23 Kasım 2017 Perşembe

Süreyya Erdem’in Ardından - İnanılmaz Rastlantılar ve İki Resmin Hikayesi

Facebook verilerimizi toplayıp Big Data olarak kullanıyor ama en azından dostlarla haberleşme ve onları uzaktan da olsun izleme ve hatırlama olanağı da sunuyor. Türk devleti gibi, sadece izleyen, engelleyen, kanı emen bir ur değil; en azından küçük de olsa bir “hizmet” sunuyor, bir ihtiyacı karşılıyor, bir kullanım değeri de üretiyor.
Dün, politik gelişmeler bağlamındaki yazıyı bitirdikten sonra, ikinci bir yazı daha çıkarmak, Kıvılcımlı’nın Ateş konusundaki yanılgıları üzerine yazmak için bilgisayarın başına geçmiştim ki, bir ses, Facebook Messenger’de bir mesaj olduğunu bildirdi. Bakınca, uzaklarda yaşayan Enver Tahsin Yaygın’ın yolladığı şu mesajı gördüm: “Süreyya Erdem’i yitirdik (…)”

*
Artık kim tanır Süreyya Erdem’i. Bu, taşranın isimsiz sosyalistini.
Türkiye’de hiç incelenmemiş ve kadri bilinmemiş bir “taşra sosyalistleri” denebilecek kategori insan vardır.
1960’larda en ücra köy ve kasabalarda bile karşınıza çıkarlardı. Çetin Altan’ın yazıları, TİP’in yükselişi ile ortaya çıkmış ve o yükselişi sırtında taşıyan “ilk saatin işçileri”ydi onlar.
Hazreti Muhammet peygamberlerin sonuncusu (hatem el enbiya) olduğunu; bundan sonra insanların kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi gerektiğini bildirmişti. O nedenle, peygambersiz din, sosyalizmin sehabeleri idi onlar.
19 yüzyıl Fransız romanlarında karşınıza genellikle bir öğretmen olarak karşınıza çıkan, taşranın o geri ve gerici atmosferi içindeki modernleşmenin bu cumhuriyetçi öncü ve savunucuları, 20. Yüzyılda örneğin Kusturica’nın filmlerinde veya Arap, Yunan roman ve hikayelerinde bir sosyalist olarak karşınıza çıkarlar.
1960’larda Türkiye’nin her yerinde, birine rastlamanın mümkün olduğu, genellikle bir kitapçı, bir öğretmen, bir avukat, bir terzi, bir ayakkabı tamircisi, bir zanaatkar olan bu sosyalistler adı sanı bilinmez büyük özverilerin insanlarıydılar.
Aslında özlemleriyle birer aydınlanmacı hümanist idi çoğu.
Ne var ki, Türkiye gibi geri ülkelere Aydınlanma, insanların biçimsel ve hukuki eşitliğini sosyal bir eşitlikle tanımlamak ve aşmak isteyen sosyalizm ideali biçimini almış, ama aynı zamanda Aydınlanma’nın bir inkârı olan, insanların eşitliği yerine devletlerin ve ulusların eşitliğini geçiren, ulusçuluk bu sosyalizm bedeninin içine girmişti. Bu nedenle özlemlerinin aksine sosyalist olmak bir yana Aydınlanmacılığın, yani bilimsel eşitliklerin, örneğin ulusun bir dille veya dinle tanımlanmasının tutarlı savunucuları olamıyorlardı. Öte yandan sosyalizm diye bildikleri. Sovyetlerin karşı devrime uğramış merkezi ve  bürokratik devletinin sosyalizmiydi. Bu nedenle de merkezi ve bürokratik yapılara karşı savaşan tutarlı devlet düşmanları da olamıyorlardı.
Bu milliyetçi ve devletçi nitelikleriyle, öznel niyetleri ne olursa olsun, nesnel olarak bu şark despotluğunun, bu devletin kendini modernleştirmesinin aracı olmaktan öteye gidemiyorlardı.
Bir yardan devletin ve taşra bezirgarlığının baskısı ve özgürlük düşmanı boğucu atmosferi altında bunlarla savaşmak istiyorlar. Ama hem halktan tecrit oluyorlar hem de lanetine uğradıkları devletin modernleşmesine aracılık ediyorlardı.
Halkı anlayamıyorlardı, çünkü Aydınlanma’yı, tüm yeryüzündeki insanların biçimsel ve hukuki eşitliği anlamıyla değil; epistemolojik anlamıyla, akla karşı inanç olarak, bilim din zıtlığı içinde anlıyorlar ve dinin aslında bu dünyada insanlar arasındaki ilişkileri düzenlediğin kavramadıkları için, her tartıyşmayı dine veya “pozitif bilimlere” getirerek aslında sosyolojik olarak bilimsel olmayan bir din dine karşı mücadele ettiklerini savunuyorlar ve böylece  içinde yaşadıkları halktan tecrit oluyorlardı; diğer yandan anti emperyalizm bağlamıyla birer ulusçu olduklarından ister istemez çoğu var olan şark devletinin yedeği oluyorlar ve o devletin modernleşmesinin bir aracı işlevi görüyorlardı.
Bugünkü ulusalcılığın metodolojik kökleri taşra sosyalistlerinin trajedisinin de temelinde bulunan bu çelişkilerdedir.
Bu nesnel konumları ötesinde, öznel olarak bu insanlar korkunç bir yalnızlık içinde, taşra bezirganlığının o boğucu baskısı altında, inanılmaz fedakarlıklar yaparak sosyalizm düşüncesini yaşatmaya ve yaymaya çalışıyorlardı.
Kendi özlem ve öznel niyetleri ile nesnel tarihsel çelişkileri onları dayanılmaz bir gerilim içine soktuğundan buna dayanamayan bir kısmı çareyi alkolde sığınmakta buluyorlardı.
Bu ise onların yaşamlarını ve sosyal ilişkilerini iyice alt üst ediyordu.
İşte 60’lı yılların bu taşra sosyalistlerinin sonuncuları da yavaş yavaş aramızdan ayrılıyor.
Süreyya Erdem her kasabada rastlanacak bu taşra sosyalistlerinden olamayacak kadar genç, 68’li olamayacak kadar yaşlı bir kuşaktandı. Arada kalmış bir geçiş tipi sayılabilirdi. İkisinin de özelliklerini taşıyordu.
Aliağa’da yayınlanan Aliağa Ekspres gazetesinde ölüm haberi şöyle veriliyor:
“Aliağa'nın yetiştirdiği ilk avukatlardan Süreyya Erdem (75) yaşama veda etti. Erdem'in cenazesi dün öğle namazı sonrası Güzelhisar Mahallesi Aşağı Cami’de kılınan cenaze namazının ardından köy mezarlığında sevenleri tarafından toprağa verildi.
Aliağa'da işçi ve sendikaların yıllarca avukatlığını yapan, 'İşçi dostu avukat' olarak bilinen Süreyya Erdem, 10 yılı aşkın bir süredir çeşitli rahatsızlıklardan dolayı evinde tedavi görüyordu. Dün gece durumu iyice ağırlaşan Erdem, solunum yetmezliği sonucu yaşamını yitirdi.(…)”( http://www.aliagaekspres.com.tr/guncel/23/11/2017/sureyya-erdemi-kaybettik)
Kızı Kıvılcım, ardından şunları yazmış:
“Onu tanıyanlara son sorusu; “Biyolojik bir tür olarak insan olmayı aşıp, sosyolojik olarak insan olmak istedim. Olabildim mi? Bunun yanıtı kendini yaşayanların dilinde bulacaktır” oldu. Onu tanıyanlar bu cevabı elbette bulacaktır. Babamız Süreyya Erdem dün gece yaşama veda etti. Onu son yolculuğuna bugün öğlen Aliağa Güzelhisar köyünden uğurlayacağız. Uğurlar olsun!...
Bir İnsan” olarak anılmayı dileyerek ve “İşçi dostu bir avukat” olarak anılmak.
Süreyya bunu başarabilmiş bir “taşra sosyalisti” idi.
*
Süreyya Erdem’i nasıl tanımıştım? Tam hatırlamıyorum. “Ana dilinizi niçin seversiniz” sorusuna, “soru yanlış sevdiğimizi var sayıyor, “sevmek zorunda değilim” dediğim için Balıkesir Lisesi’nden atılmamak için tasdikname alınca, zar zor kapağı Karşıyaka Erkek Lisesi’ne atmıştım. Yeni girdiğim bu lisede, içine girdiğim arkadaş çevresiyle sık sık dersleri eker, Yamanlar tepesinde çıkar, ucuz bir galon şarap alır ve içerdik. Bu arkadaş çevresindekilerden biri de Güzelhisar köyünden Mehmet Emin diye bir arkadaştı.
Bir sene sonra yine aynı liseden arkadaşım Sefer ile İstanbul üniversitesine girmiş, sosyalist çevreleri tanımaya uğraşıyorduk. Bu arada ben Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının çevresine (DÖB, Devrimci Öğrenci birliği) katılmış, yatacak yerim olmadığından DÖB’e sendikada yer veren İsmet Demir ile sendika binasında yatmaya başlamıştım.
Bir süre sonra Sefer ile birlikte, İsmet Demir’in eşine az rastlanır işçilerin içinden çıkma, olağanüstü örgütçü  bir işçi önderi olduğunu görünce, İsmet Demir ile birlikte çalışmaya karar vermiş Sonra da üçümüz  Türkiye işçi sınıfını örgütlemek için planlar yapmaya başlamıştık.
İsmet demir Yapı işçileri içinde bir liderdi ama yapı iş kolunda büyük şantiyeler birkaç sene sonra bitiyor ve her şeye yeniden başlamam gerekiyordu. Esas olarak metal, kimya gibi alanlara girmek gerekirdi.
Bunun için şöyle bir plan yapmıştık. Sovyetlerin yardımıyla Aliağa Rafinerisi, İskenderun demir çelik ve Seydişehir Alüminyum fabrikaları kurulacaktı. Bunlar büyük inşaatlar olacaktı. O işçileri İsmet demir zaten tanıyordu. İsmet Demir öncülüğünde bu inşaatlarda örgütlenir ve işçilere iyi haklar alabilirsek, inşaatlar bittiğinde kimya ve metal alanındaki işçileri de örgütleyebilir, oradan tüm Türkiye işçilerini militan, devrimci ve sosyalist sendikalarda birleştirebilirdik.
Bunun için nereden başlayacağımızı planlarken, Sefer daha önce Aliağa’da, Çiğli’deki Amerikalıların plajında çalıştığı ve Aliağa ve Aliağalıları iyi tanıdığı için, önceliği Aliağa’ya verelim diye kararlaştırmıştık. Zaten inşaatı ilk başlayacak olan da Aliağa rafinerisi idi.
(Aliağa’nın ve Daha sonra İskenderun’un geniş bir hikayesi İsmet Demir’in Anılar ve Deneyler kitabında ve kısmen de bizim İsmet Demir üzerine yazdığımız yazıların derlemesi olan kitapçıkta İsmet demir Üzerine Üç Yazı bulunabilir.)
Bu karara uygun olarak 1969 yılının bir yaz günü İsmet Demir, henüz hala balıkçılık ve çitçilikle geçinen bir köy olan Aliağa’ya yola çıkmış, köyün girişindeki minibüs durağı olarak da kullanılan yol üstündeki küçük bir çardak-çayhaneyenin önünde cebimizde 35 kuruşla köye ayak basmıştık.
Cebimizde bir çay içmeye bile yetmeyecek 35 kuruş ve Sefer’in verdiği iki Aliağalı sosyalistin (Alpay ve Sait Kaya) adından başka bir şey yoktu.
Tarık bir Ziyad’ın gemileri yakıp İspanya’ya çıkışı gibiydi Aliağa’ya gidişimiz. Dönüş paramız, yiyecek alacak bir paramız, kalacağımız bir yer vs. hiçbir şey yoktu. Ya başaracak ya başaracaktık.
Böyle başlamıştı Necmettin Giritlioğlu’nun da öldürüleceği Aliağa örgütlenme ve direnişleri.
İlk önce, rafineriyi yapacak Badger şirketinde, belki de Türkiye’de ilk kez henüz inşaat başlamadan işçilerin çoğunu örgütlemiştik. Yetkiyi almıştık. Sonra her şeylere kadir Devlet duruma el koymuş ve MİT devreye girmiş, elimizdeki yetki her türlü yasa ayaklar altına alınarak alınmış ve sarı sendikacıların kontrolündeki Yapı İş’e verilmişti. Daha önce bizde örgütlenen işçiler açlığa ve işsizliğe mahkum edilmişti.
Daha sora oradaki Tankların inşaatını üstlenen Kozanoğlu-Çavuşoğlu firmasındaki işçiler örgütlenmiş ve bu örgütlenme ve direnişi kırmak için yine Devlet yani MİT devreye girmiş ve bu bağlamda Necmettin Giritlioğlu öldürülmüştü.
Sonra da İşçileri ve içi hareketini, gerilla savaşı için bir maddi destek ve lojistik veya insan devşirme kaynağı olarak gören daha sonra da THKP-C olacak kesim ve onların temsilcisi durumundaki Bingöl Erdumlu aracılığıyla sendika bölünmüştü.
Öte yandan bize karşı devletin desteklediği Yapı-İş, işindeki sendika bürokratları arasındaki çatışmada, sendika başkanı faşistleri vurucu güç olarak kullanıp sendika binasını ele geçirince diğer kanat da Dev-Genç’ ve Aydınlık çevresine yanaşmış, çekler ve ilerde para ve sendikanın olanaklarının dev-Genç’e amade kılınacağı vaatleriyle Diğer tarafın faşist çetelerini dengelemek için dev-Genç bir denge unsuru vurucu güç olarak olarak kullanılmaya  (Mevlut Bayraktar, Suat Şükrü Kundakçı, Avni Tok gibi isimler) kalkmışlar, biz buna karşı çıktığımızdan, Aydınlık çevresi ve Dev-Genç ile aramızda belli bir gerginlik bile oluşmuştu.
Aslında bütün bunların ardında devrime ilişkin bir strateji tartışması vardı.
Bizim için, işçi sınıfının sınıf olarak öncülüğü söz konusu idi. Bu nedenle biz işçilerin kendi örgütlenmesini esas alıyorduk.
Diğer arkadaşlar ise işçi sınıfına bir ideolojik öncülük veriyorlar, eh ideoloji de kendilerinde olduğundan kendilerini öncü tayin etmiş oluyorlar, kendilerini yerine geçirdikleri (ikame ettikleri) işçi sınıfı adına kendilerinin taktik ve kısa vadeli çıkarlarına uygun olan işler tabii işçi sınıfının da çıkarına oluyordu onlar açısından.
Bu teme ayrılık, sonraki gelişmeler nedeniyle üzerinde hiç durulmamış ve unutulmuş bir ayrılıktır ve Türkiye’deki devrimci ve sosyalist hareketin gerçekten ipin ucunu kaçırdığı yerdir. Neyse bu ayrı konu. Aliağa’ya dönelim.
*
Aliağa’ya yerleşip işçileri örgütlerken aynı zamanda cıvar köylerde de örgütlenme olanaklarını arıyorduk.
Çünkü yerli ahali ve cıvar köylerde şimdiden destek noktaları bulmak ilerde mücadele sertleştiğinde çok önemli olabilirdi. Örneğin bir grevi kırmak için köylerden içiler getirebilirlerdi, ama orada örgütlü olunursa bu engellenebilirdi. Öte yandan bizim örgütlenme çalışmalarımız da kulaktan kulağa yayılıyor ve yerli ahalide ve köylerde izleniyor ve beki başka örgütlenmelere ilham verebilme olanakları ortaya çıkıyordu.
Köylerle bağlantı noktaları ararken, lise son sınıftayken dersleri kırıp Yamanlar dağına şarap içmeye gittiğimiz gruptaki, Aliağa’ya son derece yakın Güzelhisar köyünden sosyalizm sempatizanı mehmet Emin aracılığıyla bu köyle ilişkileri kurmaya başladık.
İşte köye ilk gittiğimizde, yanlış hatırlamıyorsam, köyün sosyalist geçelerinin ağabeyisi durumundaki Süreyya Erdem ile de tanışmıştık.
Diğer yandan yine Güzelhisar’dan bazı köylülerle tütün üreticileri sendikası veya birliği kurmak gibi bir işe giriştik. Tütün üreticisi köylüler, İşçilerin örgütlenmesinden etkilenmeşlir ve örgütlenme yolları aramaya başlamışlardı.  Onların bu arayışlarıyla bizim köylülerle bağlantı kurma çabalarımız çakışmıştı.
Hatta köylülerden biriyle Akhisar, Ödemiş tütün mitinglerinde tanıdığımız, yine o yukarıda sözünü ettiğimiz taşra sosyalistlerinden olan Gölmarmaralı köylülerle tanışmaya ve onlardan Tütün üreticileri sendikası ya da birliğini nasıl kuracağımızı öğrenmeye gitmiştik ama sonra sendikal çalışmalar tüm enerji ve zamanımızı aldığından iyin gerisi gelmemişti.
İşte Süreyya’nın da aralarında bulunduğu ve bir tür ağabeyleri olduğu bu Güzelhisarlı sosyalistler, Aliağalı sosyalistler ile birlikte Aliağa’da örgütlenme ve direniş içinde bulunduğumuz iki yıl boyunca bizlere her başımız sıkıştığında sığınacağımız bir liman oldular, görünmez ve bilinmez desteklerini her zaman sürdürdüler.
Süreyya da bunların en önde geleniydi. Çok duygusal bir insandı. Bizleri görünce gözlerinin içi parlar yüzünden sevgi akardı.
*
Sonra 12 Mart dönemi geldi. Her şey darma dağın oldu.
Süreyya ili çok garip bir şekilde karşılaştık tekrar.
Davutpaşa kışlasında İstanbul dev-Genç davasında tutukluydum.
Bir gür yemek karavanasını getiren askerlerin başında birden Süreyya’yı gördüm. Meğer yedek subay olarak askerliğini yapıyormuş. Onu Davutpaşa Kışlası’ndaki hapishaneye vermişler.
Nasıl üzülüyor ve kızarıyordu. Orada bizlerin arasında bir tutuklu olarak değil de hapishane yönetiminde bir yedek subay olarak bulunması onun için korkunç bir şeydi. Biz ise (konuşmak mümkün olmadığından ve onu tehlikeye atacağından)  bakışlarımızla ona üzülmemesini, bunda kendisinin bir suçu olmadığını, kaderin kötü bir oyunu oluğunu anlatmaya çalışıyorduk.
*
Sonra bir daha yıllarca Süreyya’yı görmedim. Çünkü 12 Mart dönemi biterken içeri girdim ve on yıl yattım. Sonra da Avrupa’da sürgünlükte çeyrek asır geçti. 2007 seçimlerinden sonra, Türkiye’ye gelebilir oldum
2008’de Annemi ve kardeşimi Ege bölgesinde gezdirirken, yolumuz Aliağa’dan geçiyordu.
Heyecanla Aliağa’nın nasıl olduğunu hayal etmeye çalışıyordum.
Sanki Aliağa’da gençliğimi bulacak, uzun süren bir kabustan uyanacakmışım gibi bir garip beklenti içindeydim.
Kırk yıldır görmediğim bu küçük köy, büyümüş koca bir şehir olmuştu.
Hiçbir yeri, hiçbir şeyi tanımıyordum.
Ağaçlar ve evler bile kalmamıştı bir tanıdık olarak. Bir sıkış tepiş betonlar yığınıydı.
Tanıdık olarak sadece sahilde suyun dibindeki deniz kestaneleri, kaya balıkları ve yosunları görebilmiştim.
Dolaştım etrafı acaba bir tanıdık yaz, tanıdık bir bina, tanıdık ne olduğunu bilmediğim bir şey görebilir miyim diye.
Aslında gençliğimi arıyordum bir merhaba diyebilmek için.
Sadece kaya balıkları, deniz yosunları ve deniz kestaneleri kalmıştı o artık gerçeklikle ilgisi kalmamış mitolojiye dönüşmüş kahramanlık çağlarından.
*
Büyük bir hayal kırıklığı içinde, tanıdık hiçbir şeye ve kimseye rastlamamanın burukluğuyla ayrılmayı düşünürken, hiç olmazsa bir gazete alayım diye meydana bakan bir bakkal dükkanına girdim.
Gazeteyi alırken umutsuzca dükkancıya sordum.
“Burada eski Aliağalıların gittiği bir yer var mı, ya da Aliağa’nın yerlilerinden birini tanıyor musunuz?” diye.
“Ben 25 yıldır buradayım ama yerlisi sayılmam. Yerlilerini de bilmiyorum” dedi.
Sonra da, tam ben dükkandan çıkarken “mesela bir isim verebilir misiniz? Belki bir bildiğim tanıdığım çıkar” dedi.
“Mesela dedim, Alpay vardı bir kolu yoktu. Sait Kaya vardı”
Tanımıyordu.
“Bir de Aliağalı değil ama Güzelhizarlı Süreyya vardı avukattı. Süreyya Erdem.”
“Bakın onu tanıyorum. Gelin göstereyim” dedi.
Dükkânın önüne çıktık, yan tarafta 10 metre kadar ilerdeki evi gösterdi “İkinci katında oturuyor. Kapıyı çalın. Şimdi evdedir herhalde”.
*
İnanılmaz bir rastlantıydı.  
Son ada bir gazete almak için bir bakkala gir ve bakkal Süreyya’yı tanımakla kalmasın evinin de yanında olsun.
Kalbim çarparak eve yöneldim. Bir kat çıktım ve kapıyı çaldım. Bir kadın açtı. Telaş içindeydi.
“Affedersiniz , Süreyya Edrem burada mı oturuyor? Benim adım Demir Küçükaydın. Süreyya’yı yıllar öncesinden tanırım, burada oturduğun duydum, burada geçiyordum bir merhaba diyeyim, ziyaret edeyim dedim”.
Kadın, “Evet sizin adınızı çok duydum. Bu evde her zaman konuşulursunuz. Ben eşiyim, ama Süreyya az önce çok ağır bir kriz geçirdi, şu an yanında doktor var müdahale ediyor. Henüz krizi atlatabilmiş değil. Ama girin balkonda bekleyin. İyileşirse ben size haber veririm” dedi ve yine telaş içinde Süreyya’nın yattığını düşündüğüm odaya doğru seğirtti.
Bu daha da garip bir rastlantıydı. Kırk yıl sora büyük bir rastlantıyla tanıdığını görmeye geliyorsun ve o da o sırada can çekişiyor veya kriz geçiriyor.
İçimden inşallah bu rastlantılar zinciri burada biter bulduğum anda ölmez diye geçirdim.
Balkonda yine Süreyya’nın köyünden başka bir misafir daha vardı. Galiba uzun zamandır Fransa’da işçilik yapan, yaz tatili için memleketine gelmiş ve eski arkadaşını ziyaret eden bir işçiydi.
Bizleri, Aliağa’da verdiğimiz mücadeleleri hepsini gıyaben biliyordu. Eski günlere gittik. Dünyanın çok değiştiğinden, artık yeni kuşakların o zamanlarda olanları ve yapılanları bilmediğinden konuştuk.
Yarım saat kadar sonra Süreyya’nın eşi geldi.
“Süreyya biraz daha iyi görmeye gelebilirsiniz” dedi.
*
O bildiğin sırım gibi kara saçlı Süreyya gitmiş, yolda görsem asla tanımayacağım saçları beyazlamış, tanımadığım, yabancı bir adam vardı karşımda.
Ancak hayal gücüyle bu yabancının o eski Süreyya’nın yaşlılığı olduğu anlaşılabiliyordu.
Gerçi muhtemelen bende ona göre öyleydim ama ruh yaşlanmaz derler. Herkes gibi ben de ruhen hep 25 yayında takılıp kaldığımdan, dış görünüşümün de öyle olduğun sanmaya devam ediyordum.
“Merhaba Süreyya dedim, beni tanıdın mı?”
Süreyya yabancı gözlerle bakıp “ne bileyim ben, kim tanımıyorum” dedi.
“kimsin sen dedi” bir yabancıya sorar gibi,
“Ben Demir, Demir Küçükaydın. Hani Aliağa grevleri, İsmet Demir. Sefer Güvenç, Ali Karşılayan, Tunç Gezgen, Necmettin Giritlioğlu… Büyük bir rastlantı sonucu evini buldum.”
Şöyle dikkatlice bir daha baktı.
Sonra az önce ağır bir kriz geçirmiş bitkin adam o değilmiş gibi saniyeler içinde birden bire gençleşti, enerji doldu ve yatağında dikilip boynuma sarıldı.
Bir süre yaşlı gözlerle birbirimize sarılı kaldık.
Kısa bir hoş beşten sonra telefon istedi ve İzmir’de işinde çalışan kızını aradı.
Kızının adı Kıvılcım’mış.
Kızına telefonda “biliyor musun Demir Küçükaydın şimdi yanımda” dedi.
Kızı ise, babasının az önce kriz geçirdiğini, ölümden döndüğünü bildiğinden, babasının bu sefer hayal gördüğünü veya aklını kaçırdığını düşünerek
“Baba kendine gel, lütfen” anlamında bir şeyle söylüyor ve babasının dediklerine inanmıyordu.
Kızı da haklıydı. Gerçekten inanılacak bir durum değildi.
Süreyya ne derse desin kızı babasının az önce geçindiği krizin etkisiyle hayal gördüğünü ya da bilincini kaybettiğini düşünüyordu.
Bunun üzerini Süreyya telefonu bana verdi. Sen konuş dedi.
Ben de büyük bir rastlantı sonucu orada olduğumu, gerçekten Demir Küçükaydın olduğumu söylediysem de yine inanmadı ve orada büfenin üzerinde duran fotoğrafını elime alıp bir fotoğraf çektirmemi ve bunun mail ile kendisine yollamamızı istedi.
İşte yandaki fotoğraflar bu inanılmaz rastlantının anında resmedilmiş belgeleri.
*
Rastlantılar zorunluluğun diğer yüzüdür diye öğrenirdik Marksizmi anlatan el kitaplarından.
Ama bugünkü modern fizik, bütün bu rastlantıların zorunlulukların öbür yüzü olduğu evrenin bile bir rastlantı olabileceği, tıpkı bir maymunun rastgele bir piyanonun tuşlarına rastgele basarken Bach’ın Goldberg varyasyonlarını çalması gibi bir şey olduğu sonucuna ulaşmış bulunuyor sayılabilir.
Gerçekten de şu her biri harikulade milyonlarca canlı türü rastlantısal mutasyonlar içinde birilerinin o koşullarda o canlıya bir avantaj olmasının sonucu değil mi?
Rastlantıların gücü böyledir.
Sonsuz sayıdaki olasılıklar içinde bazılarının birbiri peşi sıra bir araya gelmesidir.
Almanya’dan gelen birinin, 2008 yılının yaz aylarında tam da kriz geçirdiği dakikalarda, Aliağa’da olması ve orada gençliğini ararken, girdiği bir bakkalda Süreyya’yı bulması, bir maymunun piyanonun tuşlarına basarken bir konçertoyu çalmasından daha mı farklıdır?
23 Kasım 2017 Perşembe
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:

Hiç yorum yok: