Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yönünde
yerleşmiş ve yaygın bir yargı vardır.
Bu yargıyı savunan ve yerleştirenler: İslam ve
Aydınlanma’nın içini boşaltanlar; onları karşı devrimlerle olmamışa çevirenler
ve bu karşı devrimci mirası şimdi sürdüren “Aydınlanmacılar”
ve “Müslümanlar”dır.
Birbirlerine zıt olduklarını söyleyenlerin, zıt
olduklarında böyle anlaşabilmeleri bile, zıtlıktan çok daha büyük, bir ortaklık
içinde bulunduklarının da bir kanıtıdır.
“Aydınlanmacı” ve “İslamcı”ların, Aydınlanma ve İslam’ın
birbirine zıt olduğu yargısında anlaşmaları olgusunun kendisi, bizzat bu
iddialarının, kendileri tarafından çürütülmesinden başka bir anlama da gelmez.
Şunu iyi ayırmak gerekmektedir: Aydınlanma ve İslam’ın zıt
olduğu yargısındaki bu ortaklık, Aydınlanma ve İslam’ın değil; Aydınlanma ve
İslam’ın sürdürücüsü ve devamcısı olduklarını iddia edenlerin bir ortaklığıdır.
Unutulan ve unutturulmaya çalışılan gerçek şudur: Aydınlanma
da, İslam da, daha doğdukları
noktada, ilk adımlarında başarısızlığa
uğramış ve egemen sınıflar tarafından ele geçirilip yenilmiş birer projedirler.
Ve işte, tam da bu projeleri birer karşıdevrimle yok
edenler: birbirlerinin zıttı
oldukları yönündeki aynı iddiayı ortaklaşa savunmaktadırlar.
Diğer bir ifadeyle, Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt
olduğu iddiası, Aydınlanma ve İslam’ın değil; Aydınlanma ve İslam bayraklarıyla,
Aydınlanma ve İslam içinde iktidarı ele geçirmiş gericiliğin ve karşıdevrimin
bir iddiasıdır.
Ve tam da bu nedenle karşıdevrimcilerin ortaklığının bir
ifadesidir.
Aydınlanma ve İslam’ın devrimci özünü ve doğuşundaki
idealleri savunan biz ise, Aydınlanma ve İslam’ı, birbirine zıt değil, aynı soruna tarihin iki ayrı döneminde
ve farklı koşullarda verilmiş aynı özde
iki cevap ve çözüm olduğunu
söylüyoruz.
Ve bu günün koşullarında aynı soruna aynı özde yeni bir
cevap sunuyoruz.
Budur Marksizm’i İslam ve Aydınlanma’nın sentezi ve gerçek
mirasçısı yapan.
*
Aydınlanma ve İslam, “aynı soruna, iki farklı çağda ve
iki farklı koşulda ve iki farklı biçimde ama aynı özde verilmiş iki cevap veya iki çözümdürler” dedik.
Niçin ve Nasıl?
Aydınlanma ve İslam, her ikisi de, köyünün ya da aşiretinin
ötesini görmeyen, içine kapalı komünlerin (putlar, totemler); çürüyen klasik
uygarlıklardaki imparatorlukların belli bir uygarlık ayanıyla sınırlı dinler ve
imaratorluklar dünya ticaretinin ve ekonomisinin ihtiyaçlarına uygun bir “Üstyapı” yani “Din”, yani çözüm, sunamamalarına karşı bir cevaptılar.
Bu nedenle her ikisi de evrensel, tüm insanlığa
yönelik ve tüm insanlığı kapsama iddiasında birer projeydiler.
Onların özü: evrensellikleri; tüm insanlığı kapsama ve eşitleyerek birleştirme
iddialarıydı.
Bu hedeflerini, farklı koşullarda ifade ettikleri için
gerekçelendirişleri farklıydı. İslam’daki Allah da; Aydınlanma’daki dini
inanç olarak tanımlamak da, aynı birleştirme ve eşitleme işlevini görüyorlardı.
Bizans, Sasani, Hint ve Çin uygarlıklarının çürümesi ve bu
çürümeye bağlı olarak Orta ve Kuzey
yollarının (İpek yolu) kapanması-tıkanması sonucu, Hint alt kıtasının
güneyinden ve denizden açılan Güney
Yolunun, henüz totemli komünler (Putlar) dönemini yaşayan Arabistan’ı bir
anda dünya ticaret yollarının ve ticaretinin merkezi durumuna getirmesinin
yarattığı gerilime bir cevaptır İslam.
Bu nedenle, İslam, Allah ile ifade ettiği evrenselliğini
özellikle komünlere ve onların dini (üstyapısı) olan totemlere (Putlara) karşı
şekillendirdi. Allah, aşiret düzeninin totemleri olan Putlar karşısında bu evrenselliği ve birliği ifade
eder her şeyden önce.
Elbette bunun yanı sıra çürüyen ve yozlaşmış klasik
uygarlıklar ve onların dinlerine karşı da, inancı-dini sadece bir inanç bildirimine
indirgeyen sadeliği ile, tüm Müslümanları silahlı kardeşler yaparak; günde beş
kere herkesi aynı safa dizerek; “oku”
emriyle, okuma yazmayı “rahiplerin” tekelinden kurtarıp yaymaya çalışarak; din
adamı diye bir şey tanımayarak ve bir din adamları oligarşisi (Kilise, İran’ın
Mecusi rahipleri) veya kastına (Hinduizm, Brahmanlık) imkan tanımayarak bir alternatif
ve çözüm sunuyordu.
İslam da elbette, doğuşunda, bütün büyük devrimci hareketler
gibi yoksullaradayanıyordu. Mekke’li Particiler
olan (Kureyşli asil ve zenginler)
karşısında Mekke’nin ve Medine’nin Pleplerine
(Müslim) dayanıyordu.
Ama daha ilk adımda, bu “gönlü
uzlaştırılmış” Particiler (Mekkeli zenginler ve Kureyşli asiller) İslam’ın
içinde iktidarı ele almanın komplolarına başladılar ve belki Muhammet’in
ölümünün bile sorumlusuydular.
Önce örtük ve küçük adımlarla başlayan bu İslam içindeki
sınıf savaşı ve karşıdevrim çabaları, İslam’ın yayılması binlerce yılık
medeniyetler mezarlığı-bataklığı Mezopotamya balçıklarına ulaştığında, daha Sehabe (ilk saatin işçileri) hayattayken ve büyük ölçüde onlara karşı bir
savaş içinde, Muaviye ve Emeviler ile kesin başarıya ulaştı.
Bundan sonra İslam, İslam olmaktan çıktı, bütün diğer klasik
uygarlıklarda olduğu gibi çürüyen uygarlıkların ve egemenlerin bir aracı oldu.
Daha sonra sadece, Berberiler (İberik Yarım Adası), Oğuzlar
(Anadolu ve Balkan yarım adaları),
Özbekler (Hint alt kıtası) gibi, henüz komün geleneklerini yaşayan
halkların eşitleştirici ve gençleştirici etkileriyle (Hikmet Kıvılcımlı’nın
deyimiyle: “Barbar aşısı”, “Tarihsel Devrimler”) tekrar kısmi
canlanmalarını ve yayılmalarını sürdürebildi.
Bu taze kanlar sayesinde, Çin hariç, üç büyük uygarlık
alanına (Akdeniz-Ortadoğu, İran-Afganistan ve Hindistan) yayılan bir din
olmasına rağmen, feth ettiği uygarlıklar tarafından feth edilmekten
kurtulamadı.x
Hint alt kıtasında, Kast sistemine son veremedi.
İran’da Sümer Rahiplerinden beri gelen Mecusi (Zerdüşt)
rahipler Şii Ayetullahlar oldular;.
Osmanlı, Bizans’ın bir rönesansı; bir “Üçüncü Roma” olmaktan öteye gidemedi.
Tam da İslam, sınıf mücadeleleri ve karşıdevrimler sonucu
egemen sınıflar tarafından ele geçirilip, onların kendi iktidarlarının bir
aracına dönüştürüldüğü, dünya çapında, evrensel bir eşitlik kuramadığı, yani
başarısızlığa uğradığı için; bin yıl sonra Aydınlanma ortaya çıkmak zorunda
kaldı.
Çin ve İslam’ın egemen olduğu Hint, İran, Ortadoğu ve
Akdeniz uygarlıkları, bin yıl sonra da tıpkı Muhammet’in zamanında olduğu gibi
çürümüş ve dünya ticaret yolları yine tıkanmıştı.
Bu yolları açmak için yapılan Batı’dan Haçlı Seferleriyle; Doğu’dan Cengiz
ile yapılan girişimler (Kıvılcımlı’nın “Barbar
akınları”, “Tarihsel Devrimler”
dediği olgular), ticaret yollarında kısmi canlanmalar yaratmaktan öteye
gidememişlerdi.
Bin yıl önceki İslam, benzeri bir tıkanıklığın Hint alt Kıtasının güneyinden açışın
ürünüydü.
Bu sefer bin yıl sonra tıkanıklığı Afrika Kıtasının güneyinden veya dünya yuvarlak olduğundan, Batı’ya giderek Doğu’ya varacak yeni yollarla
açma girişimleri başladı.
Bin yıl önce, masallara geçmiş, güney yolunu açan, Hint
okyanusunda Kaptan Sinbatların
yaptıklarını; bin yıl sonra tüm dünya okyanızlarında Vasko dö Gama (Hint Okyanusu) , Kolomb(Atlas Okyanusu) ve Macellenlar (Pasifik Okyanusu) yapıyordu.
Bu yollar açılınca da Dünya ticaretinin ve ticaret
yollarının merkezi, tıpkı bir zamanlar Arabistan’da olduğu gibi; o zamanlar
dünyanın “kenarındaki”, Roma tarafından feth edilemediği veya geç edildiği
için, henüz yeterince uygarlaşmamış ve komünal ilişkilerin yaşadığı ve bu
ilişkilerin Protestanlık biçiminde farkını ortaya koyduğu Batı Avrupa’ya (Hollanda,
Britanya Adaları) kaydı.
Tüm dünyayı birleştirecek evrensel bir düzen ihtiyacı, tıpkı
Muhammet zamanı Arabistan’ında olduğu gibi, bu sefer Batı Avrupa’da en şiddetli
biçimde ortaya çıkmıştı.
Ama bu ihtiyacın en çok ortaya çıktığı yerde, Batı
Avrupa’da, düzeni belirleyen, artık Muhammet dönemindeki gibi totemler
döneminin komünleri (putlar) değildi; varlığını Hıristiyan bir form içinde
sürdüren güçlü komün gelenekleriydi. Komünlerin totemlerine artık tapılmıyordu;
onlar Hıristiyan şövalyelerin ve prenslikerin armalarına dönüşmüşlerdi.
Batı Avrupa’daki soyluluk ve prenslikler bizzat bu komün
geleneklerinin yaşayışının bir yansımasıydı da.
Çünkü kapıkulluğunu binlerce yıl önce keşfetmiş klasik
uygarlıklarda soyluluğun yeri olmazdı artı ürüne el koymak için. Orada devlet
çok mükemmeleşmiş ve çok soyut bir biçime varmış, Köleler aracılığıyla
örgütlenen ve kölelerden (kapı kulları) oluşan bir egemen sınıfa dönüşmüştü.
Bu yeni koşullarda evrenselliği totemler (Putlar)
karşısındaki Allah ifade edemezdi, İslam ona olabilecek en soyut biçimi ve
kapsayıcı anlamları vermesine rağmen, Allah’ın bizzat kendisi de klasik
uygarlıkların yozlaşmasına uğramıştı.
Yani yeni din, tüm insanları eşit kılan bir evrensel düzen
ihtiyacını, totemlere karşı Allah’ı çıkaran İslam gibi çözemezdi.
Çünkü, kökleri komünlerin şefliğinde olan feodal beylerin
bizzat kendileri Allah’a inanıyorlar ve onun aracılığıyla düzenlerini
sürdürüyorlardı.
Çünkü, Uygarlıkların beşikleri olan Doğu’da ise, başlangıçta
tüm insanları eşit yapmanın aracı; Firavun ve Nemrutlara karşı muhalefetin
sembolü ve önderi olan Allah, Şark uygarlıklarının Nemrutluğunun,
Firavunluğunun bir aracı ve gökteki yansısı haline gelmişti.
Allah artık gerek Batı Avrupa’da gerek Klasik uygarlıklar
alanında esas olarak “Sünuf-u Devlet”den
oluşan egemenlerin aracı ve eski düzenin sembolüydü.
Yani bizzat Allah’ın kendisi artık çözümün değil sorunun bir
parçası haline gelmişti.
Bu durumda, tıpkı İslam gibi, evrensel bir düzen ve bu
düzende insanları eşit kılmanın, yani yeni bir dinin yolu, o zamana kadar var
olmuş dinleri toplumsal örgtlenmenin dışına atmak, işlevsizleştirmek
olabilirdi.
Bu yeni koşullarda komün ve uygarlık dinlerinin toplumsal
hayatın örgütlenmesindeki belirleyiciliklerini ortadan kaldırabilmek, toplumsal
düzeni örgütlerken, bir politik ve özel
ayrımı yapmaktan ve dini de bir inanç
diyerek özele atmaktan ve onları bu
yeni, özel politik ayrımına dayanan dinin basit bir bileşeni yapmaktan geçiyordu.
İslam’da Allah, putları yasaklaşyarak nasıl tüm insanları
eşitliyor idiyse, Aydınlanma’da da önceki dinler kişilerin özel sorunu olarak
tanımlanarak insanlar eşitlenebiliyordu. Allah’ın işlevini Özel ve Politik
ayrımı almıştı. Allah ta, Özel ve Politik ayrımı da insanları evrensel ölçüde
eşitlemenin bir aracıydı.
Böylece özel ve politik ayrımı, o zamana kadar hiç tasavvur
bile edilememiş bu ayrım, toplumsal hayatın örgütlenmesinin ilkesi haline
geldi.
Yeni dinin, yani Aydınlanmanın özü, bizzat bu ayrımın
kendisi ve dinlerin özel denilerek toplumsal sistemin örgütlenmesinden
dışlanması, dinin hukuki bir tanıma indirgenmesiydi.x
Ama dini hukuki olarak tanımlamanın kendisi (yani
Aydınlanma) sosyolojik olarak yeni bir dindi. Önceki toplumların dinlerini
özel diyerek toplumsal hayattan dışlamanın kendisi bizzat bir dindi.
Klasik Marksizm, dini böyle tanımlamanın bizzat din olduğunu
göremediği için, ne bir üstyapılar teorisi geliştirebildi ne de bir ulus
teoirisi. Bu iki başarısızlığının ardında, Aydınlanma’nın hukuki ve normatif
bir tanım olan din tanımını sosyolojik bir tanımmış gibi kabul etmesi yatar.
Analiz edilip yakından bakıldığında, İnsan Hakları Bildirgesi’nın
ve Kelimei
Şahadet’in aynı soruna, aynı özde ama farklı koşullarda ve biçimde
yapılmış iki çözüm olduğu görülür.
Sanılanın aksine İnsan Hakları Bildirileri, bir
canlı türü olarak insanların haklarından değil; İnsan olmanın veya sayılmanın koşullarından
söz ederler, tıpkı Kelimei Şahadet’in Müslüman olmanın koşulundan söz etmesi
gibi.
Eğer soyu veya inancı ne olursa olsun insanların eşit olduğunu kabul
etmiyorsanız, bir canlı türü olarak insan olmaya devam etmenize rağmen,
bir İnsan olamazsınız (yani insanların haklarından yararlanamazsınız); tıpkı
Allah’a şirk koşanın, yani aynı zamanda bir toteme (Puta) tapanın Müslüman
olamaması ve o haklardan yararlanamaması gibi.
Eğer İslam başarılı olsaydı, yani bir tek dünyada insanların
biçimsel eşitliğini ve buna uygun iyi kötü bir sosyal eşitliği sağlayabilseydi,
belki Aydınlanma’ya gerek kalmazdı.
Aydınlanma İslam’ın başarısızlığı koşullarında, aynı soruna
verilmiş ikinci bir çözümden başka bir şey değildi. Büyük aydınlanma
düşünürleri büyük ölçüde bu paralelliğin ve yakınlığın farkındaydılar. Büyük
Aydınlanma düşünürlerinin İslam’a olumlu bakışlarının ardında bu seziş vardır.
Bu aynı soruna, özde aynı ama biçimde farklı çözümler, bir
bakıma, biyolojide farklı canlı türlerinin aynı çözümleri birbirinden farklı
yollardan bulmalarına benzetilebilir. Canlılar örneğin Göz’ü birbirinden
bağımsızca en az kırk kere keşfetmişlerdir.
Uçabilmek için bir kanat, eklem bacaklılar, sürüngenler,
dinozorlar ve memelilerce birbirinden bağımsızca bulunmuştur.
Ama örneğin aynı uçmayı sağlayacak kanatları, nasıl
dinozorlar (kuşlar) farklı, memeliler (yarasalar) farklı biçimlerde ve koşullarda
farklı anatomik yapılar üzerinde ve farklı anatomik özelliklerle
geliştirdilerse öyle.
Ne var ki, Aydınlanma da kendisini İslam’ın kaderinden
kurtaramadı. Egemen sınıflar daha ilk adımda onu Thermidor ile onu ele
geçirdiler, tüm insanların eşitliği ve tüm insanlık için bir düzen programını
terk ettiler.
Aydınlanma’nın Muaviyesi Napolyon idi.
“Vatanım yeryüzü milletim insanlık” diyen Aydınlanma
Kozmopolitizminin ve Humanizminin yerini Milliyetçilik aldı. Yani eşitliğin
aracı olan Özel ve Politik ayrımı da eşitliğin aracı olan Allah’ın kaderini
paylaştı.
Başlangıçta, tüm insanların eşitliğini sağlamak için ortaya
çıkan özel ve politik ayrımı; ulusçuluğun ve ulusların yarattığı eşitsizliğin
bir aracına dönüştü.
Dini özele atarak eşitliği sağlamanın aracı olan bu ayrım,
Politik olanın (yani devletin) uluslarca tanımlanmasıyla; ya da “ulus”un
politik bir birim olarak tanımlanmasıyla eşitsizliğin bir aracına dönüştürüldü.
Bu karşıdevrim de iki aşamada gelişti.
Ulusçuluk ulusu, yani politik olanı, önce bir yerde (lokal,
bir devletin topraklarında) yaşayanlarla tanımladı; sonra giderek bir dille,
bir soyla, bir kültürle, hatta bir ırkla tanımlayaraka, bizzat insanların baskı
altına alınmasının bir aracına dönüştü.
Bu dönüşüm, tıpkı eşitlik için ortaya çıkmış Allah’ın,
Şark’ın mutlak devletinin, keyfiliğinin ve din adamları oligarşisinin bir
aracına dönüşmesi gibiydi.
Yani ulusçulukla birlikte Aydınlanma, tıpkı Emeviler
sonrasının İslam’ı gibi, tıpkı İznik Konsülü sonrasının resmi Hıristiyanlığı
gibi, içi boş bir kabuk; bir karşıdevrimin kendisini gizlediği bir bayrak oldu.
Bu anlamda, Aydınlanma da İslam gibi başarısız kalmış, gerçekleşememiş
bir projedir.
İşte Aydınlanma ve İslam’ı ele geçirmiş bu karşı devrimci
egemen sınıflar, Aydınlanma ve İslam’ın birbirinin zıttı olduğu fikrinde,
anlaşarak, Aydınlanma ve İslam’ın devrimci özlerine karşı ortaklaşa savaş
yürütmektedirler.
Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yargısı,
Aydınlanma ve İslam arasındaki bir savaşın değil; Aydınlanma ve İslam’ı ele geçirmiş
egemen sınıfların, karşıdevrimin Aydınlanma ve İslam’ın özüne karşı savaşının
bayrağıdır.
*
Ama Aydınlanma ve İslam da, her iki büyük ve evrensel din
de, tıpkı birbirinden bağımsızca aynı çözümü üretmeleri gibi, kendi kaderlerini
açıklayacak teorilere de birbirlerinden bağımsızca ulaştılar.
İslam, Marksizmi (yani Toplum Bilimini, Sosyolojiyi,
Tarihsel Maddeciliği) Marks’tan yüzyıllarca önce İbni Haldun ile keşfetti:
İnsanların geçimlerini sağlama yolları, onların toplumsal düzenlerini
belirliyordu.
Aydınlanma, İbni Haldun’dan yüzyıllarca sonra ve tamamen
ondan bağımsızca, Marks-Engels ile
toplum bilimini ikinci kez kurarak aynı sonuçlara ulaştı: Yani Üretici Güçler,
Üretim İlişkilerini ve Üstyapıyı belirliyordu.
Birbirinden bağımsız bu iki büyük keşif bile, Aydınlanma ve
İslam’ın özündeki ortaklığın bir görünümünden başka bir şey değildir.
Çünkü yeryüzünü totemlerin veya tanrıların kapladığı
dönemlerde, İbni Haldun’un deyimiyle birinci batın (Süryan, Keldan gibi Tunç
devri, nehir boyu uygarlıkları) ve ikinci batın (kuşak) (Roma, Sasani vs.
demirin keşfi sonrası) uygarlıklarda, tüm insanlığa yönelik bir evrensel proje
ve buna bağlı olarak da bir Toplum
Kavramı, dolayısıyla da bir Toplum Bilimi
ortaya çıkamazdı.
Toplum kavramının
ve dolayısıyla Toplum Biliminin var
oluş koşulu evrensel bir dindir, evrensel bir düzen tasavvuru ve iddiasıdır. Bu
tasavvur, bu iddia ve bu din ise ancak dünya çapındaki bir ticaretin ürünü
olarak ortaya çıkabilir.
Yani Marks ve İbni Haldun’un önermeleri bizzat kendi var
oluşularını da açıklar.
*
İslam da, Aydınlanma da farklı yollardan aynı çözümü yani tüm
insanlara biçimsel bir eşitliği sağlıyorlardı.
Ama bu biçimsel eşitlik iktisadi bir eşitlikle
tamamlanmadığı takdirde bizzat bu biçimsel eşitliğin kendisi bile var olma veya
sürme şansını elde edemiyordu.
Bizzat İslam ve Aydınlanma’nın tarihi ve kaderi bunun en
esaslı kanıtıydı.
İslam, toplumsal eşitsizliklere karşı, Allah’ı her şeyin ve
o zamanların temel zenginlik kaynağı olan toprakların sahibi kılarak, yani özel
mülkiyeti büyük ölçüde sınırlayarak ve dağılım ve bölüşümde eşitleyici
tedbirler önererek çözüm aramış, ama hiçbir “Allah korkusu” ve ahlaki öğüdün
bunları sağlayamayacağını da bizzat kendi kaderiyle göstermişti veya
kanıtlamıştı.
İbni Haldun, ticaret ve imaret erbabının (Tefeci
Bezirganların ve Devlet Sınıflarının), tarım ve zanaatlar ile elde edilmiş
zenginliklere el koyduğunu görmüştü, ama henüz Kapitalizm ve İşçi Sınıfı ortaya
çıkmadığından, her uygarlığın çürümesini yıkılmaya yazgılı oluşunu doğru olarak
tespit ediyordu.
Kısmi çözümü ise komün geleneklerine dönüşten başka bir
yerde göremiyordu haklı olarak.
Marksizm’in kökenindeki sosyalizm düşüncesinin doğuşunda da
aynı sorun vardır.
Evet, Aydınlanma ilke olarak bütün insanların hukuki veya
biçimsel eşitliğini sağlıyordu belki ama gerçek bir eşitlik için, ekonomik bir
eşitlik de gerekiyordu.
İlk sosyalistler bu eşitliğe giden yolu, tıpkı dinler gibi,
ahlaki ilkeler veya bölüşüm ve tüketime getirilen sınırlamalarla sağlamaya
çalıştılar.
Marks’ın katkısı, bir bakıma, bu eşitliğin ve sınıfların
kaldırılmasının, yani bu kötü kaderden kurtuluşun yolunun tüketim ve bölüşümde eşitlikte ve
insanların vicdanlarında değil; üretim ve mülkiyet ilişkilerinde,
dolayısıyla toplumsal ilişkilerin değiştirilmesinde yattığını
söylemesindeydi.
Ancak o zaman, zenginlik tüm toplumun refahı ve eşitliğin
bir aracı haline gelebilirdi.
Tüm dünya tarihi, ama her şeyden önce de İslam ve
Aydınlanma’nın kaderi, ne Tanrı korkusunun, ne bölüşüm ve tüketim eşitliğini
sağlamaya yönelik ahlaki önermelerin sınıfları dolayısıyla da egemen sınıfları
ve onların egemenliğini ortadan kaldıramadığını göstermişti.
Sınıfları kaldırmak için ise, mülkiyet ilişkilerini
değiştirmek gerekiyordu.
Marksizm böylece, Aydınlanma ve İslam’ın niçin, bırakalım gerçek
eşitliği, biçimsel eşitliği bile sağlayamayan projeler olarak kaldığını ve
başarısızlıklarının sırrını da açıklamış oluyordu.
Öte yandan bu yasa ile birlikte bu yasayı ortaya çıkaran ve
uygulayabilecek bir toplumsal güç de ortaya çıkmış bulunuyordu: İşçiler.
Bu ikisi, yani İşçiler ve bu yasanın bilinmesi ve açığa
çıkarılması bile (Devrimci Sınıf ve Devrimci Teori, Toplum Bilim, Tarihsel Maddecilik)
Aydınlanma’yı İslam’ın kaderinden kurtarabilecekmiş gibi görünüyordu.
*
Ne var ki, Marksizmin kendisi Aydınlanma’nın çocuğu
olduğundan, Aydınlanma’nın toplumu düzenlemek için ortaya koyduğu ve kendisinin
içine doğduğu ilkeyi, yani dinin özele ilişkin olduğuna, inanç olduğuna dair
ilkeyi, dolayısıyla politik ve özel ayrımını,
bir sosyolojik kavrammış gibi ele alarak dinin ne olduğunu anlayamadı
ve Aydınlanmanın da bir din olduğunu anlaması olanaksızlaştı.
Dinin ne olduğunu anlayamadığı için, Politik özel ayrımının
bizzat bir din olduğunu anlayamadı.
Politik olanı bir ulusa göre tanımlamanın da, yani
ulusçuluğun da Aydınlanma içinde bir karşı devrim; bu dinin gerici biçimi
olduğunu anlayamadı.
Anlayamadığı için de, kökeninde aydınlanmanın idealleri
olmasına rağmen, kendisi ulusçuluğa dönüştü.
Çünkü ulus ve ulusçuluğun bilgisinin olmadığı yerde bir
boşluk değil, ulus ve ulusçuluğun ulusçu kavrayışı yani ulusçuluk olur.
Bu dönüşüm bizzat Aydınlanma’nın kozmopolitizminin yerini,
“Enternasyonalizm”in alması biçiminde görülebilir.
Sanılanın aksine Enternasyonalizm, ulusçuluğu, yani politik
olanla ulusal olanın çakışması ilkesini reddetmez ve buna karşı savaşmaz,
aksine bu ilkeye dayanır ve onu yayar.
Bu nedenle modern toplumun dini, karşı devrimci
ulusçuluk biçiminde, sosyalistler eliyle yayıldı. Veya ulusçular kendilerine
sosyalistler dediler.
Elbet bu dönüşüm sadece fikirlerin ve kavramların kendi iç
evrimiyle ve mantık sonuçlarına varmasıyla gerçekleşmedi.
İşçilerin ilk kez Rusya gibi geri bir ülkede iktidara
gelmesi; bu devrimin yayılamaması; savaş ve iç savaşın toplumu korkunç bir
yoksulluğa gömmesi ve bunun sonucunda bizzat sosyalizm idealinin de başına
tıpkı İslam ve Aydınlanmanın başına gelen geldi. İslam’da Muaviyelerin,
Aydınlanmada Bonapartların temsil ettiği karşıdevrimi sosyalizmde Stalinler
yaptı.
Ancak nasıl Hıristiyanlık ve İslam’da, onun devrimci
döneminin ideallerini yaşatanlar zındık olarak kovuşturuldu ve Batıni
tarikatlarda varlıklarını sürdürdülerse, Aydınlanma ve Sosyalizm düşüncesi
içinde de onun devrimci niteliklerini sürdürenler var oldu ve kovuşturuldu.
Ama bu eleştirel ve devrimci özü koruyanlar bile, Din ve
Ulus söz konusu olduğunda, Aydınlanmanın Din; Ulusçuluğun Ulus kavramından
ötesine gidemediler.
Halbuki Din’in ne olduğu konusunda, İslam çok daha açık ve
doğru görüşe sahipti. Dinin bir inanç veya özele ilişkin olmadığını bildiği, bu
gerçekten hareket ettiği için, İslam’ın Din kavramı, Aydınlanmanın Din
kavramından çok daha sosyolojik gerçekliği yansıtıyordu.
Marksizm’in dinin bir inanç olmadığını; onun tüm toplumsal
üst yapının ifadesi olduğunu; bizzat dine inanç demenin bir din olduğunu görmesi,
yani bu satırların yazarının geliştirdiği din teorisi, aslında marksizmin kendi
kavram sistemini Aydınlanmanın kalıntılarından arındırmak; Marksizmin kavramlarını
mantık sonucuna götürmektir.
Ama bu aynı zamanda İslam’ın din kavrayışıyla Aydınlanma’yı
bir senteze ulaştırmak olarak da görülebilir.
Bu anlamda, Marksizm, Aydınlanma ile İslam’ın sentezidir.
Marksizm Aydınlanma’nın Din kavramından arındığında İslam’ın Din kavramıyla
buluşmuş ve Aydınlanman da bir din olduğunu ve kendisinin de eğer gerçekten
devrimci olmak istiyorsa, bir din olması gerektiğini; yani tüm insanlık için
tüm toplumsal yapıyı düzenleyen bir çağrı olması gerektiğini görmüştür
denilebilir.
Bugünün dünyasında, on binlerce yıl boyunca kıtlık içinde ve
neolitik devrim sonrasında da köy komünü biçiminde insanın var oluşunu sağlamış
ama tarımsal uygarlıkların ve Dünya Ticaretinin gelişimi ile bu gelişimin
önünde bir engele dönüşmüş Totemler (Putlar) yok artık.
Bu günün dünyasında egemen olan, Klasik Antik uygarlıklar ve
bu uygarlıkların dinleri ve klasik İmparatorluklar da değil.
Dolayısıyla ne İslam’ın Totemler karşısındaki Allah’ı; ne
klasik uygarlıkların dinlerini Politik alanın dışına atmaya yarayan
Özel-Politik Ayrımı ve dinleri inanç olarak tanımlama, İnsanlığın ihtiyaçlarına
uygun bir düzen kurma olanağı sağlayamaz.
Bu günün dünyasında egemen olan ulusal devletlerdir.
Politiği ulusla tanımlayan yüzlerce devlet ve bunların
ulusal bayrakları; tıpkı Muhammet döneminin totemleri (putları) gibi insanların
biçimsel bir eşitliğinin bile önünde bir engeldirler.
O halde yapılacak iş bellidir: aşiret gibi uluslara
ve ulusal devletlere ve totemler gibi ulusal bayraklara Muhammet
gibi savaş açmak.
Ve bu savaşta, Aydınlanma’nın Antik uygarlıklara yaptığını
bu uluslara yapmak: yani ulusal olanı nasıl tanımlanırsa tanımlansın,
politik alandan dışlamak, ulusal olanı, nasıl tanımlanırsa tanımlansın,
tıpkı antik uygarlıkların ve komünlerin dinleri gibi kışıların özel sorunu
yapmak.
Yani uluslara ve ulusal sınırlara karşı, biricik dünya
topluluğu için savaş.
*
Şimdiye kadar olduğu gibi, ulusal sınırlar çerçevesinde
eşitlikçi talepleri yükseltmek, fiilen ulusu içinde mücadele edilip iktidara
gelinebilecek tarafsız bir ortam olarak gördüğünden; ulusu ve ulusal
devleti sınıfsız topluma gidişin aracı olabilirmiş gibi gördüğünden, uluslara
ve ulusal devletlere karşı mücadeleyi gündemden düşürdüğünden, nesnel
olarak gericiliğe hizmet eder oldu.
Şimdiye kadar, bir dünya cumhuriyeti, sosyalist olmuş ulusal
devletlerin birleşmesinin sonucu olarak görüldü.
Bu baştan aşağı yanlış, gerici ve (gerçekleşemez anlamında)
ütopik bir programdı ve Marksizm’in kendi temel önermeleriyle bile bir çelişki
içindeydi.
Çünkü bizzat Marks, İşçilerin var olan devlet cihazını alıp
kullanamayacaklarını; onun yapısının sınıfsız topluma gidişin aracı olmaya
uygun olmadığını, bu nedenle onu parçalamak gerektiğini söylemişti.
Bu önerme doğruysa (ki bizce doğrudur) uluslar ve ulusal
devletler de sınıfsız topluma gidişin araçları olamazlar ve parçalanmaları
gerekir.
Yani Paris Komünü’nün derslerini mantık sonuçlarına götürmek
bile, uluslara ve ulusal devletlere karşı savaşı; onları parçalamak için
mücadeleyi en başa almak gerektiğini göstermektedir.
O halde, tıpkı İslam’ın Allah’ının putlara karşı mücadelesi gibi,
uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleyi başa almak ve tıpkı
Aydınlanmanın önceki dinlere yaptığı gibi; ulusal olanı, nasıl tanımlanırsa
tanımlansın, politik alanın dışına atmak ve bir tek dünya cumhuriyeti için
savaşmak, Aydınlanma ve İslam’ın bir sentezidir ve onların vasiyetinin yerine
getirilmesidir.
Ancak var olan ulusların yok edilmesi ve ulusal devletlerin
parçalanması üzerinde yükselmiş dolayısıyla bürokratik olmayan bir dünya cumhuriyetinde, dünya
cumhuriyetinin yurttaşları olan insanlar veya ezilenler, tüketim ve bölüşüme
yönelik tedbirlerin veya ahlaki vaizlerin gerçek sosyal eşitliği
sağlayamayacağını yine Marksizm sayesinde bileceklerinden ve üretim ve mülkiyet
ilişkilerini sınıfların var olmasına veya ortaya çıkmasına değil; yok olmasına
yönelik olarak düzenleyebileceklerinden, bu devrimin, ilk kez İslam ve
Aydınlanma’nın kaderinden kurtulma ve onların yarım kalmış ve gerçekleşememiş
vasiyetlerini yerine getirme şansı ortaya çıkar.
Bunun için de yapılması gereken ilk iş, bir İnsanlık ve İnsanlar Dini/Partisi kurmaktır.
Buradaki “İnsan”
kavramı, biyolojik bir kavram olan, sosyal varlık olarak insanı değil (bu insanı küçük harfle yazıyoruz); sosyolojik olarak
İnsanı, Aydınlanma ve İslam’ın sentesi olan dinden olan anlamında İnsan’ı,
(bunu büyük harfle yazıyoruz) tanımlar.
İnsan, tıpkı totemi değil Allah’ı tanıyan Müslim gibi; tıpkı
soyu ve inancı ne olursa olsun tüm insanları eşit kabul edenlerle tenımlayan
Aydınlanma’nın İinsan’ı gibi, tanımlanması gibi, bunları da içeren ama aynı
zamanda daha geniyş ve onların sentezi olan bir anlama sahiptir. İnsan: sadece soyun ve inancın değil,
ulusal olanın da politik olmasını kabul etmeyendir. Bunun biyolojik olarak
insan türünü dahil olmakla ilgisi yoktur.
Nasıl bir insan hem bir puta tapıp Müslüman olamaz ise; nasıl
insanların soyları ve inançları ne olursa olsun eşitliğini kabul etmeyen bir
İnsan olamaz ise; politik olanın ulusal olanla çakışması gerektiğini savunanlar
da, yani ulusçular da İnsan olamaz.
Bir insan hem milliyetçi (ulusal olanın politik olanla
çakışmasını kabul eden) hem bir İnsan olamaz.
Bir insan hem bir Kürt, Türk, Alman, Amerikalı vs.; hem de
bir İnsan olamaz.
Ya da tersinden, bir insan, hem İnsan, hem de Türk, Kürt,
Alman, Çinli vs. olamaz.
Önce İnsanların, Türkler, Kürtler, Almanlar, Çinliler,
Hitliler ve Demokratlar karşısında üstünlük kurmaları; Türklüğü, Kürtlüğü,
Almanlığı, Çinliliği, Hintliliği ve Demokratlığı politik alandan dışlayıp tıpkı
gerçek bir laikliğin dinlere yaptığı gibi, bunları özele ilişkin kılmaları,
yani bir yemeği sevmekten veya bir takımı tutmaktan farksız kılmaları
gerekiyor.
Ancak o zaman İnsanlar, Kapitalizm ve meta üretimine dayanan
bir sistemle mi, yoksa ihtiyaçlara ve kullanım değerleri üretmeye yönelik
planlı bir ekonomiyle mi yaşayacaklarına özgürce karar verebilirler.
Türklerin, Kürtlerin, Almanların, Çinlilerin, Hintlilerin
bir sosyalizm kurabileceklerini söylemek, fiilen bugünkü ulusal devletleri;
yeryüzünü kaplamış putlar düzenini savunmaktan başka bir sonuç vermez.
Zaten bütün dünyada Sosyalist ve İşçi hareketinin
bunalımının temel nedeni de budur.
Biz Türkleri, Kürtleri, Çinlileri, Amerikalıları, Hintlileri
vs. İnsan olmaya çağırıyoruz.
Kendi nefsine karşı savaş savaşların en kutsalıdır.
Türklerin Türklüğe, Kürtlerin Kürtlüğe, Çinlilerin
Çinliliğe, Hintlilerin Hintliliğe, Amerikalıların Amerikalılığa karşı savaşı,
yani nefislerine karşı savaşı en kutsal savaştır.
Bu savaşı vermeden kimse İnsan olamaz.
Yeryüzü ölçüsünde bir insanlık topluluğunu, Türkler,
Kürtler, Çinliler, Amerikalılar, Hitliler değil, İnsanlar kurabilir; tıpkı
Allah’ın egemenliğini putlara tapanların değil, Müslümanların kurabilmesi gibi.
04 Ocak 2010 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder