Harari kitabının ilk bölümünde insan türünün evriminin kimi
sorunları hakkında birtakım açıklamalar yapıyor.
“Bir Devrimin Eşiğinde”
yazı serisini okuyanlar bilirler ki, biz de bu serinin önceki bölümlerinde,
yine aynı evrimin bir kronolojisini yapmış ve bu evrimin kimi sorunlarına bazı
açıklamalar getirmiştik
Son verilere dayanarak bu kronoloji yuvarlak rakamlarla
şöyledir.
3,5 milyon yıl önce
ilk taş “alet”lerin kullanılmaya başlandığı, kemiklerin kırılıp iliklerinin
çıkarıldığı görülüyor. Meşhur Lucy
veya diğer deyişle Australopithecus böyleydi.[1] (Elbette şunu veri olarak
kabul etmek gerekiyor: Australopithecus var
olan benzeri türlerden sadece biriydi. Ama biz kolaylık olsun diye, en meşhur
örneği belirtmekle yetiniyoruz.) Yani Dik duran, taş el baltasını ve sopayı cansız bir organ olarak kullanabilen
insan ve maymun arasındaki tür diyelim buna. (Kimileri Australopithecus ve benzerlerini bir insan türü olarak kabul
etmiyor.)
2 milyon yıl önce,
sopa denen cansız organ sayesinde
(cansız ama canlı gibi) ateşi bir organ olarak
kullanabilen insan türü ortaya çıkıyor diyebiliriz. İnsan türü ateşi
kullandıktan sonra Afrika’nın dışına çıkabilmiştir. Gürcistan’da Afrika dışındaki
en eski kemikler bulunmuştur ve 1,8 milyon yıllık olduğu tahmin edilmektedir. (Ateşin
1,3 milyon yıl önce kullanıldığı aşağı yukarı belgelenmiş durumda. Bu nedenle
biz ateşin kullanımına yuvarlak hesap 2 milyon diyoruz.). Bu aşamanın insan
türüne de yine en bilinen ve meşhur örneğinin adıyla Homo Erectus diyoruz.
300.000 yıldır Homo Sapiens
ve Homo Neandertalis’in de ortaya
çıktığını, bunlardan Neandertal’in
Avrupa’da ve nispeten daha soğuk iklimde evrimleştiğini, Sapiens’in ise Doğu veya Güney Afrika’da Homo Erectus’tan evrimleştiğini bugünkü verilere göre kabul
ediyoruz. Elbette Asya’da da Denisova,
ve güney doğu Asya’da Homo Soloensis
ve Homo Floresiensis gibi başka insan
türleri de var ve bunlar da yirmi otuz bin yıl öncesine kadar Neandertaller gibi
yaşıyorlardı.
70.000 yıldan
beri aletler çok hızlı gelişmiştir. “süs”, “sanat” vs. görülmeye başlanmıştır.
(Bu noktada ne olduğunu aşağıda ele alacağız. Harari bina “Bilişsel devrim” diyor)
10.000 yıl önce
ilk kez verimli hilalde bitki ve hayvanlar ehlileştirilmiştir. (Neolitik
devrim) (Harari 12 bin yıl önce oldu diyor ve “tarım devrimi” adı veriyor. Yıllar önemli değil.)
5.000 yıl önce
Mezopotamya ve Nil boylarında ilk kez uygarlığa geçilmiştir. (Harari bunu
“Bilimsel Devrim” olarak tanımlıyor.)
Bizim bu kronolojimizle Harari’nin kronolojisi ana
hatlarıyla birbirine benziyor denebilir. Elbet bazı farklar var ve bunlar sanki
adlandırma farkları gibi görünüyor ve bir çoklarınca da öyle
değerlendirilebilir. Ama bu tarz değerlendirmeler yanlıştır ve neden yanlış
olduğuna aşağıdaki bölümlerde geleceğiz)
*
Yukarıda sıralanan kronoloji konu üzerinde yoğunlaşmamışlar
için hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ancak bu tablo bazı bilgilerle beraber
birtakım soruları ortaya çıkarır ki binların iç tutarlılığı olan bir kavram
sistemi ve teoriyle açıklanması gerekir. Bilim de özünde bu ür teorilerdir.
Önce ortaya çıkan en temel soruları göstermeyi deneyelim.
1) 3,5
milyon yıldan beri taştan yapılma “el baltası” denilen “alet” var. (Muhtemelen
sopa da var ama odundan olduğu için kalabilmiş değil, el baltasına tırnak
içinde “alet” diyoruz. Çünkü bunun ne olduğunun doğru olarak tanımlanması
hayati önemdedir bu sürecin anlaşılması için ve birçok sorunu çözmektedir.) Bu “alet”
son 70.000 yıl öncesine kadar can sıkıcı denecek kadar yavaş değişmiştir.
70.000 yıl öncesinden beri adeta her şey patlarcasına değişmeye başlar. Neden
böyledir? Neden taş baltalar milyonlarca yıl boyunca neredeyse hiç denecek
kadar yavaş değişmiştir, neden 70.000 yıldan beri tüm aletler hızla değişmiştir?
En önemli sorulardan biri budur. Çünkü aynı dönemde, insan türünün beyni bu
dönemde neredeyse beynin hacmi neredeyse ikiye katlanmıştır. 600 gramdan,
1200-1400 grama çıkmıştır. Ve bizimle tamamen aynı olan aynı beyin büyüklüğünde
Homo Sapiens ve bizden daha büyük beyinli Neandertal neden aşağı yukarı 200.000
yıl boyunca aynı taş baltayı hiç değiştirmeden kullandılar. Bizden hiçbir
biyolojik farkları olmamasına rağmen 70.000 yıl önce ne oldu da bu alet
değişmeye başladı?
Harari, bu soruları böyle açıkça sormuyor?
Ancak şu satırlar aslında soracak durumda olduğunu gösteriyor:
“Bununla birlikte,
Homo sapiens 70 bin yıl önceden başlayarak çok özel birtakım işler yapmaya
başladı. Bu tarihte Sapiens kabileleri Afrika'dan ikinci kez çıktılar ve bu
sefer Neandertalleri ve diğer türleri sadece Ortadoğu'dan değil, tüm
yeryüzünden sildiler. Kayda değer kadar kısa sürede, Sapiens Avrupa ve Doğu
Asya'ya ulaştı. Yaklaşık 45 bin yıl önceyse bir şekilde açık denizi geçerek o
tarihe kadar insanlar tarafından ulaşılmamış olan Avustralya'ya vardılar. 70
bin yıldan 30 bin yıl öncesine kadar geçen sürede botlar, yağ lambaları, ok ve
yaylar, iğneler (sıcak tutan elbiselerin dikimi için çok önemlidir) gibi
aletlerin icadı gerçekleşti. Sanat olarak kabul edilebilecek ilk mücevherler ve
dinlerin oluşumunu gösteren ilk buluntularla, ticaret ve toplumsal katmanlar da
yine bu dönemde ortaya çıkmıştı.”
Yani Harari de olgusal olarak 70,000 yıl öncesinden beri her
şeyin çok hızlı değişmeye başladığı olgusunu biliyor ve kabul ediyor. Ama
öncesinde neden neredeyse bir durgunluk olduğu sorusunu sormuyor? (Bu soruyu
Jarred Diamond soruyordu örneğin.)
2) İnsan
beyni vücut ağırlığının yüzde ikisini oluşturur. Beyin enerjinin yüzde
yirmisini harcar. (Harari yüzde yirmi beş diyor. Önemli değil.) Bu nasıl mümkün
olmuştur?
Biz bunu Ateş denen organla açıklıyoruz.
Harari de benzeri bir açıklamayı kabul eder görünüyor ama
açıklaması iç tutarsızlıklarla dolu. Tutarsızlıkları görmeden önce Onun
sözlerine bakalım:
“Ama ateşin en önemli katkısı pişirmekti. İnsanların normalde sindiremedikleri —buğday, pirinç ve patates gibi— yiyecekler, pişirebilme becerisi sayesinde şu anda beslenmemizin temelini oluşturuyor. Ateş besinlerin kimyasını değiştirmekle kalmadı, onların biyolojisini de değiştirdi. Pişirmek gıdalarda bulunan parazit ve mikropları yok ettiği gibi, insanların eskiden beri çok sevdikleri meyve, kabuklu yemiş, böcek ve leşler pişirildiklerinde daha rahat çiğnenip sindirilebiliyordu. Şempanzeler günde beş saatlerini çiğ besinleri çiğnemeye harcarken, insanların pişmiş besinleri yemeleri için bir saat yeterli oluyordu.
“Ama ateşin en önemli katkısı pişirmekti. İnsanların normalde sindiremedikleri —buğday, pirinç ve patates gibi— yiyecekler, pişirebilme becerisi sayesinde şu anda beslenmemizin temelini oluşturuyor. Ateş besinlerin kimyasını değiştirmekle kalmadı, onların biyolojisini de değiştirdi. Pişirmek gıdalarda bulunan parazit ve mikropları yok ettiği gibi, insanların eskiden beri çok sevdikleri meyve, kabuklu yemiş, böcek ve leşler pişirildiklerinde daha rahat çiğnenip sindirilebiliyordu. Şempanzeler günde beş saatlerini çiğ besinleri çiğnemeye harcarken, insanların pişmiş besinleri yemeleri için bir saat yeterli oluyordu.
Yemek pişirmenin icadı
insanların daha çeşitli besinler yiyebilmesini, yeme işlemini daha kısa sürede
yapabilmesini, ayrıca daha kısa bağırsak ve daha küçük dişlerle idare
edebilmesini sağladı. Bazı araştırmacılar yemek pişirmenin icadıyla insanların
sindirim sisteminin kısalması ve beyinlerinin büyümesi arasında doğrudan bir
bağlantı bulunduğuna inanıyorlar. Uzun bağırsaklar ve büyük beyinler çok ciddi
enerji tükettiklerinden, ikisine birden aynı anda sahip olmak çok zordur.
Yiyecekleri pişirme, bağırsakları kısaltıp enerji tüketimini azaltarak,
Neandertallerin ve Sapiens'in devasa beyinlerinin önünü açtı.”
3) Son
yirmi otuz bin yıl öncesine kadar yeryüzünde birçok insan türü bir arada
bulunuyordu, ne oldu da bugün yeryüzünde bir tek türden oluşan tek canlı türü olarak
Homo Sapiens var? İnsan türlerine ne oldu? Bonobolar, şempanzeler, goriller,
orangutanlar yaşadı da onlar niye yaşayamadılar?
Harari bu sorunun da farkındadır. Ama soruyu bu şekilde sormamaktadır.
Cevabı ise zaten 70.000 yıl önce olduğunu söylediği “bilişsel devrim”dir. Ama
“bilişsel devrim” ile yok olma arasında ne gibi bir neden sonuç ilişkisi
vardır? “Bilişsel devrim” hangi iç mantıkla, neen sonuç ilişkisiyle diğer insan
türlerinin yok olmasına yol açmıştır da diğer maymun türlerinin yok oluşuna yol
açmamıştır? “bilişsel devrim” niçin Homo Sapiens’i bir “soykırımcı” haline
dönüştürmüştür?
“Sapiens'in suçu mudur
bilinmez, ama gittikleri her yerde yerli nüfus tükendi. Homo soloensis'in son
kalıntıları günümüzden 50 bin yıl önceye tarihlenmektedir. Homo denisova da
bundan kısa süre sonra yok oldu. Neandertaller ise yaklaşık 30 bin yıl önce yok
oldular. Flores Adası'ndaki son cüce insanlar da 12 bin yıl önce yok oldular;
geride kemikler, taştan aletler, DNA'mızdaki bazı genler ve pek çok
cevaplanmamış soru ve son insan türü olan Homo sapiens'i bırakmış oldular.
Sapiens'in başarısının
sırrı neydi? Birbirinden çok uzak ve ekolojik olarak çok farklı yerlere bu
kadar hızla yerleşmeyi nasıl başardı? Diğer insan türlerinin hepsini nasıl yok
oluşa itti? Neden güçlü kuvvetli, beyni gelişmiş ve soğuğa dayanıklı
Neandertaller bile bizim katliamımızdan kaçamadılar? Bu konudaki tartışmalar
sürüyor. En muhtemel cevap, zaten tartışmanın da hâlâ sürmesini sağlayan şey.
Homo sapiens dünyayı, her şeyden önce kendine özgü dili sayesinde fethetti.”
4) Ama
sadece diğer Homo (İnsan) türleri yok olmadı. Harari’nin hiç sözünü etmediği ve
girmediği bir başka olgu daha var. Bugün mitokondriyal analizle kanıtlanmıştır
ki, yeryüzündeki insanların hepsi 70.000 yıl önce yaşamış birkaç yüz kişilik
popülasyondan geliyorlar. Hatta fiktif bir mitokondriyel Havva anamız bile var.
Hepimiz onun soyundan geliyoruz. Onun metokondrisinin DNA’ları hepimizde var. Homo
Sapiens 300.000 yıldan beri var olduğuna ve çok önceden dünyaya yayıldığına
göre, o dünyaya yayılmış diğer Homo Sapiens’lere ne oldu? Onların genleri niye
bizlerde yok? Yani yok olan sadece diğer insan türleri değil, aynı türün, yani
Homo Sapiensin, tüm diğer popülasyonları da yok olmuştur? Hiçbirimizde onların
genleri yok.
Harari’nin ne bu olguya değindiğini ne de böyle bir soru
sorduğunu görmüyoruz. Literatüre böyle egemen olan yazarın bu olgudan hiç söz
etmemesinin nedeni ne olabilir?
Harari’nin sormadığı bu soruyu bütün ciddi antropologlar
sormaktadır. Böyle bir tartışma olduğunu bilmemesi mümkün değilir. Ancak hiç
sözünü etmemekte ve yok saymaktadır.
Antropologların bir kısmı, yeryüzünde bugün yaşayan bütün
insanların, 70.000 yıl önce yaşamış aynı ortak mitokondriyal Havva’nın
çocukları olmasını, birkaç yüz kişilik bir popülasyondan gelmemizi, “şişe boğazı” (“dar boğaz” da denebilir) olgusuyla açıklamayı deniyorlar.
Bu olgu şudur. Doğada bazı canlı türleri yok olmanın eşiğine
gelebilir. (Veya bir adaya sadece bir çift başka canlı gelebilir ve onların
bütün soyu onların çocukları olabilir. Örneğin kendi faunasında memeli hayvan
bulunmayan Avustralya’ya dingo köpekleri böyle iki kez gelmiş) Ancak sonra
kalan çok az sayıdaki bireyden sonraki bütün popülasyonlar üreyebilir. Bu
durumda kalanlar genetik olarak birbirine çok yakın bireylerden oluşur. Örneğin
dünyadaki Çitalar böyledir. Bugünkü bütün çitalar birbirine kardeş denebilecek
kadar yakındır. Bir tarihte yok olmanın eşiğinden dönmüşlerdir ve bütün çitalar
bu kalanların soyundan gelmektedirler. Bu olguya “şişe boğazı” ya da “dar boğaz”
olgusu denmektedir.
Peki bunun nedeni nedir?
Bugün, bizim kabul etmediğimiz, yaygın olarak kabul edilen
görüş şudur: 73.000 yıl önce Sumatra adasındaki Toba Volkanı patlamış, dünyanın iklimini ciddi şekilde etkilenmiş,
ortalama sıcaklık 3,5 derece kadar düşmüştür. Bu da Homo Sapiens türünü
neredeyse yok oluşun eşiğine getirmiştir. Ancak birkaç yüz kişilik çok küçük
bir popülasyon her nasılsa yaşamını sürdürebilmiştir. Ve işte bu nedenle bizler
o küçük popülasyondan geliyoruz. Diğer Sapienslerin hepsinin yok olmasının ve
yeryüzündeki bütün insanların 70.000 yıl önce yaşamış birkaç yüz kişilik bir
popülasyondan gelmelerinin nedeni budur.
Bu açıklama, çözdüğünden daha büyük bir sorun ortaya çıkarmaktadır.
Eğer bu doğal felaket bütün diğer Homo Sapiens popülasyonlarını yok ettiyse,
neden diğer insan türlerinin popülasyonlarını yok etmedi. Çünkü diğer türlerin
yakın zamana kadar yaşadıklarını biliyoruz. Yani Sumatra’ya çok yakın yerlerde
yaşayan Homo Florensis, Homo Solensis (Güneydoğu Asya), Denisova (Asya) ve
Neandertal (Avrupa ve Ortadoğu) neden yok olmadılar da onlardan çok daha
başarılı ve zeki homo Sapiensler yok oldular. Yanardağın yol açtığı iklim
değişikliği ve çevre felaketinin Sapiensle a aynı nişi ve yerleri paylaşan
diğer insan türlerini de yok etmesi gerekir. Ama bunların hepsinin daha sonraki
tarihlerde bile yaşadığı kesindir ve belgelidir.
Harari’nin aynı ortak mitokondriyal Havva’nın çocukları
olduğumuzu görmezden gelmesi ve hiç söz etmemesi, toba açıklaması hakkında
hiçbir şey söylememesi nedendir?
Çünkü konunun yabancısı değildir ve “Yerine Geçme” ve “karışma”
teorilerinden uzun uzun söz etmektedir farklı insan türleri bağlamında.
Örneğin: “Pek çok tartışmanın dayanağı bu
konudur. Evrim açısından bakarsak 70 bin yıl görece kısa bir zaman dilimidir.
Eğer Yerine Geçme Teorisi doğruysa, yaşayan tüm insanlar aşağı yukarı aynı
genetiğe sahiptir ve aralarındaki ırksal farklılıklar önemsiz kabul edilebilir.
Ama eğer Karışım Teorisi doğruysa Afrikalılar, Avrupalılar ve Asyalılar
arasında yüz binlerce yıl geriye giden genetik farklılıklar vardır.”
*
Ciddi bilimsel çaba bütün bu gibi sorunlarla hiç korkmadan
yüzleşen ve bütün bu sorunları açıklayan bir teori sunar. Hem bir teorik
açıklamayı içeren (“Bilişsel Devrim”
Teorisi) popüler bilim kitabı yazmak, bilimsel kriterlere uymamanın aracı
olamaz ya da olmamalıdır.
Bir kere, 70.000 yı öncesi çok kritik bir tarihtir. Ondan
sonra sadece aletlerin ve araçların hızlı değişimi ve diğer türlerin yok olması
görülmüyor. Aynı zamanda aynı türün de bütün popülasyonları yok oluyor. Toba
volkanı açıklaması açıklama olmaktan çok uzak olduğuna göre bu birkaç yüz
kişilik küçük popülasyon nasıl oldu da hem kendi türünün, hem diğer insan
türlerinin bütün popülasyonlarını yok etti?
Bir kere
·
70.000 yıldır aletlerin patlarcasına değişmesi
ve gelişmesi,
·
70.000 yıl önce yaşamış bir ortak atadan
gelmemiz,
·
70.000 öncesinden sonraki dönemde 40-50 bin yıl
içinde neredeyse bütün insan türlerinin ve bütün diğer homo popülasyonlarının
yok olması
arasında bir ilişki olması gerektiğini düşünmek gerekir. Ve
teorik açıklama bunların hepsini tutarlı bir biçimde açıklamalıdır.
Harari, soruyu böyle sormuyor ama ilk ikisine “bilişsel devrim” cevabını veriyor.
Üçüncü soruyu ve sorunu (dar boğaz, ve bütün diğer Homo Sapiens
popülasyonlarının da yok olması) yok saydığını görmüştük.
Şimdi bu anahtar ve kitabın temel tezi olan “bilişsel devrim”in ne olduğuna ve
kanıtlarına bakalım.
“Bilişsel Devrim, 70
ila 30 bin yıl önce ortaya çıkan yeni düşünce ve iletişim biçimleri anlamına
gelir. Sebebi kesin olarak bilinmemekle birlikte, en çok kabul gören teoriye
göre genetik mutasyonlar Sapiens'in beyin iç yapısını değiştirerek, daha önce
mümkün olmayan şekillerde düşünmelerini ve tamamen yeni dillerle iletişim
kurabilmelerini sağladı. Bilgi Ağacı mutasyonu adını verebileceğimiz bu
mutasyon, neden Neandertal yerine Sapiens'in DNA'sında gerçekleşti?
Bilebildiğimiz kadarıyla bunun sebebi tamamen tesadüf, önemli olansa Bilgi
Ağacı mutasyonunun sebeplerinden ziyade sonuçlarını anlamak. Yeni Sapiens
dilini, tüm dünyayı fethetmesini sağlayacak kadar güçlü kılan özellik neydi?”
“Bilişsel devrim”in
karmaşık iş birliğine, mitlerin, tanrıların, dinlerin ortaya çıkmasına yol
açtığını söylüyor:
“Modern Sapiens'in yaklaşık
70 bin yıl önce edindiği yeni dil becerisi, ona saatlerce dedikodu yapabilme
şansı verdi; kime güvenilebileceğine dair bilgi, küçük grupların daha büyük
gruplara dönüşmesine, dolayısıyla da Sapiens'in daha sıkı ve karmaşık iş birliği
yöntemleri geliştirmesine yol açtı.”
“Efsaneler, mitler,
tanrılar ve dinler ilk kez Bilişsel Devrim sayesinde ortaya çıktı. Daha önce
pek çok hayvan ve insan türü "Dikkat et! Bir aslan!" diye uyarı
gönderebiliyordu, ama Bilişsel Devrim sayesinde, Homo sapiens "aslan kabilemizin
koruyucu ruhudur" deme becerisini kazandı. Kurgular hakkında konuşabilme
becerisi, Sapiens dilinin en özgün yanıdır.”
O halde soru şudur: böylesine çok önemli sonuçlara yol açan
ve Harari’nin kitabında anahtar rolü oynayan ve 70.000 yıl önce gerçekleşen “bilişsel devrim” neyin sonucu olarak
ortaya çıkmış olabilir? Bu devrimin nedeni nedir?
Harari’nin bu soruya yukarıdaki alıntıda görülen cevabı: “beynin
iç yapısını değiştiren bir mutasyon”dur.
Bu mutasyonun sağladığının “bir dil becerisi” olduğunu söylemektedir.
*
Özetle bir mutasyon oluyor, bu yeni bir dil becerisi
sağlıyor ve bunun sonucunda da karmaşık iş birlikleri, mitler, tanrılar, dinler
vs. ortaya çıkıyor.
Yani aslında biyolojik bir değişim bütün toplumsal değişimlerin ve olguların nedenidir.
Yani aslında biyolojik bir değişim bütün toplumsal değişimlerin ve olguların nedenidir.
Şunu aklımızda tutalım: harari’nin Bilişsel Devrim dediği
şey özünde konuşma yetisiyle ilgili bir mutasyondur. “dil becerisi” sağladığını söylüyor.
Şimdi ortaya çıkan, bu açıklamanın nasıl çözülmez sorunlar
ortaya çıkardığına bakalım.
Birincisi, böyle bir mutasyon olduğuna dair genlerde, ya da
insan anatomisinde bir kanıt var mıdır?
Yoktur.
Bunu bizzat kendisi bile söylemektedir:
“150 bin yıl önce
Doğu Afrika'ya yerleşen Homo sapiens'in sonradan dünyanın geri kalanına
yayılıp, yaklaşık 70 bin yıl önce de diğer insan türlerini ortadan kaldırmaya
başladığını gördük. Aradaki bin yıllar boyunca bu arkaik Sapiensler, aynen
bizim gibi bir dış görünüşe ve gelişmiş bir beyne sahip olsalar da diğer insan
türlerine karşı belirgin bir üstünlükleri yoktu. Ayrıca gelişmiş aletler yapmak
gibi özel başarılar da gösterememişlerdi.”
Yani “Bilişsel Devrim”i yapan ve ondan sonraki Sapiensler
ile öncekiler arasında hiçbir fizyolojik veya anatomik bir fark yok.
Bu olmayınca, dışardan görülmeyen “beynin iç yapısında” bir değişiklik olduğunu iddia ediyor:
Bu olmayınca, dışardan görülmeyen “beynin iç yapısında” bir değişiklik olduğunu iddia ediyor:
“Bu başarısızlıklar
sebebiyle, bilim insanları bu Sapienslerin beyinlerinin iç yapısının
bizimkilerden farklı olduğunu öne sürerler. Bizim gibi görünüyorlardı, fakat
bilişsel becerileri —öğrenme, hatırlama, iletişim kurma— bizden çok daha
sınırlıydı. Bu eski Sapienslere, örneğin Türkçe öğretmek, İslamın temel
öğretilerini anlatmak veya evrim teorisini açıklamak sonuçsuz çabalar olarak
kalırdı. Aynı şekilde biz de onların dilini öğrenmekte ve düşünce biçimlerini
anlamakta çok zorlanırdık.”
(Şimdi burada antı parantez Harari’nin ciddiyetsizliğine de dikkati
çekelim. Böylesine “Bilişsel devrim” diye bir kavram ortaya atıyor, bununla
neredeyse bütün tarihi ve açıklanması gereken en önemli sorunu açıkladığını
iddia ediyor. Bu kavram özünde bir biyolojik değişikliği, bir mutasyonu
tanımlıyor. Ama birinci ciddiyetsizlik, bu mutasyonun hiçbir belgesi kanıtı
yok. Olsa olsa böyle olabilir diyerek, beynin içinde dışarıdan görülemeyecek
bir değişiklik olduğunu iddia ediyor. Burada ikinci ciddiyetsizliğe geliyoruz.
Bunu da kendi teorisi olarak değil, sanki bir takım bilim insanlarının ortaya
attığı genel kabul gören bir teori gibiymişçesine sunuyor. Biz bunca yıldır bu
literatürle haşır neşiriz, hiçbir bilim insanının böyle bir spekülasyon yaptığını,
böyle bir teori ortaya attığını duymadık. Bu belli ki Harari’nin kendi
“teori”si, ama nasıl olsa bu işleri bilmeyen genel okur için popüler bir kitap
yazıyorum diye sanki çok bilinen bir teoriyi anlatıyor gibi “bilim insanları (…) öne sürerler” diye
araya teorisine ağırlık kazandıracak sözler ekliyor. Birçok yerde kaynak
gösteren ve akademik bir eğitimden geçmiş Harari nedense bu en kritik konuda
hiçbir kaynak göstermez. Ciddi bilimciler nasıl olsa böyle popüler kitapları
okumazlar ve yanlışları göstermekle uğraşmazlar, sıradan okurlar da nasıl olsa
bu inceliklere kafa yormaz. Böyle bir nişte şark kurnazlığı pek ala yaşayacak
bir alan bulur.)
*
Şimdi Harari’nin bu hiçbir kanıtı olmayan teorisinin neden
geçersiz olduğunu yine biyolojiden örnekle kanıtlayalım.
70.000 yıl önce, “beynin iç yapısında” hiçbir değişme
olmadığı gibi olmamıştır da.
Çünkü, sadece bunun bir kanıtı olmaması bir kanıt değildir.
Bizzat evrimin ve beynin kendi yapısından gelir bu.
Beynin ve zekanın gelişmesi aslında mutasyonlarla oluşan
anatomik veya fizyolojik değişmelerin yerini, esnek yeni bağlar oluşturma
yeteneğinin almasından başka bir şey değildir. Yani beyin, programlanabilir bir
gelişmiş bilgisayar gibidir. İnsan doğduğu andan itibaren beyinde hayat boyu
oluşan sinirler arasındaki bağlar insan denen canlı türüne büyük bir esneklik
ve işbirliği yeteneği kazandırır. Düşünelim ki, balinalar, yunuslar, maymunlar
bile karmaşık haberleşme ve dil sistemlerine, hatta bunların farklı lehçelerine
sahiptirler. Kaldı ki insan türü en azından iki milyon yıldır kendisini iyice
organize bir sürü halinde yaşamaya, karmaşık haberleşme sistemleri ve dil
geliştirmeye zorlayan, aynı zamanda bunu mümkün kılan ateş nedeniyle (Adeta bir
canlı gibi olan bakılmadığı takdirde ölen, kontrol edilmediği takdirde öldüren
Ateşi, korumak ve ondan korunmak için, insan yavrusunun beyni büyüdüğü,
dolasıyla erken doğduğu için bakımı nedeniyle vs. bir seleksiyon baskısı
altında olduğu için) zaten çok gelişmiş bir dile sahipti. Bir mutasyonla, doğuştan
gelen bağlantılar, yani beynin iç yapısında birtakım bağlantılarla doğmak,
tekrar bir geri gidiş, esnekliği yitirme anlamına gelir. Bir üstünlük değil,
bir gerilemeye yol açardı. Doğuştan gelen bağlantılar içgüdüler yaratırlar, öğrenilmezler, doğarken programlanmışsınızdır, bu
tür mutasyonlar öğrenilebilir değildirler. Halbuki, öğrenilebilme
yeteneğidir insan türünün üstün yanı. Bu da zaten iki milyon yol boyunca ateş
aracılığıyla sağlanmıştır. Öğrenmek ve bilgi aktarmak ise, karmaşık sosyal
ilişkiler ise her şeyden önce dil demektir. O halde dilin, sadece bizde değil,
muhtemelen bütün diğer insan türlerinde de aynen bizimki gibi geliştiğin kabul
etmek gerekir. Elbette bu dillerin kelime haznesi sınırlı olabilir ama bu dilin
yapısıyla ilgili değildir. İlişkiler ve onların karmaşıklık derecesiyle
ilgilidir. Zaten insanın vücut diye, yüz dili, mimikleri, bakışları da aynen
dil gibidir ve onunla beraber gelişmiştir. Dil bir bakıma beyin gibidir. Dilin
hangi dil olduğu fark etmez. Yeryüzündeki bütün diller kelime hazneleri ne
kadar dar olursa olsun, yapısal olarak en gelişmiş dillerin ifade edebileceği her
şeyi ifade edebilme potansiyeline sahiptir. Beyin de bezer durumdadır. Beyindeki
nöronlar milyarlarca bağlantı oluşturma yeteneğindedir zaten. İki milyon yıl
boyunca ateşin yol açtığı seleksiyon baskısı bunu sağlamıştır. Herkes Einstein
olabilir. Olamamasının nedenleri biyolojik değil, toplumsaldır, kültüreldir. En
azından Homo Sapiens ve Neandertal’in bu durumda olduğunu kabul edebiliriz.
Onların mitlerinin, tanrılarının olmaması onların beynin dolayısıyla dillerinin
yetersizliğinin değil, ilişkilerin o noktada olmamasının sonucudur.
Öte yandan “kurt
çocuklar”, yani hayvanlar tarafından yetiştirilmiş ve sonra bulunmuş insan yavruları hakkındaki bilgiler, Harari’nin
teorisine göre bu mutasyona uğramış genlere sahip olmalarına rağmen, nedense
hiçbir şekilde bu mutasyonu bu “bilişsel devrim”in sonuçlarını kullandıkları
görülmemiştir.
Eğer “öğrenmedikleri için” kullanmamışlardır deniyorsa, bu
ortada bir mutasyon olmadığını öğrenilen, kültürel bir şey olduğunu gösterir.
Yok eğer öğrenilmeyen bir değişiklik, biyolojik bir özellik
ise, o zaman bu koşullardan bağımsız olarak “bilişsel devrim”in sonuçlarının bu
“kurt çocuklar”da da görülmesi gerekir.
Biyolojik değişiklikler, içinde yaşanan koşullardan bağımsız
olarak kendilerini bir şekilde gösterirler. Bu beynin derinlerinde bir şeyse,
kimi genlerle belirlenmiş beyin hastalıklarında olduğu gibi, bunun bir şekilde kendini
göstermesi gerekir.
Harari’nin teorisi aslında üzerinde durmaya bile değmeyecek
bir teoridir. Ancak gücü yaygınlığından gelmektedir.
Tanrıların, dinlerin, mitlerin varlığını “bilişsel
devrim”le, “bilişsel devrim”i de hiçbir kanıtı bulunmayan bir mutasyonla
açıklamak aslında bir “tanrı geni”, “din geni” ortaya çıktığını söylemek
anlamına gelir.
Bunun Harari tarafından böyle açıkça söylenmemiş olması
sonucun buraya gittiği gerçeğini değiştirmez.
(Bu serideki daha önceki yazılarımızda, Kıvılcımlı’nın da “dinin
temeli insan beyninin derinliklerindedir” sözünün buralara kadar gittiğine
zaten değinmiştik.)
Harari’nin temel metodolojik yanlışı, sosyolojik olguları
(tanrılar, mitler, dinler) biyolojik bir mutasyonla açıklamaya kalmasıdır.
Bu toplumsal olayları insanların bencillikleriyle, zengin
olma hırslarıyla, daha da geniş olarak, tarih ve toplum üstü ve dışı bir “insan
özü”yle açıklamanın bilim postu giymiş yeni bir versiyonudur.
Bu metodolojik yanlışlık tarihin her döneminde gerici ve
karşı devrimci sonuçlar ortaya çıkarmıştır ve çıkarır.
Ama bunun ardında da daha da temel bir yanlış vardır.
Toplum’un ne olduğunu, ne zaman doğduğunu, kültürden farklı bir varlık ve
hareket biçimi olduğunu bilmemek ve görmemek. Topulsal değişmeleri kültürel
değişmelerin bir biçimi olarak görmek. Toplumsal değişmeleri son duruşmada
insanların organlarının değişmeleri olarak almak. Çünkü kültür de tıpkı el
baltası gibi, ateş gibi, sürü olmak gibi, konuşmak gibi biyolojik bir
kategoridir ve bir organdır. Kültür, doğuştan gelmeyendir, önceki kuşaklardan
veya kendi denemesiyle öğrenilebilendir. Bu da zaten beynin esas özelliğidir.
*
Aslında bütün bu çelişki ve anlaşılmaz gibi görünen
fenomenleri açıklayan bizim teorimiz var.
Bizim teorimiz önce kavramları biyolojik ve sosyolojik
kavramlar olarak ayırıyor.
Çünkü biz, evrendeki
var oluş ve hareket biçimlerini öncelikle birbirinden ayırıyoruz.
Evrende üç temel varoluş ve hareket biçimi vardır: fiziksel,
biyolojik ve toplumsal. Bunların her birinin yasaları tamamen birbirinden
farklıdır.
(Jeolojik gibi fiziksel ve biyolojik arasında, psikolojik
gibi toplumsal ve biyolojik arasında geçişlere denk düşen hareket biçimleri de
vardır. Ya da ekonomi politik, mantık, estetik gibi toplumsalın üzerinde kendi
özgül yasaları olan hareket biçimleri de vardır. Ama bunları şimdilik konumuzla
doğrudan ilgileri olmadığından basitleştirmek üzere geçiyoruz.)
Biz bunların her birinin kendine özgü yasaları olduğunu,
bunları kendi kavram ve kategorileriyle ele almak gerektiğini söylüyoruz. Bunun
için de bir olgunun fiziksel mi, biyolojik mi toplumsal mı olduğunu doğru
tespit etmek ve o olguyu o hareket ve varoluş biçiminin kavram ve
kategoriyleriyle ele alıp açıklamak gerekir.
Fiziksel var oluş ve hareket biçiminin bugünkü kabullere ve
verilere göre 13,7 milyar yıl önce ortaya çıktığını, yeryüzünde biyolojik
varoluş ve hareket biçiminin yuvarlak hesap
dört milyar yıl önce ortaya çıktığını, toplumsal varoluş ve hareket
biçiminin de 70,000 yıl önce ortaya çıktığını söylüyoruz.
Yani bu durumda bizim teorimize göre, 70.000 yıl önce olan
şey, beyninin derinliklerinde bir mutasyon değil, insan sürüsün ilişkilerinde
bir sıçrama ve yepyeni bir hareket ve varoluş biçiminin ortaya çıkmasıdır.
Bu Toplumun ortaya çıkışı ve ne olduğuna ilişkin teori,
sadece o tarihin derinliklerinin sorunlarını değil, bugünün yaşadığımız
toplumun bütün sorunlarını da bir çırpıda çözen bir temel önermedir.
Bu yaklaşımın buraya kadar ele aldığımız döneme ilişkin
sorunları asıl çözdüğünü görelim.
Örneğin 70.000 yıl öncesine kadar “taş balta” denen aletin
neden neredeyse hiç değişmeden kalması nasıl açıklanabilir?
Öncelikle el baltası ve sopanın hangi türden, hangi
kategoriden şeyler olduğuna bakalım.
El baltası ve sopa birer “üretim aracı”, birer “alet”
değildir. Çünkü henüz toplum yoktur. Nesneler ancak bir toplumsal ilişki olarak
toplumsal kategorilerle tanımlanabilirler. Taş kendi başına taştır. O ancak bir
toplum ortaya çıkıp, bir üretimde kullanıldığında bir alet olabilir, onu
kullanmak emek harcamak olabilir. Toplum yoksa, nesneleri değiştirmek veya
tüketmek biyolojik süreçlerdir. Arılar üretim yapmazlar. Arıların balını çalan
ayılar da üretim yapmazlar, çünkü üretim sosyolojik bir kategoridir. Bu nedenle
arıların “ürettiği” balı çalan veya alan köylü üretim yapar.
Toplum yoksa ve bir canlı, örneğin homo sapiens ya da
Erectus, el baltasını kullanıyorsa yaşayabilmek için, el baltası bir alet değil, bir organdır. Yani toplumsal değil,
biyolojik bir kategorilerle ele alınması gereken bir nesnedir.
El baltaları, milyonlarca yıl boyunca, “üretim aracı” veya “alet”
olsalar, biyolojik değil, toplumsal değişimlere yol açmaları gerekirdi.
Çünkü toplum, üretim araçlarını, aletlerini, diğer bir
deyişle üretici güçlerini değiştirerek, kendi örgütlenmesini değiştiren bir var
oluş ve hareket biçimidir. Araçlar, aletler değiştiğinde biyolojik değil,
sosyolojik değişiklikler olur.
Organlar değiştiğinde biyolojik değişiklikler olur.
El baltası da bir organdır çünkü biyolojik değişikliklere
yol açmıştır.
Kimi cansız nesneleri bir organ olarak, yani organizmanın
var oluş ve kedini sürdürmesinin bir aracı olarak kullanmak sadece insan türüne
özgü de değildir.
Örneğin, bazı kuşların yavruları için yuva yapması cansız
nesneleri bir organ gibi (örneğin kangurunun kesesi gibi) kullanmasından başka
bir şey değildir. Kuş yuvaları cansız organlardır.
Ahtapotların kovukları, küpleri, konserve kutularını bir
sığınak ve yuva olarak kullanması cansız bir nesneyi tıpkı kaplumbağanın kabuğu
gibi, bir organ olarak kullanmasıdır.
Ayrıca nesneleri olduğu gibi almak ve kullanmaktan öte, ona
şekil vererek veya kimyasal olarak değiştirerek onu kullanmak da görülür
doğada. Örneğin karınca yuvaları, arı petekleri hep birer organdırlar, cansız
organlardır.
Organların ille maddi olması de gerekmez, sürüler de bir
organdırlar
İnsan türünün de bir taşın bir tarafını kırarak el baltası
yapması veya bir dalı kırarak sopayı bir korunma ve yiyecek temini aracı olarak
kullanması cansız bir nesneyi değiştirerek bir organ olarak kullanmaktan başka
bir şey değildir.
Biyolojik ve toplumsal varoluş ve hareketin bu tamamen
farklı mahiyetinin görülmemesi ve kabul edilmemesi, Harari’de (ve bütün
sosyoloji ve antropolojilerde) el baltasını bir araç olarak tanımlama ve
görmeye yol açıyor. Örneğin:
“Alet üretimine
ilişkin ilk kanıtlar 2,5 milyon yıl öncesine aittir ve alet üretimi ve
kullanımı, arkeologların eski insanların varlığını tanımalarındaki temel
ölçüleridir.”
“İlk taş aletlerin en
önemli kullanım alanlarından biri kemikleri kırarak kemik iliğini almaktı.”
Doğru ifade ise şöyle olabilirdi ve olmalıdır: “(taş bata ve sopaları) cansız organlar,
organizmanın işlevsel bir uzantısı olarak kullanmaya dair ilk veriler 2,5
milyon yıl öncesine aittir.”
Bu basit bir adlandırma sorunu değildir. Biyolojik bir süreç
mi, biyolojik kavram ve kategorilerle ele alınması gereken bir süreç mi, sosyolojik
bir süreç mi, sosyolojik kategorilerle ele alınması gereken bir süreç mi karşı
karşıya olduğumuz sorunudur.
Ve bu basit bir adlandırma sorunu gibi görülen olgunun hangi
bilimin kavramlarıyla ele alınacağı sorunu, bizim kolayca 2,5 miyon yıl boyunca
son 70.000 yıl öncesine kadar, el baltasının neden neredeyse hiç gelişmemiş denecek
kadar can sıkıcı biçimde değiştiğini de açıklamamızı da sağlar.
Taş el baltası bir organ olduğu için, kullanımı toplumsal
değil biyolojik değişimlerin ritmine bağlı olduğu içindir. Biyolojide değişimler
yüz binlerce milyonlarca yılda olur. Taş balta bir yandan insan türlerini
değiştirmiş, örneğin elin yapısını kendisini daha iyi kavrayacak ve kullanacak
şekilde değiştirmiş, ve bu değişimin sonucu kendi de biçiminde bu biyolojik
değişime bağlı değişimler geçirmiştir.
Yani el baltası, elin değişimine, biyolojik değişimlere bağlı
olduğu için, bir organ olduğu için, biyolojik kategorilerle ele alınması
gereken bir nesne olduğu için en az iki milyon yıl boyunca neredeyse hiç
değişmemiştir.
(Bu vesileyle, eğer yazıyı
okuyacak bir antropolog ve bilgisayar programcısı varsa onlara bir ipucu da
verebiliriz. El baltası bir organ olduğundan biyolojik değişikliklere yol
açmıştır. Ama bu biyolojik değişiklikler de örneğin baş parmağın değişimi vs. el
baltasının biçiminde elin yeni biçimi tarafından daha kullanılmaya uygun kılan
değişikliklere yol açmış olmalıdır. Bu bağıntıdan hareketle, belli insan
türleri ve onlarla birlikte bulunan el baltalarının bu ilişkisinden hareketle
modellemeler yapılıp, bulunan el baltalarının hangi elin, dolayısıyla insan
türünün yapısına daha uygun olduğu anlaşılabilir. Tabii bütün organlar da
birbirine bağlı olduğundan öyle eli olan insan türünün diğer özellikleri de
aşağı yukarı çıkarılabilir. Ve bunlar
visüel hale getirilebilir. Böylece bulunan taş el baltalarını kullanan insan
türlerinin nasıl şeyler olduğu aşağı yukarı yeniden vizüel olarak
canlandırılabilir. Hatta bu iş derin öğrenme, örüntü tanıma ile yapay zekalara
bırakılabilir ve bu işi bugün onlar otomatik olarak yapabilir. Sadece yapılması
gereken bütün müzelerdeki taşların ve insan türlerinin modellerinin dijitalize
edilmesidir.)
Cansız nesneleri gerek olduğu gibi, gerek değiştirerek
kullanmanın insan türünün ayırıcı bir özelliği olmadığını, canlılarda sık
görülen bir olgu olduğunu belirtmiştik.
Ama insan türünü eşsiz yapan, el baltası ve sopa gibi cansız
organlar aracılığıyla ateşi de bir organ olarak kullanmasıdır. Ateş’in bir
organ olarak kullanılması insan türünün başlaması olarak kabul edilebilir.
Ateş canlı gibi bir organdır, bakılmazsa ölür (söner) veya öldürür (yangın çıkarabilir). Ve öyle bir
canlı ve cansız bir organdır ki, dier bütün organları diğer hiçbir canlıda
olmadığı biçimde değiştirir. Böylece insan türünü ortaya çıkarır.
Birincisi, koruma sağlar. Dokunulmazlık sağlar.
İkincisi tüm iklimlerde, dolayısıyla tropik Afrika dışında
yaşama olanağı sağlar.
Üçüncüsü, yiyeceklerin hazmını kolaylaştırarak, enerjisini
yükselterek, yiyecek paketini genişleterek, sterilize ederek hem yeni enerji
kaynakları hem de bu enerjiyi daha efektif olarak kullanma dolayısıyla hazım
organlarını küçültme ve beyni büyütme olanağı sağlar.
Hem ateşin kontrol edilmesinin iş birliğini gerektirmesi ve
bunun da beynin büyümesine yol açması, hem de bu büyümenin erken doğuma
(normalde insanın 18 aylık doğması gerekirdi havsaladan geçmek için erken doğum
gelişmiştir) bu da yine sürü içinde ilişkilerin gelişmesine ve iş birliğine
zorlaması gibi nedenlerle, iş birliğini, dolayısıyla komünikasyonu ve
haberleşmeyi zorlayan bir seleksiyon baskısı yaratır. Yani dilen gelişmesi için
hem enerji sağlayarak, hem de iş birliği, haberleşme zorunluluklarını artırarak
bir seleksiyon baskısı yaratır. Yani insan olma sürecinde hızlı bir evrimi
tetikler.
Tabii bütün bunların sonucu olarak, dilin, öğrenme ve öğretmenin,
dolasıyla kültür denen, yani genlerle değil, öğrenerek aktarılan ve edinilen
bir organın, (bu da manevi bir organdır tıpkı dil gibi) da iyice gelişimin
sağlar.
Kültürün değişimi bir organın değişimidir. Dilin değişimi ve
gelişimi bir organın değişimidir. Bunlar özünde biyolojik süreçlerdir.
O halde, el baltası, sopa, ateş, kültür, dil, sürü kavramlarını
ele alırsak, bunların hepsi maddi veya manevi organlardır.
Yani el baltası, ateş ve sopa üretim araçları, aletler değildir;
sürü, iş birliği, dil ve kültür de sosyoloik olarak bugün kullandığımız anlamda
toplumun üstyapısına ilişkin olgular değildir. Bunların hepsi biyolojik kategorilerdir
özetle organlardır. Bir canlı türünün yapısını ve özelliklerini tanımlarlar bir
toplumun yapısını ve özelliklerini değil.
Bütün bunlar bir arada ve biyolojik organizmasıya karşılıklı
etki tepki ilişkileri içinde Homo Sapiens ve Neandertal türünü birbirinden
bağımsızca rtaya çıkarmışlardır. Bu canlı türleri bu gelişmenin tepe noktasıydı.
Ortaya çıkanlar biyolojik olarak bizimle hiçbir farkı
olmayan canlılardı. Yavruyken alınıp bizim toplumumuzda büyüseler bizlerden hiçbir
farkı olmazdı. Hatta Neandertallerin daha zeki olması olasılığı da büyüktür. Soğuk
bir iklimde evrim onları daha zeki olmaya zorlamış da olabilir.
Ancak iş birliğinin, dilen, kültürün varlığı toplumun ortaya
çıktığı anlamına gelmez.
Pek ala biyolojik olarak bizden hiç farkı olmayan, gelişmiş
bir dili, kültürü ve karmaşık sosyal ilişkileri olan ama buna rağmen henüz sürü
halinde yaşayan, topluma geçememiş Homo Spiens’ler olabilir. Zaten 70.000 yıl
öncesine kadar tam da böyle olmuştu.
Toplumun ortaya çıkışı, tıpkı karmaşık moleküllerin,
kristallerin epey organize olmalarına rağmen henüz canlı olmamaları gibi, ancak
kendini üreten moleküller ortaya çıktığında bir nitelik değişimi, yepyeni bir
hareket biçiminin ortaya çıkması gibi, bir nitelik değişimidir.
Toplum ortaya çıktığında artık biyolojik kategorilerle ele
alınamayacak ve açıklanamayacak bambaşka bir hareket biçimi ortaya çıkar.
Bu nedenle, Toplumun yasalarını anlamak için biyolojinin
kategorilerini ve yasalarını bilmek gerekmez. Biyoloji yasalarını anlamak için
fiziğin kategorilerini bilmek gerekmez.
Yani atomlar, moleküller vs. bilinmeden de pek ala
canlıların evrimi açıklayan yasalar formüle edilebilir ve edilmiştir de. Darwin
veya Mendel, biyolojik evrime ilişkin yasaları formüle ettiklerinde atomlardan
ve moleküllerden bihaberdiler buna rağmen bu yasaları bulabiliyorlardı.
Toplum da öyledir, biyolojik yasalar bilinmeden,
sosyolojinin yasaları formüle edilebilir ve de edilmiştir de. Marks ve Engels,
onlardan önce İbni Haldun, toplumun yasalarını formüle ettiklerinde Darwin’in sonradan
bulacağı yasalardan bihaberdiler.
Biyoloji nasıl atom ve molekül gibi kavramlara gerek duymaz
ise, toplum da insan kavramına gerek duymaz. Toplumun tarihini insan türünün
tarihi olarak anlatmanın kendisi (Harari’nin yaptığı), toplumun tarihini
biyolojik yasalara indirgemek anlamına gelir.
Bütün burjuva sosyolojilerinin, antropolojilerin vs. yaptığı
temel hata budur. Bütün tarihi, toplumun tarihini, yani toplumsal varoluş ve
hareketi, insan türünün değişimi ve tarihi olarak ele alırlar.
İnsan biyolojik bir kategoridir. İnsan kategorisiyle
toplumun tarihi açıklanamaz. Türlerin ortaya çıkıyı moleküllerin hareketleriyle
açıklanamaz.
(Sosyolojik bir kategori olarak insan başkadır, biyolojik
bir kategori olarak insan başkadır. Sosyolojik bir kategori olarak insan,
ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddedendir. Bu anlamda dünyada insan
yoktur henüz. Türkler, Araplar., Kürtler vardır. Bir Türk, bir Arap, bir Kürt
biyolojik bir kategori olarak elbette insan türündendirler, ama sosyolojik
olarak hem Türk ve anı zamanda hem de İnsan olunamaz. Hem ulusal olanın, yani politik
olanın Türklükle tanımlanmasını savunmak, hem de politik olanın ulusal olanla
çakışmasını reddetmek mümkün değildir.)
Toplum da bir canlı türüdür, tıpkı canlının da bir karmaşık
molekül olması gibi.
Ama toplum artık, organlarını değiştirerek biyolojisini
değil, aletlerini, araçlarını değiştirerek toplumsal örgütlenmesini değiştiren
bir canlı türüdür.
Dolayısıyla bir toplumu oluşturan insanlar artık bağımsız
bir canlı türü değildirler. Ve tam da bu nedenle artık birer canlı olarak
evrimleri bile biyolojik değil, toplumsal süreçlere tabi olarak işlerler. Bu
anlamda, toplum denen canlı türü ortaya çıktıktan sonra onu oluşturan insanlar
artık kelimenin gerçek anlamıyla insan türüne dahil değildirler. Çünkü toplumun
kendisi bir tek canlı gibidir. Ama artık biyolojik yasalara göre değişmeyen, biyolojik
kategorilerle açıklanamayacak ve anlaşılamayacak bir canlı.
Toplum ortaya çıktığı anda, organlar birer üretim aracına
dönüşürler.
Toplum ortaya çıktığı anda, el baltası Homo Ssapiens’in bir
cansız organı olmaktan çıkar toplumun bir üretim aracı olur.
Toplum ortaya çıktığı anda, dil ve kültür (öğrenme yeteneği) sürünün bir manevi aracı olmaktan
çıkar, toplumun ilişkilerinin (üstyapı) bir biçimi ve aracı haline dönüşür.
Artık dil ve kültür, üretim araçlarındaki gelişime bağlı olarak değişmeye ve
kendi değişimleriyle üretim araçlarının değişimini etkilemeye başlarlar.
İşte 70.000 yıl önce olan tam da Toplum denen bu yeni
hareket bve varoluş biçiminin, veya toplum denen yeni bir canlı türünün ortaya
çıkışıdır. Bu beyinde bir mutasyon değil, sürünün ilişkilerinde bir nitelik
değişimi idi.
70.000 yıl önce olan, ne Toba volkanının patlaması, ne de
beynin içindeki bir mutasyondu. 70.000 yıl önce ilk kez, tam olarak nasıl
olduğunu bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz tarzda yeni bir canlı türü ortaya
çıkmıştır: Toplum
Bu canlı türünü, toplumu sürüden ayıran, parçanın bütüne
tabi olduğu, sınırları ve ilişkileri tanımlanmış bir organizma olmasıydı. İşin
sırrı sürü ile toplum arasındaki temel farktadır.
Sürü ile toplum arasında çok temel bir fak vardır. Sürüde
hiçbir zaman parça bütüne tabi değildir. Kendini bütün için feda etme, canlılar
aleminde elbet bir çok kez bulunmuştur. Bütün çok hücreli canlılar böyledir.
Karıncalar, termitler, arılar böyledir ama bütün bunlarda bütün aslında yeni
bir organizmadır. Parça o organizmanın bir organıdır. Kendisi onun dışında ve
ondan bağımsızca var olamaz ve üreyemez. Bu tür bir parçanın bütüne tabi oluşu
ise, biyolojik bir işbölümünün iyice derinleşmesiyle ortaya çıkar. İşbölümünü
yapan sürü üyeleri zamanla yeni bir canlının organlarına dönüşürler.
Memelilerde ve kuşlarda yavruların korunması için annelerin
kendini fedası vardır ama bu da türün devamını sağlayan biyolojik ve içgüdüsel bir
özelliktir.
Toplumu bir sürüden ayıran en esaslı fark, hiçbir biyolojik
işbölümü zorlaması dolayısıyla organa dönüşme olmadan, parçanın bütüne tabi
olduğu bir birlik olmasıdır.
Bu ise ne biyolojik bir seleksiyon baskısının, ne işbölümünün
baskısının olmadığı durumda nasıl olabilir?
Bunun olasının tek yolu yasak
ve yaptırımdır.
Çünkü her canlı, önce kendi varlığını savunma iç güdüsüyle
doludur. Bunun baskı altına alınıp, bütün için kendini fedanın ortaya çıkması
için, bir yasak, kural ve yaptırım gerekir.
Dilin, kültürün, öğrenmenin, dayanışmanın, iş birliğinin
olması bunun ön koşuludur ama kendisi değildir. Normal bir sürüde dayanışma ve
iş birliği gönüllülüğe ve karşılıkla çıkara dayanır, parçanın bütüne tabi
olması henüz yoktur burada. Maymunlar birbirinin bitini kırarak pek ala
dayanışmayı geliştirmektedirler ama kesin olarak alturizmin olmadığı
kanıtlanmıştır.
Alturizmi zorlayacak bir biyolojik baskı da yoksa arılar ve
karıncalarda olduğu gibi bunun ortaya çıkışının tek yolu, böyle bir kural
koymanın dolasıyla bir yaptırımın ortaya çıkması olmalıdır.
Yasak, kural ve yaptırım (kutsallık) ortaya çıktığı anda
parçanın bütüne tabi olduğu toplum denen yepyeni bir canlı türü ortaya çıkar.
Artık bu canlı türü, organlarını değiştirerek türünü
değiştirmez, üretim araçlarını değiştirerek ilişkilerini ve örgütlenmesini
değiştirir. İlişkilerini ve örgütlenmesini değiştirerek de araçlarını
değiştirir.
El baltasının 70.000 yıl öncesinden sonra adeta patlarcasına
değişmesinin, birbiri peşisıra saplı baltaya dönüşmesi, ok ve yayın ortaya
çıkması vs. onun biyolojik bir organ olmaktan çıktıktan sonra toplumsal
hareketin yasalarının etkisiyle hızla değişmeye başlamasıyla ilgilidir.
3,5 milyon yıl neredeyse değişmeyen el baltası bir üretim
aracı olduğunda hızla değişmeye başlar.
Artık toplum yepyeni bir canlı türüdür. Toplumu oluşturan
homo spiensler artık kelimenin gerçek anlamında bir canlı türü değildirler.
Çünkü onlar, tıpkı arılar ya da karıncalar gibi, toplum dışında var olup yaşayamazlar ve
kendilerini sürdüremezler. Toplumdan dışlanma fiilen ölümdür. Bu nedenle
tolumun insan kavramına ihtiyacı yoktur. Toplumu homo sapiensten hareketle
değil, homo sapiensleri toplumdan harekete anlayabiliriz. Bütün burjuva
sosyolojilerinin, bütün antropolojilerin ve de Hararilerin temel yanlışı budur.
Böylece diğer insan türlerinin ve diğer homo sapiens popülasyonlarının
neden yok olduğunu, 70.000 yıldan beri neden ilk kez sanat eserleri vs. olduğunu,
neden hepimizin aynı mitokondriyal Havva’nın torunları olduğumuzu
anlayabiliyoruz.
Toplumun otaya çıkışı Toba volkanının patlamasından veya Harari’nin
beyninin içinde bir yerlerde bir mutasyon olmasından çık daha büyük ve sarsıcı
bir değişiklik, bir nitelik sıçraması, bir devrimdir.
Muhtemelen bu çıkışı yapan, bu değişimi sağlayan, bu ilk
kuralı ve yasakları ve yaptırımları koyandır mitokondriyal Havva. Bu devrim,
genlerimize kazınmıştır. Böyle bir devasa devrim hiçbir iz bırakmadan yok
olamazdı.
Toplum parçanın bütüne tabi olması ile birden bire devasa ve
yepyeni bir organizma olarak ortaya çıkar. Bir cebirsel birlik olmanın ona
kazandırdığı güç insanın zihninde bir ruh olarak yansır.
Ruh dediğimiz şey özünde tolumun ortaya çıkardığı güçtür.
Tanrılar, totemler hep o toplumu temsil ederler. Bunlar
biyolojik süreçlerin dğeil, sosyolojik süreçlerin ürünü olarak ortaya çıkarlar
ve sosyolojik olarak tanımlanmaları gerektirir.
BuToplum7un ortaya çıkışı, örneğin Homo Sapiens’in ilk
karşılaştığında neden Neandertalleri yok edemediğini hatta kendisinin geri çekildiğini
de açıklar.
Neandertaller ile ilk karşılaşanlar gerçekten Homo Sapienslerdi.
Ama ikinci karşılaşanlar 70.000 yıl önce ortaya çıkmış biyolojik olarak sapienslerden
oluşan Toplumdu. Toplum karşısında Neandertal’inin bir şansı olamazdı. Hiçbir
insan türünün, hatta bütün diğer homo Sapiens popülesyonlarının da hiçbir yansı
yoktu. Çünkü onların hepsi karmaşık ilişkileri, gelişmiş dilleri ve kültürleri
de olsa, sürüler halinde yaşıyorlardı. Yasak ve yaptırımı, parçanın bütüne tabi
olmasını keşfetmemişlerdi. Onları yok eden Homo Sapiens değil, toplumdu. Bu nedenle
yer yüzünde tek bir türden oluşan tek tür insandır.
Toplum ortaya çıktığı anda ya onlarla aynı nişi paylaştığı için,
ya onlara alan bırakmadığı için veya onları birer av hayvanı olarak avlayarak
tümünü yok etmiştir. İlk yok etmeye başladıkları da aslında diğer Homo Sapiens
popülasyonlarıydı.
Toplum sadece başka insan türlerini ve homo sapiens popülasyonlarını
yok etmedi. Onların konuştuğu dilleri, kültürleri de onlarla birlikte yok etti.
Dil bilimci Noam Chomsky’nin yeryüzündeki bütün dilleri aynı
dilen lehçeleri gibi görüp tanımlamasının bir nedeni bu olabilir. Muhtemelen başka
insan türleri ve diğer sapiens popülasyonlarının çok farklı yapıları olan,
zaman içinde farklılaşmış dilleri olabilirdi. Bütün bunlar yok olduğundan,
bugün var olan diller özünde hep bu birkaç yüz kişilik popülasyonun dilinden
türediğinden diller bu nedenle aynı dilin çeşitli lehçeleri gibidirler
yapılarının en derinine indiğimizde.
Bir sonraki yazıda, dinler, tanrılar, uygarlık gibi toplumun
tarihine ilişkin olgularda Harari’yi ele alalım.
3 Ocak 2018 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder