Marksizm, maddi ya da manevi, herhangi bir nesnenin,
sosyolojik olarak toplumsal bir ilişki
olduğundan ve öyle ele alınması gerektiğinden söz eder.
Bu hayati önemde bir önermedir. Tarih ve toplum üstü bir insan özü olmadığı (örneğin “insanoğlu özünde bencil bir yaratıktır gibi saçmalıklar ve bunları eskiden öğrendiklerini unutup Marksist bir önermeymiş gibi söyleyenler göz önüne getirilsin.) önermesi de aslında bu önermenin bir mantık sonucundan başka bir şey değildir.
Bu hayati önemde bir önermedir. Tarih ve toplum üstü bir insan özü olmadığı (örneğin “insanoğlu özünde bencil bir yaratıktır gibi saçmalıklar ve bunları eskiden öğrendiklerini unutup Marksist bir önermeymiş gibi söyleyenler göz önüne getirilsin.) önermesi de aslında bu önermenin bir mantık sonucundan başka bir şey değildir.
Bu ne demektir?
Örneğin bir traktörü ele alalım.
Traktör, örneğin kapitalist bir toplumda sosyolojik olarak
bir üretim
aracı; ama ekonomi politik
olarak aynı zamanda bir sabit sermaye olabilir.
Ya da eski bir traktör, eritilmeyi bekleyen bir maden
filizi, bir tüvenan işlevi görebilir ve bu sefer işlenecek ham madde olarak yine sabit
sermaye işlevi görebilir.
Kapitalist olmayan, kullanım
değerleri üreten bir toplumda, örneğin diyelim ki planlı üretim yapan
sosyalist bir toplumda, aynı traktör sabit sermaye olma özelliğini yitirir
sadece bir üretim aracı olur.
Çünkü artık bir alışveriş nesnesi olmaktan, bir meta olmaktan çıkmıştır.
Aynı traktör, traktörü kullanacak bilgisi, olanağı veya
böyle bir ihtiyacı olmayan bir toplumda, hiçbir kullanım değeri olmayan,
üzerine kuşların pislediği bir demir yığını bir çöp veya doğa ve doğanın
bir parçası olabilir.
Ya da örneğin traktörle ilk kez karşılaşan, onun çıkardığı
seslerden korkan, medeniyetle hiçbir ilişkisi olmamış “ilkel” bir kabilede, “Tanrılar çıldırmış olmalı” filmindekini
andırır bir biçimde, bir tanrı veya totem olabilir.
Nesne olarak traktör hep aynı traktördür, ama farklı
toplumsal ilişkilerde o çok farklı bir kavramla anlaşılabilecek bir şeye, yani
başka bir toplumsal ilişkiye dönüşür, daha doğrusu o toplumsal ilişkinin
ifadesi olur.
Dönüşen nesnenin kendisi değil, içinde bulunduğu toplumsal
ilişkiler ve o ilişkilerdeki yeri ve anlamıdır.
Öte yandan o şey, toplumsal ilişkilerin dışında da var
olmaya devam eder.
Bu biçimde o aynı traktör fiziğin, biyolojinin, kimyanın
konusu olabilir.
Örneğin traktörümüz, ağırlığı, hacmi, hızı ile fiziğin;
yaktığı benzin ile kimyanın konusu olabilir.
Şimdi traktör örneğimizden, taş balta, sopa, ateş gibi,
farklı anlamları daha iyi görülebilecek başka nesnelere geçerek konuyu daha
somutlamaya çalışalım. Ve böylece insan oluş sürecinin ele alınırken
kavramların karıştırılmasını görelim.
Çünkü geçen yazıda Engels’in yazısına atfen, maymunun insan
oluş sürecinde emeğin rolü olmadığını
söyleyen yazımıza itiraz edenlerin bu en temel sorunları anlamayıp, en temel
kategorileri karıştırdığını gördük. Ateş, Taş balta ve odunun bu süreçte ne
olduğunu anlamak için bu hayati önemdedir.
Öte yandan, bu kavramlar ve konular anlaşılamazsa,
robotları, yaklaşan devrimi anlamamız, onu ne gibi kavram ve kategorilerle ele
almamız gerektiği de anlaşılamaz.
*
Sopa, taş balta ya da ateş
Bir toplumda bir üretim aracı işlevi
görebilir.
Zaten böyle bir işlev görüyorsa, ateş ya da taş baltanın
elde edilmesi, kullanılması alanındaki değişiklikler, üretici güçlerde, dolayısıyla üretim
ilişkilerinde, dolayısıyla da toplumun üst
yapısında, hasılı tümüyle toplum
biçimlerinde değişikliklere yol açar.
Ancak ortada taş balta ve ateşi kullanabilecek canlılar (insan türleri) varsa ama toplum yoksa ne olur?
İşte o zaman ateş ve taş balta bir üretim aracı olamazlar, çünkü üretim
ancak toplumun olduğu yerde var olur.
Üretim sosyolojik bir
kavramdır. Arılar üretmez. Ama örneğin, arıların oluşturduğu balı arılardan
“çalan” köylü bu eylemiyle bir üretim
yapmış olur.
Peki bu durumda atş balta, sopa veya ateşi nasım tanımlamak
gerekir. Onlar ne türden bir kategoriye girerler?
Toplumun olmadığı koşullarda, bir canlı türünün bu nesneleri
kullanması, onların sosyolojik kategorilerle ele alınamayacağı anlamına gelir.
Onlar artık sosyolojik değil, biyolojik kategorilerle tanımlanmalıdırlar.
Onlar birer cansız organdırlar; üretim aracı değildirler.
Çünkü onlar artık toplumda değil, organizmada, onu kullanan
canlı türünde değişikliklere yol açarlar. Onlar bu durumda toplum biçimlerini değil, canlı türlerini değiştirirler.
Tüm tarihsel veriler de bunu doğrulamaktadır.
Ancak bu ayrımın yapılamaması bütün sosyoloji,
antropolojinin olguları açıklamaya çalışırken çelişkiler içinde kalmalarına;
hatta Kıvılcımlı, Engels gibi bu konularda kafa yormuş Marksistlerin bile
yollarını kaybetmelerine yol açmıştır ve açmaktadır.
*
İnsansı maymunlar ağaçlarda edindikleri kavrama yeteneği, şeker
oranı, yani kalorisi yüksek meyvelerle beslenmeleri beyne daha çok kalori
aktarabilmeleri ve sosyal hayvanlar olmaları nedeniyle nispeten gelişmiş bir
beyinleri (zekaları) olması sayesinde, sopa veya taş baltayı organlaştırma,
organizmasının bir uzantısı olarak kullanma olanağı elde etmiştir.
Ve tam da yine bu cansız organlar sayesinde, Ateşi de
kontrol altına alma, onu da bir organ olarak kullanma olanağı elde etmiştir.
Tabii cansız da olsa birer organ oldukları için,
organizmanın diğer organlarının değişimini tetiklemiş ve kendileriyle uyumlu
olmaya zorlamışlardır.
İnsan türünün evrimi zaten ancak taş balta, sopa ve ateş
denen cansız organların diğer organlar üzerindeki etkileriyle açıklanabilir.
Örneğin başparmak diğer parmakları karşılayacak şekilde
dönmüş ve bir ağacın dalını kavrama ve vücudunu taşıma organından bir taşı veya
sopayı daha iyi kavrama organına dönüşmüştür. Eller taş balta ve sopanın
gerektirdiği yeni işlevine (fizyoloji) uygun bir yapı (anatomi) edinmiştir.
Yani taş balta ve ateşi daha efektif kullanmaya yarayan
biyolojik değişiklikler, mutasyonlar kalıcı olmuştur ve eşsiz bir canlı türü
olan İnsan (homo) türü böyle ortaya
çıkabilmiş ve evrim geçirmiştir.
*
Dikkat edilirse burada henüz
toplumun olmadığı ama insan türlerinin olduğu, yani taş balta, sopa, ateşi
bir organ olarak kullanan canlı türlerinin olduğu bir dönemden söz ediyoruz.
Yani İnsan ve Toplumu farklı canlı
türleri olarak ele alıyoruz.
Halbuki, gerek Engels ve Kıvılcımlı gibi bu konuyla
ilgilenmiş büyük Marksistler olsun; gerek burjuva sosyolojileri olsun, gerek
bir tür Amerikan Sosyolojisi denebilecek, antropoloji veya sosyal antropoloji
olsun, toplum ve insanın farklı canlı türleri olduğuna dair bir ayrımdan
yoksundurlar. Toplum ve insanın ortaya çıkışını ve evrimini özdeş veya birlikte
yürüyen bir süreç olarak ele alırlar.
Öte yandan Toplum’un ne olduğu da bilimsel olarak
tanımlanmış değildir.
Marksizm toplumun bu ayrımın farkındadır ama hala toplumu,
Aydınlanma’nın, Rousseau’ların etkisiyle ve bir kalıntı olarak, insanlar arası bir ilişki olarak
tanımlama eğilimindedir.
Toplum insanlar arası bir ilişki olarak tanımlanamaz. Böyle
tanımlamak totoloji yapmaktan öteye gitmez.
Bir canlı türü olarak insanlar arası ilişki, bir sürünün
ilişkisi de olabilir. Çok karmaşık da olsa örgütlenmiş bir Sürü ile Toplum aynı şey değildirler. Toplum sürünün daha büyüğü
veya karmaşığı değildir. Farkları nicel bir fark değildir.
Sürüler sosyal organlardır. Biyolojik evrimin yasalarına
bağlıdırlar. O canlı türüne bir avantaj sağlayıp sağlamamalarıyla ilgilidirler.
Çünkü, fFarklılıkları ve değişimleriyle türlerin değişimine yol açarlar.
Ama Toplum, yeni ve farklı bir canlı türüdür.
Sürüler, basit matematiğin kurallarıyla işlerler; bütün
kendini oluşturan parçaların toplamından daha fazladır. Sürüde henüz parça bütüne tabi değildir ve yaptırım yoktur; yasak yoktur bir
sürüde.
Toplum ise parçanın bütüne tabi olduğu, eksinin eksiyle
çarpımının artı sonuç verdiği, yaptırımı ve yasağı olan bir ilişkidir.
Parçanın bütüne tabi olduğu ilişkileri doğa birçok kez
birbirinden bağımsızca bulmuştur.
Ama bütün bunlar hep yine biyolojik yasalara göre evrimleşen
başka canlıların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Toplum’da olduğu gibi yeni ve
bambaşka bir varoluş tarzı ve hareket biçimi ortaya çıkarmamıştır.
Örneğin çok hücreli bütün canlılar aslında bunun örneğidir. Bir
çokhücrelinin vücudundaki herhangi bir hücre artık bağımsız bir canlı veya
canlı türü değildir. Çünkü o kendi varlığını o parçası olduğu canlının dışında
sürdüremez ve üreyemez. Ama o çok hücreli canlının evrimi de yine biyolojik
yasalara tabidir ve var oluşu biyolojik bir varoluştur.
Aynı şekilde termitler, karıncalar, arılar gibi “sosyal”
böcekler veya çıplak köstebek gibi “sosyal” memeliler tıpkı birçok hücreli
canlılar gibi tek ve ayrı bir canlıdırlar.
Yani tek bir karınca veya arının insan vücudundaki bir
hücreden farkı yoktur. Bir karınca ya da arı, kendi başına varlığını sürdüremez
ve üreyemez. Karınca kolonisi tek bir canlıdır. Tek bir arı, bir bağımsız canlı
değildir, arı kolonisi tek bir canlıdır. Kelimenin gerçek anlamında arı diye
bir canlı yoktur, nasıl vücudumuzdaki hücre diye bir canlı yoksa.
Doğa uygun koşullar bulduğunda, yani
evrimde onun için bir avantaj sağladığında, cebirsel birliklerin, yani parçanın
bütüne tabi olduğu birliklerin, karşılıklı çıkara dayanan gönüllü birliklere
göre üstünlüğünü defalarca ve birbirinden bağımsızca keşfetmiştir.
Ama bütün bu keşiflerde şunu
görürüz, bu keşif aslında iş bölümünün sağladığı avantajlara bağlı olarak,
uzmanlaşma ve organlaşma ile gerçekleşir.
Bütün çok hücreli veya çok
canlılı türlerin kökeninde iş bölümünün kalıcılaşması ve hücrelerin veya
canlıların yeni canlı türünün organları haline gelmeleri söz konusudur.
Toplum da parçanın bütüne tabi
olması ile bu tür çok canlılı canlılara benzer.
Ama bütün diğerlerinden temel bir farkı da vardır. Bu parçanın
bütüne tabi olması işbölümünün sağladığı bir üstünlüğün kalıcılaşması ve yeni
bir canlı türünün organlarına dönüşmesi şeklinde olmamıştır. İşbölümünün
sağladığı avantajlarla, sürüyü oluşturan bireylerin organlara dönüşmesi söz
konusu değildir.
Sünüen yeni bir canlı türü olan Topluma geçiş hiçbir
işbölümü olmadan gerçekleşmiştir. Kastlar çok sonra, sosyolojik yasaların
sonucu olarak, Hindistan’da olduğu gibi çok sonra sosyolojik olgular olarak
ortaya çıkmışlardır.
.Biz bu geçişin ilk
yasak ve yaptırım ile yani topluluğun
(sürünün) sınırlarının ve ilişkilerinin düzenlenmesi ile gerçekleştiğini
düşünüyoruz.
Ancak yasak ve yaptırım ile parçanın bütüne tabi olduğu ama
iş bölümünün olmadığı yeni bir canlı türü, Toplum ortaya çıkabilirdi ve
çıkmıştır diyoruz.
VE tam da bu sayede, Toplum yeni bir canlı türüdür ama bu
canlı türü, aynı zamanda yeni bir hareket
ve varoluş biçiminin, yani sosyolojinin veya Marksizmin konusu olan varoluş
ve hareket biçiminin ortaya çıkmasıdır.
*
Canlı ve cansız arasındaki geçişi bir analoji olarak
kullanmak açıklayıcı olabilir.
Canlı, kendi benzerini sentezleyen ya da yaratan bir
karmaşık ve organik moleküldür, yani fiziksel bir varlık veya kimyasal bir
bileşimdir diyebiliriz. Toplum da üretim araçlarını değiştirerek örgütlenmesini
değiştiren bir canlı türü olarak tanımlanabilir. Yani Toplum’u da diğer
canlılardan ayırabilmek için onu biyolojik bir varlık olarak, yani bir canlı
türü olarak tanımlamamız, sonra onun
farkını belirtmemiz gerekir.
Canlıda, bu molekülü moleküllerden ayıran ayırıcı özelliği,
kendi benzerini yaratma veya sentezleme özelliğidir.
Ama bu noktada artık kimyasal ya da fiziksel olarak
tanımlanamayacak, yepyeni, biyolojik dediğimiz bir hareket ya da var oluş
biçimini ortaya çıkarır.
Benzer şekilde Toplum denen canlı türü de ortaya çıktığı
andan itibaren yepyeni bir varoluş ve hareket biçimini ortaya çıkarır. O andan
itibaren taş balta, ateş, sopa gibi nesneler, biyolojik evrimi tetikleyen ve
ona yön veren organlar olmaktan çıkar; toplum denen canlının hareketin belirleyen
yasalara bağlı nesnelere, yani üretim araçlarına, dolayısıyla toplumun biçimine
ve üstyapısına yön veren üretici güçlere dönüşürler. Artık biyolojik evrimin
araçları olmaktan çıkarlar, toplumsal evrimin araçları olurlar.
Milyonlarca yıl boyunca taş baltanın evriminin can sıkıcı
bir biçimde neredeyse aynı kalmasının nedeni budur.
Taş balta bir organdı,
bu organ elin kavrayışını değiştirdiği ölçüde kendisi de değişebilmişti. Bu
nedenle değişimi son derece yavaş ve can sıkıcıydı, çünkü biyolojinin yüzlerce,
binlerce kuşak gerektiren yasalarına tabi idi. Henüz ortada toplum ve daha
hızlı bir ritimle iş gören toplumsal yasalar ve evrim yoktu ve bir üretim aracı
olmamıştı.
Aynı nesnenin bir biyolojik organ ile bir üretim aracı
olması arasındaki farkın görülememesi ve bunun nasıl çelişkili açıklama
denemelerine yol açtığını, (ki bunun ardında da toplumun yeni ve farklı bir
canlı türü olduğunu görememek vardır) yeni kuşakların daha iyi bildiği Jared
Diamond’un Tüfek Mikrop ve Çelik
isimli eserinden bir örnekle görelim.
“Pek çok karikatürde
mağarada yaşayan, insansı maymuna benzeyen yaratıklar olarak gösterilmelerine
karşın Neanderthallerin bizimkinden biraz daha büyük beyinleri vardı. Bunlar
ayrıca ölülerini gömdüklerine, hastalarına baktıkIarına dair güçlü kanıtlar
bırakmış ilk insanlardı. Gelgelelim onların taştan yapılma el aletleri, çağdaş
Yeni Ginelilerin cilalı taştan yapılma, apaçık farklı işlevleri olan, henüz
genellikle çeşitli biçimlerde birörnek olarak üretilmeyen baltalarıyla
karşılaştırıldığında hala çok kabaydı.
Afrika'da
Neanderthaller ile aynı döneme ait olarak bulunmuş ve günümüze kadar ulaşmış
pek az sayıdaki iskelet parçası Afrikalıların iskeletlerinin
Neanderthallerinkinden çok bizim bugünkü iskeletimize benzediğini gösteriyor.
Doğu Asya'da daha az iskelet parçası bulunmuştur ama bunlar hem
Afrikalılarınkinden hem Neanderthallerinkinden farklı görünüyor. O zamanki
hayat tarzına gelince, elimizde en iyi korunmuş kanıt olarak taştan yapılma
nesnelerle Güney Afrika'daki yerleşim yerlerinde yemek için avlanmış hayvanlara
ait kemik yığınları var. 100.000 yıl öncesinin Afrikalılarının kendi çağdaşları
olan Neanderthallere göre iskeletleri daha modern ama onlar da Neanderthaller
gibi aslında birörnek bir biçimleri olmayan aynı kaba taş el aletleri üretiyorlardı.
Onlardan günümüze kalmış herhangi bir hüner yok. Yemek için avladıkları
hayvanların kemiklerine bakılırsa aman aman bir avcılık yeteneklerinin
olmadığı, öldürmesi kolay ve tehlikesiz hayvanları yeğledikleri söylenebilir.
Manda gibi, domuz gibi başka tehlikeli hayvanları öldürmeye başlamamışlardı
daha. Balık bile yakalayamıyorlardı: Hemen deniz kıyısında olan yerleşim
yerlerinde balık kemiğine, oltaya rastlanmadı. Hem onlar hem de onların çağdaşı
olan Neanderthaller henüz tam insan düzeyinde değillerdi.
İnsanlık tarihi bundan
yaklaşık 50.000 yıl önce, benim Büyük Sıçrama dediğim şeyle birlikte başladı.
Bu sıçramanın ilk kesin işaretini Doğu Afrika'da, birörnek taş el aletlerinin
ve günümüze kadar ulaşmış ilk süs eşyalarının (deniz kabuğu kolyelerin)
bulunduğu yerleşim yerinde görüyoruz. Benzer gelişmeler kısa süre sonra
Ortadoğu'da, Güneydoğu Avrupa'da, daha sonra (40.000 yıl kadar önce) Güneybatı
Avrupa'da meydana geldi, burada bulunan pek çok sayıdaki eşya, Cro-Magpon
olarak adlandırılan insanların tam anlamıyla bugünkü insanlarınkine benzeyen
iskeletleriyle ilişkilendirildi. Ondan sonra arkeolajik merkezlerde bize ulaşan
çöp yığınları hızla ilginçleşmeye başlıyor ve hem biyolojik, hem davranış
olarak çağdaş insanlarla ilgili şeyler karşısında bulunduğumuz konusunda
kuşkuya yer kalmıyor.”
Bir kere Diamond 50.000 yıl öncesine kadar, neredeyse iki
milyon yıl boyunca, taş baltanın değişmeden kaldığı olgusuna dikkati çekiyor.
Aynı şekilde 50.000 yıl öncesinde itibaren, “büyük sıçrama” dediği bir olgunun ortaya
çıktığına, taş baltanın hızla evrimleştiğine, kemikten yapılma nesnelere, hatta
“süs” olarak kullanılmak üzere delinmiş istiridyelerin vs. ortaya çıktığına
dikkati çekiyor.
(Olgular böyle ayrıntı düzeyinde biz buna şunu
ekleyebiliriz. 50.000 yıl olarak tarihlendirdiğini 70.000 veya 100.000 yıl
olarak tarihlendirebiliriz. Son veriler böyle. Yanlış hatırlamıyorsak kendisi
de başka bir eserinde bunu 70.000 yıla çekmişti.)
Bunlar olgular. Ama bu olguları açıklayacak kavramsal
araçların olmaması ne gibi sonuçlara yol açıyor bunu görelim.
Örneğin, aslında topluma ilişkin bazı özellikleri (ölüleri
gömme, hastalara bakma) Neandertal adama
mal ediyor. Halbuki, toplum ortaya çıkmadan bunlar olamazdı. Dolayısıyla,
tümden gelimle, buna delil sayılan bulguları veya böyle yorumlanmasını şüpheyle
karşılaması gerekirdi. (Son araştırmalar da Neandertallerin ölü gömme ve
hastalara bakma gibi bir durumlarının olmadığını, bizim tümden gelimle
olamayacağını söylediğimiz sonucu göstermiştir.)
Ayın temel metodolojik yanlış nedeniyle, 50.000 yıl önce
büyük patlamanın gerçekleşmesini biyolojik bir evrimle, insan türünün daha zeki
olmasıyla açıklamaya çalışıyor. Halbuki eğer öyle ise, Neandertal çok daha
eskiden bizlerden daha büyük bir beyne ulaşmıştı, neden o böyle bir sıçrama
yapamadı diye sorması gerekirdi.
Kaldı ki, yine bizzat kendisi bizlerden hiç farklı olmayan
Homo Sapiens’in iskeletlerinin Afrika’da 100.000 yıl öncesine gittiğini
yazıyor. (Kaldı ki son bulgularla bu 300.000 yıl öncesine gidiyor). Arada geçen
50.000 yılda (son bulgularla 250.000 yılda) biyolojik bir fark ortaya
çıkmadığına veya bu ölçüde büyük bir fark yaratacak ölçüde çıkamayacağına göre,
elli bin yıl önce ne oldu da bu “büyük
değişim” gerçekleşti? Bu değişimin organik değişmelerle açıklanamaması
gerekir.
Bunu açıklayamayınca önceki söyledikleriyle çelişme pahasına
(Neandertalin daha büyük beyni ve bizimle aynı 100.000 yıllık Homo Sapiens)
bunu biyolojik evrimle açıklamaya çalışıyor ve olgularla çelişiyor.
Jared Diamond toplumu kültüre indirgeyen ve kültürün
gelişimini de beynin büyüklüğüne yani zekaya bağlayan Amerikan Antropolojisinin
kavramlarıyla düşündüğünden, ortadaki verileri bilimsel ve tutarlı olarak
açıklayamıyor. (İlerde aynı ayrımı yapamamanın Kıvılcımlı ve Engels’te de
benzeri yanlışları tersinden yapmaya yol açtığını göreceğiz.)
Aynı yanlış yaklaşımlar bu aralar çok moda olan ve çok
satan, Yuval Noah Harari gibi popüler kitap yazarlarında da vardır.
Bir örnek, Toplum’un ortaya çıktığını kavrayamama:
“150 bin yıl önce Doğu Afrika'ya yerleşen Homo
sapiens'in sonradan dünyanın geri kalanına yayılıp, yaklaşık 70 bin yıl
önce de diğer insan türlerini ortadan kaldırmaya başladığını gördük. Aradaki
bin yıllar boyunca bu arkaik Sapiensler, aynen bizim gibi bir dış görünüşe ve
gelişmiş bir beyne sahip olsalar da diğer insan türlerine karşı belirgin bir
üstünlükleri yoktu. Ayrıca gelişmiş aletler yapmak gibi özel başarılar da
gösterememişlerdi.”
Ya da başka bir örnek, tarihi kültürün bir gelişimi olarak
açıklama:
“Kültürler ortaya çıktığından beri değişim ve
gelişimleri hiç durmamıştır ve "tarih" dediğimiz de bu durdurulamayan
değişimlerdir.”
*
Avrupa sosyolojisi ise, Toplum’u insanlar arası ilişki
olarak tanımlarlar. Bu ilişkinin ögül niteliğini görmek istemez. Aynı yanlışı
bayka, aydınlanma yadigarı kavramlarla yapar.
Toplum nedir diye sorar, inşalar arası ilişkidir diye
tanımlar. İnsan nedir diye sorar ve toplumsal bir yaratıktır diye tanımlar.
Bu tam bir totolojiden başka bir şey değildir. İnsanı toplumla,
toplumu insanla tanımlamak, bir şeyi kendi kendisiyle tanımlamaktan başka bir
anlama gelmez ve bir şeyi de kendi kendisiyle tanımlamak bir totolojidir.
Yukarıda toplumun bir canlı türü olarak diğer canlılarla
farkını ve parçanın bütüne tabi olduğu bir organizma olarak, diğer organizma ve
canlılarla farkını ele almıştık.
Burada tam bir geçiş momentindeyiz. Bir şeylerin, toplumsal
var oluşun ilk doğduğu andayız.
Yasak ve yaptırım nedir sosyolojik olarak?
Yasak ve yaptırımın toplumsal işlevi nedir. Bir toplumun
sınırlarını çizer ve ilişkilerini düzenler.
Peki bütün dinlerin yaptığı nedir?
Aynı şeydir: Sınırlarını çizmek ve ilişkilerini düzenlemek.
Ancak bu mekanizmayla parçanın bütüne tabi olduğu bir cebirsel birlik, eksinin
eksiyle çarpımının artı sonuç verdiği bir birlik kurulabilir.
Bu nedenle dinsiz hiçbir toplum yoktur.
Dinin analitik olarak üstyapı denen kavramla
karşıladığımızın ta kendisinden başka bir şey değildir nesnel işleviyle.
Bu doğum anında aslında çok ilginç bir sonuçla
karşılaşıyoruz.
Marksizme göre, altyapıdaki değişmeler üstyapıyı yani dini,
yani toplulukların sınırları ve ilişkilerindeki değişimleri belirler. Ve bu
sosyolojik bir yasadır.
Ama bu yasanın işlediği bir varoluşh, toplum denen canlı
türünün ortaya çıkabilmesi için öncelik, üstyapıdadır, dindedir. İlk kez din
ortaya çıkabilmiş, olmalıdır ki toplum ve dolasıyla bir altyapı da ortaya
çıkabilsin.
Ancak bu durumda sopa veya taş balta veya ateş bir organ olmaktan çıkıp bir üretim aracı, bir üretici güç işlevi görebilir.
Ama toplumun ortaya çıkışı için üstyapının, yani yasak ve
yaptırımlar önceliklidir. Bu öncelikle bir kere toplum ortaya çıktıktan sonra,
toplum elbette kendi biçimini üretim araçlarını değiştirerek değiştirir.
Bu durumda, eğer bugünkü dini Allah anlamında, insanı toplum
anlamında kullanma şeklindeki yaygın yanlışı yaparak, dinin toplumun
çıkışındaki önceliğini, İnsanı Allah yarattı diye ifade
edebiliriz.
*
Peki bu ne zaman gerçekleşti?
Biz bu muazzam sıçramanın aşağı yukarı 70.000 yıl önce
Afrika’nın güney tarafında gerçekleşmiş olabileceğini düşünüyoruz. (Güney batı
Afrika’da Kalahari çölünde yaşayan San halkının dili en eski dil örneğin. Bu da
bir ek delil olabilir.)
Bu büyük dönüşüm veya sıçramanın ardında biyolojik bir değişim
bulunmamaktadır. Bu muhtemelen, koşulların zorladığı, bizzat zayıflığın ortaya
çıkardığı bir ihtiyacın ürünü de olabilir büyük bir olasılıkla. Muhtemelen
Toplum denen canlı türünün yok ettiği Homo Sapiens, Neandertal, Denisova insan
türleri ve popülasyonları bu sıçrayışı yapan ilk popülasyondan belki de daha
zeki ve üstün idiler biyolojik olarak. Ve belki de tam bu üstünlükleri
nedeniyle de böyle bir sıçrama gereği ve baskısı duymadılar ve yapamadılar.)
Toplum denen canlı türünün 70.000 önce ortaya çıktığının en
büyük delili, 70.000 yıldır din veya sanat denebilecek nesnelerin varlığının
kanıtlarına rastlanmasıdır.
Ama daha büyük ve sağlam iki kanıt daha var.
Birinci kanıt, bugün yeryüzünde bir tek türden oluşan tek
canlı türünün Homo Sapiens olmasıdır.
Aslında bu ifade açıkladığımız bakış açısından yanlıştır ama
yanlışlığını bilerek kullanıyoruz. Toplum denen canlı türü, bütün Homo Sapiens,
Neandertal, Denisova, Florensis vs. gibi diğer insan türlerini, aynı nişi
paylaştığı ve onların yaşam koşullarını yok ettiği için veya bizzat bu insan
türlerini birer yiyecek olarak tükettiği için yok etmiş ve tek tür olarak
kalmıştır. Ama bu homo Sapiens dediğimiz tek tür aslında Toplum dediğimiz canlı
türünden başka bir şey değildir.
Aslında Toplum’un yok ettiği ilk insan türü büyük olasılıkla
Homo Sapiens’tir.
Neandertal, Florensis, Denisova gibi insan türlerini, büyük
olasılıkla, onların bulunduğu coğrafi koşullara toplumsal evrim sonunda onlara
denge sağlayabilecek düzeye geldikten sonra daha iyi uyum göstermiş olmaları
nedeniyle daha sonra yok edebilmiş olmalıdır.
İkinci ve en önemli kanıt.
Bugün yeryüzünde bulunan insanların hepsi 70.000 yıl önce
yaşamış bulunan fiktif bir Mitokondriyal Havva’dan gelmektedirler.
Yani toplum denen canlı türünün ortaya çıkışının başlangıç
noktası bütün diğer insan popülasyonlarını yok eden toplum denen canlı türüne
dönüşen ilk homo sapiens popülasyonu Mitokondriyal Havva’nın atası olduğu
popülasyondur.
Toplum denen yeni canlı türünü ortaya çıkaran, yani, yani
ilk yasağı ve yaptırımı koyan insanın Mitokondriyal Havva’nın bizzat kendisi
olduğunu bile düşünebiliriz.
Hatta bu anlamda, dini ilk keşfeden, yani ilk yasak ve
yaptırımı keşfeden hepimizin geldiği bu Mitokondriyal havva’nın ilk “peygamber”
olduğunu bile söyleyebiliriz.
*
Toplumsal hareket ve biyolojik hareket ayrımı yapılamaması,
bütün bu fenomenlerin, yani yeryüzünde tek türden oluşan tek canlının insan
(aslında toplum) olması; 70 bin yıl öncesinde aletlerdeki hızlı evrimin
başlaması, bütün insanların 70.000 yıl önceki birkaç yüz kişilik bir
popülasyondan gelmesi ve bunların shepsinin 70.000 yıl öncesinde çakışması
olgularını açıklamak mümkün olmaz.
Biz bu açıklamaya, ulusun ne olduğu, dinin ne olduğu gibi
sorulara cevap arar ve buna sosyolojik cevaplar bulmaya çalışırken bir yan ürün
ulaştık. Ama bu yan ürün sadece günümüzün sorunlarına programatik ve stratejik
cevaplar vermiyor en temel sorunlara da tümden gelim yoluyla yepyeni cevaplar
sunuyor ve yepyeni araştırma yolları açıyor.
Bu ortaya koyduğumuz kavram sistemiyle kolayca
açıklanabilecek olguya nasıl saçma ve çelişkili bir çözüm önerildiğine tipik
bir örnek.
Bugün yeryüzünde yaşayan herkesin 70.000 yıl önce yaşamış
bir popülasyondan geliyor olması, tüm homo sapienslerin yok olduğu, küçük bir
popülasyonun sağ kaldığı bir felaketle açıklanmaya (Şişe ağzı teorisi) çalışılıyor.
Buna göre 70.000 önce Endenozya’da patlayan Toba volkanı
küçük bir popülasyon haricinde tüm Homo Spiensleri yok etmiştir.
Bu açıklama ise çözdüklerinden daha fazla çelişkiye yol
açarlar. Örneğin diğer insan türleri nasıl o da daha sonra yaşadı gibi. 15.000
veya 30.000 yıl öncesine kadar diğer insan türleri pek ala yaşamıştı. Onları bu
felaketten koruyan özel mutasyonları mı vardı?
*
Ateş ve taş balta, sopa henüz toplum denen varoluş ve
hareket biçimi, ya da yeni canlı türü var olmadığı için, toplum biçimlerinin değil, canlı türlerinin, yani somutta insan
türlerinin değişimine, yani sosyolojik değil, biyolojik değişikliklere yol
açarlar ve sosyolojik değil biyolojik kategorilerle tanımlanmalıdırlar. O
nesneler toplumsal bir ilişkiyi değil, biyolojik bir ilişkiyi iade ederler ve tam
bu nedenle de biyolojik evrimin yasalarına tabi olmuşlardır.
Onların bu yavaş evrimlerinin sırrı buradadır.
İşte Engels, Kıvılcımlı gibi Marksistlerin de, modern
sosyoloji ve antropoloji veya sosyal antropolojinin de anlamadığı budur.
Bu da toplumu zekayla ve “alet” kullanmakla ortaya çıkan ve
gelişen bir şey olarak görme sonucunu vermektedir.
Tabii bu otomatik olarak kültür
ve toplumu da özdeşleştirmeye, toplumu kültürün giderek daha
karmaşıklaşması olarak görmeye de yol açmaktadır.
Burada Kültür kavramına da bir açıklık getirmek gerekiyor.
Bugünkü kullanımda Kültür, politik olmayan anlamında kullanılmaktadır ve Kültür
kavramının hukuki, politik ve normatif bir tanımıdır bu. Bu tanımla işimiz yok.
Ama örneğin günümüz Türkiye e dünyasında Dilin, dinin kültür, yani politik
olmayan olarak tanımlanması aslında temel işimizdir. Ama o çok ayrı bir konu.
Politik program ve strateji konusu.
Sosyolojik bir kavram olarak kültürü tanımlamak gerekirse
şöyle tanımlanabilir.
Kültür, biyolojik olarak, genlerle aktarılmayan, sonradan
öğrenilebilendir.
Yani DNA ve protein sentezleriyle değil, deneme ve yanılmalarla
sinirlerin bağlantılarının oluşmasıyla edinilen biyolojik özelliklerdir.
Kültür bu anlamı ve işleyişiyle biyolojik bir kavramdır ve
bir organdır.x
Ancak bu organ ateş gibi, sopa gibi maddi değil, manevi
diyebileceğimiz bir organdır. Bilgisayarın Software’i, programı gibidir.
Ve çok esnek, genlerle aktarılabilenden daha hızlı
değişebilen bir organdır.
Kültürün bir nesil içinde bile bir maymun sürüsünün bütün
alışkanlıklarını değiştirebildiğinin örnekleri çoktur.
Ayrıca bu organ kolayca paylaşılıp, aynı öğrenme özelliğine
sahip diğer üyeler veya başka yakın gruplar tarafından da edinilip paylaşılabilir
ve paylaşıldıkça çoğalabilir bir özelliğe sahiptir.
Ancak Kültür toplum değildir. Toplum’un ortaya çıkabilmesi
için bir önkoşuldur ama toplum değlir.
Kültür’de henüz yaptırım ve yasak yoktur. Onun ayırıcı
niteliği organik olarak genlerle değil, denemeler ve oluşan sinir
bağlantılarıyla aktarma ve öğrenmeye dayanmasıdır.
Bugünkü yapay zekalar aynı yöntemle çalışmaktadır.
Kültür farklı düzeylerde neredeyse bütün memeli hayvanlarda
vardır. Kendi özel lehçesi olan balinalar veya yunus popülasyonları bile bunun
örneğidir. Kargalar, papağanlar gibi kuşlarda bile vardır.
Belli bir kültürü olan memelilerde aynı zamanda oyun da
vardır. Oyun aslında sinirler arasında kalıcı bağları oluşturmanın bir
aracıdır. Kültürün temelindeki biyolojik özellik budur. Aynı türden etkiler,
belli bir eşiği aştıktan sonra sinir sisteminde bir akım oluşur.
Eğer bu akım sürekli olur ve tekrarlarsa ve belli bir eşiği
aşarsa, bir süre sonra sinirler o arasında kalıcı bir bağ oluşur. Oyunun temel
işlevi de bir bakıma böylece kalıcı bağlar oluşturmaktır. Böylece o davranış,
“bilgi” öğrenilmiş olur.
Bugünkü yapay zekanın bu ilkeye göre öğrenip çalıştığı bile
söylenebilir.
Ancak kültürü olmak toplum olmak değildir. Her maymun, fil,
köpek, kurt sırtlan hatta karga sürüsünün farklı kültürleri vardır.
Muhtemelen toplumun öncesinde var olun insan türlerinin de
çok karmaşık ve gelişmiş kültürleri olduğunu var saymak yanıltıcı olmaz.
Ancak kültür topluma dönüşmediği sürece farklı kültürler de
farklı toplum ve üretim biçimlerinin ortaya çıkmasına değil, olsa olsa farklı
türlerin ortaya çıkmasına yol açabilir.
*
Topum ile kültürün karıştırılması nedeniyle, Kültürü de
tıpkı taş balta ve ateşte olduğu gibi sosyolojik bir kategori gibi ele alma,
onların biyolojik kategorilerle tanımlanabileceğini bir türlü anlayamama
nedeniyle toplumun evrimi kültürün doğrusal bir devamı olarak görülmüş ve yine
tam bu nedenle hiçbir zaman hiçbir sosyolog, antropolog, Marksist, sosyal
antropolog vs. toplum ne zaman ortaya
çıkmıştır diye bir soru sormamıştır?
Fizik Big Bang ile
13,7 milyar yıl önce fiziksel evrenin, varoluşun ve hareketin ortaya çıktığını
söylüyor.
Biyoloji en azından yeryüzü için, 4 milyar yol önce ilk
kendi benzerini yaratan moleküllerin organik çorbada ortaya çıktığını söylüyor
veya en azından böyle bir soruya cevap arıyor.
Ama toplum için, Marksistler dahil hiç kimsenin toplum ne
zaman ortaya çıktı sorusunu sorduğu görülmüyor.
Toplumu insan türünün ortaya çıkışıyla özdeşleştiren evrim
yaklaşımı devam ediyor.
Bunun nedeni dinin ne olduğunun bilinmemesidir.
Neandertal İnsan muhtemelen Homo Sapiens’ten daha zeki, daha
dayanıklı, belki de daha gelişmiş ve karmaşık kültürü olan bir insan türüydü.
Toplum ortaya çıkmadığı, sürece Homo Sapiens, Neandertal İnsanın bulunduğu
yerleri ele geçirememiştir.
Ancak Toplum denen canlı türü ortaya çıktıktan sonra
Neandertal insanı diğer insan türleri gibi yok olmuş ve bu yeni canlı türü
kesin egemenliğini kurabilmiştir.
Şimdi bu kültür ve
toplum, dolayısıyla üretim aracı ve
organ ayrımını yapamamanın Kıvılcımlı’da yol açtığı saçma sonuçlara
gelebiliriz.
Engels’i alet kullanma bağlamında ele almış ve insan türünün
evrimine yol açan taş baltayı bir üretim aracı olarak tanımlamasının, emekten
söz etmesinin, Marksizme aykırı özüne ve bunun saçma sonuçlara yol
açabileceğine (örneğin sabanı çeken öküzlerin sömürülmesi ve sömürülen bir
sınıf olması; arıların bal üreten emekçiler olarak tanımlanması gibi.)
Kıvılcımlı Ateş üzerine yazmış ve ateşin önemine, tıpkı
Engels’in taş baltanın önemine dikkati çekmesi ve bu önemi vurgulaması gibi
(biyolojik evrimin bu mekanizmasının önemine vurgu yaparken elbet haklıydılar
ve öncüydüler) büyük vurgu yapmıştır.
Ama Kıvılcımlı da ateşi bir organ değil, bir üretim aracı olarak ele alarak, biyolojik değil, sosyolojik kategorilerle tanımlayarak, onu canlı türlerinin yanı sıra toplum biçimlerini değiştiren bir organ veya üretim aracı olarak ele alır.
Ama Kıvılcımlı da ateşi bir organ değil, bir üretim aracı olarak ele alarak, biyolojik değil, sosyolojik kategorilerle tanımlayarak, onu canlı türlerinin yanı sıra toplum biçimlerini değiştiren bir organ veya üretim aracı olarak ele alır.
Kıvılcımlı’yı ayrı bir yazıda ele alalım. Ama ona geçmeden
önce, Engels’in Ateş üzerine yazdıklarından, onun bu karıştırmasının nasıl çelişkili
sonuçları olduğuna kısaca değinelim.
Engels, aynı denemesinde ateş hakkında şunları yazmaktadır.
“Et yemek, çok önemli
iki yeni ilerleme sağladı: ateşin kullanılması ve hayvanların
evcilleştirilmesi. Birincisi, yemeği nerdeyse yarı-sindirilmiş durumda ağza
getirerek, sindirim sürecini daha da kısalttı. İkincisi de avcılık yanında yeni
ve daha düzenli bir beslenme kaynağı açarak, daha bol et elde etmeyi sağladı.
Ayrıca, süt ve süt ürünleriyle, madde karışımları bakımından en azından etle
aynı değerde bir yeni yiyecek maddesi getiriyordu. Bu iki ilerleme, insan için
yeni kurtuluş araçları demekti. Bunların insanın ve toplumun gelişmesi için çok
önem taşımasına karşın, dolaysız etkilerinin ayrıntılarına kadar inmek, bizi
alanımızın çok dışına çıkartır.”
Engels, bir kere sebep ve sonucu yer değiştiriyor. Et yeme
ateşin kullanılmasının bir nedeni veya bunu sağlayan bir önkoşul olamaz. Tam
tersine, ateşin kullanılması et yemeyi mümkün hale getirmiş olabilir. Çünkü
insanın atası ağaçlarda yaprak ve meyveler yiyen bir ot yiyendi. Ama bu önemli
değil.
Engels, ateşin kullanılmasını, neolitik devrimle aynı çağa
getiriyor. Yani bundan on bin yıl öncesine.
Halbuki ateş insanın biyolojik evriminin olmazsa olmaz
koşuludur ve teorik olarak iki milyon yıldır kullanılıyor olması gerekir ve
1,5 milyon yıl kadar önce kullanıldığı
aşağı yukarı belgelenmiştir.
Ancak burada sorun en son bilgilere sahip olmama sorunu
değildir. (Yakın zamana kadar paleoantropologlar da ateşin birkaç yüz bin yıl
önce kullanılmaya başlandığını iddia ediyorlardı.) Engelsin bir sonraki
önermesi ile çelişir bu kadar yeni bir ateş kullanımı.
Engels, haklı olarak, Ateş’in kullanımının şu sonuca yol
açtığını söylüyor:
“Birincisi, yemeği
nerdeyse yarı-sindirilmiş durumda ağza getirerek, sindirim sürecini daha da
kısalttı.”
Ancak böyle bir sindirim sürecinin kısalması, ve bunun
vücutta yol açacağı değişiklikler, örneğin sindirim organının, dişlerin, çene
kaslarının, mide ve bağırsakların küçülmesi ve daha az enerji harcaması,
selülözü parçalamaya yarayan organın işlevsiz kalıp kör bağırsağa dönüşmesi,
yüz binler, milyonlarca yıl gerektirir. Biyolojik evrim böyle bir ritmle
çalışır. Yani bu sonuçların ortaya çıkması için, ateşin on bin yıl önce değil,
yüz binlerce, yıl önce kullanılmaya başlanması gerekir. Yok eğer on bin yıl
önce ateş kullanılmaya başlanmışsa, bu organik değişiklikler için başka bir
neden bulmak gerekir.
Engels’in yanılgısının nedeni, olgular hakkındaki
bilgisizlik değildir. Hatta bağlantılara ilişkin çıkarsama hataları bile
değildir. Sosyolojik kavramlar ile, biyolojik kavramları ve değişimleri
birbirine karıştırmasıdır. Bu nedenle İnsanın ortaya çıkışında emeğin rolünden
söz edebilmektedir.
Benzeri yanlışlar Kıvılcımlıda da vardı ve söyledikleri
Engels’inkine benzer mantık sonuçlarını gerektirerek örneğin bir tanrı veya
inanç geni olduğu noktasına kadar gider.
Robotlar, yapay zekalar konusunda yazdıklarımızın
anlaşılmamasının adında sosyolojik ve biyolojik veya fizik kategoriler
ayrımları yatmaktadır. Eşinde bulunduğumuzu söylediğimiz bu devrimi anlamak
için bu kadar gerilere gitmemizin nedeni budur.
27 Kasım 2017 Pazartesi
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder