Bildiğimiz kadarıyla Kıvılcımlı, Engels ile birlikte Maymun’dan
insana geçiş sürecine kafa yormuş ve bir şeyler yazmış tek Marksist’tir[1].
Engels insan olma sürecinde “emek” kavramı ile dolaylı
olarak taş balta ve sopanın önemi üzerinde durmuştu ve bu görüşüyle
çağdaşlarından çok ilerdeydi.
Ama Engels, bu nesnelerin
biyolojik kategorilerle ele alınması gereken birer organ olduklarını görememiş ve onları sosyolojik kategorilerle ele
almış, birer üretim aracı olarak
değerlendirmiş ve bu nedenle de insan olma sürecinde “emeğin rolü”nden söz etmek gibi çok ciddi bir yanlış yapmıştı.
Kıvılcımlı ise aletin yanı sıra Ateş üzerinde durmuştur ve
Engels’in, kendi zamanında dik durma ve kavramanın önemini görmede öncü olması
gibi, ateşin önemi ve eskiliğini birçok antropolog ve paleoantropologtan daha
önce vurgulamasıyla bir öncüdür.
Örneğin antropologlar son beş on yılda Ateş’in eskiliğini ve
önemini, en az bir milyon yıl önce ateşin kullanıldığına dair verilerin
birikmesiyle kabul etmeye başladılar denebilir[2]. Kıvılcımlı’nın bu
konudaki çalışması, Tarih Tezi adlı
kitapta 1970’lerin başında yayınlanmıştı. Neredeyse yarım yüzyıllık bir
gecikmeye yol açmıştır Kıvılcımlı’nın bilinmemesi ve bilenlerce de bu
katkısının görülmemesi ve kavranmaması.
Ama Kıvılcımlı da Engels ile aynı kategorik hatayı bu sefer
ateş konusunda yapar. Ateşi sosyolojik bir ilişki olarak ele alır, biyolojik
bir ilişki olarak ve biyolojik kategorilerle değil[3].
İnsan oluş süreci, genellikle, biyolog, paleoantropolog ve antropologların
ilgi alanında bulunduğundan, politika yapmayı ve politik mücadele vermeyi, laf
yetiştirme sanan ve böyle laf yetiştiren politikacıları ve köşe yazarlarını
okumayı politik mücadele vermek sanan ortalama “sosyalist” ve “demokrat” okuyucuya
muhtemelen sıkıcı gelecektir aşağıdaki satırlar.
Ama biz tam da yaşanan anın acil politik görevleri
bağlamında insan oluş sürecini ele alıyoruz. Bizim bilimimiz politik, politikamız
bilimseldir. Tıpkı Ahlakımızın politik politikamızın ahlaki,
bilimimizin ahlaki ahlakımızın bilimsel olması gibi.
Bu nedenle önce genel olarak insan denen canlı türünün
ortaya çıkışında ateşin hayati önemi ve eskiliği üzerine; sonra da Türkiye’de
bile hala pek bilinmeyen Kıvılcımlı’nın bu konuda daha da az bilinen dedikleri üzerinde
duralım.
*
Ateş’in insan oluş sürecindeki anlamı ve önemi pek anlaşılamamasında
kanımızca biz sosyalist ve Marksistlerin politik kültürünün, yani, emek, emekçi
gibi kavramlara verdiğimiz önemin, dolayısıyla da insan oluş sürecini alet
kullanmaya bağlamanın doğrudan bir etkisi vardır. Yani biz Marksistler alet ve
emek bağlamı üzerinden bir kültürel önyargının oluşmasına yol açarak, ateşin öneminin
ve eskiliğinin kavranmasını epeyce engellemiş olmalıyız.
Ve tam bu nedenle, maymundan insana geçiş denilen süreç
büyük ölçüde anlaşılamaz kalmıştır.
Bu nedenle antropologlar ve paleoantropologlarda da Ateş’in
önemini ve kullanımının eskiliğini anlayamamayı görüyoruz.
Yakın zamana kadar ateşin 300.000 yıl kadar önce
kullanılmaya başlandığı şeklinde yaygın bir yargı vardı.
Bu durum ancak son yıllarda değişmeye başlamıştır. Bir
yandan ateşin bir organ olarak kullanımının biyolojik sonuçları üzerine
araştırmalar, diğer yandan ateşin çok daha eski dönemlerden beri kullanıldığına
dair veriler aslında çok önce Kıvılcımlı’nın ulaştığı eskilik ve önem
sonuçlarına geç de olsa ulaşılmayı sağlamıştır denilebilir artık.
Aslında yukarıda ifade edilen kültürel önyargılar olmasaydı,
bu sonuca kanımızca tamamen tümden gelimle de varılabilirdi.
Çünkü insan anatomisi ateşin çok eskiden beri kullanımı olmadan
açıklanamaz.
Açıklanamaz çünkü, ortada fiziksel ve matematik olarak hesaplanabilir sınırlar vardır.
“Liliputlar hesabı”
çok basit bir yasaya dayanır. Bir cisim büyüdüğünde hacmi küpü kadar yüzeyi
karesi kadar artar. Tam da bu sınırlar nedeniyle bizlerin küçük bir örneği
olarak tasavvur edilen liliputlar ne de gökdelen boyunda goriller mümkün olmaz.
Benzeri sınırlar beyin ve vücut ilişkisinde de vardır.
Yetişkin bir insan beyninin ağırlığı 1500 gramın altındadır.
Yuvarlak hesap 1500 gram diyelim.
Yine yetişkin bir insan bedeni 60-70 kilo olarak kabul edilebilir.
Yani beyin ağırlığı vücut ağırlığının yuvarlak hesap yüzde
ikisi civarındadır.
Ama beynin harcadığı enerji, vücudun harcadığı enerjinin yüzde
yirmisidir.
İşte insan evriminin sırrı ve aşılabilen sınırı tam da
buradadır.
Ateş olmadan enerjinin yüzde yirmisini yutan bir organ
geliştirilemez.
Ağaçların hazmı kolay enerjisi yüksek meyveleri, ancak
maymun olabilecek kadar bir büyük beyine imkan verirdi.
İklim değişip bu maman yerde yaşamak zorunda kaldığında, sopa
ve taş ayağa kalkmayı ve muhtemelen yeni nişleri ele geçirmeyi sağlamış
olmalıdır. Ama bunlar da henüz homo sınıfında sayılabilecek canlıların ortaya
çıkmasına yetmemiştir ve yetemezdi. Sopa ve taş balta muhtemelen kökleri ve
küçük canlıları (örneğin termit yuvalarını parçalayarak termitleri) yeme
olanağı yaratmış olabilir.
Sopa ve taş kullanımının, sürü iş birliğinin ve nispeten
daha karmaşık bir kültürün ve örgütlenme olanağının sağladığı bu enerji
kaynakları belli bir sınıra kadar iş görür.
Belli bir noktada tıkanması gerekir.
Bu tıkanmayı daha yakından görelim.
Alınan enerji eğer bitkisel ise, o bitkileri efektif biçimde
hazmetmeyi sağlayacak hazım organları dolayısıyla enerjinin büyük bir bölümünün
bu hazım organlarına gitmesi gerekir.
Bu da beynin gelişmesini engeller.
Örneğin Brezilyalı araştırmacılar, insanın bugünkü beyninin harcadığı
enerjiyi bitkisel çiğ yiyeceklerle karşılamaya kalkması halinde günde 9,5 saat
yemesi gerektiğini hesaplamışlardır. (Kaynağını ve nerede okuduğumu unuttum.)
Eğer alınan gida hayvansal ise, et daha küçük bir hacimde
daha büyük bir enerji ve gıda sağlar ama bu eti elde etmek için daha atik bir
vücut; daha güçlü ve hızlı kaslar, daha güçlü dişler, pençeler vs.
gerekecektir. Bu sefer enerjinin esas bölümü bunlara gitmelidir ki bunlar yaşam
savaşında bir avantaj sağlayabilsin.
Yani taş balta ve sopayı kullanmayı ve dik durmayı öğrenmiş,
maymunla insan arasındaki geçiş türlerinde olduğu gibi, bunlar ister et; ister
ot yesin; ister “oportünist” olsun (yani hem et, hem ot, hatta leş yesin) kavrama
ile nesneleri birer cansız organa dönüştürmek, belli bir sınırı aşmayı, beyne
bu kadar büyük bir enerjiyi müsrifçe vermeyi sağlayamaz.
Beynin büyümesi belli sınırlara takılır.
Kaldı ki, otla veya etle gereken enerjileri sağlayan bir
canlının beyni böyle geliştirmesi için bir seleksiyon baskısı da olmaz.
İşte ateş, başka hiçbir canlı ateşe dokunamadığından
sağladığı koruma ile, insan türünü dokunulmaz yaparak; hem pişirilmiş
yiyeceklerin enerjisini attırarak, hem hazım sürecinin büyük bir kısmını hazım
organlarının dışında nesneleri büyük bir ölçüde küçük bir enerjiyle
hazmedilebilir hale getirerek; hem
hayvansal hem de bitkisel gıdaları almayı mümkün kılarak dolayısıyla yiyecek
paletini genişleterek bu sıçramayı mümkün kılmıştır.
Ama sadece beynin büyümesini mümkün kılmamıştır, bunu gerekli de kılmıştır.
Çünkü ateş, sürekli kontrol
ve bakım isteyen canlı gibi bir cansız
organdır.
Bu ise sürünün iş birliğini, daha karmaşık sosyal ilişkileri
gerektirir bu da daha büyük ve gelişmiş bir beyni. Dolayısıyla ateş aynı
zamanda büyük bir beyne ve daha yüksek bir kültüre ve karmaşık sosyal
ilişkilere doğru bir seleksiyon bakısı yaratmıştır. Adeta bir kartopunun
yuvarlanması gibi bir süreci başlatır ateşin bir organ olarak kullanımı.
Bu imkan ve gereklilikler üzerinden Homo Erectus ve nihayet
Homo Sapiens bir tür olarak ortaya çıkabilmiştir.
*
Bu vesileyle diğer gezegenlerde başka zeki varlıklar
konusuna da değinelim.
Diğer gezegenlerde muhtemelen canlı hayat, daha seyrek de
olsa zeki varlıklar bulunabilir. Yasalar
evrenin her yerinde aynıdır benzer koşullarda benzer sonuçların ortaya çıkması
kaçınılmazdır.
Ama zeki varlık ile toplum farklı şeylerdir.
Doğa zekayı defalarca birbirinden bağımsızca, örneğin
yumuşakçalarda (ahtapotlar), dinozorlarda (papağanlar, kargalar), memelilerde (insan,
yunuslar, balinalar, maymunlar vs.) bulmuştur.
Ama toplum denen canlı türünün ortaya çıkışı ve var olması, birçok
istisnai ve özel koşulun bir araya gelmesini gerektirir.
Hatta Ateşin ve yüksek bir zekanın kullanılması bile zorunlu
olarak Toplum denen canlı türünün ortaya çıkasına yol açmamıştır.
Homo Erectus en az 1 Milyon yıldır vardı. Afrika’nın dışına
çıkmıştı. Neredeyse tüm iklimlerde yaşayabilen bir türdü. Muhtemelen Homo
Sapiens’e yakın bir zeka düzeyi, sosyal ilişkileri, dili ve kültürü vardı.
Homo Sapiens 300.000 yıldır var. En azından Homo Sapiens ve
Naeandertal, zeka bakımından ve biyolojik olarak bugünkü insandan daha geri
değildiler ve büyük bir olasılıkla daha ileri idiler.
Yani yüksek bir zeka ve kültür bile onların toplum denen
yeni bir canlı türüne geçmelerine yetmemiştir. Hatta belki bu geçişi
engelleyici bir etki bile yapmış olabilir.
O halde başka gezegenlerde zeki yaratıklar sorusu da aslında
yanlıştır ve kastettiği ile (aslında toplumu kastetmektedir) uyum içinde
değildir.
Zeki yaratıklar olabilir.
Ama soru “toplum denen
canlı türü başka gezegenlerde var mıdır?” diye sorulmalıdır.
Yani soruyu açarsak, “organlarını
üretim araçlarına dönüştürebilmiş ve yepyeni yasaları harekete geçirmiş
canlı türleri başka gezegenlerde var mıdır?” diye sorulmalıdır bu soru.
Soru böyle sorulunca, bunun olsa bile çok istisnai bir olgu
olabileceği ortaya çıkar.
Aynı soru ve yanlış yapay zeka ve robotlar için de
geçerlidir.
“Robotlar ve yapay zeka insandan daha zeki olabilirler mi?”
değildir soru.
Bu elbet olabilir.
Ama doğru soru: “Robotlar
ve yapay zeka, Toplum denen canlı türü gibi “nesnel bir akla”, yani üretici
güçlerinin gelişimiyle üretim ilişkilerini ve onun üst yapısını değiştiren bir canlı
türüne, topluma dönüşebilir mi?” sorusudur.
Böyle bir dönüşümün gerçekleşmesi için bir gereklilik yoktur
cansızlarda.
Canlı varlık demek, kendi benzerini üretir ve sentezlerken birdenbire
yepyeni yasaları ve hareket biçimlerini harekete geçirmiş ve bu nedenle
evrimleşmiş bir varlık demektir. Bu temel özelliği olmadığı için, birer üretim
aracı olan robotlar, üretim araçlarını geliştirerek ilişkilerini geliştiren bir
toplum denen canlı türüne dönüşemezler.
Özetle soru doğru değildir.
Biyolojik, fizik ve sosyolojik kategorilerin
karıştırılmasına dayanmaktadır. Kıvılcımlı ve Engels’in yanlışlarının çok daha
büyük çapta yapılmasından başka bir şey değildir bu sorular.
Yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
Doğa bilimlerinde çok büyük yeri olan bilim insanlarının,
toplum bilimi yani Marksizm söz konusu olduğunda, fizikten zerrece anlamayan
birinin kuantum fiziği ya da görecelik teorisi konusunda konuşmasına benzer bir
duruma düşecekleri ve düştükleri hiçbir zaman unutulmamalıdır.
Bizzat bugünkü doğa bilimi, toplum bilimleri ayrımı, araçsal
zekayı, zeka ile özdeşleştiren, bilimi araçsal zekaya indiren bir kavrayışın
ürünüdür.
Frankfurt okulu, araçsal zekanın faşizme de yol
açabileceğini göstermişti. Nesnel zeka ise, toplumun nasıl örgütleneceği ile,
yan üretici güçlerin o gelişme düzeyine en uygun toplumsal ilişkilerin nasıl
kurulabileceği ve neler olabileceği sorunuyla ilgilenir.
Dinler bu soruya toplumun verdiği cevaplardan başka bir şey değildir.
Toparlarsak, robotlar ve yapay zekaya ilişkin sorunun
cevabı, soru doğru sorulduğu takdirde: “Hayır”dır.
*
Kaldığımız yere dönelim.
İnsan türü ateşin ürünüdür (Homo Erectus ilk “Homo” adını
alan türdür ve bu tür aynı zamanda Afrika dışına çıkmış ilk türdür. Ateş
olmadan Afrika dışında yaşamak mümkün olamazdı.)
Peki ateş nedir?
Ateş de cansız bir organdır bir yanıyla.
Ama aynı zamanda “canlı” ve bakım ve sürekli kontrol gerektiren
bir organdır. Her an kontrolden çıkabilir-öldürebilir, bakılmazsa kendisi sönebilir-ölebilir.
Ve bu organın birçok işlevi yârine getirebilir. Koruma,
ısıtma, hazmettirme, iş birliğine zorlama, dolayısıyla sürüde dayanışmayı
arttırma, bunun için sosyal ilişki ve haberleşmeyi destekleme gibi birçok
işlevi olan bir organdır.
Tüm bu özellikleriyle Ateş insanın “geriye doğru” bir
evrimine yol açmış bu “geriye doğru” gidişten aldığı hızla zekadaki ve sosyal
ilişkilerdeki sıçramayı sağlamıştır.
Ateş ile birlikte insan türü tıpkı mantarlar gibi bir yaşam
stratejisine geçmiş, mantarlara doğru “geriye doğru” bir evrim geçirmiş olur.
Mantarlar taxonomik olarak eskiden bitkilerle akraba sanılan
ama bugün hayvanlara daha yakın olduğu bilinen; bitki ve hayvanlardan tamamen
farklı bir canlı türüdürler.
Bitkiler yiyeceklerini sentezlerler, hayvanlar dışardan alırlar.
Mantarlar ise dışlarına salgıladıkları enzimlerle gıdalarını
dışlarında alabilecekleri hale getirirler.
Ateş dışa salgılanan ve yiyecekleri vücudun alabileceği hale
getiren enzimler gibi bir işlev görmüştür.
Ama insan olmak, sadece mantarlara doğru bir “geriye dönüşle”
değil, aynı zamanda keseli hayvanlara doğru bir “geriye dönüş”le de mümkün
olabilmiştir.
Beyin, bu iki manivelanın sonucu olan “gerileme” ile ileriye sıçramayı ve sınırları aşmayı
başarabilmiştir.
Ateşin sağladığı sosyal ilişkiler ve dolayısıyla büyük beyin
de insan türünün geriye doğru ikinci bir adım atmasını gerektirmiştir.
Beynin büyümesi, doğumda büyük bir sorun oluşturduğundan insan
giderek erken doğan bir canlıya dönüşmüştür.
Normal olarak insanın 17 aylıkken doğması gerekir. Ama dokuz
aylıkken doğmaktadır. Yani insan türü, keseli hayvanlara doğru bir evrim
geçirmiştir.
Daha ayakları üzerinde duramadan, kanguru yavrusu gibi gelişmeden
doğan bu insan yavrusunu sosyal bir “kese” korumasa yavru yaşayamazdı. Sürü aslında
aynı zamanda giderek bir kese, ama sosyal bir kese işlevi görmüş olmalıdır. Sürü
sosyal bir kese işlevi görmeseydi bu canlı türünün devam etmesi olanaksız
olurdu.
Yani ateşin sağladığı enerji ve zorladığı sosyal ilişkiler
beyni büyütmüş, büyük beyin erken doğumu, erken doğum ise, daha sıkı sosyal
ilişkileri ve dayanışmayı zorunlu kılmıştır.
Ateşin ortaya çıkardığı bu zorunluluk nedeniyle dişiler muhtemelen
daha güçlü erkekleri değil, daha mülayimleri, daha dayanışmacı ve zeki olanları
seçmeye başlamış olmalıdırlar.
“Alfa Erkek”ler değil; olgunlaşmadan doğurduğu yavrusu
nedeniyle korumasız ve büyük ölçüde hareketleri kısıtlı olan dişiye yiyecek
getiren, onu koruyan, daha yumuşak erkekler seçilmeye başlamış olmalıdır.
Keza yaşlılar da böyle bir yapı içinde çok yararlı
olacaklarından insan türü aynı zamanda en uzun yaşam süresine sahip türlerden
biri olmuştur. Yaşlıları olan ve olgunlaşmamış yavruları koruyan, annelerine
yardımcı olan yaşlıların bulunduğu sürüler diğerleri karşısında avantajlı bir
duruma geçmiş olmalıdırlar. Daha uzun bir yaşam, yaşlılarla dayanışmayı, bu da kültürün
korunması ve aktarılmasının daha kolay olmasını mümkün ve gerekli kılmış
olmalıdır.
Yani ateş doğumu erkene alırken ölümü geciktirici bir
seçilim baskısı yaratmıştır.
*
Özetle, ateş olmadan Homo türünün, özellikle de Homo Sapiens’in
ortaya çıkışını açıklamak mümkün değildir.
Sopa ve taş balta belli sınırları aşmaya yetmezdi. Sopa ve
taş balta ateşe dokunmayı ve kullanmayı mümkün kılarak insan olma sürecinde
esas büyük etkiyi yapmıştır.
Ateş de tıpkı sopa ve taş baltanın elin yapısını kendini
kullanacak bir şekle zorlaması gibi, insan türünün anatomisini sadece kör
barsak, daha kısa hazım organı, daha büyük beyin vs. ile değiştirmiş değildir.
İnsan ateş nedeniyle aynı zamanda tüysüz bir canlı, dolayısıyla örtünen bir canlı,
erken doğan bir canlı, geç ölen bir canlı, konuşan bir canlı, kültürlü bir
canlı vs. de olmuştur.
Ancak bütün bunlar biyolojik değişikliklerdir, Darwin yasalarına
göre işlerler ve bu yasalarla ortaya çıkmışlardır.
Ateş denen organ, diğer organlarda zorladığı kendine uyumlu
değişikliklerle, sadece toplumu keşfedebilecek, ona geçiş yapabilecek canlıyı
ve koşulları yaratmıştır.
İnsan türleri ateşin çocuğudur ama Toplum’un ortaya
çıkışıyla ateş arasında doğrudan bir ilişki yoktur.
Toplum, muhtemelen komşusu olduğu diğer daha güçlü ve
başarılı insan sürüleriyle baş edemeyen, belki fizik olarak daha güçsüz ama daha
gelişmiş sosyal ilişkileri ve kültürü olan bir Homo Sapiens sürüsünün “salto mortale”si olarak ortaya çıkmış olabilir.
İlk yasakların ve yaptırımların koyularak sınırların
çizildiği ve ilişkilerin tanımlandığı, yani Toplum’un ortaya çıktığı andan
itibaren, taş balta da, sopa da, ateş de, sürü içindeki ilişkiler de bir cansız organ olmaktan, biyolojik evrimin
birer aracı olmaktan çıkmış, birer üretim aracına, toplumun yapısal unsurlarına
dönüşmüş, biyolojik evrimin değil toplumsal evrimin araçlarına dönüşmüşlerdir.
Yasaklar ve yaptırımla, parçanın bütüne tabi olmasının sürüye
daha doğrusu yeni ortaya çıkan topluma kazandırdığı o muazzam güç ruhun doğumuna yol açmıştır.
Ruh, Toplumun (parçanın bütüne tabi olduğu bir topluluğun,
cebirsel bir toplamın) sürü (ortak ve karşılıklı çıkarlara dayanan dayanışmaya
dayanan bir topluluğun, basit aritmatiksel bir toplamın) karşısındaki
üstünlüğünün bilinçteki ilk yansımasıdır.
Ruh (Toplum, din, üstyapı) olmadan, Madde, (Üretim güçleri
ve araçları) olamazdı.
Marks’ın formülüyle formüle edersek, “Düşünce varlığı değil,
düşünceyi varlık belirler” ama düşüncenin varlığı belirlediği var oluş biçimini
oraya çıkaran düşüncedir.
Toplumun ortaya çıkışında düşünce (üstyapı) önceliklidir.
Çünkü bir Üstyapı (düşünce) olmadan bir altyapı (varlık)
olamazdı. O araçlar Darwin yasalarına göre değişen basit biyolojik organlar
olmanın ötesine geçemezlerdi.
29 Kasım 2017 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:
[1]
Bu
konuda yazdıkları, Kıvılcımlı’nın “opus
magnum”u sayılabilecek “Tarih Devrim
Sosyalizm”in tarih öncesine uzatılmış bir taslağı olarak da kabul
edilebilir.
Bu metinler 12 Mart döneminin sonlarına doğru, Tarih Devrim yayınevi tarafından
içeriğiyle ilgisiz bir Tarih Tezi
başlığıyla Kıvılcımlı’nın birtakım metinleri bir araya konularak yayınlanmıştı.
Daha sonra 70’li yolların ortalarında başkaları bu tarih
öncesine ilişkin bölümü, Tarih Öncesi,
Tarih, Devrim, Sosyalizm” Başlığı ile, bu sefer Kıvılcımlı’nın yayınladığı Tarih Devrim Sosyalizm’in ilk bölümü
olarak yayınladı.
Son olarak da bu bölüm, Sosyal
İnsan Yayınları tarafından “Tarih Yazıları” başlığı altında başka
etütlerle birlikte bir derleme içinde yayınlandı ve nispeten diğer yayınlardaki
karışıklık bir ölçüde olsun giderildi.
[2]
Örneğin Ateş’in ve pişirme sürecinin etkileri ile beynin büyüklüğünü açıklayan
bir tezi içeren Richerd Wrangham’ın “Feuer
fangen: Wie uns das Kochen zum Menschen machte – eine neue Theorie der
menschlichen Evolution” (Ateşi
Yakalamak: Pişirmek bizi hasıl insan yaptı? İnsanın evriminin yeni bir teorisi)
adlı kitabın yayın tarihi 2009. Kıvılcımlı’nın konuyu 60’larda sonunda
yazdığını var sayarsak en azından kırk yıl sonra.)
[3]
Claude Lévi-Strauss da “Çiğ ve Pişmiş”
adlı çalışmasında pişirmeyle ilgili ama o da ateşi sosyolojik olarak ele alıyor,
cansız bir organ olarak değil..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder