniyoruz. Güvenin
kritik rolü, neden finansal sistemlerimizin politik, toplumsal ve ideolojik
sistemlerimize bu kadar bağlı olduğunu, finansal krizlerin genellikle politik
gelişmeler sonucu tetiklendiğini ve borsanın bir günde nasıl hisse alıp
satanların ruh hâllerine bağlı olarak inip çıkabildiğini açıklar.
Paranın ilk türleri
icat edildiğinde insanların paraya bu tür bir güveni olmadığından, gerçekten
değerli şeyleri "para" olarak tanımlamak gerekmişti.
Paranın tarihindeki
asıl kırılma noktası, insanlar kendinden bir değeri olmayan ama depolaması ve
taşıması kolay olan paraya güven duymaya başladıklarında oldu. Bu anlamda ilk
para, yaklaşık MÖ 3000'de Mezopotamya'da ortaya çıktı. Bu para gümüş şekeldi.
Bir sila arpanın
aksine, şekelin kendi başına bir değeri yoktu. Gümüşü yiyip içemezsiniz veya
üstünüze giyemezsiniz, ayrıca gümüş kullanışlı eşyalar yapmak için fazla
yumuşaktır (gümüşten yapılmış saban demirleri veya kılıçlar neredeyse alüminyum
folyodan yapılmış kadar çabuk bükülür). Gümüş ve altın sadece mücevher, taç ve
diğer statü sembolleri yapımında kullanıldı (belirli bir kültürün üyelerinin
yüksek toplumsal statüyle eşdeğer tuttuğu lüks eşyalar), dolayısıyla bunların
değeri tamamen kültüreldi.”
İşte, birbirinden çarpıcı olgular art arda sıralanıyor:
doların üzerindeki yazıdan ilk paraya, borsa çöküşlerinden güvene ve
psikolojiye kadar her şey var iki paragrafta. En ilgisiz gibi görünen şeyler
arasında bağlar (ki bilim özünde budur) ve tüm tarihten örnekler. Tam “evrensel
tarihçilik” ve de “bilimsel”.
Ama biraz daha yakından bakalım.
Muhtemelen Amerikalı olmayan veya Amerika’ya gitmemiş veya
İngilizce bilmeyen okuyucuların büyük çoğunluğu Doların üzerinde “Tanrıya Güveniyoruz” (Türkçeye “inanıyoruz” diye çevrilmiş, çevirmen
belli ki aklınca Hariri’yi düzeltmiş!.. “Trust”
güven demektir. Zaten ele alındığı bağlamda da söz konusu olan güvendir.)
sözünün olduğunu ilk kez duymuşlardır ve çarpılmışlardır.
Mantık silsilesine bakalım.
Dolar’ın üzerinde Tanrıya güvenildiği sözlerinin varlığından
hareketle “Güven”in finansal, politik, toplumsal ve ideolojik sistemlerde
kritik bir rolü olduğu sonucu çıkarılıyor.
Halbuki, doların üzerindeki “Tanrıya Güveniyoruz” sözleri ve çarpıcılığı olmasa, bu güvene
ilişkin çıkarsamalar bütünü bütünüyle anlamsız kalırdı.
Farklı soyutlama düzeylerinden gidelim. Varsayalım ki
gerçekten güvene dayanıyor olsun bütün dedikleri.
Doların üzerinde tanrıya güvenden söz edilmesiyle, bu
kurumların güven üzerinde yükseldiği önermesinin içsel bir bağı, bir neden
sonuç ilişkisi yoktur.
Doların üzerindeki sözler rastlantısal bir olgudur. Bu
sözler orada hiç olmayabilirdi. Birçok ülkenin parasında başka sözler de vardır
veya hiç böyle sözler yoktur. Ama bunlar hiçbir şekilde “güven” oluşmasını
engellemektedirler. Euro’nun üzerinde böyle bir söz yok ama ona daha az “güven”
duyulmuyor.
Aslında bir “güven” sözcüğünden hareketle para konusunda çok
yanlış bir teorinin fiili bir kabulü ve savunusu söz konusudur. Marjinal fayda
teorileri veya psikolojik teoriler, (ki temel varsayımları, yani metanın
değerini neyin belirlediği, yanlış olmakla birlikte, kendi içinde tutarlı
olmaya önem verirler) onun içinde de Viyana veya Avusturya okulu, bu güven
konusunu çok işler. Bayağı, ekonomi teorilerinde bu “nedret” (nadir olma) ve “güven
teorisi”nin belli bir yeri vardır.
*
Hatta Bitcoin’i yaratan Satoşhi Nakamato bile bu teoriden
etkilenmiş ve yarattığı Bitcoin’e nadir olma ve güven oluşturma özelliği
sağlamaya çalışmıştır. Ama bunu yapabilmek için onu Altın gibi taklit edilemez
ve büyük bir emekle çıkarılabilen sınırlı bir şey yapmak zorunda kalmıştır. Yani
kendi niyetlerinden öte, Marksizmin emek değer teorisini kanıtlamış ve ona
uygun davranmıştır. Bitcoin’i keşfedenin, yaptığını temellendirme çabalarından öte
yaptığı, gerçekten para olabilecek bir şey olduğundan, nesnel olarak Marksist
para teorisini doğrular ve bizde zaten Bitcoin üzerine yazılarımızda bunu
gösterdik. Birçok bayağı Marksist’in Bitcoin karşısında tavır almalarında onu
yaratan ve savunanların Avusturya veya Viyana ekolünün argümanlarına
dayanmaları nedeniyle, Bitcoin’in kendisinin de anti Marksist olduğu gibi
tamamen saçma çıkarsamalar yapmalarına yol açmaktadır. (Bugün de Gazete Duvar’da tam da böyle akıl
yürütmeleri olan Doug Henwod diye birinden yapılmış “Bitcoin
nasıl üretilir, para olmanın kriterlerini karşılar mı?” başlıklı bir
çeviri vardı. Bizim yazdıklarımız hakkında bir kelime etmeyenler, Avrupa’dan
ithal bir yazının, yani bir batılının otoritesinin arkasına sığınarak güya bize
bir cevap vermiş oluyorlar.) Bu bayların anlamadığı, Anti Marksizm’in de Marksizm’in
alanına girdiği ve Marksizm tarafından açıklanabilirliğidir. Ayrıca yanlış bir varsayıma
dayanmak, doğru işler yapmayı engellemez. Hatta çoğu kez buna vesile bile
olabilir.
Kolomb, dünyanın çapının daha küçük olduğu yönünde yanlış
bir varsayıma, dayanıyordu ama keşfettiği yeni bir kıtaydı. Kıvılcımlı
Sovyetlerin dünya ölçüsünde doğru bir çizgi izlediğinden hareketle, bu iş
nasılsa yapılıyor diyerek tarihe yönelmişti ama keşfettiği antika tarihin gidiş
yasalarıydı.
Satoshi Nakamato, paranın güvene ve nadir olmaya dayandığı
önermelerinden hareketle güven oluşturmak için, taklit edilemez ve altın gibi
sınırlı ve çıkarılması daha büyük emek gerektiren özelliği ile, nesnel olarak
tam da Marksist açıklamaya uygun bir para yaratmış oluyordu. Çünkü bu özellikler,
bir mübadele aracı, bir genel eşdeğer olmanın temelidir. Aksi durumda, yani
birileri kolayca para yaratabilirse, yaratılan şey para işlevi göremez. Bu
özellik para olmasını sağlayan kullanım değerini sağlar.
Devletlerin taklit etmeye, yani kalpazanlığa en ağır
cezaları vermelerinin nedeni, fiziksel olarak engelleyemediklerini (çünkü kağıt
para kolayca taklit edilebilir ve çok küçük bir emekle üretilebilir) silah
gücüyle, mahkemeler ve hapishanelerle engellemeye çalışmalarıdır. Güven denilen
şey, aslında tıpkı kıymetli madenler gibi taklit edilemezliktir, dolayısıyla
çok emek gerektirmektir. Satoshi Nakamato, Devletlerin silah zoruyla yaptığını,
algoritmalarla yaparak ve para yaratma tekelini devletlerin elinden ve
kontrolünden alarak, büyük ölçüde devletlerin meşruiyet temelini ortadan
kaldırarak bu sistemin temeline bir saatli bomba koymuştur.
Ayrıca, güven ve zor bir arada bulunamaz. Kâğıt para yapmaya
verilen ağır cezalar, güvenin değil, devletlerin yurttaşlarına güvensizliğinin
bir ifadesidirler. Güven duyan zora gerek duymaz.
Ve de devletler, para yaratma tekelini ellerinde tutarak
yurttaşların silah zoruyla oluşturulmuş “güven”ini her zaman kötüye
kullanmışlar zerrece güvene layık olmadıklarını defalarca kanıtlamışlardır.
Yani aslında ortada güven için bir neden de yoktur.
Devletler para basıp silahlanmışlar, devleti büyütmüşler,
basılan paralarla iflas eden şirketleri, bankaları “kurtar”mışlar, burjuvaziye “teşvik”ler,
“sübvansiyonlar”, “vergi iadeleri” vermişlerdir.
Devlet basınca kalpazanlık olmuyor, insanlar basınca
kalpazanlık oluyor. Devlet kalpazanlığının adı, “teşvik”, “ekonomiyi kurtarma”,
“vatan savunması” vs. oluyor.
Yani paraya değerini veren psikoloji veya güven değildir.
Onun kullanım değeri, yani bir mübadele aracı, bir eşdeğer olabilmesi, bir para
olabilmesi benzerinin öyle kolayca yapılamaması, yapılması durumunda büyük emek
harcanması özelliğinden gelir. Havanın da kullanım değeri vardır ama bir değeri
yoktur. Ekonomi açısından kağıt paranın durumu böyledir, fiilen değersizdir
veya değeri kağıt ve mürekkep masrafı kadardır ve aslında para işlevi olmasa,
ki o da taklit edilemezliği ile sağlanır, o kadarı bile boşa harcanmış bir
emektir. Güven denen şey aslında taklit edilemezliktir, bu özellik hiçbir
değeri olmayan kağıtları para olarak kullanmayı sağlar. Satoshi Nakamato, emek bile
harcamadan, sonsuz olarak çoğaltılabilen dijital nesnelere, çoğaltılamazlık,
taklit edilemezlik özelliğini kazandırarak bir dijital altın yaratmıştır. Esas
devrim budur.
Ve bu altın, ışık hızıyla dünyanın öbür yanına, hiçbir
ulusal sınır ve devlet tanımadan yollanabilir, sonsuz küçük parçalara
bölünebilir, kolayca saklanabilir vs.. Bütün bu özellikleriyle, devleti ve
bankaları, kağıt parayı, banknotları, itibari paraları, kredi paralarını,
gereksizleştirir. Bu bugünkü uluslar, ulusal devletler ve bankalar sistemin
temeline konulmuş bir saatli bombadır.
*
Ayrıca Doların üstündeki “Tanrıya Güveniyoruz” sözlerinin ardında paranın güvene dayandığı
önermesine bir gönderme yoktur. Bu sözlerin, Amerika’daki Püriten
geleneklerden, Hıristiyan fundamentalizmine ve soğuk savaşta “Allahsız
komunüst”lere karşı haçlı seferlerine kadar Amerikan tarihinden gelen bir
ideolojik ve politik arka planı vardır ve aslında sınıf mücadelesiyle
ilgilidir.
Ayrıca Bizzat ABD’de bu sözler sert mücadele ve
tartışmaların konusu olmuştur. Bu din hürriyetini çiğneyen bir paroladır. Yani
sözün orada bulunmasının nedeni, paraya güven oluşturmak veya paranın güvene
dayanan bir şey olduğunu vurgulamak değil, ABD’yi Hristiyan değerlerinin
yönetmesi şeklindeki gerici politika ve programdır.
*
Akıl yürütmesini ele almaya devam edelim çıkarılan diğer
sonuca bakalım: kurumlara duyulan güven, “finansal
krizlerin genellikle politik gelişmeler sonucu tetiklendiğini ve borsanın bir
günde nasıl hisse alıp satanların ruh hâllerine bağlı olarak inip çıkabildiğini
açıklar.”
“Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı.”
Eh her şey güvene dayanıyorsa ve güven de psikolojik bir
olgu olduğuna göre, borsa krizleri bile bir güven sorununa indirgenebilir.
Finansal krizleri tetikleyenler genellikle politik
gelişmeler olmadığı gibi, genellikle tersi doğrudur, finansal krizler politik
krizlerin tetikleyicisi olurlar genellikle.
Borsanın inip çıkasının nedeni de alıp satanların ruh
halleri değildir.
Bunların belli yasaları vardır ve yapay zekalar pek ala
örnek tanıyarak (Muster Erkennung) borsaların nasıl eğilim göstereceğini bizlerden
daha iyi öngörebilmektedirler. (Eğer sorun psikolojik olsaydı böyle daha iyi
tahminler yapamazlardı.)
Kaldı ki gerçek neden sonuç ilişkisi içinde, bütün bunların
ardında kapitalist üretim sisteminin anarşik karakteri vardır.
Harari, nedenler konusunda hiçbir söz bile etmeden,
tetikleyicilere, vesilelere atlayarak yine okuyucuyu sarsmakta, peş peşe
yumruklarla serseme çevirmektedir.
*
Ama esas mantıksızlık Dolar’ın üstündeki “güven”
sözcüğünden, bütün mali, politik, ideolojik kurumların güvene dayandığı
önermesine, oradan da Borsa krizlerine ve insan psikolojisine geçilmesidir. Bu
art arda bir bağlantı varmış gibi sıralanan olgular arasında bir mantıki bağ ya
da neden sonuç ilişkisi yoktur.
*
Buraya kadar çıkarsamamızda “güven teorisi”ni doğru kabul
ettik.
Ama yukarıdaki bitcoin vesilesiyle değinmede belirttiğimiz
gibi, paranın güvene dayandığı önermesinin kendisi yanlıştır.
Sadece paranın değil, kurumların güvene dayandığı önermesi
de yanlıştır.
Kurumlar da hiçbir zaman güvene dayanmazlar. Yaptırımlara, zora
dayanarak vardırlar. Hatta en gönüllü birlikler bile öyledir. Üyelerinden
program ve tüzüğe uygun davranmalarını bekler ve böyle davranmayanı dışlar veya
cezalandırırlar.
Güven değil, devletin zoru sayesinde bütün ulusal paralar
vardırlar. Dolar ya da Türk lirası verdiğiniz bir dükkancı bunu kabul etmezse
kendini hapishanede bulur. Moğollar, Kubilay Han, ilk kağıt para çıkardığında,
bin yıl kadar önce, kabul etmeyenin kellesi gidiyordu.
*
İkinci paragrafta da aynı türden önermeler devam ediyor. Ama
bir örnek yeter. Çıkarılan esas sonuca bakalım.
Paranın esası güvene dayanıyormuş. Yani tamamen sübjektif,
hatta psikolojik bir açıklama.
Öte yandan, Gümüşü açıklarken, “gümüşün kendi değeri yoktu”
diyor. Bu iyice bayağı bir görüştür. Gümüş’ün değeri onun üretimi için gerekli
sosyal emek miktarıdır. İçinde böyle yoğun bir emek bulundurduğu için ve bir
kullanım değeri olduğu için, yani bir eş değer ve dolaşım aracı olarak
kullanılabildiği için onun bir değeri vardır. Gümüş ve altının fiziksel
özellikleri onların para olarak bir kullanım değeri olmasını sağlar ve onların
değişim değerini içlerinde yoğunlaşmış sosyal olarak gerekli emek miktarı
belirler.
Harari’nin tam bir şark tüccarı gibi davrandığını görmek
için sanırız bu kadar yeter. Tüm kitap böyledir aslında.
*
Evet, Harari’de olgular açısından benim için yeni bir şey
yoktu. Tabii böyle birbirinden yanlış çıkarsama ve açıklamalar da sürekli
dikkatimi çektiğinden Harari’nin kitabını, aynı alanda çok kafa yormuş, çok
okumuş bir insan olmama rağmen okuyamamış ve daha fazla dayanamamıştım.
Ancak “Bir Devrimin
Eşiğinde” yazı serisini yazmaya başladığımda çok farklı okuyuculardan “Harari
de senin gibi, aynı şeyleri söylüyor” diye yankılar gelmeye başlayınca şaşırmadım
desem yalan olur. Evet belki aynı konuları ve olguları ele alıyorduk ama
tamamen farklı, birbirine zıt dünyalardık.
İnsanlar sadece aynı olguların söz edilmiş olmasına bakıp,
bilmedikleri bu olgularla iki ayrı yazarda karşılaşınca onların dayandıkları
teorik temeller, kavramlar ve çıkarsamalar üzerine zerrece kafa bile yormadan,
benzer şeyleri düşündükleri gibi sonuçlara ulaşıyorlardı.
Hele bunları kendini Marksist olarak tanımayan insanlardan
duyunca iyice şaşırıyordum. Anlaşılan sadece olgular yabancı değildi, insanlar Marksizm’i
de bilmiyorlardı ya da unutmuşlardı.
Bu durumda kendimi Harari’ye benzetilmiş olmaktan kurtarmak
için ister istemez Harari’nin bir eleştirisin yapmak ve kendi farklı
kaynaklarımı göstermek şart oldu.
Ayrıca böyle Harari’yi bir köprü gibi kullanarak, para isimli çok özel metadan ( ve dolayısıyla Ekonomi Politikten) işgücü isimli yine çok özel metaya, dolayısıyla, topluma (dolayısıyla Sosyolojiye ve tarihe); “Sapiens”ten “Homo Deus”a, tarihten eşiğinde bulunduğumuz devrime, geçebiliriz.
Ayrıca böyle Harari’yi bir köprü gibi kullanarak, para isimli çok özel metadan ( ve dolayısıyla Ekonomi Politikten) işgücü isimli yine çok özel metaya, dolayısıyla, topluma (dolayısıyla Sosyolojiye ve tarihe); “Sapiens”ten “Homo Deus”a, tarihten eşiğinde bulunduğumuz devrime, geçebiliriz.
(Bu satırları yazarken aklıma şu da geldi. “Büyük anlatıların sonu” ilan edilmişti.
Böyle “Big History”, “Evrensel Tarih”e ilişkin popüler bilim
kitaplarının ilgi görmesi “büyük anlatı”lara
duyulan ihtiyaç veya ilginin tekrar ortaya çıkışının bir görünüşü olamaz mı
acaba?)
*
Bu satırların yazarı, İbni Haldun ve Marks geleneğine
dayanıyor.
İbni Haldun, Sümer’den beri gelen klasik uygarlıkların tarihinden ve olgularından hareketle hem genel olarak toplumun hem de kapitalizm öncesi uygarlıkların kimi hareket yasalarını bulmuştu, Marks’tan önce ve bağımsızca. Bir “evrensel tarihçi”ydi, yani sosyolojinin kurucusuydu.
İbni Haldun, Sümer’den beri gelen klasik uygarlıkların tarihinden ve olgularından hareketle hem genel olarak toplumun hem de kapitalizm öncesi uygarlıkların kimi hareket yasalarını bulmuştu, Marks’tan önce ve bağımsızca. Bir “evrensel tarihçi”ydi, yani sosyolojinin kurucusuydu.
Marks, kapitalizmin doğuş çağında, Yunanlılardan beri gelen
tarihin ve özellikle de modern Avrupa tarihin olgularından hareketle, İbni
Haldun’dan bağımsızca, yine hem genel olarak toplumun evrimini belirleyen
yasaları, hem de modern tarihin yasalarını bulmuş ve onunla benzer sonuçlara
ulaşmıştı. Bilimlerde birbirinden bağımsızca aynı keşfi yapma sık sık görülen
bir olgudur.
Marks’ın vasiyeti üzerine Engels, kendilerinden ve İbni
Haldun’dan bağımsızca benzer sonuçlara ulaşan Morgan’ın çalışmalarından hareketle
ulaştıkları genel sonuçları uygarlığa ve Darwin’den hareketle insana geçiş
sürecini açıklamakta kullandı.
Hikmet Kıvılcımlı ise, hem modern arkeoloji keşifleri ışığında,
ta Sümerlerden beri gelen, hem de sadece Avrupa ve Orta Doğuyla sınırlı
kalmayan, tüm diğer uygarlıkları da kapsayan olaylara ve Türkiye gibi ülkelerin
yirminci yüzyıldaki tarihlerine ve evrimlerine yoğunlaşarak kapitalizm öncesi uygarlıkların
tarihi anlayabilmek için çok önemli atılımlar yaptı.
Bu satırların yazarı, Kıvılcımlı’yı tanımış ve bilen bir devrimci
ve Marksist olarak hem bu harika geleneğe dayandığı, hem de 20. Yüzyılın
tarihini anlamak açısından hayati önemi olan Troçki’ye de dayandığı için
olağanüstü şanslı olmuştur.
Bırakalım dünyayı bir yana, Kıvılcımlı’yı Türkiye’de bile
kimse bilmez. Kıvılcımlı’nın tarih çalışmaları kimsenin ilgi alanında
olmamıştır ve bu satırların yazarından başka bu konuda iki satır yazmış kimse
de yoktur.
Ancak yazar sadece bu geleneğe dayanıyor değildir, aynı
zamanda geliştirme çabasındadır. Bu geleneğin kavramlarını yeniden tanımlayıp
geliştirmeye de çalışmaktadır.
Bunlardan söz edilmesinin nedeni, okuyucunun arka plan
hakkında bir fikir sahibi olmasıdır.
*
Harari ise bu geleneğin tam karşısından geliyor. Avrupa’nın aydınlanmaya
karşı bir karşı devrimin aracı olarak ortaya çıkmış ulusçuluğun temelini
oluşturan sosyoloji ve bu sosyolojinin Amerikan versiyonu, sosyal
antropolojilerin bir devamcısıdır.
Bütün dünya üniversiteleri, bunların yuvalarıdır. O sosyolog
veya antropologların hepsi devletlerin üniversitelerinde yer bulurlar.
Bizler ise oralarda olmayı bile zul kabul ederiz.
Yani onunla karşı cephelerdeyiz.
Harari için İsrail normal bir devlettir. Bizler için bir dinle,
ırkla tanımlanmış gerici, yarı faşist bir apartheid rejimidir. İsrail
devletinin yıkılması ve hiçbir dile, dine, tarihe, soya vs. dayanmayan, dil,
din, ırk, tarih, kültür körü olacak, bunların hiçbir politik anlamının
bulunmadığı bir demokratik cumhuriyet bizlerin politik programıdır.
Sadece bunu yazmak ve savunmak bile bugünkü Siyonist ve ırk
ayrımcısı apartheit devletinin varlığını tehdittir.
Bu nedenle bizler hiçbir ülkenin hiçbir üniversitesinde yer
almayız. Ama Bay Harari gibiler, bu devletin var oluşuna karşı tavır
almadıkları için hem üniversitelerde yer bulurlar hem de eserleri dünyada
kolayca yayıncı bulup milyonlarca satar.
Ancak bu eşitsiz durumdan dolayı şikâyet etmiyoruz. Ama
konumlarımızın ve duruşlarımızın zıtlığına dikkati çekmek de gerekir. Çünkü
teorik dayanaklarımız ile bu konum ve duruşlarımız arasında kopmaz bir bağ
vardır.
Elbette teorik olarak, böyle bir bağ olduğundan hareketle,
biz devrimciyiz, onlar burjuvazinin görüşlerini ve pozisyonlarını savunuyorlar,
dolayısıyla onlar yanlış biz doğruyuz gibi bir sonuç çıkarılamaz ve
çıkarılmamalıdır. Yukarıdaki değinmeleri böyle bir sonuç çıkarmak için
yapmadık.
Biz olgular, mantıksal çıkarsamalar, temel varsayımlar,
sonuç önermeleri düzeyinde daha doğru bir teori temeline dayandığımız
iddiasındayız. Bunu somut olarak da gösterebiliriz.
Bunu Harari’nin kitabının en temel tezleri çerçevesinde
yapmakla yetineceğiz. Zamanımız olsa, yukarıda kısa bir örneğini gösterdiğimiz gibi
bütün kitabın her cümlesini, her paragrafını lime lime edebilirdik.
Gelecek yazıda İnsan oluş süreci ve sonrasına ilişkin Hahari’nin
görüşlerini kısaca ele alıp eleştireceğiz.
1 Ocak 2018 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:
[1]
Bu nedenle Marks-Engels, teorilerini şekillendirdikleri ilk eserlerinde bir tek
bilim, tarih bilimi olduğundan Tarihin de doğa ve toplum tarihi olduğundan,
teorilerinin konusunun toplumun tarihi olduğundan söz ederler. Marksizm,
tarihten ve tarihteki olgulardan hareketle, toplumun evrimi açıklayacak
kavramları tanımlamaya, geliştirmeye ve dakikleştirmeye çalışır. Bizim da
hayatımız boyunca yapmaya çalıştığımız hep bu olmuştur. Tarih’e yoğunlaşmadan
Marksist olmaya çalışmak, Evren hakkında bir şey bilmeden fizikçi, yeryüzünde
yaşamış ve yaşayan canlılar hakkında bir şey bilmeden Biyolog olmaya benzer.
Bugün yeryüzündeki Marksistlerin çoğunun durumu da böyledir. Hiçbiri tarihle
ilgilenmez. Hepsi felsefe ve ekonomi meraklısıdır.
[2]
Burada geçek ayak iki örmek verilebilir. Birisi Göbeklitepe’yi kazan Klaus
Schmidt, bir diğer örnek de Ina Mahlstedt.
[3]
Örneğin Kıvılcımlı, Barbarın kılıcının esas işlevinin ticaret yollarını açmak
olduğunu söyler. Bugün Vikingler üzerine yapılan son araştırmalar bu özlü
önermeyi doğrulamaktan, ona yeni kanıtlar sunmaktan başka bir işlev görmez. Bu
gibi örnekler sonsuzca çoğaltılabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder