Facebook verilerimizi toplayıp Big Data olarak kullanıyor ama en azından dostlarla haberleşme ve
onları uzaktan da olsun izleme ve hatırlama olanağı da sunuyor. Türk devleti
gibi, sadece izleyen, engelleyen, kanı emen bir ur değil; en azından küçük de
olsa bir “hizmet” sunuyor, bir ihtiyacı karşılıyor, bir kullanım değeri de
üretiyor.
Dün, politik gelişmeler bağlamındaki yazıyı bitirdikten
sonra, ikinci bir yazı daha çıkarmak, Kıvılcımlı’nın Ateş konusundaki
yanılgıları üzerine yazmak için bilgisayarın başına geçmiştim ki, bir ses, Facebook
Messenger’de bir mesaj olduğunu bildirdi. Bakınca, uzaklarda yaşayan Enver
Tahsin Yaygın’ın yolladığı şu mesajı gördüm: “Süreyya Erdem’i yitirdik (…)”
*
Artık kim tanır Süreyya Erdem’i. Bu, taşranın isimsiz
sosyalistini.
Türkiye’de hiç incelenmemiş ve kadri bilinmemiş bir “taşra
sosyalistleri” denebilecek kategori insan vardır.
1960’larda en ücra köy ve kasabalarda bile karşınıza
çıkarlardı. Çetin Altan’ın yazıları, TİP’in yükselişi ile ortaya çıkmış ve o
yükselişi sırtında taşıyan “ilk saatin
işçileri”ydi onlar.
Hazreti Muhammet peygamberlerin sonuncusu (hatem el enbiya) olduğunu;
bundan sonra insanların kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi gerektiğini
bildirmişti. O nedenle, peygambersiz din, sosyalizmin sehabeleri idi onlar.
19 yüzyıl Fransız romanlarında karşınıza genellikle bir
öğretmen olarak karşınıza çıkan, taşranın o geri ve gerici atmosferi içindeki
modernleşmenin bu cumhuriyetçi öncü ve savunucuları, 20. Yüzyılda örneğin
Kusturica’nın filmlerinde veya Arap, Yunan roman ve hikayelerinde bir sosyalist
olarak karşınıza çıkarlar.
1960’larda Türkiye’nin her yerinde, birine rastlamanın
mümkün olduğu, genellikle bir kitapçı, bir öğretmen, bir avukat, bir terzi, bir
ayakkabı tamircisi, bir zanaatkar olan bu sosyalistler adı sanı bilinmez büyük özverilerin
insanlarıydılar.
Aslında özlemleriyle birer aydınlanmacı hümanist idi çoğu.
Ne var ki, Türkiye gibi geri ülkelere Aydınlanma, insanların
biçimsel ve hukuki eşitliğini sosyal bir eşitlikle tanımlamak ve aşmak isteyen
sosyalizm ideali biçimini almış, ama aynı zamanda Aydınlanma’nın bir inkârı
olan, insanların eşitliği yerine devletlerin ve ulusların eşitliğini geçiren,
ulusçuluk bu sosyalizm bedeninin içine girmişti. Bu nedenle özlemlerinin aksine
sosyalist olmak bir yana Aydınlanmacılığın, yani bilimsel eşitliklerin, örneğin
ulusun bir dille veya dinle tanımlanmasının tutarlı savunucuları olamıyorlardı.
Öte yandan sosyalizm diye bildikleri. Sovyetlerin karşı devrime uğramış merkezi
ve bürokratik devletinin sosyalizmiydi.
Bu nedenle de merkezi ve bürokratik yapılara karşı savaşan tutarlı devlet
düşmanları da olamıyorlardı.
Bu milliyetçi ve devletçi nitelikleriyle, öznel niyetleri ne
olursa olsun, nesnel olarak bu şark despotluğunun, bu devletin kendini
modernleştirmesinin aracı olmaktan öteye gidemiyorlardı.
Bir yardan devletin ve taşra bezirgarlığının baskısı ve
özgürlük düşmanı boğucu atmosferi altında bunlarla savaşmak istiyorlar. Ama hem
halktan tecrit oluyorlar hem de lanetine uğradıkları devletin modernleşmesine
aracılık ediyorlardı.
Halkı anlayamıyorlardı, çünkü Aydınlanma’yı, tüm
yeryüzündeki insanların biçimsel ve hukuki eşitliği anlamıyla değil;
epistemolojik anlamıyla, akla karşı inanç olarak, bilim din zıtlığı içinde
anlıyorlar ve dinin aslında bu dünyada insanlar arasındaki ilişkileri
düzenlediğin kavramadıkları için, her tartıyşmayı dine veya “pozitif bilimlere”
getirerek aslında sosyolojik olarak bilimsel olmayan bir din dine karşı mücadele
ettiklerini savunuyorlar ve böylece içinde yaşadıkları halktan tecrit oluyorlardı;
diğer yandan anti emperyalizm bağlamıyla birer ulusçu olduklarından ister
istemez çoğu var olan şark devletinin yedeği oluyorlar ve o devletin
modernleşmesinin bir aracı işlevi görüyorlardı.
Bugünkü ulusalcılığın metodolojik kökleri taşra
sosyalistlerinin trajedisinin de temelinde bulunan bu çelişkilerdedir.
Bu nesnel konumları ötesinde, öznel olarak bu insanlar
korkunç bir yalnızlık içinde, taşra bezirganlığının o boğucu baskısı altında,
inanılmaz fedakarlıklar yaparak sosyalizm düşüncesini yaşatmaya ve yaymaya
çalışıyorlardı.
Kendi özlem ve öznel niyetleri ile nesnel tarihsel
çelişkileri onları dayanılmaz bir gerilim içine soktuğundan buna dayanamayan
bir kısmı çareyi alkolde sığınmakta buluyorlardı.
Bu ise onların yaşamlarını ve sosyal ilişkilerini iyice alt
üst ediyordu.
İşte 60’lı yılların bu taşra sosyalistlerinin sonuncuları da
yavaş yavaş aramızdan ayrılıyor.
Süreyya Erdem her kasabada rastlanacak bu taşra sosyalistlerinden
olamayacak kadar genç, 68’li olamayacak kadar yaşlı bir kuşaktandı. Arada kalmış
bir geçiş tipi sayılabilirdi. İkisinin de özelliklerini taşıyordu.
Aliağa’da yayınlanan Aliağa
Ekspres gazetesinde ölüm haberi şöyle veriliyor:
“Aliağa'nın
yetiştirdiği ilk avukatlardan Süreyya Erdem (75) yaşama veda etti. Erdem'in
cenazesi dün öğle namazı sonrası Güzelhisar Mahallesi Aşağı Cami’de kılınan
cenaze namazının ardından köy mezarlığında sevenleri tarafından toprağa
verildi.
Aliağa'da işçi ve
sendikaların yıllarca avukatlığını yapan, 'İşçi
dostu avukat' olarak bilinen Süreyya Erdem, 10 yılı aşkın bir süredir
çeşitli rahatsızlıklardan dolayı evinde tedavi görüyordu. Dün gece durumu iyice
ağırlaşan Erdem, solunum yetmezliği sonucu yaşamını yitirdi.(…)”( http://www.aliagaekspres.com.tr/guncel/23/11/2017/sureyya-erdemi-kaybettik)
Kızı Kıvılcım, ardından şunları yazmış:
“Onu tanıyanlara son
sorusu; “Biyolojik bir tür olarak insan
olmayı aşıp, sosyolojik olarak insan olmak istedim. Olabildim mi? Bunun yanıtı
kendini yaşayanların dilinde bulacaktır” oldu. Onu tanıyanlar bu cevabı
elbette bulacaktır. Babamız Süreyya Erdem dün gece yaşama veda etti. Onu son
yolculuğuna bugün öğlen Aliağa Güzelhisar köyünden uğurlayacağız. Uğurlar
olsun!...
“Bir İnsan” olarak
anılmayı dileyerek ve “İşçi dostu bir
avukat” olarak anılmak.
Süreyya bunu başarabilmiş bir “taşra sosyalisti” idi.
*
Süreyya Erdem’i nasıl tanımıştım? Tam hatırlamıyorum. “Ana
dilinizi niçin seversiniz” sorusuna, “soru
yanlış sevdiğimizi var sayıyor, “sevmek zorunda değilim” dediğim için
Balıkesir Lisesi’nden atılmamak için tasdikname alınca, zar zor kapağı
Karşıyaka Erkek Lisesi’ne atmıştım. Yeni girdiğim bu lisede, içine girdiğim
arkadaş çevresiyle sık sık dersleri eker, Yamanlar tepesinde çıkar, ucuz bir
galon şarap alır ve içerdik. Bu arkadaş çevresindekilerden biri de Güzelhisar
köyünden Mehmet Emin diye bir arkadaştı.
Bir sene sonra yine aynı liseden arkadaşım Sefer ile İstanbul
üniversitesine girmiş, sosyalist çevreleri tanımaya uğraşıyorduk. Bu arada ben Deniz
Gezmiş ve arkadaşlarının çevresine (DÖB, Devrimci Öğrenci birliği) katılmış,
yatacak yerim olmadığından DÖB’e sendikada yer veren İsmet Demir ile sendika
binasında yatmaya başlamıştım.
Bir süre sonra Sefer ile birlikte, İsmet Demir’in eşine az
rastlanır işçilerin içinden çıkma, olağanüstü örgütçü bir işçi önderi olduğunu görünce, İsmet Demir
ile birlikte çalışmaya karar vermiş Sonra da üçümüz Türkiye işçi sınıfını örgütlemek için planlar
yapmaya başlamıştık.
İsmet demir Yapı işçileri içinde bir liderdi ama yapı iş
kolunda büyük şantiyeler birkaç sene sonra bitiyor ve her şeye yeniden başlamam
gerekiyordu. Esas olarak metal, kimya gibi alanlara girmek gerekirdi.
Bunun için şöyle bir plan yapmıştık. Sovyetlerin yardımıyla
Aliağa Rafinerisi, İskenderun demir çelik ve Seydişehir Alüminyum fabrikaları
kurulacaktı. Bunlar büyük inşaatlar olacaktı. O işçileri İsmet demir zaten
tanıyordu. İsmet Demir öncülüğünde bu inşaatlarda örgütlenir ve işçilere iyi
haklar alabilirsek, inşaatlar bittiğinde kimya ve metal alanındaki işçileri de
örgütleyebilir, oradan tüm Türkiye işçilerini militan, devrimci ve sosyalist
sendikalarda birleştirebilirdik.
Bunun için nereden başlayacağımızı planlarken, Sefer daha
önce Aliağa’da, Çiğli’deki Amerikalıların plajında çalıştığı ve Aliağa ve Aliağalıları
iyi tanıdığı için, önceliği Aliağa’ya verelim diye kararlaştırmıştık. Zaten
inşaatı ilk başlayacak olan da Aliağa rafinerisi idi.
(Aliağa’nın ve Daha sonra İskenderun’un geniş bir hikayesi
İsmet Demir’in Anılar ve Deneyler kitabında ve
kısmen de bizim İsmet Demir üzerine yazdığımız yazıların derlemesi olan
kitapçıkta İsmet
demir Üzerine Üç Yazı bulunabilir.)
Bu karara uygun olarak 1969 yılının bir yaz günü İsmet Demir,
henüz hala balıkçılık ve çitçilikle geçinen bir köy olan Aliağa’ya yola çıkmış,
köyün girişindeki minibüs durağı olarak da kullanılan yol üstündeki küçük bir
çardak-çayhaneyenin önünde cebimizde 35 kuruşla köye ayak basmıştık.
Cebimizde bir çay içmeye bile yetmeyecek 35 kuruş ve
Sefer’in verdiği iki Aliağalı sosyalistin (Alpay ve Sait Kaya) adından başka
bir şey yoktu.
Tarık bir Ziyad’ın gemileri yakıp İspanya’ya çıkışı gibiydi
Aliağa’ya gidişimiz. Dönüş paramız, yiyecek alacak bir paramız, kalacağımız bir
yer vs. hiçbir şey yoktu. Ya başaracak ya başaracaktık.
Böyle başlamıştı Necmettin Giritlioğlu’nun da öldürüleceği
Aliağa örgütlenme ve direnişleri.
İlk önce, rafineriyi yapacak Badger şirketinde, belki de Türkiye’de
ilk kez henüz inşaat başlamadan işçilerin çoğunu örgütlemiştik. Yetkiyi
almıştık. Sonra her şeylere kadir Devlet duruma el koymuş ve MİT devreye girmiş,
elimizdeki yetki her türlü yasa ayaklar altına alınarak alınmış ve sarı
sendikacıların kontrolündeki Yapı İş’e verilmişti. Daha önce bizde örgütlenen
işçiler açlığa ve işsizliğe mahkum edilmişti.
Daha sora oradaki Tankların inşaatını üstlenen Kozanoğlu-Çavuşoğlu
firmasındaki işçiler örgütlenmiş ve bu örgütlenme ve direnişi kırmak için yine
Devlet yani MİT devreye girmiş ve bu bağlamda Necmettin Giritlioğlu
öldürülmüştü.
Sonra da İşçileri ve içi hareketini, gerilla savaşı için bir
maddi destek ve lojistik veya insan devşirme kaynağı olarak gören daha sonra da
THKP-C olacak kesim ve onların temsilcisi durumundaki Bingöl Erdumlu aracılığıyla
sendika bölünmüştü.
Öte yandan bize karşı devletin desteklediği Yapı-İş, işindeki
sendika bürokratları arasındaki çatışmada, sendika başkanı faşistleri vurucu
güç olarak kullanıp sendika binasını ele geçirince diğer kanat da Dev-Genç’ ve
Aydınlık çevresine yanaşmış, çekler ve ilerde para ve sendikanın olanaklarının
dev-Genç’e amade kılınacağı vaatleriyle Diğer tarafın faşist çetelerini
dengelemek için dev-Genç bir denge unsuru vurucu güç olarak olarak kullanılmaya
(Mevlut Bayraktar, Suat Şükrü Kundakçı,
Avni Tok gibi isimler) kalkmışlar, biz buna karşı çıktığımızdan, Aydınlık
çevresi ve Dev-Genç ile aramızda belli bir gerginlik bile oluşmuştu.
Aslında bütün bunların ardında devrime ilişkin bir strateji
tartışması vardı.
Bizim için, işçi sınıfının sınıf olarak öncülüğü söz konusu
idi. Bu nedenle biz işçilerin kendi örgütlenmesini esas alıyorduk.
Diğer arkadaşlar ise işçi sınıfına bir ideolojik öncülük
veriyorlar, eh ideoloji de kendilerinde olduğundan kendilerini öncü tayin etmiş
oluyorlar, kendilerini yerine geçirdikleri (ikame ettikleri) işçi sınıfı adına
kendilerinin taktik ve kısa vadeli çıkarlarına uygun olan işler tabii işçi
sınıfının da çıkarına oluyordu onlar açısından.
Bu teme ayrılık, sonraki gelişmeler nedeniyle üzerinde hiç
durulmamış ve unutulmuş bir ayrılıktır ve Türkiye’deki devrimci ve sosyalist
hareketin gerçekten ipin ucunu kaçırdığı yerdir. Neyse bu ayrı konu. Aliağa’ya
dönelim.
*
Aliağa’ya yerleşip işçileri örgütlerken aynı zamanda cıvar
köylerde de örgütlenme olanaklarını arıyorduk.
Çünkü yerli ahali ve cıvar köylerde şimdiden destek
noktaları bulmak ilerde mücadele sertleştiğinde çok önemli olabilirdi. Örneğin
bir grevi kırmak için köylerden içiler getirebilirlerdi, ama orada örgütlü
olunursa bu engellenebilirdi. Öte yandan bizim örgütlenme çalışmalarımız da
kulaktan kulağa yayılıyor ve yerli ahalide ve köylerde izleniyor ve beki başka
örgütlenmelere ilham verebilme olanakları ortaya çıkıyordu.
Köylerle bağlantı noktaları ararken, lise son sınıftayken dersleri
kırıp Yamanlar dağına şarap içmeye gittiğimiz gruptaki, Aliağa’ya son derece
yakın Güzelhisar köyünden sosyalizm sempatizanı mehmet Emin aracılığıyla bu
köyle ilişkileri kurmaya başladık.
İşte köye ilk gittiğimizde, yanlış hatırlamıyorsam, köyün sosyalist
geçelerinin ağabeyisi durumundaki Süreyya Erdem ile de tanışmıştık.
Diğer yandan yine Güzelhisar’dan bazı köylülerle tütün
üreticileri sendikası veya birliği kurmak gibi bir işe giriştik. Tütün üreticisi
köylüler, İşçilerin örgütlenmesinden etkilenmeşlir ve örgütlenme yolları
aramaya başlamışlardı. Onların bu
arayışlarıyla bizim köylülerle bağlantı kurma çabalarımız çakışmıştı.
Hatta köylülerden biriyle Akhisar, Ödemiş tütün
mitinglerinde tanıdığımız, yine o yukarıda sözünü ettiğimiz taşra
sosyalistlerinden olan Gölmarmaralı köylülerle tanışmaya ve onlardan Tütün
üreticileri sendikası ya da birliğini nasıl kuracağımızı öğrenmeye gitmiştik
ama sonra sendikal çalışmalar tüm enerji ve zamanımızı aldığından iyin gerisi
gelmemişti.
İşte Süreyya’nın da aralarında bulunduğu ve bir tür
ağabeyleri olduğu bu Güzelhisarlı sosyalistler, Aliağalı sosyalistler ile
birlikte Aliağa’da örgütlenme ve direniş içinde bulunduğumuz iki yıl boyunca
bizlere her başımız sıkıştığında sığınacağımız bir liman oldular, görünmez ve
bilinmez desteklerini her zaman sürdürdüler.
Süreyya da bunların en önde geleniydi. Çok duygusal bir
insandı. Bizleri görünce gözlerinin içi parlar yüzünden sevgi akardı.
*
Sonra 12 Mart dönemi geldi. Her şey darma dağın oldu.
Süreyya ili çok garip bir şekilde karşılaştık tekrar.
Davutpaşa kışlasında İstanbul dev-Genç davasında tutukluydum.
Bir gür yemek karavanasını getiren askerlerin başında birden
Süreyya’yı gördüm. Meğer yedek subay olarak askerliğini yapıyormuş. Onu
Davutpaşa Kışlası’ndaki hapishaneye vermişler.
Nasıl üzülüyor ve kızarıyordu. Orada bizlerin arasında bir
tutuklu olarak değil de hapishane yönetiminde bir yedek subay olarak bulunması
onun için korkunç bir şeydi. Biz ise (konuşmak mümkün olmadığından ve onu
tehlikeye atacağından) bakışlarımızla
ona üzülmemesini, bunda kendisinin bir suçu olmadığını, kaderin kötü bir oyunu
oluğunu anlatmaya çalışıyorduk.
*
Sonra bir daha yıllarca Süreyya’yı görmedim. Çünkü 12 Mart
dönemi biterken içeri girdim ve on yıl yattım. Sonra da Avrupa’da sürgünlükte
çeyrek asır geçti. 2007 seçimlerinden sonra, Türkiye’ye gelebilir oldum
2008’de Annemi ve kardeşimi Ege bölgesinde gezdirirken,
yolumuz Aliağa’dan geçiyordu.
Heyecanla Aliağa’nın nasıl olduğunu hayal etmeye
çalışıyordum.
Sanki Aliağa’da gençliğimi bulacak, uzun süren bir kabustan
uyanacakmışım gibi bir garip beklenti içindeydim.
Kırk yıldır görmediğim bu küçük köy, büyümüş koca bir şehir
olmuştu.
Hiçbir yeri, hiçbir şeyi tanımıyordum.
Ağaçlar ve evler bile kalmamıştı bir tanıdık olarak. Bir
sıkış tepiş betonlar yığınıydı.
Tanıdık olarak sadece sahilde suyun dibindeki deniz kestaneleri,
kaya balıkları ve yosunları görebilmiştim.
Dolaştım etrafı acaba bir tanıdık yaz, tanıdık bir bina,
tanıdık ne olduğunu bilmediğim bir şey görebilir miyim diye.
Aslında gençliğimi arıyordum bir merhaba diyebilmek için.
Sadece kaya balıkları, deniz yosunları ve deniz kestaneleri
kalmıştı o artık gerçeklikle ilgisi kalmamış mitolojiye dönüşmüş kahramanlık
çağlarından.
*
Büyük bir hayal kırıklığı içinde, tanıdık hiçbir şeye ve
kimseye rastlamamanın burukluğuyla ayrılmayı düşünürken, hiç olmazsa bir gazete
alayım diye meydana bakan bir bakkal dükkanına girdim.
Gazeteyi alırken umutsuzca dükkancıya sordum.
“Burada eski Aliağalıların gittiği bir yer var mı, ya da
Aliağa’nın yerlilerinden birini tanıyor musunuz?” diye.
“Ben 25 yıldır buradayım ama yerlisi sayılmam. Yerlilerini
de bilmiyorum” dedi.
Sonra da, tam ben dükkandan çıkarken “mesela bir isim
verebilir misiniz? Belki bir bildiğim tanıdığım çıkar” dedi.
“Mesela dedim, Alpay vardı bir kolu yoktu. Sait Kaya vardı”
Tanımıyordu.
“Bir de Aliağalı değil ama Güzelhizarlı Süreyya vardı
avukattı. Süreyya Erdem.”
“Bakın onu tanıyorum. Gelin göstereyim” dedi.
Dükkânın önüne çıktık, yan tarafta 10 metre kadar ilerdeki
evi gösterdi “İkinci katında oturuyor. Kapıyı çalın. Şimdi evdedir herhalde”.
*
İnanılmaz bir rastlantıydı.
Son ada bir gazete almak için bir bakkala gir ve bakkal Süreyya’yı
tanımakla kalmasın evinin de yanında olsun.
Kalbim çarparak eve yöneldim. Bir kat çıktım ve kapıyı
çaldım. Bir kadın açtı. Telaş içindeydi.
“Affedersiniz , Süreyya Edrem burada mı oturuyor? Benim adım
Demir Küçükaydın. Süreyya’yı yıllar öncesinden tanırım, burada oturduğun
duydum, burada geçiyordum bir merhaba diyeyim, ziyaret edeyim dedim”.
Kadın, “Evet sizin adınızı çok duydum. Bu evde her zaman
konuşulursunuz. Ben eşiyim, ama Süreyya az önce çok ağır bir kriz geçirdi, şu
an yanında doktor var müdahale ediyor. Henüz krizi atlatabilmiş değil. Ama
girin balkonda bekleyin. İyileşirse ben size haber veririm” dedi ve yine telaş
içinde Süreyya’nın yattığını düşündüğüm odaya doğru seğirtti.
Bu daha da garip bir rastlantıydı. Kırk yıl sora büyük bir
rastlantıyla tanıdığını görmeye geliyorsun ve o da o sırada can çekişiyor veya
kriz geçiriyor.
İçimden inşallah bu rastlantılar zinciri burada biter bulduğum
anda ölmez diye geçirdim.
Balkonda yine Süreyya’nın köyünden başka bir misafir daha
vardı. Galiba uzun zamandır Fransa’da işçilik yapan, yaz tatili için memleketine
gelmiş ve eski arkadaşını ziyaret eden bir işçiydi.
Bizleri, Aliağa’da verdiğimiz mücadeleleri hepsini gıyaben biliyordu.
Eski günlere gittik. Dünyanın çok değiştiğinden, artık yeni kuşakların o
zamanlarda olanları ve yapılanları bilmediğinden konuştuk.
Yarım saat kadar sonra Süreyya’nın eşi geldi.
“Süreyya biraz daha iyi görmeye gelebilirsiniz” dedi.
*
O bildiğin sırım gibi kara saçlı Süreyya gitmiş, yolda
görsem asla tanımayacağım saçları beyazlamış, tanımadığım, yabancı bir adam
vardı karşımda.
Ancak hayal gücüyle bu yabancının o eski Süreyya’nın
yaşlılığı olduğu anlaşılabiliyordu.
Gerçi muhtemelen bende ona göre öyleydim ama ruh yaşlanmaz
derler. Herkes gibi ben de ruhen hep 25 yayında takılıp kaldığımdan, dış
görünüşümün de öyle olduğun sanmaya devam ediyordum.
“Merhaba Süreyya dedim, beni tanıdın mı?”
Süreyya yabancı gözlerle bakıp “ne bileyim ben, kim
tanımıyorum” dedi.
“kimsin sen dedi” bir yabancıya sorar gibi,
“Ben Demir, Demir Küçükaydın. Hani Aliağa grevleri, İsmet Demir.
Sefer Güvenç, Ali Karşılayan, Tunç Gezgen, Necmettin Giritlioğlu… Büyük bir
rastlantı sonucu evini buldum.”
Şöyle dikkatlice bir daha baktı.
Sonra az önce ağır bir kriz geçirmiş bitkin adam o değilmiş
gibi saniyeler içinde birden bire gençleşti, enerji doldu ve yatağında dikilip boynuma
sarıldı.
Bir süre yaşlı gözlerle birbirimize sarılı kaldık.
Kısa bir hoş beşten sonra telefon istedi ve İzmir’de işinde
çalışan kızını aradı.
Kızının adı Kıvılcım’mış.
Kızına telefonda “biliyor musun Demir Küçükaydın şimdi
yanımda” dedi.
Kızı ise, babasının az önce kriz geçirdiğini, ölümden
döndüğünü bildiğinden, babasının bu sefer hayal gördüğünü veya aklını kaçırdığını
düşünerek
“Baba kendine gel, lütfen” anlamında bir şeyle söylüyor ve
babasının dediklerine inanmıyordu.
Kızı da haklıydı. Gerçekten inanılacak bir durum değildi.
Süreyya ne derse desin kızı babasının az önce geçindiği
krizin etkisiyle hayal gördüğünü ya da bilincini kaybettiğini düşünüyordu.
Bunun üzerini Süreyya telefonu bana verdi. Sen konuş dedi.
Ben de büyük bir rastlantı sonucu orada olduğumu, gerçekten
Demir Küçükaydın olduğumu söylediysem de yine inanmadı ve orada büfenin
üzerinde duran fotoğrafını elime alıp bir fotoğraf çektirmemi ve bunun mail ile
kendisine yollamamızı istedi.
İşte yandaki fotoğraflar bu inanılmaz rastlantının anında
resmedilmiş belgeleri.
*
Rastlantılar zorunluluğun diğer yüzüdür diye öğrenirdik Marksizmi
anlatan el kitaplarından.
Ama bugünkü modern fizik, bütün bu rastlantıların zorunlulukların öbür yüzü olduğu evrenin bile bir rastlantı olabileceği, tıpkı bir maymunun rastgele bir piyanonun tuşlarına rastgele basarken Bach’ın Goldberg varyasyonlarını çalması gibi bir şey olduğu sonucuna ulaşmış bulunuyor sayılabilir.
Ama bugünkü modern fizik, bütün bu rastlantıların zorunlulukların öbür yüzü olduğu evrenin bile bir rastlantı olabileceği, tıpkı bir maymunun rastgele bir piyanonun tuşlarına rastgele basarken Bach’ın Goldberg varyasyonlarını çalması gibi bir şey olduğu sonucuna ulaşmış bulunuyor sayılabilir.
Gerçekten de şu her biri harikulade milyonlarca canlı türü
rastlantısal mutasyonlar içinde birilerinin o koşullarda o canlıya bir avantaj olmasının
sonucu değil mi?
Rastlantıların gücü böyledir.
Sonsuz sayıdaki olasılıklar içinde bazılarının birbiri peşi
sıra bir araya gelmesidir.
Almanya’dan gelen birinin, 2008 yılının yaz aylarında tam da
kriz geçirdiği dakikalarda, Aliağa’da olması ve orada gençliğini ararken, girdiği
bir bakkalda Süreyya’yı bulması, bir maymunun piyanonun tuşlarına basarken bir
konçertoyu çalmasından daha mı farklıdır?
23 Kasım 2017 Perşembe
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder