27 Kasım 2017 Pazartesi

Bir devrimin Eşiğinde (6) – Biyolojik ve Toplumsal Kategoriler ve Toplumsal Bir İlişki Olarak Nesneler

Marksizm, maddi ya da manevi, herhangi bir nesnenin, sosyolojik olarak toplumsal bir ilişki olduğundan ve öyle ele alınması gerektiğinden söz eder.
Bu hayati önemde bir önermedir. Tarih ve toplum üstü bir insan özü olmadığı (örneğin “insanoğlu özünde bencil bir yaratıktır gibi saçmalıklar ve bunları eskiden öğrendiklerini unutup Marksist bir önermeymiş gibi söyleyenler göz önüne getirilsin.) önermesi de aslında bu önermenin bir mantık sonucundan başka bir şey değildir.
Bu ne demektir?
Örneğin bir traktörü ele alalım.
Traktör, örneğin kapitalist bir toplumda sosyolojik olarak bir üretim aracı; ama ekonomi politik olarak aynı zamanda bir sabit sermaye olabilir.

Ya da eski bir traktör, eritilmeyi bekleyen bir maden filizi, bir tüvenan işlevi görebilir ve bu sefer işlenecek ham madde olarak yine sabit sermaye işlevi görebilir.
Kapitalist olmayan, kullanım değerleri üreten bir toplumda, örneğin diyelim ki planlı üretim yapan sosyalist bir toplumda, aynı traktör sabit sermaye olma özelliğini yitirir sadece bir üretim aracı olur. Çünkü artık bir alışveriş nesnesi olmaktan, bir meta olmaktan çıkmıştır.
Aynı traktör, traktörü kullanacak bilgisi, olanağı veya böyle bir ihtiyacı olmayan bir toplumda, hiçbir kullanım değeri olmayan, üzerine kuşların pislediği bir demir yığını bir çöp veya doğa ve doğanın bir parçası olabilir.
Ya da örneğin traktörle ilk kez karşılaşan, onun çıkardığı seslerden korkan, medeniyetle hiçbir ilişkisi olmamış “ilkel” bir kabilede, “Tanrılar çıldırmış olmalı” filmindekini andırır bir biçimde, bir tanrı veya totem olabilir.
Nesne olarak traktör hep aynı traktördür, ama farklı toplumsal ilişkilerde o çok farklı bir kavramla anlaşılabilecek bir şeye, yani başka bir toplumsal ilişkiye dönüşür, daha doğrusu o toplumsal ilişkinin ifadesi olur.
Dönüşen nesnenin kendisi değil, içinde bulunduğu toplumsal ilişkiler ve o ilişkilerdeki yeri ve anlamıdır.
Öte yandan o şey, toplumsal ilişkilerin dışında da var olmaya devam eder.
Bu biçimde o aynı traktör fiziğin, biyolojinin, kimyanın konusu olabilir.
Örneğin traktörümüz, ağırlığı, hacmi, hızı ile fiziğin; yaktığı benzin ile kimyanın konusu olabilir.
Şimdi traktör örneğimizden, taş balta, sopa, ateş gibi, farklı anlamları daha iyi görülebilecek başka nesnelere geçerek konuyu daha somutlamaya çalışalım. Ve böylece insan oluş sürecinin ele alınırken kavramların karıştırılmasını görelim.
Çünkü geçen yazıda Engels’in yazısına atfen, maymunun insan oluş sürecinde emeğin rolü olmadığını söyleyen yazımıza itiraz edenlerin bu en temel sorunları anlamayıp, en temel kategorileri karıştırdığını gördük. Ateş, Taş balta ve odunun bu süreçte ne olduğunu anlamak için bu hayati önemdedir.
Öte yandan, bu kavramlar ve konular anlaşılamazsa, robotları, yaklaşan devrimi anlamamız, onu ne gibi kavram ve kategorilerle ele almamız gerektiği de anlaşılamaz.
*
Sopa, taş balta ya da ateş
Bir toplumda bir üretim aracı işlevi görebilir.
Zaten böyle bir işlev görüyorsa, ateş ya da taş baltanın elde edilmesi, kullanılması alanındaki değişiklikler, üretici güçlerde, dolayısıyla üretim ilişkilerinde, dolayısıyla da toplumun üst yapısında, hasılı tümüyle toplum biçimlerinde değişikliklere yol açar.
Ancak ortada taş balta ve ateşi kullanabilecek canlılar (insan türleri) varsa ama toplum yoksa ne olur?
İşte o zaman ateş ve taş balta bir üretim aracı olamazlar, çünkü üretim ancak toplumun olduğu yerde var olur.
Üretim sosyolojik bir kavramdır. Arılar üretmez. Ama örneğin, arıların oluşturduğu balı arılardan “çalan” köylü bu eylemiyle bir üretim yapmış olur.
Peki bu durumda atş balta, sopa veya ateşi nasım tanımlamak gerekir. Onlar ne türden bir kategoriye girerler?
Toplumun olmadığı koşullarda, bir canlı türünün bu nesneleri kullanması, onların sosyolojik kategorilerle ele alınamayacağı anlamına gelir. Onlar artık sosyolojik değil, biyolojik kategorilerle tanımlanmalıdırlar.
Onlar birer cansız organdırlar; üretim aracı değildirler.
Çünkü onlar artık toplumda değil, organizmada, onu kullanan canlı türünde değişikliklere yol açarlar. Onlar bu durumda toplum biçimlerini değil, canlı türlerini değiştirirler.
Tüm tarihsel veriler de bunu doğrulamaktadır.
Ancak bu ayrımın yapılamaması bütün sosyoloji, antropolojinin olguları açıklamaya çalışırken çelişkiler içinde kalmalarına; hatta Kıvılcımlı, Engels gibi bu konularda kafa yormuş Marksistlerin bile yollarını kaybetmelerine yol açmıştır ve açmaktadır.
*
İnsansı maymunlar ağaçlarda edindikleri kavrama yeteneği, şeker oranı, yani kalorisi yüksek meyvelerle beslenmeleri beyne daha çok kalori aktarabilmeleri ve sosyal hayvanlar olmaları nedeniyle nispeten gelişmiş bir beyinleri (zekaları) olması sayesinde, sopa veya taş baltayı organlaştırma, organizmasının bir uzantısı olarak kullanma olanağı elde etmiştir.
Ve tam da yine bu cansız organlar sayesinde, Ateşi de kontrol altına alma, onu da bir organ olarak kullanma olanağı elde etmiştir.
Tabii cansız da olsa birer organ oldukları için, organizmanın diğer organlarının değişimini tetiklemiş ve kendileriyle uyumlu olmaya zorlamışlardır.
İnsan türünün evrimi zaten ancak taş balta, sopa ve ateş denen cansız organların diğer organlar üzerindeki etkileriyle açıklanabilir.
Örneğin başparmak diğer parmakları karşılayacak şekilde dönmüş ve bir ağacın dalını kavrama ve vücudunu taşıma organından bir taşı veya sopayı daha iyi kavrama organına dönüşmüştür. Eller taş balta ve sopanın gerektirdiği yeni işlevine (fizyoloji) uygun bir yapı (anatomi) edinmiştir.
Yani taş balta ve ateşi daha efektif kullanmaya yarayan biyolojik değişiklikler, mutasyonlar kalıcı olmuştur ve eşsiz bir canlı türü olan İnsan (homo) türü böyle ortaya çıkabilmiş ve evrim geçirmiştir.
*
Dikkat edilirse burada henüz toplumun olmadığı ama insan türlerinin olduğu, yani taş balta, sopa, ateşi bir organ olarak kullanan canlı türlerinin olduğu bir dönemden söz ediyoruz. Yani İnsan ve Toplumu farklı canlı türleri olarak ele alıyoruz.
Halbuki, gerek Engels ve Kıvılcımlı gibi bu konuyla ilgilenmiş büyük Marksistler olsun; gerek burjuva sosyolojileri olsun, gerek bir tür Amerikan Sosyolojisi denebilecek, antropoloji veya sosyal antropoloji olsun, toplum ve insanın farklı canlı türleri olduğuna dair bir ayrımdan yoksundurlar. Toplum ve insanın ortaya çıkışını ve evrimini özdeş veya birlikte yürüyen bir süreç olarak ele alırlar.
Öte yandan Toplum’un ne olduğu da bilimsel olarak tanımlanmış değildir.
Marksizm toplumun bu ayrımın farkındadır ama hala toplumu, Aydınlanma’nın, Rousseau’ların etkisiyle ve bir kalıntı olarak, insanlar arası bir ilişki olarak tanımlama eğilimindedir.
Toplum insanlar arası bir ilişki olarak tanımlanamaz. Böyle tanımlamak totoloji yapmaktan öteye gitmez.
Bir canlı türü olarak insanlar arası ilişki, bir sürünün ilişkisi de olabilir. Çok karmaşık da olsa örgütlenmiş bir Sürü ile Toplum aynı şey değildirler. Toplum sürünün daha büyüğü veya karmaşığı değildir. Farkları nicel bir fark değildir.
Sürüler sosyal organlardır. Biyolojik evrimin yasalarına bağlıdırlar. O canlı türüne bir avantaj sağlayıp sağlamamalarıyla ilgilidirler. Çünkü, fFarklılıkları ve değişimleriyle türlerin değişimine yol açarlar.
Ama Toplum, yeni ve farklı bir canlı türüdür.
Sürüler, basit matematiğin kurallarıyla işlerler; bütün kendini oluşturan parçaların toplamından daha fazladır. Sürüde henüz parça bütüne tabi değildir ve yaptırım yoktur; yasak yoktur bir sürüde.
Toplum ise parçanın bütüne tabi olduğu, eksinin eksiyle çarpımının artı sonuç verdiği, yaptırımı ve yasağı olan bir ilişkidir.
Parçanın bütüne tabi olduğu ilişkileri doğa birçok kez birbirinden bağımsızca bulmuştur.
Ama bütün bunlar hep yine biyolojik yasalara göre evrimleşen başka canlıların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Toplum’da olduğu gibi yeni ve bambaşka bir varoluş tarzı ve hareket biçimi ortaya çıkarmamıştır.
Örneğin çok hücreli bütün canlılar aslında bunun örneğidir. Bir çokhücrelinin vücudundaki herhangi bir hücre artık bağımsız bir canlı veya canlı türü değildir. Çünkü o kendi varlığını o parçası olduğu canlının dışında sürdüremez ve üreyemez. Ama o çok hücreli canlının evrimi de yine biyolojik yasalara tabidir ve var oluşu biyolojik bir varoluştur.
Aynı şekilde termitler, karıncalar, arılar gibi “sosyal” böcekler veya çıplak köstebek gibi “sosyal” memeliler tıpkı birçok hücreli canlılar gibi tek ve ayrı bir canlıdırlar.
Yani tek bir karınca veya arının insan vücudundaki bir hücreden farkı yoktur. Bir karınca ya da arı, kendi başına varlığını sürdüremez ve üreyemez. Karınca kolonisi tek bir canlıdır. Tek bir arı, bir bağımsız canlı değildir, arı kolonisi tek bir canlıdır. Kelimenin gerçek anlamında arı diye bir canlı yoktur, nasıl vücudumuzdaki hücre diye bir canlı yoksa.
Doğa uygun koşullar bulduğunda, yani evrimde onun için bir avantaj sağladığında, cebirsel birliklerin, yani parçanın bütüne tabi olduğu birliklerin, karşılıklı çıkara dayanan gönüllü birliklere göre üstünlüğünü defalarca ve birbirinden bağımsızca keşfetmiştir.
Ama bütün bu keşiflerde şunu görürüz, bu keşif aslında iş bölümünün sağladığı avantajlara bağlı olarak, uzmanlaşma ve organlaşma ile gerçekleşir.
Bütün çok hücreli veya çok canlılı türlerin kökeninde iş bölümünün kalıcılaşması ve hücrelerin veya canlıların yeni canlı türünün organları haline gelmeleri söz konusudur.
Toplum da parçanın bütüne tabi olması ile bu tür çok canlılı canlılara benzer.
Ama bütün diğerlerinden temel bir farkı da vardır. Bu parçanın bütüne tabi olması işbölümünün sağladığı bir üstünlüğün kalıcılaşması ve yeni bir canlı türünün organlarına dönüşmesi şeklinde olmamıştır. İşbölümünün sağladığı avantajlarla, sürüyü oluşturan bireylerin organlara dönüşmesi söz konusu değildir.
Sünüen yeni bir canlı türü olan Topluma geçiş hiçbir işbölümü olmadan gerçekleşmiştir. Kastlar çok sonra, sosyolojik yasaların sonucu olarak, Hindistan’da olduğu gibi çok sonra sosyolojik olgular olarak ortaya çıkmışlardır.
.Biz bu geçişin ilk yasak ve yaptırım ile yani topluluğun (sürünün) sınırlarının ve ilişkilerinin düzenlenmesi ile gerçekleştiğini düşünüyoruz.
Ancak yasak ve yaptırım ile parçanın bütüne tabi olduğu ama iş bölümünün olmadığı yeni bir canlı türü, Toplum ortaya çıkabilirdi ve çıkmıştır diyoruz.
VE tam da bu sayede, Toplum yeni bir canlı türüdür ama bu canlı türü, aynı zamanda yeni bir hareket ve varoluş biçiminin, yani sosyolojinin veya Marksizmin konusu olan varoluş ve hareket biçiminin ortaya çıkmasıdır.
*
Canlı ve cansız arasındaki geçişi bir analoji olarak kullanmak açıklayıcı olabilir.
Canlı, kendi benzerini sentezleyen ya da yaratan bir karmaşık ve organik moleküldür, yani fiziksel bir varlık veya kimyasal bir bileşimdir diyebiliriz. Toplum da üretim araçlarını değiştirerek örgütlenmesini değiştiren bir canlı türü olarak tanımlanabilir. Yani Toplum’u da diğer canlılardan ayırabilmek için onu biyolojik bir varlık olarak, yani bir canlı türü olarak  tanımlamamız, sonra onun farkını belirtmemiz gerekir.
Canlıda, bu molekülü moleküllerden ayıran ayırıcı özelliği, kendi benzerini yaratma veya sentezleme özelliğidir.
Ama bu noktada artık kimyasal ya da fiziksel olarak tanımlanamayacak, yepyeni, biyolojik dediğimiz bir hareket ya da var oluş biçimini ortaya çıkarır.
Benzer şekilde Toplum denen canlı türü de ortaya çıktığı andan itibaren yepyeni bir varoluş ve hareket biçimini ortaya çıkarır. O andan itibaren taş balta, ateş, sopa gibi nesneler, biyolojik evrimi tetikleyen ve ona yön veren organlar olmaktan çıkar; toplum denen canlının hareketin belirleyen yasalara bağlı nesnelere, yani üretim araçlarına, dolayısıyla toplumun biçimine ve üstyapısına yön veren üretici güçlere dönüşürler. Artık biyolojik evrimin araçları olmaktan çıkarlar, toplumsal evrimin araçları olurlar.
Milyonlarca yıl boyunca taş baltanın evriminin can sıkıcı bir biçimde neredeyse aynı kalmasının nedeni budur.
Taş balta bir organdı, bu organ elin kavrayışını değiştirdiği ölçüde kendisi de değişebilmişti. Bu nedenle değişimi son derece yavaş ve can sıkıcıydı, çünkü biyolojinin yüzlerce, binlerce kuşak gerektiren yasalarına tabi idi. Henüz ortada toplum ve daha hızlı bir ritimle iş gören toplumsal yasalar ve evrim yoktu ve bir üretim aracı olmamıştı.
Aynı nesnenin bir biyolojik organ ile bir üretim aracı olması arasındaki farkın görülememesi ve bunun nasıl çelişkili açıklama denemelerine yol açtığını, (ki bunun ardında da toplumun yeni ve farklı bir canlı türü olduğunu görememek vardır) yeni kuşakların daha iyi bildiği Jared Diamond’un Tüfek Mikrop ve Çelik isimli eserinden bir örnekle görelim.
Pek çok karikatürde mağarada yaşayan, insansı maymuna benzeyen yaratıklar olarak gösterilmelerine karşın Neanderthallerin bizimkinden biraz daha büyük beyinleri vardı. Bunlar ayrıca ölülerini gömdüklerine, hastalarına baktıkIarına dair güçlü kanıtlar bırakmış ilk insanlardı. Gelgelelim onların taştan yapılma el aletleri, çağdaş Yeni Ginelilerin cilalı taştan yapılma, apaçık farklı işlevleri olan, henüz genellikle çeşitli biçimlerde birörnek olarak üretilmeyen baltalarıyla karşılaştırıldığında hala çok kabaydı.
Afrika'da Neanderthaller ile aynı döneme ait olarak bulunmuş ve günümüze kadar ulaşmış pek az sayıdaki iskelet parçası Afrikalıların iskeletlerinin Neanderthallerinkinden çok bizim bugünkü iskeletimize benzediğini gösteriyor. Doğu Asya'da daha az iskelet parçası bulunmuştur ama bunlar hem Afrikalılarınkinden hem Neanderthallerinkinden farklı görünüyor. O zamanki hayat tarzına gelince, elimizde en iyi korunmuş kanıt olarak taştan yapılma nesnelerle Güney Afrika'daki yerleşim yerlerinde yemek için avlanmış hayvanlara ait kemik yığınları var. 100.000 yıl öncesinin Afrikalılarının kendi çağdaşları olan Neanderthallere göre iskeletleri daha modern ama onlar da Neanderthaller gibi aslında birörnek bir biçimleri olmayan aynı kaba taş el aletleri üretiyorlardı. Onlardan günümüze kalmış herhangi bir hüner yok. Yemek için avladıkları hayvanların kemiklerine bakılırsa aman aman bir avcılık yeteneklerinin olmadığı, öldürmesi kolay ve tehlikesiz hayvanları yeğledikleri söylenebilir. Manda gibi, domuz gibi başka tehlikeli hayvanları öldürmeye başlamamışlardı daha. Balık bile yakalayamıyorlardı: Hemen deniz kıyısında olan yerleşim yerlerinde balık kemiğine, oltaya rastlanmadı. Hem onlar hem de onların çağdaşı olan Neanderthaller henüz tam insan düzeyinde değillerdi.
İnsanlık tarihi bundan yaklaşık 50.000 yıl önce, benim Büyük Sıçrama dediğim şeyle birlikte başladı. Bu sıçramanın ilk kesin işaretini Doğu Afrika'da, birörnek taş el aletlerinin ve günümüze kadar ulaşmış ilk süs eşyalarının (deniz kabuğu kolyelerin) bulunduğu yerleşim yerinde görüyoruz. Benzer gelişmeler kısa süre sonra Ortadoğu'da, Güneydoğu Avrupa'da, daha sonra (40.000 yıl kadar önce) Güneybatı Avrupa'da meydana geldi, burada bulunan pek çok sayıdaki eşya, Cro-Magpon olarak adlandırılan insanların tam anlamıyla bugünkü insanlarınkine benzeyen iskeletleriyle ilişkilendirildi. Ondan sonra arkeolajik merkezlerde bize ulaşan çöp yığınları hızla ilginçleşmeye başlıyor ve hem biyolojik, hem davranış olarak çağdaş insanlarla ilgili şeyler karşısında bulunduğumuz konusunda kuşkuya yer kalmıyor.”
Bir kere Diamond 50.000 yıl öncesine kadar, neredeyse iki milyon yıl boyunca, taş baltanın değişmeden kaldığı olgusuna dikkati çekiyor.
Aynı şekilde 50.000 yıl öncesinde itibaren, “büyük sıçrama” dediği bir olgunun ortaya çıktığına, taş baltanın hızla evrimleştiğine, kemikten yapılma nesnelere, hatta “süs” olarak kullanılmak üzere delinmiş istiridyelerin vs. ortaya çıktığına dikkati çekiyor.
(Olgular böyle ayrıntı düzeyinde biz buna şunu ekleyebiliriz. 50.000 yıl olarak tarihlendirdiğini 70.000 veya 100.000 yıl olarak tarihlendirebiliriz. Son veriler böyle. Yanlış hatırlamıyorsak kendisi de başka bir eserinde bunu 70.000 yıla çekmişti.)
Bunlar olgular. Ama bu olguları açıklayacak kavramsal araçların olmaması ne gibi sonuçlara yol açıyor bunu görelim.
Örneğin, aslında topluma ilişkin bazı özellikleri (ölüleri gömme, hastalara bakma)  Neandertal adama mal ediyor. Halbuki, toplum ortaya çıkmadan bunlar olamazdı. Dolayısıyla, tümden gelimle, buna delil sayılan bulguları veya böyle yorumlanmasını şüpheyle karşılaması gerekirdi. (Son araştırmalar da Neandertallerin ölü gömme ve hastalara bakma gibi bir durumlarının olmadığını, bizim tümden gelimle olamayacağını söylediğimiz sonucu göstermiştir.)
Ayın temel metodolojik yanlış nedeniyle, 50.000 yıl önce büyük patlamanın gerçekleşmesini biyolojik bir evrimle, insan türünün daha zeki olmasıyla açıklamaya çalışıyor. Halbuki eğer öyle ise, Neandertal çok daha eskiden bizlerden daha büyük bir beyne ulaşmıştı, neden o böyle bir sıçrama yapamadı diye sorması gerekirdi.
Kaldı ki, yine bizzat kendisi bizlerden hiç farklı olmayan Homo Sapiens’in iskeletlerinin Afrika’da 100.000 yıl öncesine gittiğini yazıyor. (Kaldı ki son bulgularla bu 300.000 yıl öncesine gidiyor). Arada geçen 50.000 yılda (son bulgularla 250.000 yılda) biyolojik bir fark ortaya çıkmadığına veya bu ölçüde büyük bir fark yaratacak ölçüde çıkamayacağına göre, elli bin yıl önce ne oldu da bu “büyük değişim” gerçekleşti? Bu değişimin organik değişmelerle açıklanamaması gerekir.
Bunu açıklayamayınca önceki söyledikleriyle çelişme pahasına (Neandertalin daha büyük beyni ve bizimle aynı 100.000 yıllık Homo Sapiens) bunu biyolojik evrimle açıklamaya çalışıyor ve olgularla çelişiyor.
Jared Diamond toplumu kültüre indirgeyen ve kültürün gelişimini de beynin büyüklüğüne yani zekaya bağlayan Amerikan Antropolojisinin kavramlarıyla düşündüğünden, ortadaki verileri bilimsel ve tutarlı olarak açıklayamıyor. (İlerde aynı ayrımı yapamamanın Kıvılcımlı ve Engels’te de benzeri yanlışları tersinden yapmaya yol açtığını göreceğiz.)
Aynı yanlış yaklaşımlar bu aralar çok moda olan ve çok satan, Yuval Noah Harari gibi popüler kitap yazarlarında da vardır.
Bir örnek, Toplum’un ortaya çıktığını kavrayamama:
150 bin yıl önce Doğu Afrika'ya yerleşen Homo sapiens'in sonradan dünyanın geri kalanına yayılıp, yaklaşık 70 bin yıl önce de diğer insan türlerini ortadan kaldırmaya başladığını gördük. Aradaki bin yıllar boyunca bu arkaik Sapiensler, aynen bizim gibi bir dış görünüşe ve gelişmiş bir beyne sahip olsalar da diğer insan türlerine karşı belirgin bir üstünlükleri yoktu. Ayrıca gelişmiş aletler yapmak gibi özel başarılar da gösterememişlerdi.”
Ya da başka bir örnek, tarihi kültürün bir gelişimi olarak açıklama:
Kültürler ortaya çıktığından beri değişim ve gelişimleri hiç durmamıştır ve "tarih" dediğimiz de bu durdurulamayan değişimlerdir.”
*
Avrupa sosyolojisi ise, Toplum’u insanlar arası ilişki olarak tanımlarlar. Bu ilişkinin ögül niteliğini görmek istemez. Aynı yanlışı bayka, aydınlanma yadigarı kavramlarla yapar.
Toplum nedir diye sorar, inşalar arası ilişkidir diye tanımlar. İnsan nedir diye sorar ve toplumsal bir yaratıktır diye tanımlar.
Bu tam bir totolojiden başka bir şey değildir. İnsanı toplumla, toplumu insanla tanımlamak, bir şeyi kendi kendisiyle tanımlamaktan başka bir anlama gelmez ve bir şeyi de kendi kendisiyle tanımlamak bir totolojidir.
Yukarıda toplumun bir canlı türü olarak diğer canlılarla farkını ve parçanın bütüne tabi olduğu bir organizma olarak, diğer organizma ve canlılarla farkını ele almıştık.
Burada tam bir geçiş momentindeyiz. Bir şeylerin, toplumsal var oluşun ilk doğduğu andayız.
Yasak ve yaptırım nedir sosyolojik olarak?
Yasak ve yaptırımın toplumsal işlevi nedir. Bir toplumun sınırlarını çizer ve ilişkilerini düzenler.
Peki bütün dinlerin yaptığı nedir?
Aynı şeydir: Sınırlarını çizmek ve ilişkilerini düzenlemek. Ancak bu mekanizmayla parçanın bütüne tabi olduğu bir cebirsel birlik, eksinin eksiyle çarpımının artı sonuç verdiği bir birlik kurulabilir.
Bu nedenle dinsiz hiçbir toplum yoktur.
Dinin analitik olarak üstyapı denen kavramla karşıladığımızın ta kendisinden başka bir şey değildir nesnel işleviyle.
Bu doğum anında aslında çok ilginç bir sonuçla karşılaşıyoruz.
Marksizme göre, altyapıdaki değişmeler üstyapıyı yani dini, yani toplulukların sınırları ve ilişkilerindeki değişimleri belirler. Ve bu sosyolojik bir yasadır.
Ama bu yasanın işlediği bir varoluşh, toplum denen canlı türünün ortaya çıkabilmesi için öncelik, üstyapıdadır, dindedir. İlk kez din ortaya çıkabilmiş, olmalıdır ki toplum ve dolasıyla bir altyapı da ortaya çıkabilsin.
Ancak bu durumda sopa veya taş balta veya ateş bir organ olmaktan çıkıp bir üretim aracı, bir üretici güç işlevi görebilir.
Ama toplumun ortaya çıkışı için üstyapının, yani yasak ve yaptırımlar önceliklidir. Bu öncelikle bir kere toplum ortaya çıktıktan sonra, toplum elbette kendi biçimini üretim araçlarını değiştirerek değiştirir.
Bu durumda, eğer bugünkü dini Allah anlamında, insanı toplum anlamında kullanma şeklindeki yaygın yanlışı yaparak, dinin toplumun çıkışındaki önceliğini, İnsanı Allah yarattı diye ifade edebiliriz.
*
Peki bu ne zaman gerçekleşti?
Biz bu muazzam sıçramanın aşağı yukarı 70.000 yıl önce Afrika’nın güney tarafında gerçekleşmiş olabileceğini düşünüyoruz. (Güney batı Afrika’da Kalahari çölünde yaşayan San halkının dili en eski dil örneğin. Bu da bir ek delil olabilir.)
Bu büyük dönüşüm veya sıçramanın ardında biyolojik bir değişim bulunmamaktadır. Bu muhtemelen, koşulların zorladığı, bizzat zayıflığın ortaya çıkardığı bir ihtiyacın ürünü de olabilir büyük bir olasılıkla. Muhtemelen Toplum denen canlı türünün yok ettiği Homo Sapiens, Neandertal, Denisova insan türleri ve popülasyonları bu sıçrayışı yapan ilk popülasyondan belki de daha zeki ve üstün idiler biyolojik olarak. Ve belki de tam bu üstünlükleri nedeniyle de böyle bir sıçrama gereği ve baskısı duymadılar ve yapamadılar.)
Toplum denen canlı türünün 70.000 önce ortaya çıktığının en büyük delili, 70.000 yıldır din veya sanat denebilecek nesnelerin varlığının kanıtlarına rastlanmasıdır.
Ama daha büyük ve sağlam iki kanıt daha var.
Birinci kanıt, bugün yeryüzünde bir tek türden oluşan tek canlı türünün  Homo Sapiens olmasıdır.
Aslında bu ifade açıkladığımız bakış açısından yanlıştır ama yanlışlığını bilerek kullanıyoruz. Toplum denen canlı türü, bütün Homo Sapiens, Neandertal, Denisova, Florensis vs. gibi diğer insan türlerini, aynı nişi paylaştığı ve onların yaşam koşullarını yok ettiği için veya bizzat bu insan türlerini birer yiyecek olarak tükettiği için yok etmiş ve tek tür olarak kalmıştır. Ama bu homo Sapiens dediğimiz tek tür aslında Toplum dediğimiz canlı türünden başka bir şey değildir.
Aslında Toplum’un yok ettiği ilk insan türü büyük olasılıkla Homo Sapiens’tir.
Neandertal, Florensis, Denisova gibi insan türlerini, büyük olasılıkla, onların bulunduğu coğrafi koşullara toplumsal evrim sonunda onlara denge sağlayabilecek düzeye geldikten sonra daha iyi uyum göstermiş olmaları nedeniyle daha sonra yok edebilmiş olmalıdır.
İkinci ve en önemli kanıt.
Bugün yeryüzünde bulunan insanların hepsi 70.000 yıl önce yaşamış bulunan fiktif bir Mitokondriyal Havva’dan gelmektedirler.
Yani toplum denen canlı türünün ortaya çıkışının başlangıç noktası bütün diğer insan popülasyonlarını yok eden toplum denen canlı türüne dönüşen ilk homo sapiens popülasyonu Mitokondriyal Havva’nın atası olduğu popülasyondur.
Toplum denen yeni canlı türünü ortaya çıkaran, yani, yani ilk yasağı ve yaptırımı koyan insanın Mitokondriyal Havva’nın bizzat kendisi olduğunu bile düşünebiliriz.
Hatta bu anlamda, dini ilk keşfeden, yani ilk yasak ve yaptırımı keşfeden hepimizin geldiği bu Mitokondriyal havva’nın ilk “peygamber” olduğunu bile söyleyebiliriz.
*
Toplumsal hareket ve biyolojik hareket ayrımı yapılamaması, bütün bu fenomenlerin, yani yeryüzünde tek türden oluşan tek canlının insan (aslında toplum) olması; 70 bin yıl öncesinde aletlerdeki hızlı evrimin başlaması, bütün insanların 70.000 yıl önceki birkaç yüz kişilik bir popülasyondan gelmesi ve bunların shepsinin 70.000 yıl öncesinde çakışması olgularını açıklamak mümkün olmaz.
Biz bu açıklamaya, ulusun ne olduğu, dinin ne olduğu gibi sorulara cevap arar ve buna sosyolojik cevaplar bulmaya çalışırken bir yan ürün ulaştık. Ama bu yan ürün sadece günümüzün sorunlarına programatik ve stratejik cevaplar vermiyor en temel sorunlara da tümden gelim yoluyla yepyeni cevaplar sunuyor ve yepyeni araştırma yolları açıyor.
Bu ortaya koyduğumuz kavram sistemiyle kolayca açıklanabilecek olguya nasıl saçma ve çelişkili bir çözüm önerildiğine tipik bir örnek.
Bugün yeryüzünde yaşayan herkesin 70.000 yıl önce yaşamış bir popülasyondan geliyor olması, tüm homo sapienslerin yok olduğu, küçük bir popülasyonun sağ kaldığı bir felaketle açıklanmaya (Şişe ağzı teorisi) çalışılıyor.
Buna göre 70.000 önce Endenozya’da patlayan Toba volkanı küçük bir popülasyon haricinde tüm Homo Spiensleri yok etmiştir.
Bu açıklama ise çözdüklerinden daha fazla çelişkiye yol açarlar. Örneğin diğer insan türleri nasıl o da daha sonra yaşadı gibi. 15.000 veya 30.000 yıl öncesine kadar diğer insan türleri pek ala yaşamıştı. Onları bu felaketten koruyan özel mutasyonları mı vardı?
*
Ateş ve taş balta, sopa henüz toplum denen varoluş ve hareket biçimi, ya da yeni canlı türü var olmadığı için, toplum biçimlerinin değil, canlı türlerinin, yani somutta insan türlerinin değişimine, yani sosyolojik değil, biyolojik değişikliklere yol açarlar ve sosyolojik değil biyolojik kategorilerle tanımlanmalıdırlar. O nesneler toplumsal bir ilişkiyi değil, biyolojik bir ilişkiyi iade ederler ve tam bu nedenle de biyolojik evrimin yasalarına tabi olmuşlardır.
Onların bu yavaş evrimlerinin sırrı buradadır.
İşte Engels, Kıvılcımlı gibi Marksistlerin de, modern sosyoloji ve antropoloji veya sosyal antropolojinin de anlamadığı budur.
Bu da toplumu zekayla ve “alet” kullanmakla ortaya çıkan ve gelişen bir şey olarak görme sonucunu vermektedir.
Tabii bu otomatik olarak kültür ve toplumu da özdeşleştirmeye, toplumu kültürün giderek daha karmaşıklaşması olarak görmeye de yol açmaktadır.
Burada Kültür kavramına da bir açıklık getirmek gerekiyor. Bugünkü kullanımda Kültür, politik olmayan anlamında kullanılmaktadır ve Kültür kavramının hukuki, politik ve normatif bir tanımıdır bu. Bu tanımla işimiz yok. Ama örneğin günümüz Türkiye e dünyasında Dilin, dinin kültür, yani politik olmayan olarak tanımlanması aslında temel işimizdir. Ama o çok ayrı bir konu. Politik program ve strateji konusu.
Sosyolojik bir kavram olarak kültürü tanımlamak gerekirse şöyle tanımlanabilir.
Kültür, biyolojik olarak, genlerle aktarılmayan, sonradan öğrenilebilendir.
Yani DNA ve protein sentezleriyle değil, deneme ve yanılmalarla sinirlerin bağlantılarının oluşmasıyla edinilen biyolojik özelliklerdir.
Kültür bu anlamı ve işleyişiyle biyolojik bir kavramdır ve bir organdır.x
Ancak bu organ ateş gibi, sopa gibi maddi değil, manevi diyebileceğimiz bir organdır. Bilgisayarın Software’i, programı gibidir.
Ve çok esnek, genlerle aktarılabilenden daha hızlı değişebilen bir organdır.
Kültürün bir nesil içinde bile bir maymun sürüsünün bütün alışkanlıklarını değiştirebildiğinin örnekleri çoktur.
Ayrıca bu organ kolayca paylaşılıp, aynı öğrenme özelliğine sahip diğer üyeler veya başka yakın gruplar tarafından da edinilip paylaşılabilir ve paylaşıldıkça çoğalabilir bir özelliğe sahiptir.
Ancak Kültür toplum değildir. Toplum’un ortaya çıkabilmesi için bir önkoşuldur ama toplum değlir.
Kültür’de henüz yaptırım ve yasak yoktur. Onun ayırıcı niteliği organik olarak genlerle değil, denemeler ve oluşan sinir bağlantılarıyla aktarma ve öğrenmeye dayanmasıdır.
Bugünkü yapay zekalar aynı yöntemle çalışmaktadır.
Kültür farklı düzeylerde neredeyse bütün memeli hayvanlarda vardır. Kendi özel lehçesi olan balinalar veya yunus popülasyonları bile bunun örneğidir. Kargalar, papağanlar gibi kuşlarda bile vardır.
Belli bir kültürü olan memelilerde aynı zamanda oyun da vardır. Oyun aslında sinirler arasında kalıcı bağları oluşturmanın bir aracıdır. Kültürün temelindeki biyolojik özellik budur. Aynı türden etkiler, belli bir eşiği aştıktan sonra sinir sisteminde bir akım oluşur.
Eğer bu akım sürekli olur ve tekrarlarsa ve belli bir eşiği aşarsa, bir süre sonra sinirler o arasında kalıcı bir bağ oluşur. Oyunun temel işlevi de bir bakıma böylece kalıcı bağlar oluşturmaktır. Böylece o davranış, “bilgi” öğrenilmiş olur.
Bugünkü yapay zekanın bu ilkeye göre öğrenip çalıştığı bile söylenebilir.
Ancak kültürü olmak toplum olmak değildir. Her maymun, fil, köpek, kurt sırtlan hatta karga sürüsünün farklı kültürleri vardır.
Muhtemelen toplumun öncesinde var olun insan türlerinin de çok karmaşık ve gelişmiş kültürleri olduğunu var saymak yanıltıcı olmaz.
Ancak kültür topluma dönüşmediği sürece farklı kültürler de farklı toplum ve üretim biçimlerinin ortaya çıkmasına değil, olsa olsa farklı türlerin ortaya çıkmasına yol açabilir.
*
Topum ile kültürün karıştırılması nedeniyle, Kültürü de tıpkı taş balta ve ateşte olduğu gibi sosyolojik bir kategori gibi ele alma, onların biyolojik kategorilerle tanımlanabileceğini bir türlü anlayamama nedeniyle toplumun evrimi kültürün doğrusal bir devamı olarak görülmüş ve yine tam bu nedenle hiçbir zaman hiçbir sosyolog, antropolog, Marksist, sosyal antropolog vs. toplum ne zaman ortaya çıkmıştır diye bir soru sormamıştır?
Fizik Big Bang ile 13,7 milyar yıl önce fiziksel evrenin, varoluşun ve hareketin ortaya çıktığını söylüyor.
Biyoloji en azından yeryüzü için, 4 milyar yol önce ilk kendi benzerini yaratan moleküllerin organik çorbada ortaya çıktığını söylüyor veya en azından böyle bir soruya cevap arıyor.
Ama toplum için, Marksistler dahil hiç kimsenin toplum ne zaman ortaya çıktı sorusunu sorduğu görülmüyor.
Toplumu insan türünün ortaya çıkışıyla özdeşleştiren evrim yaklaşımı devam ediyor.
Bunun nedeni dinin ne olduğunun bilinmemesidir.
Neandertal İnsan muhtemelen Homo Sapiens’ten daha zeki, daha dayanıklı, belki de daha gelişmiş ve karmaşık kültürü olan bir insan türüydü. Toplum ortaya çıkmadığı, sürece Homo Sapiens, Neandertal İnsanın bulunduğu yerleri ele geçirememiştir.
Ancak Toplum denen canlı türü ortaya çıktıktan sonra Neandertal insanı diğer insan türleri gibi yok olmuş ve bu yeni canlı türü kesin egemenliğini kurabilmiştir.
Şimdi bu kültür ve toplum, dolayısıyla üretim aracı ve organ ayrımını yapamamanın Kıvılcımlı’da yol açtığı saçma sonuçlara gelebiliriz.
Engels’i alet kullanma bağlamında ele almış ve insan türünün evrimine yol açan taş baltayı bir üretim aracı olarak tanımlamasının, emekten söz etmesinin, Marksizme aykırı özüne ve bunun saçma sonuçlara yol açabileceğine (örneğin sabanı çeken öküzlerin sömürülmesi ve sömürülen bir sınıf olması; arıların bal üreten emekçiler olarak tanımlanması gibi.)
Kıvılcımlı Ateş üzerine yazmış ve ateşin önemine, tıpkı Engels’in taş baltanın önemine dikkati çekmesi ve bu önemi vurgulaması gibi (biyolojik evrimin bu mekanizmasının önemine vurgu yaparken elbet haklıydılar ve öncüydüler) büyük vurgu yapmıştır.
Ama Kıvılcımlı da ateşi bir organ değil, bir üretim aracı olarak ele alarak, biyolojik değil, sosyolojik kategorilerle tanımlayarak, onu canlı türlerinin yanı sıra toplum biçimlerini değiştiren bir organ veya üretim aracı olarak ele alır.
Kıvılcımlı’yı ayrı bir yazıda ele alalım. Ama ona geçmeden önce, Engels’in Ateş üzerine yazdıklarından, onun bu karıştırmasının nasıl çelişkili sonuçları olduğuna kısaca değinelim.
Engels, aynı denemesinde ateş hakkında şunları yazmaktadır.
Et yemek, çok önemli iki yeni ilerleme sağladı: ateşin kullanılması ve hayvanların evcilleştirilmesi. Birincisi, yemeği nerdeyse yarı-sindirilmiş durumda ağza getirerek, sindirim sürecini daha da kısalttı. İkincisi de avcılık yanında yeni ve daha düzenli bir beslenme kaynağı açarak, daha bol et elde etmeyi sağladı. Ayrıca, süt ve süt ürünleriyle, madde karışımları bakımından en azından etle aynı değerde bir yeni yiyecek maddesi getiriyordu. Bu iki ilerleme, insan için yeni kurtuluş araçları demekti. Bunların insanın ve toplumun gelişmesi için çok önem taşımasına karşın, dolaysız etkilerinin ayrıntılarına kadar inmek, bizi alanımızın çok dışına çıkartır.”
Engels, bir kere sebep ve sonucu yer değiştiriyor. Et yeme ateşin kullanılmasının bir nedeni veya bunu sağlayan bir önkoşul olamaz. Tam tersine, ateşin kullanılması et yemeyi mümkün hale getirmiş olabilir. Çünkü insanın atası ağaçlarda yaprak ve meyveler yiyen bir ot yiyendi. Ama bu önemli değil.
Engels, ateşin kullanılmasını, neolitik devrimle aynı çağa getiriyor. Yani bundan on bin yıl öncesine.
Halbuki ateş insanın biyolojik evriminin olmazsa olmaz koşuludur ve teorik olarak iki milyon yıldır kullanılıyor olması gerekir ve 1,5  milyon yıl kadar önce kullanıldığı aşağı yukarı belgelenmiştir.
Ancak burada sorun en son bilgilere sahip olmama sorunu değildir. (Yakın zamana kadar paleoantropologlar da ateşin birkaç yüz bin yıl önce kullanılmaya başlandığını iddia ediyorlardı.) Engelsin bir sonraki önermesi ile çelişir bu kadar yeni bir ateş kullanımı.
Engels, haklı olarak, Ateş’in kullanımının şu sonuca yol açtığını söylüyor:
“Birincisi, yemeği nerdeyse yarı-sindirilmiş durumda ağza getirerek, sindirim sürecini daha da kısalttı.”
Ancak böyle bir sindirim sürecinin kısalması, ve bunun vücutta yol açacağı değişiklikler, örneğin sindirim organının, dişlerin, çene kaslarının, mide ve bağırsakların küçülmesi ve daha az enerji harcaması, selülözü parçalamaya yarayan organın işlevsiz kalıp kör bağırsağa dönüşmesi, yüz binler, milyonlarca yıl gerektirir. Biyolojik evrim böyle bir ritmle çalışır. Yani bu sonuçların ortaya çıkması için, ateşin on bin yıl önce değil, yüz binlerce, yıl önce kullanılmaya başlanması gerekir. Yok eğer on bin yıl önce ateş kullanılmaya başlanmışsa, bu organik değişiklikler için başka bir neden bulmak gerekir.
Engels’in yanılgısının nedeni, olgular hakkındaki bilgisizlik değildir. Hatta bağlantılara ilişkin çıkarsama hataları bile değildir. Sosyolojik kavramlar ile, biyolojik kavramları ve değişimleri birbirine karıştırmasıdır. Bu nedenle İnsanın ortaya çıkışında emeğin rolünden söz edebilmektedir.
Benzeri yanlışlar Kıvılcımlıda da vardı ve söyledikleri Engels’inkine benzer mantık sonuçlarını gerektirerek örneğin bir tanrı veya inanç geni olduğu noktasına kadar gider.
Robotlar, yapay zekalar konusunda yazdıklarımızın anlaşılmamasının adında sosyolojik ve biyolojik veya fizik kategoriler ayrımları yatmaktadır. Eşinde bulunduğumuzu söylediğimiz bu devrimi anlamak için bu kadar gerilere gitmemizin nedeni budur.
27 Kasım 2017 Pazartesi
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:

Hiç yorum yok: