26 Mart 2017 Pazar

Komplo “Teorileri”, Teori ve Demokrasi Mücadelesi Üzerine

Kimsenin teoriye, Marksizm’e, doğru bir politik çizgi için teorinin önemine ilgi duymadığı bir dönemde yaşıyoruz. Kendini Marksist olarak tanımlayanlar bile artık teoriye en küçük bir ilgi duymuyorlar.
Teori diye komplo “teorileri”nden başka bir şeyin konuşulduğu yok. Devrimci dalganın çekildiği, kitle hareketinin gerilediği dönemler böyledir. İnsanlarda genellikle bir aptallaşma eğilimi baş gösterir. Engels’in “enayiler Sosyalizmi” dediği ırkçılık ve antisemitizm; “enayiler teorisyenliği” denebilecek komplo “teorileri” ortalığı kaplar.
Bunun görmek için Türkiye’de bir kitapçıya girip raflarda sergilenen kitaplara bakmak yeter. Neredeyse kitapların yüzde doksanı komplo teorileridir. Gazetelerdeki yazılar veya internette yazılara yapılan yorumlara ise hiç değinmeye bile gerek yok. Korkunç bir aptallaşma, genelleme yeteneğinin yitirilişi egemen dünyaya, ama en korkunç ölçüde de Türkiye’ye. Bir parça Kürdistan ve Kürtler, orada yükselen mücadeleye bağlı olarak, bu çürüme eğiliminden biraz kendini kurtarmış bulunuyor.

Örneğin 60’larda, Türkiye tarihindeki en canlı teorik açılımların yapıldığı, entelektüel bir canlanma ve aydınlanma yaşandığı yıllarda Türkiye’de komplo teorisi bulunamazdı. Hatta böyle bir sorun ve dolayısıyla kavram bile yoktu.
Komplo teorileri 12 Mart döneminin yenilgi ortamında biraz ortaya çıkar gibi olmuş Erich von Däniken’in biraz “science fiction” havasındaki Tanrıların Arabaları başlıklı kitabındaki komplo “teorisi” ve Erol Toy’un İmparator’u biraz etkili olabilmiş ama genel olarak sol ve aydınlar tarafından tepkiyle karşılanmış ve sert biçimde eleştirilmişti.
Bir de bugün girin bakın herhangi bir kitapçının raflarına, neredeyse kitapların yüzde doksanı komplo teorileri sınıfına girecek kitaplardır. Doksanlardan beri böyle devam ediyor. İşin kötüsü, bizzat sol bile artık teoriye ilgi duymuyor. En sosyolojik gibi görünen konular bile biraz komplo teorisi gibi ele alınıyor.
Yazılarımı aslında metodolojik sorunlara, teorik sorunlara dikkati çekmek için yazarım. Onların günlük politikaya ilişkin kısmı oradan hareketle teoriye ve genellemeye ilgi duyurmak içindir. Yazdıklarımın esas okunması ve tartışılması gereken yanı teorik kısmıdır.
Ama yazılarıma gelen yankılara, yorumlara, çeşitli yazılara ilgiye bakınca görülen bir olgu var:  çoğu kez teorik ve metodolojik kısımlar veya böyle yazılar, en az ilgi görenler veya hakkında hiç yorum yapılmayan ve okunmayan kısımlardır.
Yani muhalif ve solda bir duruş olanlarda bile teoriye, genellemeye bir ilgi yok mertebesinde.
Ama işte tam da bu nedenle akıntıya karşı durmak, teoriyi, teorik sorunları ele almaya devam etmek gerekiyor sanki bir dinleyen varmış gibi.
Bu yazıda da teori ve politika ilişkisini ele alalım. Hem dünyada Marksizm’in, sosyalist hareketin ve işçi hareketinin neden zayıf ve kriz içinde olduğunu; hem de Türkiye’de Demokrasi mücadelesinin neden böylesine güçsüz ve perspektifsiz olduğunu açıklamak için. Çünkü bu ikisi birbirine bağlı.
*
Bugün dünyanın en temel sorunu uluslar ve ulusçuluktur. Uluslar ve ulusçuluk yok olmadan dünyanın hiçbir sorunu halledilemez; hatta insanlığın yaşama şansı yoktur.
Ulusların ve ulusal devletlerin olduğu bir dünyada, bir dünya savaşı kaçınılmazdır.
Üretici güçlerin, ekonominin ve dünya ticaretinin global niteliği ile düzenin ulusal ve uluslara bölünmüş niteliği bunu adeta zorlar. İki dünya savaşı tam da bu nedenle çıkmıştı. Üçüncüsü şimdilik yerel düzeylerde vekiller aracılığıyla sürüyor ama esas aktörler ve ABC (Atomik, Biyolojik, Kimyasal) silahları bu savaşın kendi mantığıyla devreye girdiğinde insanlığın yaşama şansı yoktur. Tüm insanlığın varlığına birkaç kez son verecek kadar silah depolarda bekliyor.
Haydi, diyelim ki böyle bir şey olmadı. Yine ulusların ve ulusçuluğun olduğu bir dünyada, örneğin çevre felaketi engellenemez. Yani karbondioksit ve metanın atmosferdeki oranının yükselmesine, sera etkisinin artan bir hızla artmasına ve belli bir noktadan sonra bunun zincirleme reaksiyonları ile (denizlerin ısınması, deniz diplerindeki metanın da atmosfere karışması vs.) insanların yaşayabileceği bir sıcaklığın devam etmesini durdurmak olanaksızdır. Dolayısıyla yine insanlığın yaşama şansı yoktur.
Yani uluslar ve ulusçuluk ile insanlığın kaderi kopmazcasına birbirine bağlı.
Dünyanın durumu böyle.
Türkiye’ye ve Ortadoğu’ya gelince yine sorun yine uluslar ve ulusçuluk, ulusal devletler. Ama bu sefer, ulusçuluğun en gerici biçimi olan, ulusu bir dille, dinle tanımlayan uluslar ve Şark despotlukları, yani merkezi ve bürokratik devletler en temel sorun. Ve bu iki sorun birbirine kopmazcasına bağlıdır. Yani bu merkezi bürokratik devletler, bu şark despotlukları kendilerini bu gerici ulusçuluğun ulus anlayışıyla var edebilmekte, gerici uluslar ve ulusçuluk da varlığını bu merkezi ve bürokratik şark despotluklarının egemenliği ile var edip sürdürebilmektedir.
Bu ulusçuluk ve uluslar ile bu merkezi ve bürokratik devletler yok edilmeden ve parçalanmadan, Ortadoğu’nun da, Türkiye’nin de barış ve demokrasi yüzü görmesi mümkün değildir.
Yani Ortadoğu ve Türkiye’de, en azından politik olanı ya da ulusu bir dille, dinle, etniyle, tarihle, kültürle, ırkla tanımlamayı reddeden bir demokratik ulusçuluk ortaya çıkıp güçlenmeden, bugünkü Türk, Kürt, İslam vs. ulusçuluğuna karşı savaşıp bir zafer kazanmadan ne Türkiye’de demokrasi gelebilir; ne Kürtlerin üzerindeki baskı, ne de Ortadoğu’nun kanaması son bulabilir.
Bu temel önermelerden yola çıkmayan her hareket, her davranış daha baştan çözümün değil sorunun kendisidir.
Ama hem sorunu böyle koyabilmek; hem de ister genel olarak uluslara ve ulusçuluğa; ister gerici uluslara ve ulusçuluğa karşı mücadele edebilmek için ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlamak gerekir.
Yani ulusun ve ulusçuluğun bir teorik açıklaması olmadan uluslara ve ulusçuluğa karşı mücadele edilemez.
İşte tam da bu noktada teori en can alıcı pratik ve acil sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Neredeyse bütün solun, demokrat ve sosyalistlerin görmek ve anlamak istemediği budur.
*
Bu açıklamayı yapabilecek bir toplum ve tarih teorisinin teorik temeli de, yani Altyapı. Üstyapı, Maddi Üretim İlişkileri, Üretici Güçler, Sınıflar, Devlet vs. gibi kavramlar ve bunların iyi kötü iç tutarlılığı olan bir sistemi de sadece Marksizm’de vardır. Sadece bu kavramsal araçlarla insanlık tarihinin genel gidişi iyi kötü kavranabilir.
Ama Marksizm geliştirilmeyi bekleyen, kurucuları tarafından sadece bir başlangıcı yapılmış bir teoridir.
Teoride büyük boşluklar ve iç çelişkiler de bulunmaktadır.
İşte bu boşlukların en temellerinden biri, tam da insanlığın en temel sorunu olan uluslar ve ulusçulukla ilgilidir. Marksizm’de ulusların ve ulusçuluğun tutarlı bir teorisi yoktur. Bunu bütün önde gelen Marksistler teslim etmektedir.
O halde Marksist bir ulus ve ulusçuluk teorisi ile hem insanlığın varlığını sürdürebilmesi; hem de Türkiye ve Ortadoğu’ya barış ve demokrasinin gelebilmesi arasında kopmaz bir ilişki vardır.
Yani teoriyi (dolayısıyla da Marksizm’i) küçümseme, ilgisizlik, teori düşmanlığı aslında barış, demokrasi ve insanlık düşmanlığıdır.
Öte yandan Marksizm’de ulusun ve ulusçuluğun bir teorik açıklaması olmadığı gibi, Marksistler pratikte ulusların ve ulusçuluğun yayıcısı olmuşlardır.
Ve bugün dünyadaki sosyal hareketlerin bütün krizi de bu teorik açıklamanın olmamasıyla ilgilidir.
Çünkü bu teorik açıklama olmadığından programsızlık yaşanmakta, program olmayınca, örgüt ve mücadele biçimlerinin kendisine tabi olması gereken strateji bulunmamakta; böylece de kendiliğinden ortaya çıkan mücadeleler ve yükselişler, örneğin Gezi’de görüldüğü gibi, çölde kaybolan nehirler gibi buhar olmakta ve yenilmektedirler.
*
Peki, neden ulusun ve ulusçuluğun bir teorisi yoktur Marksizm’de?
Bunun kavramsal ve teorik nedenleri vardır.
Ulus ve ulusçuluğun teorisinin olmaması bir Din teorisinin olmamasının bir somut görünüşüdür aynı zamanda.
Marksistler dinin ne olduğunu bilmedikleri için bir din teorileri olmadığını bilmiyorlardı.
Ve tam da bilmedikleri için, bu yokluğu başka biçimde ifade ediyorlardı.
·         Marksistler bir ulus ve ulusçuluk teorisi olmadığını söylüyorlardı. Bu aslında bir din teorisi olmadığını söylemenin, onun özel bir görünümü üzerinden ifadesi oluyordu. Ama bunun böyle olduğunu göremiyorlardı tam da bir din teorisi olmadığı için.
·         Marksistler bir üstyapılar teorisi olmadığını söylüyorlardı. Bu da din teorisi olmadığının yapıdan hareketle daha genel bir ifadesi oluyordu. Ama bunu da göremiyorlardı tam da bir Din teorisi olmadığı için.
Yani Marksistler, tam da dinin ne olduğunu bilmedikleri için bu tespitlerin aslında bir din teorisi olmadığının bir kanıtı olduğunu göremiyorlar ve söyleyemiyorlardı.
Peki, Marksistlerin neden bir din teorisi yoktu?
Çünkü Marksistler, dinin ne olduğu konusunda, içinden çıktığı Aydınlanma’nın din konusundaki bütün varsayımlarını ve tanımlarını paylaşmıştı ve bunları bir eleştiri süzgecinden geçirmemişti.
Din konusunda iki şey söylenmişti.
·         Programatik olarak: dinin insanların özel sorunu olduğu ve olması gerektiği.
·         Sosyolojik olarak, dinin aynı zamanda ezilenlerin ve ezenlerin savaşında bir bayrak, bir ideoloji işlevi gördüğü.
Ama bu ikisi de dinin ne olduğunun sosyolojik açıklaması değildi ve olamazdı.
Çünkü dini inanç sorunu olarak görmek ve böyle bir programı kabul etmenin kendisi sosyolojik bir tanıma dayanmıyordu.
Bu programatik talebin ardındaki din kavramının, din olarak tanımlanabilmek için, politik alnının dışında kalmak gerekir anlamında bir normatif veya hukuki bir tanım olduğu görülmüyordu.
Tanım ve kavram eleştirel olarak gözden geçirilmediği için, kavramın normatif ve hukuki niteliği görülmüyor; toplumu açıklayıcı değil düzenleyici bir kavram olduğu anlaşılmıyordu. Tabii topluma ilişkin kavramların analitik ve normatif; yani açıklayıcı ve düzenleyici olmalarının farkı görülmüyordu ama bunun da nedeni, Aydınlanma’nın bütün normatif kavramlarının aslında analitik kavramlar gibi egemenliği ve bunların sadece sosyolojiye, yani burjuva ideolojisine egemen olmaları değil aynı zamanda Marksizm içindeki kalıntılarıydı.
Daha Marksizm’e özgü ve Marksistçe görünen, dini sınıflı toplumlarda ve sınıflar mücadelesinde bir bayrak, bir ideoloji olarak tanımlamak da sorunluydu.
·         Sınıfsız toplumlarda da din vardı. Din sınıflar mücadelesinde bir araçsa sınıfların olmadığı toplumlarda niye din vardı?
·         Öte yandan sınıflar ve sınıflar mücadelesi Marksizm’in ayırıcı özelliği değildi. Bu burjuva düşünürlerince bulunmuştu. Marksizm’i sınıfılar ve sınıflar mücadelesine indirgemek; tarihi veya dini sınıflar ve sınıflar mücadelesiyle açıklamak, Marksizm’i burjuvazinin kabul edeceği bir duruma düşürmekten başka bir anlama gelmezdi.
Yani Marksizm'in bu iki açıklaması, biri aydınlanmanın din olarak tanınmaya ilişkin hukukunun tanımlaması, diğeri de yine burjuvazinin ve aydınlanmanın ufkunun içinde kalmış dini sınıflar mücadelesinde bir araç olarak ele alan ama dinin ne olduğunu açıklamayan bir açıklama, daha doğrusu açıklayamamaydı. Bu açıklama dinden ziyade sınıflar mücadelesinin bir biçiminin açıklanması anlamını taşıyordu.
*
Peki, din neydi?
Bu sorunun cevabı yoktu. Çünkü aslında bu soru yoktu. Bir din teorisinin var olduğu düşünülüyordu. Dolayısıyla bu soru sorulmuyordu. Sorunun sorulmamasının nedeni dinin ne olduğunun bilinmemesiydi; dinin ne olduğu bilinmediği için de dinin bilinmediği bilinmiyordu. Tam bir fasit daire. Bu daireden çıkış çok dolaylı bir yoldan gerçekleşti. Tabiri caiz ise, eksojen, dış etkiler, yani başka teorik gelişmeler böyle bir teorik yokluğun ve açıklamanın yolunu açtı.
*
Bu sorunun cevabı yönünde bir ilerleme ulus ve ulusçuluk teorilerinde yapılmıştı.
80’lerin başında ulus ve ulusçuluk teorilerinde bir tür “Kopernik Devrimi” yaşandı.
Ernest Gellner başta olmak üzere, B. Anderson, E. Hobsbawm gibi tarihçi ve sosyologlar birden bire, ulusların aslında “din gibi bir şey” olduğunu keşfettiler; daha doğrusu olguya böyle bakmaya başladılar. Yani uluslar olduğu için ulusçular değil; ulusçular olduğu için uluslar olduğunu keşfettiler.
Bunun mantık sonucu şu oluyordu: Ulusçuluğun Uluslar olduğu için ortaya çıktığı düşüncesi bizzat ulusçuluğun ulus anlayışıydı. Bir ulus ve ulusçuluk tanımına ulaşılamamasının nedeni, hep ulusçuların ulus tanımlarından hareket edilmesiydi. Çünkü ulusçular ulusları kurduğundan, uluslara bakarak bir ulus teorisi oluşturma çabaları aslında ulusçuların ulus tanımlarından hareketle bir ulus tanımına ulaşma çabası olarak kalıyordu. Bu ulus tanımlarının ulusları değil, farklı ulusçulukları anlattığı ortaya çıkıyordu.
Tabii metodolojik olarak aynen Din konusundaki gibi bir normatif tanımları analitik tanımlar olarak kabul etme vardı. Ulusçuların ulus tanımları normatif tanımlardı, analitik değildiler; bu tanımlardan hareketle ulusları tanımlama çabası da normatif tanım ve kavramları sosyolojik veya analitik kavramlar düzeyine çıkarmak anlamına geliyordu. Temel metodolojik yanılgı buydu. Ulusun “din gibi bir şey” olduğundan çıkan metodolojik sonuçlar bunlardı ama bu "Kopernik Devrimi"ni yapanlar hiç de bu mantık sonuçlarına kadar gidemediler.
Burada yine bir din teorisinin olmamasının yarattığı bir engel vardı. Ve tam da bu nedenle bunu bilemiyorlar ve göremiyorlardı.
Ama ne olursa olsun, ulusçular olduğu uçun uluslar olduğunun keşfi, o zamana kadar Marksistlerin bütün ulus tanımlarının dayandığı temeli havaya uçuruyordu. Çünkü her ne kadar Marksistler ulusun ve ulusçuluğun, tarihin belli bir noktasında ortaya çıktığını kabul ediyorlardı ise de onu, insanların kabullerine bağlı olarak var olan bir şey değil; sınıflar gibi insanların kabulleri dışında var olan bir şey gibi anlıyorlar ve nasıl sınıfları tanımlıyorlarsa, onu da öyle anlamaya ve tanımlamaya çalışıyorlardı.
Bu aynı zamanda, ulus kavramını tıpkı sınıf gibi bir analitik kavram olarak ele alma sonucunu doğuruyordu; yani açıklanması gereken olguyu, bir açıklama aracı gibi kullanmaya kalkıyordu marksizm. Ama böyle yaptığını bilmeden böyle yapınca da birbiriyle çelişkili ulus tanımları içinde boğuluyordu ve bu nedenle bir ulus teorisi olmadığını görebiliyordu.
Bu nedenle Marksizm bir ulus ve ulusçuluk teorisi geliştirememişti ve geliştiremediğini sonuçlarının doyurucu olmaması nedeniyle görebilmişti.
Ancak ulus ve ulusçuluk teorilerinde bu "Kopernik Devrimini" yapanlar da dinin ne olduğun bilmediklerinden, ulusun da din gibi olduğunu söylüyorlar, ama onu yine tam olarak tanımlayamıyorlardı.
Bu nedenle ulus ve ulusçuluk çalışmaları; bütün akademik çalışmalar yan bir yola, ayrıntılara, bu ulusların yaratılması sürecinde ulusun inşasının biçimleri üzerine yoğunlaşıyordu. Bir bilgi birikimi oluyor, ulusçuluk dininin ortaya çıkışı ve yayılışı üzerine bir malzeme birikiyor ama bunlar genel bir ulus ve ulusçuluk açıklamasından yoksun bulunuyorlardı.
Öte yandan ulusçular olduğu için uluslar olduğu önermesi ve normatif ve analitik kavramların farkının bilinmemesi, sınıfların da uluslar gibi, kendini oluşturan topluluklar olarak görülmesina yol açıyordu.
Daha doğrusu, böyle bir yanlışa dayanan bir tarih açıklaması, bir bakıma ulusun ne olduğunun ve "Kopernik Devrimi"nin önünü açmış sayılabilirdi.
 E. P. Thompson’un “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu” (“Making”i “kendini yapışı” diye çevirmek gerekirmiş, böyle bir çeviri temel metodolojik yaklaşımı ve yanlışı daha iyi verir.) adlı kitabında İngiliz işçilerinin işçi hareketinin geleneğinin, kültürünün oluşumunu sanki işçi sınıfının oluşumu gibi ele alınıyordu.
Thompson, daha sonra “ulusçular olduğu için uluslar vardır” şeklinde formüle edilen temel önermeyi işçi sınıfı bağlamında “aşıklar olmadan aşk olmaz” diye ifade ediyordu.
Bu araştırmalarda yepyeni bir bakıştı. Thompson, işçi sınıfının kültürünün ve bilincinin oluşmasını, işçi sınıfının oluşması olarak ele alarak yanlış yapıyordu. Ama tam da bu yanlış sayesinde alttakilerin günlük hayatının dönüşümünü sosyal bilimlerin ve tarihçiliğin alanına sokuyordu.
Ama İşçi Sınıfı’nı tanımlamak için yanlış olan bu kavramsallaştırma tam da kendine uygun alanı ulus ve ulusçuluğun açıklanmasında buluyordu. Belki de Ulus ve ulusçuluk alanındaki “Kopernik Devrimi”nin İngiltere’de gerçekleşmesi bu nedenleydi.
Yani ortada aslında Kolomb’un Amerika’yı keşfetmesi gibi bir durum söz konusuydu; Thomson yanlış bir varsayımla yeni bir kıta keşfetmişti ama onu hala Hindistan sanıyordu.  Yeni bir kıta keşfedildiğini anlayan Amerigo Vespuçi’ler ise bu yaklaşımı Ulus’un açıklamasına uygulayanlar oldular.
Özetle, işçi sınıfı için yanlış olan bir yaklaşım, yani bir bilinç ve kültür ortayla çıktığı için işçi sınıfının oluştuğu yaklaşımı; uluslara öyle yaklaşımın yolunu açmış, bu yaklaşım orada gerçek yerini bulmuştu.
Ulusçuluğun ulustan önce geldiği, ulusçular olduğu için ulus olduğu yaklaşımı, sanki Marksizm’in temel önermesi olan , “düşünce varlığı değil, varlık düşünceyi belirler”  önermesiyle çelişiyor gibi göründüğünden Marksistler arasında pek az yankı buldu ve anlaşılmadı.
Aslında “ulusçuluğun ulustan önce geldiği” önermesi “varlık düşünceden önce gelir” önermesiyle çelişmezdi, çünkü tarihsel koşullar oluştuğunda yani varlık değiştiğinde, insanların bilinçleri ve kabullerindeki değişmeler aracılığıyla toplumsal ilişkilerin değişimin gerçekleşeceği şeklinde anlaşılabilirdi ve anlaşılmalıydı. Mekanik olmayan bir anlayış böyle olmalıydı. Kaldı ki, varlığın düşünceden önce geldiği önermesinin böyle kaba ve mekanik bir kavrayışı, dinlerin ortaya çıkışını açıklayamazdı. Çünkü dinler o dine inananlar olduğu için vardı. O dine inananlar olmadığında veya yok olduğunda o dinler de olamazdı. Ancak kimse Din nedir? Diye sormadığından bu açmaz da görülemiyordu.
*
Tabii ulusçular olduğu içir ulusların olduğu önermesi şu sorunu ortaya çıkarıyordu, ulusçular olduğu için uluslar var idiyse, ulusçuluk ne idi?
Önceki kavrayışta ulusçuluğun kendisi değil, ulus bir sorun olarak görülüyor ve tanımlanmaya çalışılıyordu. Çünkü önceleri ulusçuluk ve ulus ilişkisi, tıpkı sınıf ve sınıf bilinci ilişkisi gibi görülüyordu. Nasıl sınıf olduğu için sınıf bilinci oluşuyorsa, ulus olduğu için de ulusçuluk oluyordu. Uluslar olduğu için ulusçuluk vardı: bu da tamı tamına varlığın düşünceden geldiği önermesine uygun görülüyordu.
Şimdi Ulusçuluğun açıklanması, ulusun ne olduğunun açıklanmasının anahtarı oluyordu.
Gellner ulusçuluğu, sınıfın değil de ulusun çıkarlarını öne almak olarak tanımlayan Marksist ve Enternasyonalistlerden tamamen farklı olarak “ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin kabulü” diye tanımlıyordu.
Bu tanımın kendisi de ayrıca bütün ezberleri bozuyor ve anlaşılamayan birçok olguyu anlama olanağı sağlıyordu.
Bir kere bu tanım, enternasyonalizmin de aslında ulusçuluğun ilkesine dayandığını ve bunu kabul ettiğini ortaya çıkarmış oluyordu. Çünkü Enternasyonalizm de ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine dayanıyordu.
Enternasyonalistler ve ulusçular aynı ulusçuluk anlayışındaydılar.
Gellner’in bu tanımı, enternasyonalizmin de ulusçuluk olduğunu göstererek, birincisinin (ulusçuluğun ulustan önce gelmesi)  mantıki sonucu olan ikinci bir devrim daha başarmış oluyor; enternasyonalizmin aslında ulusçuluk olduğunu göstermiş oluyordu.
Gellner’in bu ulusçuluk tanımını tanımı aynen E. Hobsbawm, B, Anderson gibi Marksist kökenli diğer ulusçuluk ve ulus teorisyenleri de kabul ediyordu.
*
Ancak burada da yine tıkanma ortaya çıkıyordu.
Bu tanımı yapanlar, ulusal derken, farkına varmadıkları üzere, demokratik olmayan, yani bir toprak parçasına göre tanımlanmayan ulusların ve ulusçuların, ulusal kavramına dayanıyorlardı. Gellner’in kitabındaki bütün örnekler, bir dile dayanan uluslarla ilgilidir.
Keza bu tanımdaki politik ise, bir analitik kavram gibi görünmesine rağmen bir analitik kavram değildi.
Ama bunu göremezlerdi, çünkü bir Din teorisi ve buna bağlı olarak da modern toplumun dininin ne olduğunu açıklayan bir teori yoktu. Çünkü Modern toplumun dini tam da toplumsal hayatı özel ve politik olarak ayırmaya dayanıyordu ve bu kullanımda politik kavramı analitik değil normatif bir kavramdı; toplumu düzenlemenin aracıydı açıklamanın değil. Ama dinin ve modern toplumun ne olduğunu bilmedikleri için onların bunu görme şansları yoktu.
Bu nedenle ulusçuluk tanımı yapıldığı ile kalıyor ve bu da ulus ve ulusçuluk çalışmalarında bir tıkanma yaratıyordu. Ne var ki bu tıkanma görülmüyordu. Çünkü ulusçuluğun ulustan önce geldiği önermesi, ulusların tahayyülü, oluşturulması üzerine muazzam bir araştırma alanı açılmış; geniş bir olgu birikimi başlamıştı.
Ulusun ne olduğu anlaşılamadan kalmıştı ama böyle olduğu görülemez durumdaydı.
*
Din konusuna gelince, Din’in ne olduğuna ilişkin bir araştırma yoktu. Çünkü dinin ne olduğunun bilinmediği bilinmiyordu. Klasik Marksist geleneğin dini ezilen sınıfların da bir mücadele aracı olarak gören ve açıklayan çabaları, özellikle Latin Amerika’daki “Kurtuluş Teolojisi” gibi olguları açıklar görünüyordu.
Bu nedenle Din’in ne olduğunu açıklamaya varacak teorik gelişmeler dinin ne olduğunu anlama çabasının içinde gelişmedi. Çünkü ortada böyle bir çaba yoktu.
Bu alanda, biri hiç bilinmeyen ve birbirini bilmeyen, Devrimci Marksizm’in eleştirel geleneğini sürdüren iki Marksist eğilim birbirinden bağımsızca, sanki farklı uçlardan hareketle aynı noktaya doğru hareket ederek dinin ne olduğunu anlayabilmek için belli bir ilerleme sağlamışlardı. Bir tarafta Hikmet Kıvılcımlı bulunuyordu dünyadaki Marksistlerin bilmediği; diğer uçta özellikle Eleştirel Teori (Frankfurt Okulu)
Eleştirel Teori, faşizmi açıklama çabasında, aydınlanmanın aklının nasıl faşizmde akıl dışına vardığını açıklama çabasında, öznel akıl ile nesnel akıl ayrımlarını yaparak çok önemli bir kavramsal ilerleme sağlamış bulunuyordu.
Modern akıl, nesnel bir akıl değildi, toplumsal olarak en saçma işler pek ala kendi içinde rasyonel ve akli olabiliyordu. İşte Konsantrasyon kamplarında her şey tıpkı bir fabrikada olduğu gibi, en rasyonel şekilde düzenleniyordu. Bir fabrika kendi içinde, pek ala rasyonel biçimde örgütlenebiliyordu. Ama rasyonel biçimde üretilenin kendisi son derece irrasyonel oluyordu. Örneğin zehir veya da silah veya insan öldürmenin rasyonel bir “üretimi” söz konusu olabiliyordu. Modern toplumda eksik olan bu nesnel akıldı. Bu çelişki şu sözlerde en çarpıcı ifadesini bulur: “Bir insan öldürmek ahlaki bir sorundur. Altı milyon Yahudiyi gaz odalarında öldürmek, iş ahlakına ilişkin bir sorundur.”
Tarihteki bütün toplumlarda iyi kötü toplumsal örgütlenme bir nesnel akla göre iş görüyordu.
Buradan dinlerin aslında nesnel akıl, yani genel olarak toplumun ve insanların gönenci ölçüsü olduğuna geçmek için küçük bir adım yeter hale gelmişti.
Modern kapitalist toplumda ise, bu nesnel akıl yoktu, çünkü “Tanrı Ölmüştü" (Nietzsche).
Tanrı öldüğü için her şeyin kendisiyle anlam kazanabileceği toplumsal-nesnel bir ilke yok olmuş; onun yerini ekonomide kar ve üstyapıda ulus veya ulusçuluk almıştı.
Ne kar ilkesinden; ne de ulus ve ulusçuluk ilkesinden insanlar arası ilişkileri düzenleyecek, insanların gönencini sağlayacak hiç bir rasyonel ilke çıkamazdı. Kar ve Ulusçuluk nesnel aklın yerine geçmişti. Dolayısıyla öznel akıl sadece kar ve ulusa, dolayısıyla akıl dışına hizmet edebilirdi.
Bilim kavramı kapitalizm öncesi dinlerden farklı olarak sadece öznel akla hizmet eden alanlarla tanımlanmış oluyordu: “pozitif bilimler” (Doğa Bilimleri), toplum ve tarih söz konusu olduğunda da aslında toplum bilimin Nesnel bir Akıl işlevi görecek yanı atılarak, sadece var olan irrasyonel, kar ve ulus ilkesine dayanan toplumun rasyonel yönetimi söz konusu oluyordu.
Marksizm’in, bir ideoloji olarak tanımlanması, nesnel aklın bilimler âleminden sürülmesinden başka bir şey değildi. Ulusu ve Karı problem etmeyen bir bilim, bilim olabilirdi.
Bu noktalara kadar varmasa da, Eleştirel Teori, Marks’ın felsefeden sosyolojiye ve ekonomi politiğe doğru kat ettiği yolu ters yönde kat ederek ve Felsefeye mevzilenerek; felsefeden hareketle, aklın aklı dışına vardığını göstermiş oluyordu.
Aydınlanma ise, dini akıl dışı olarak tanımlamıştı, şimdi kendisinin kurduğu düzen bir akıl dışılık olarak ortaya çıkıyordu.
*
Eleştirel Teori aklın akıl dışına vardığını gösterirken; Kıvılcımlı diye bir Marksist de Türkiye gibi sapa bir dilin ve ülkenin zindanlarında Aydınlanma ve Marksizm’de epistemolojik bir kavram olarak, inanca dayanan, dolayısıyla akıl dışı olarak tanımlanan dinin; sosyolojik olarak nasıl akli olduğunu, akıl dışı görünenlerin akli olduğunu, hem de öznel anlamında akli değil; toplumsal anlamıyla akli olduğunu gösteriyordu.
Örneğin “Allah, Peygamber, Kitap” veya “Cennet Nedir ve Nerdedir?” gibi eserlerinde, en akıl dışı görünenin, aslında toplumsal ilişkileri düzenlemeye ve de açıklamaya yönelik olarak son derece akli olduklarını gösteriyordu.
Ancak Kıvılcımlı sadece, Epistemolojik olarak akıldışı ve inanç olarak tanımlanan dinin nasıl sosyolojik olarak son derece akli olduğunu göstermiyordu; aynı zamanda bu dünyadaki toplumsal düzeni, mülkiyet, üretim, bölüşüm vs. ilişiklerini vs. de düzenlediğini gösteriyordu.
Örneğin Osmanlı Tarihinin Maddesi gibi çalışmalarında, toplumun hukuk ve ekonomi temeli ile dinin ilgisini, toprak düzeni ile İslam hukukunun ilişkisini vs. göstererek dinin aslında hiç de bir ideoloji veya bir epistemolojik sorun veya bir “inanç” olmadığını; tümüyle toplumun mülkiyet, bölüşüm ilişkileri ve hukuku ile ilişkili olduğun da göstermiş oluyordu.
Ama Kıvılcımlı da hem bir teorisyen olarak hiç tanınmamış ve ilgi görmemişti; hem de kendisi bu bu sergilediği olgulardan dinin ne olduğuna dair bir genellemeye gitmemişti.
Buna kalkıştığı yerde de, dini zihnin derinliklerinde yeri olan bir olgu olarak tanımlayarak, dini biyolojik bir temele indirgeme, adeta inanç ya da tanrı geni gibi bir sonuca varma pahasına onun önemini vurgulamaya çalışmakla kalacak ve Kıvılcımlı da tıkanacaktı.
*
Görüldüğü gibi, dört bir koldan, birbiriyle bağlantısız ve habersizce, gerek ulus teorisinde, gerek din teorisinde farklı noktalardan yola çıkılarak belli ilerlemeler sağlanmış; önceki kabullerin tam tersi sonuçlara ulaşılmış ama bunların hepsi bir noktada tıkanmıştı ve bunların birbirlerini tamamladıkları da görülmüyordu.
Aslında hepsi yer altında birbirinden habersizce aynı noktaya doğru (ama aynı noktaya doğru kazdıklarını bilmeden) bir tünel kazıyor gibiydiler ve bu tüneller neredeyse aynı noktada birbirlerine bağlanmak üzereydi. Birbirlerinin kazma seslerini duyacak kadar yaklaşmışlardı birbirlerine ama tam orada tıkanmışlar durmuşlardı.
İşte bizim yaptığımız bir bakıma bu tünelleri birbirine bağlamak için birkaç kazma vuruşundan başka bir şey olmadı.
Bunu bizim yapabilmiş olmamız ne zekâmızla, ne yeteneğimizle ne de başka özelliklerimizle ilgilidir. Muhtemelen bir parça daha birikimli, zeki ve yetenekli birisi bu keşfi çok daha önce yapabilir ve çok daha güzel formüle edebilir çok daha sistemli eserlerle açıklayabilirdi.
Bu keşfi bizim yapabilmemiz tamamen birçok tesadüfün üst üste gelmesinin sonucudur.
Türkiye’de doğup büyüdüğüm için bütün dünyadaki Marksist teorisyenlerce bilinmez kalan Kıvılcımlı gibi bir Marksist’i biliyordum.
Türkiye’deki yükselen mücadeleler ve faşizm dolayısıyla aynı zamanda klasik Marksist geleneği sürdüren Troçki ve onun adına bağlı gelenekle de tanışmıştım.
Almanya’daki Sürgünlük yaşamı beni ister istemez Eleştirel teori ile daha yakından tanışmaya yönlendirmişti.
Gerek yükselen Kürt hareketi, gerek Almanya ve Avrupa’daki yabancıların konumu ve mücadelesi ve bunların dayattığı teorik bir açıklama gereği beni daha başında ulus ve ulusçuluk (keza ırklar ve ırkçılık) konusundaki çalışmalara yönlendirmiş İngiltere’deki devrimle daha ilk yıllarında Almanya’da “Ulusun İcadı” adıyla yayınlanan B. Anderson’un “Hayali Cemaatleri”yle tanışmıştım.
Bütün bunların sonucu, birbirinden habersiz bu tünellerin aynı noktaya gelmek üzere olduğunu ve son noktada tıkandıklarını görebilecek bir konumda bulunuyordum.
Bunu sağlayan Kıvılcımlı’nın sağladığı birikim ve Din hakkındaki yaklaşımıydı. Bu birikim ve elverişli koşullarda, Din’in aslında tümüyle Üstyapı olduğunu görmeye ilham kaynağı olan da Orhan pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” kitabında, minyatürde perspektif olmamasını Allah’ın bakışı ile açıklaması ve böylesine resimdeki teknik bir sorunun, bir perspektif sorununun bile dinle bağlantısına dikkati çekmesiydi.
Yapmam gereken birkaç kazma darbesiyle bunları birleştirmekten başka bir şey değildi. Din tümüyle üstyapıdır önermesiyle tüm bu tünelleri birleşti.
*
Din Marksizm'in “Üstyapı” dediği, toplumsal ilişkiler ve toplumun sınırlarını belirleyen şeyin ta kendisidir. Üstyapı Din denen olgunun analitik bir kavramla karşılığıdır.
Nasıl üstyapısız bir toplum olamaz ise, dinsiz bir toplum da olamaz.
Üstyapı dediğimiz nedir?
Toplumun sınırları ve ilişkileridir.
Dinler de bu sınırları ve ilişkileri belirler.
Bunlar ekonomik temeldeki, yani Altyapıdaki ilişkilere göre değişirler.
Bu temel önerme ortaya koyulunca, Klasik Marksizm’in bütün sistemindeki kavramlar hemen yerli yerine oturuyor ama aynı zamanda her şeyi daha tam ve derin olarak yeniden tanımlama olanağı doğuyor; bütün teorik sorunlar bir darbede çözülmüş oluyordu.
Eğer toplumun üstyapısı din ise, Marks’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ündeki,  devrim tanımı, yani altyapıdaki değişmelerin üstyapıdaki değişmelere yol açması şeklindeki önerme şu anlama geliyordu: Toplumların bir dinden diğer dine geçişleri devrimlerdir.
Peygamberler veya “mitolojik kahramanlar” (ki onlar da komünler dönemindeki din değişmelerinin öncüleridir) devrimcilerdir.
Bu sonuçtan da ilginç sonuçlar çıkıyordu.
Manifesto ise devrimi sınıflar mücadelesi bağlamında tanımlamıştı.
Şimdi bu devrim kavramının sınırlılığı da ortaya çıkıyordu. Örneğin, sınıfsız toplumlarda devrim olmayacağı anlamına geliyordu bu. Ve devrim sadece politik olanla, devletin ele geçirilmesiyle, iktidar değişimiyle tanımlanmış oluyordu.
Hâlbuki Önsöz’deki devrim sadece ekonomi ve politikayı değil; tüm üstyapı ve altyapıyı kapsıyordu.
Böylece Manifesto’dan kaynaklanan ve sınıf mücadelesine ve dolayısıyla Marksizm’in burjuvazi tarafından geliştirilmiş yanına bağlı olan Devrim kavramının sınırlılığı ortaya çıkıyordu.
Devrim sadece iktidara yönelik olarak politik değişmeler olarak tanımlanınca politik parti gerekiyordu devrim için.
Ama devrim yapabilmek için Parti değil Din olmak gerekiyordu. Partiler (Mezhep ve Tarikatlar) hiçbir zaman bir devrim yapamamışlardı. Partiler ancak yeni bir dine dönüştüklerinde bir devrim yapabiliyorlardı.
Mezhepler ve tarikatlar bir dini ve onun varsayımları sorgulamaz. O dinin içinde bir mücadele vermenin araçlarıdır. Yani sınıf mücadelesinin araçlarıdır. Ama din değişimleri, o mezheplerin ve tarikatların, yani partilerin içinde yer aldığı dinleri sorgular, böler ve ortadan kaldırır.
Bu şöyle daha iyi görülebilir. Örneğin Alevilik bir köylü partisidir aynı zamanda. Ama Bu sadece İslam içinde var olabilir. Hıristiyanlık veya Budizm içinde Alevilik olamaz; Müslümanlık içinde Protestanlık veya başka bir Hıristiyan tarikatı olamaz. Dolayısıyla devrim yapamaz. Çünkü yeni bir din olmak, verili bir din içindeki ilişkileri ve dengeleri değiştirmek değildir; yeni bir dinin verili dinlerin yerini almasıdır. Örneğin Hıristiyanlık Yahudilik içinde bir muhalif tarikat iken bir devrim yapamazdı, Essenerliler de yapamamıştı çok daha etkili bir yahudi tarikatı olmalarına rdağmen. Hristiyanlık bir yahudi tarikatı olmaktan çıkıp, ancak bütün diğer dinlere de karşı ve alternatif olduğunda, yani Paulus’un çabalarıyla bir din olduğunda bir devrim yapabilmiş; tüm üstyapıyı yeniden düzenleyebilmiştir.
Aynı şey İslam için de geçerlidir. İslam da başlangıçta, Mekkeli patriciler olan Kureyş’e karşı, pleplerin (müslimlerin) partisi gibi doğar ve bir Dine dönüştüğünde diğer dinleri silip süpürür ve onların yerine geçer.
Aydınlanma da öyledir. Yeni bir din ihtiyacı, Protestanlık biçiminde, Hıristiyanlık içinde bir parti olmanın ötesine geçememiştir. Protestanlık biçiminde dünyada bütün eski dinleri ortadan kaldıramazdı.
Aynı çıkmazı gören ve Hindistan’daki Babür devriminin mirasçısı Şahların dinleri birleştirerek eklektik bir din yaratma çabaları, bir zamanların Maniciliği kadar bile başarılı olamamıştır.
Ama Aydınlanma bütün dinleri tasfiye etmiş, onların yerini almıştır. Hem de yeryüzünün tamamında. Tabii karşı devrime uğramış ulusçu biçimiyle. Ama bu bütün dinlerin kaderidir sınıflı toplumlarda.
Yani partiler (Tarikatlar, Mezhepler) devrim yapamaz. Örneğin Türkiye’de faaliyet gösteren bir parti, bir din içinde sınıf mücadelesi veren bir tarikat gibidir. Türkiye’nin ve ulusun kendisini sorgulamaz, onun içinde değişiklik yapmaya çalışır. Bu nedenle devrim yapamaz.
Ama diyelim ki, ulusun ve uluslara göre örgütlenmenin kendisini sorgulayan bir parti, artık parti olmaktan çıkar ve bir din olur. Ancak o zaman devrim yapabilir.
Bu sonuçlar Marksistlerin niye devrim yapamadığını ve bugünkü tıkanmayı da açıklıyordu.
Çünkü Marksizm bir din olmamıştı, bir parti olarak kalmıştı. Böyle kalmasının nedeni de bir din teorisinin olmamasıydı. Marksizm ancak bir Din Teorisi geliştirdiğinde var olan dine karşı mücadele edebilir dolayısıyla din olabilirdi ve devrim yapabilirdi. Marksizm’in din olması aslında gerçekten bir bilim olması ve dinin bilimsel bir açıklamasını yapmaktan başka bir anlama da gelmiyordu.
Böylece Aydınlanmanın din ve bilim zıtlıkları; öznel ve nesnel akıl zıtlıkları da aşılmış oluyordu.
Bu bakış açısından Modern tarih de başka bir anlam kazanıyordu.
Örneğin Ekim devrimi ise, modern toplumun dininin bir yayılışından başka bir şey değildi. Ne ulus ilkesini, ne de özel politik ayrımını eleştirmemişti sadece onları yaymaya çalışmıştı. Tabii en radikal biçimiyle. Bu dine (Aydınlanmaya) bir gençlik aşısı vermek gibiydi. Ama yine kendisi de bir karşı devrime uğradığından bu da olmamıştı.
*
Tabii şu soru da ortaya çıkıyordu, din üstyapının olgusal karşılığı ise, modern toplumdaki din ne idi, dinsiz yani üstyapısız bir toplum olamayacağına göre onun dini neydi, yani toplumun örgütlenme ve sınırlarını çizme ilkesi neydi?
Bu din, bizzat modern toplumdaki din tanımının, yani dini özel olarak tanımlamanın kendisi ve bu tanımlamayı yapmak için de toplumsal hayatı özel ve politik diye ayırarak örgütlemenin ve toplumsal ilişkileri böyle düzenlemenin kendisi idi. Yani din tanımının kendisiyle yeni bir din kurmuştu modern toplum. Din teorisi olmadığını görememenin nedeni de buydu.
Böylece Marks’ın Kapital’deki ifadesiyle söylersek, “Modern toplumun üstyapısının yüzündeki peçe” kaldırılmış oluyordu.
Böylece bu tanımın normatif bir tanım olduğu; bu normatif din tanımının kendisinin bir din olduğu; bu din tanımına dayandığı için Marksizm’in bu din içinde bir parti olmaktan öteye gidemediği ortaya çıkıyordu.
Marksizm tam da Modern toplumun, aydınlanmanın din tanımına dayandığı için bir din teorisine geliştirememiş bu normatif tanımı bir sosyolojik tanım gibi ele aldığı için, işin içinden çıkamamıştı.
Marksizm tam da bu nedenle yayılışıyla modern toplumun dininin yayılışının bir aracı olmuştu.
*
Aydınlanma modern toplumun dini olarak ortaya çıkınca, Aydınlanma’nın neden hangi tarihsel ve temele ilişkin gelişmelerin sonucu böyle bir din olarak ortaya çıktığı sonucu ve böylece aydınlanmanın da bir felsefi kavram olmaktan çıkarak bir sosyolojik olgu olarak ele alınması ve açıklanması olanağı da ortaya çıkmış oluyordu.
Aydınlanma aslında İslam’ın yaptığını yapmaya çalışmıştı. İslam totemlere (putlara) bağlı bir toplumda Allah aracılığıyla toplumun sınırlarını ve ilişklerini dünya ticaretinin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenleme çabasıydı.
Aydınlanma da dünyaya uygarlıkların egemen olduğu çağda, yine bir tek dünya pazarı ve ticareti için, bu uygarlık ve komün dinlerini, toplumu düzenleme ve onun sınırlarını belirleme işlevinden uzaklaştırarak, kendisinin basit bir eklentisine indirgeyerek, toplumun sınırlarını ve ilişkilerini belirlemekten başka bir şey değildi.
Tabii Aydınlanma’nın bir din olduğu, dinin üstyapının kendisi olduğu önermeleri aynı zamanda bütün kavramlarımızın gözden geçirmesi gereğini dayatıyordu. Örneğin Aydınlanmanın sadece din tanımı dinsel değildi, bilim ve felsefe tanımları ve kavrayışları da bu dinin bilim ve felsefe kavrayışlarıydı. Bu kavrayışlar çerçevesinde din ve bilim zıtlık içinde koyuluyor ve bilim sırf "pozitif bilimlerle" sınırlanıyordu. Yani bilim aslında öznel akla indirgenmiş oluyordu. Nesnel akıl ise yoktu.
Ama dinin ne olduğunun tanımı ve bilimin aslında toplum bilimi olarak nesnel aklı oluşturacağı, yani toplumun içinde bulunduğu aşamaya göre insanlar için en uygun üstyapının, toplumsal sınıfların ve ilişkilerin ne olacağı sorunu, yani sosyoloji, yani Marksizm, bir din olduğu takdirde bilim olabiliyordu.
Ve Marksizm bir din teorisi geliştirerek bilim olduğu takdirde bir din olabiliyordu.
Böylece din teorisini geliştirerek bir dinin içinde kalmaktan ve onun bilim tanımını kabul etmekten kurtuluyor.
Böylece sosyoloji bir din ve nesnel akıl haline geliyordu.
Buna göre toplumun sınırları bugünkü ekonomik gelişmişlik ve altyapının durumuna göre tüm dünyada bir tek cumhuriyeti dayatıyordu.
Bütün sorunlar buradan çıkıyordu.
Dini sosyolojik olarak açıklayarak nihayet gerçek bir toplumbilim olan bir Marksizm din oluyordu.
Aydınlanmanın bilim ve din kavramları, nesnel aklın ortadan yok olması kar ve ulusun onun yerini alması yok oluyor onun yerini sosyoloji, yani Marksizm, yani nesnel akıl alıyordu ve nesnel akıl ulusun ve karın ortadan kaldırılmasının bugünkü altyapıya uygun ilişkilerin kurulması için olmazsa olmaz olduğunu göstermiş oluyordu.
Bu durumda nesnel akıl da felsefi bir kategori olmaktan çıkıyor, bilimsel ve dinsel bir anlam kazanmış, yani verili duruma uygun, insanların barış ve mutluluk içinde yaşayacağı optimum toplumsal sınırlar ve ilişkiler anlamını kazanmış oluyordu.
*
Tabii modern toplumun dininin özel ve politik ayrımına dayanması ulusçuluğun ne olduğunun ve ulusçuluğun “ulusal olanın politik olanla çakışması” tanımındaki, politik olan kavramının aslında analitik değil, modern toplumu düzenleyen bir normatif bir kavram olduğunu görmeyi sağlıyordu.
Aydınlanma toplumda eşitliği sağlamak; eski uygarlıkların sınırlarını ve dinlerini yok etmek; tüm insanlarız birleştirmek ve biçimsel olarak eşitlemek için bir özel ve politik ayrımı yapmıştı. Bu ayrım devrimciydi.
Ama ulusçuluk bu politik olan ayrımını alarak ve politik olanı bir ulusla tanımlayarak bir karşı devrim yapmıştı. Daha sonra da ulusu bir dille, dinle vs. tanımlayarak ikinci bir karşı devrim yapmıştı.
Böylece ulusların ve ulusçuluğun bütün karşıdevrimci özü ortaya çıkıyordu.
Bu durumda uluslar içinde mücadele edilecek ortamlar değil, kendisine karşı mücadele edilmesi gereken düşmanlardı, düzenlerdi. Böylece klasik Marksizm’in, tam da bir Parti olmasına uyan ve devrim yapamamasına yol açan, ulusları içinde mücadele edecek ortamlar olarak görmesi ve bu nedenle uluslara karşı mücadele etmemesi anlayışı yıkılıyor ve bunun yerine uluslar kendisine karşı en başta mücadele edilip yıkılması gereken karşı devrimci bir din olarak ortaya çıkıyordu.
Tabii bu aynı zamanda neden Marksistlerin fiiliyatta ulusçuluğun yayıcıları olduğunu ve ulusçuların da Marksist olduğunu da açıklıyordu.
Modern toplumun dini, içindeki alt sınıfları temsil eden Marksistler aracılığıyla yayılmıştı, tıpkı Hıristiyanlık ve İslam’da olduğu gibi onlar da alt sınıflar aracılığıyla yayılmışlardı.
Ama Marksistler aynı zamanda bu dini onun karşı devrimci biçimi içinde yaymışlardı
Marksizm’in programı içinde demokratik cumhuriyet talebi fiilen daha demokratik, ulusu bir dille dinle tanımlamayan bir ulusçuluğu gerektirirken; aynı Marksistler ulus bağlamında bir dille, dinle tanımlanmış bir ulusçuluğu da savunmuş oluyorlardı. (Marks’ın “Ezen bir ulus özgür olamaz” veya Lenin’in “Ulusların kaderini tayin hakkı” ulusu bir dille, dinle tarihle tanımlayan gerici ulusçuluğun ulus tanımına dayanırlar. Demokratik Cumhuriyet’e uygun bir Demokratik Ulus ve ulusçuluk ilkesi, “ancak, ulusu dille, dinle vs. tanımlayan ulusçuları ve ulusları ezen uluslar özgür olabilir” olmalıydı.
Yani yeryüzünde Marksistler sadece modern toplumun dininin yayıcıları değildiler; onun aynı zamanda en gerici biçimi içinde yayılışının da aracı olmuşlardı. Özellikle yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden; Stalin’in ve “Tek Ülkede Sosyalizm”in zaferinden sonra.
Böylece bütün Marksistlerin neden kolayca gerici ulusçulara ve ulusalcılara dönüştüğü; önceden Marksist partilerin egemen olduğu yerlerde neden en ırkçı ve şoven partilerin egemen olduğu; Marksizm'in neden bir perspektif sunamadığı gibi bütün sorunlar da aynı zamanda açıklığa kavuşmuş oluyordu.
*
Tabii böylece sosyalist hareketin dayanması gereken strateji ve program da bu bakış açısından tamamen alt üst edici bir değişime uğruyordu.
Parti tarzı örgütlenme ile yani bir ulusal devlet ve bir ulus içinde onu sorgulamadan yapılacak bir sınıfsal egemenlik ve mücadele bir devrim yapamazdı.
Bu anlayışa bağlı bütün örgüt ve mücadele biçimleri tıpkı eski çağ dinlerinin mezhep ve tarikatları gibi sadece o dinler, yani uluslar içinde etkili olabilirdi. Onlar bunun için bir araç olabilirlerdi ama devrim yapamazlardı.
Devrim ise ancak ulusa karşı mücadele ile olabilirdi.
Uluslar ise ulusçular olduğu için olduğundan, ulusçuluğa karşı mücadele ve Ulusu yıkmaya yönelik olarak bir devrimci parti bir din olabilir ve devrim yapabilirdi.
Tabii bu bağlamda, demokrasi, belli bir yerdekilerin biçimsel eşitliği; dile, dine dayanan bir ulusçuluktan neredeyse farklı bir dine geçmek gibi oluyordu. Demokrasi bir dindi.
*
Mücadele biçimleri, strateji ve taktikler açısından yepyeni bir yaklaşım gerekiyor, yepyeni sorunlar ortaya çıkıyordu.
Örneğin demokrat olmak demek, bir ulusal devletin ve ulusun içinde yaşamak ama onu yıkmak için mücadele etmek demekti. Ya da ulusların ve ulusal devletlerin içinde yaşanacak ve uluslar ve ulusal devletleri yıkmak için mücadele edilecek demekti.
Bu ise var olan eski mücadele anlayışlarıyla kopuşmayı; eski politika yapma biçimlerini terk etmeyi gerektiriyordu.
Bu durumun en iyi örneği İslam’da idi. İlk Müslümanlar, bir yandan Mekke’de egemen olan, kabileler ve onların putlarına dayanan; soy kardeşliğine dayanan dini reddediyorlar ama diğer görünüyorlardı (takıyye).
Günümüzde de durum aynıdır.  Gerçek bir devrimci ulusu ve ulusçuluğu reddetmelidir. Ama bugünkü dünyada bir ulusal devletin vatandaşı ve bir ulustan olmadan var olmak olanaksızdır. Bun nedenle devrimciler yıkmak istedikleri ulusun ve ulusal devletin bir üyesi olarak görünerek aynı zamanda ona karşı mücadele etmek zorundadırlar, ilk Müslümanlar gibi.
Bu mücadele, Uluslara ve ulusçuluğa karşı mücadele, her şeyden önce ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunun anlatılmasıyla verilebilir.
Yani bir Marksist ulus ve ulusçuluk teorisi ve bunun bağlı olduğu din teorisi ve bunun da bağlı olduğu Marksist toplum teorisinin kendisi olmadan ulusçuluğa karşı mücadele edilemez.
Tabii insanların hepsinin Marksist olması mümkün değildir.
Ama insanlar somut hedeflerden hareketle, somut talepler içinde de aynı sonuçlara ulaşabilir.
Böylece uluslara ve ulusçuluğa karşı insanları mücadeleye çekecek ve onları pratik olarak uluslar ve ulusçuluk konusunda değiştirecek somut örgüt ve mücadele biçimlerinin neler olacağı sorunu devrimci strateji ve taktiğin esas sorunu haline gelir.
İşte bizim bütün yazılarımız, esas olarak bir yandan ulusun ve ulusçuluğun, dinin ne olduğunu açıklayarak bir bakıma insanları uluslara ve ulusçuluğa karşı bin mücadele, bir tebliğ, bir aydınlatma çabasıdır. Yani bir tür “imana gelin” çağrısıdır. Hazreti Muhammet’in putları yıkmaya yönelik çağrısı gibi; ulusal devletleri ve bayrakları yıkın çağrısıdır.
Öte yandan aktüel politikaya ilişkin bütün yazılarımız da insanları somut ihtiyaçlarından; acil politik mücadeleden hareketle ulusun ve ulusçuluğun bu en gerici biçimine karşı mücadeleye çekme ve onları en azından demokratik birer ulusçuya dönüştürme, yani Türkleri ve Kürtleri birer Demokrata dönüştürme girişimi ve çağrısıdır.
Böylece Demokrat ve İnsan kavramları, ulusçular karşısında iki farklı dine karşılık düşerler.
Demokrat, ulusu bir dille, dinle tanımlamayı reddeden bir ulusçudur. Demokrasi bir dindir.
Demokrasi, Modern toplumun dininin birinci karşı devrime uğramış (Demokratik Ulusçuluk); ama en azından ikinci karşı devrimden arındırılmış biçimidir.
Nasıl milletlerden önce milliyetçiler varsa, demokrasiden önce demokratlar gerekir.
Demokrat ulusları ve ulusçuluğu yok etmez; ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini sorun etmez, ulusun nasıl tanımlanacağında gerici ulusçudan ayrılır.
Gerici ulusçu, ulusu bir dille, dinle tanımlar. Demokrat ise böyle tanımlamaya karşı tanımlar. Ama bir toprak parçasıyla tanımlayarak aynı zamanda bir ulusçu olmaya devam eder.
Ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesi reddedildiğinde, o zaman ancak bir ulusçu olmaktan çıkılır ve bir Aydınlanmacı, ama artık eski dinlerin yanı sıra ulusları da kişilerin özel sorun yapan, “update” yapmış, uluslara karşı tanımlanmış bir Aydınlanmacılık savunulabilir.
İşte İnsan, sosyolojik bir kavram olarak, ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddedendir.
İnsan demokrasiyi yeryüzü ölçüsünde tanımlayandır. Bir ulusun üyelerinin değil, tüm insanlığın eşitliğini savunandır.
Sosyalist ise, bu eşitliği ekonomik ve sosyal eşitlikle tamamlamaya çalışandır.
Demokrat olmadan insan, insan olmadan sosyalist olunamaz.
Bir Türk ne Demokrat, ne İnsan, ne de Sosyalist olamaz.
Sosyalizmde yani kar ve ulus ortadan kalktığında bilim nesnel akıl yani din olur.
Devlet, yani politik olan ortadan kalktığı için, özel ve politik ayrımı anlamsız olur.
Komünizm de denen Komünist toplumun üst aşamasında, yani “herkese ihtiyacı kadar herkesten yeteneği kadar” olduğunda;  zenginlikler gürül gürül aktığında ise, yaptırım, yani toplumsal ilişkileri düzenleyen ve toplumun sınırlarını çizen bir üstyapı ve din olmayacağından, toplum da yok olur ve bir başka dünyaya, tanrıların dünyasına geçilir. Zorunluluklar âleminin ötesindeki bir dünyadır bu.
*
Buradan günümüzün politik mücadelesine gelirsek. İşte bıkmadan “Kürtlüğün de tanınması değil, Türklüğün de tanınmaması” derken, aslında Türk ve Kürtlere Demokrat olmayı bir somut program olarak öneriyoruz. Onları Türklükten ve Kürtlükten vazgeçmeye; Kürtlüğün ve Türklüğün özel bir sorun haline getirilmesi için mücadele etmeye çağırıyoruz. Türkler ve Kürtler, ister teorinin aydınlattığı yoldan; ister somut ve acil ihtiyaçlarının çözümü için toplumsal pratik ve deneyler içinde birer Demokrata dönüşmeden, yani bir dinden başka bir dine geçmeden demokrasi gelmez, demokratik bir devrim başarılamaz; Aydınlanma bu topraklara ayak basamaz; Ortadoğu’nun kanaması durdurulamaz.
Örneğin milyonların katıldığı bir pasif eylem önerirken, buna insanların kendi denemeleriyle ulaşabilmelerinin yolunu açmaya çalışıyoruz.
Örneğin #HAYIR meclislerini selamlar ve bunların örgütlenmesi için, birey hukuku, oydaşma yöntemiyle karar alma, demokratik bir devletin ve ulusun tohumu olacak vicdan mahkemeleri; öz savunma, kesin açıklık vs. veya hiçbir dile, dine, siyasi inanca göndermesi olmayan beyaz bir bayrağı alternatif ve demokratik ulusun bayrağı olarak önerirken bu alternatif demokratik ulusun ve devletin tohumu olacak küçük de olsa başlangıçlar yapılmasına kapı açmaya çalışıyoruz.
Aslında sıradan insanlar bunlara çok açık ama örgütlerin, sosyalistlerin duvarı karşımıza en büyük engel olarak dikiliyor.
İşte bu yazıyla da onların Marksizm iddialarına hitap ederek, onların kafasında küçük de olsa bir soru işareti yaratmaya çalışıyoruz.
26 Mart 2017 Pazar
Demir Küçükaydın

2 yorum:

ardıl dedi ki...

Sevgili Demir abim, aşağıda ki cümlede noktalı yerlerde bir ifade olmalıymış gibi sanki bir -cümle düşüklüğü- görülüyor. Yanılıyor muyum bilmiyorum. Eğer varsa düzeltirseniz sevinirim. Çok selamlar....

Bu durumun en iyi örneği İslam’da idi. İlk Müslümanlar, bir yandan Mekke’de egemen olan, kabileler ve onların putlarına dayanan; soy kardeşliğine dayanan dini reddediyorlar ama diğer.................... görünüyorlardı (takıyye).

Vahit Karataş dedi ki...

Bence cümle düşüklüğü yok. Yani eksik bir kelime yok. Olsa olsa 'diğeri görünüyorlardı' olabilir...