Kimsenin teoriye, Marksizm’e, doğru bir politik çizgi için
teorinin önemine ilgi duymadığı bir dönemde yaşıyoruz. Kendini Marksist olarak
tanımlayanlar bile artık teoriye en küçük bir ilgi duymuyorlar.
Teori diye komplo “teorileri”nden başka bir şeyin
konuşulduğu yok. Devrimci dalganın çekildiği, kitle hareketinin gerilediği
dönemler böyledir. İnsanlarda genellikle bir aptallaşma eğilimi baş gösterir. Engels’in
“enayiler Sosyalizmi” dediği ırkçılık
ve antisemitizm; “enayiler teorisyenliği”
denebilecek komplo “teorileri” ortalığı kaplar.
Bunun görmek için Türkiye’de bir kitapçıya girip raflarda
sergilenen kitaplara bakmak yeter. Neredeyse kitapların yüzde doksanı komplo
teorileridir. Gazetelerdeki yazılar veya internette yazılara yapılan yorumlara
ise hiç değinmeye bile gerek yok. Korkunç bir aptallaşma, genelleme yeteneğinin
yitirilişi egemen dünyaya, ama en korkunç ölçüde de Türkiye’ye. Bir parça
Kürdistan ve Kürtler, orada yükselen mücadeleye bağlı olarak, bu çürüme
eğiliminden biraz kendini kurtarmış bulunuyor.
Örneğin 60’larda, Türkiye tarihindeki en canlı teorik
açılımların yapıldığı, entelektüel bir canlanma ve aydınlanma yaşandığı
yıllarda Türkiye’de komplo teorisi bulunamazdı. Hatta böyle bir sorun ve
dolayısıyla kavram bile yoktu.
Komplo teorileri 12 Mart döneminin yenilgi ortamında biraz
ortaya çıkar gibi olmuş Erich von Däniken’in biraz “science fiction”
havasındaki Tanrıların Arabaları
başlıklı kitabındaki komplo “teorisi” ve Erol
Toy’un İmparator’u biraz etkili
olabilmiş ama genel olarak sol ve aydınlar tarafından tepkiyle karşılanmış ve sert
biçimde eleştirilmişti.
Bir de bugün girin bakın herhangi bir kitapçının raflarına,
neredeyse kitapların yüzde doksanı komplo teorileri sınıfına girecek
kitaplardır. Doksanlardan beri böyle devam ediyor. İşin kötüsü, bizzat sol bile
artık teoriye ilgi duymuyor. En sosyolojik gibi görünen konular bile biraz
komplo teorisi gibi ele alınıyor.
Yazılarımı aslında metodolojik sorunlara, teorik sorunlara
dikkati çekmek için yazarım. Onların günlük politikaya ilişkin kısmı oradan
hareketle teoriye ve genellemeye ilgi duyurmak içindir. Yazdıklarımın esas
okunması ve tartışılması gereken yanı teorik kısmıdır.
Ama yazılarıma gelen yankılara, yorumlara, çeşitli yazılara
ilgiye bakınca görülen bir olgu var: çoğu kez teorik ve metodolojik kısımlar veya
böyle yazılar, en az ilgi görenler veya hakkında hiç yorum yapılmayan ve
okunmayan kısımlardır.
Yani muhalif ve solda bir duruş olanlarda bile teoriye,
genellemeye bir ilgi yok mertebesinde.
Ama işte tam da bu nedenle akıntıya karşı durmak, teoriyi, teorik sorunları ele almaya devam
etmek gerekiyor sanki bir dinleyen varmış gibi.
Bu yazıda da teori ve politika ilişkisini ele alalım. Hem dünyada
Marksizm’in, sosyalist hareketin ve işçi hareketinin neden zayıf ve kriz içinde
olduğunu; hem de Türkiye’de Demokrasi mücadelesinin neden böylesine güçsüz ve
perspektifsiz olduğunu açıklamak için. Çünkü bu ikisi birbirine bağlı.
*
Bugün dünyanın en
temel sorunu uluslar ve ulusçuluktur. Uluslar ve ulusçuluk yok olmadan
dünyanın hiçbir sorunu halledilemez; hatta insanlığın yaşama şansı yoktur.
Ulusların ve ulusal devletlerin olduğu bir dünyada, bir
dünya savaşı kaçınılmazdır.
Üretici güçlerin, ekonominin ve dünya ticaretinin global
niteliği ile düzenin ulusal ve uluslara bölünmüş niteliği bunu adeta zorlar.
İki dünya savaşı tam da bu nedenle çıkmıştı. Üçüncüsü şimdilik yerel düzeylerde
vekiller aracılığıyla sürüyor ama esas aktörler ve ABC (Atomik, Biyolojik,
Kimyasal) silahları bu savaşın kendi mantığıyla devreye girdiğinde insanlığın
yaşama şansı yoktur. Tüm insanlığın varlığına birkaç kez son verecek kadar silah
depolarda bekliyor.
Haydi, diyelim ki böyle bir şey olmadı. Yine ulusların ve
ulusçuluğun olduğu bir dünyada, örneğin çevre felaketi engellenemez. Yani
karbondioksit ve metanın atmosferdeki oranının yükselmesine, sera etkisinin
artan bir hızla artmasına ve belli bir noktadan sonra bunun zincirleme
reaksiyonları ile (denizlerin ısınması, deniz diplerindeki metanın da atmosfere
karışması vs.) insanların yaşayabileceği bir sıcaklığın devam etmesini
durdurmak olanaksızdır. Dolayısıyla yine insanlığın yaşama şansı yoktur.
Yani uluslar ve ulusçuluk ile insanlığın kaderi kopmazcasına
birbirine bağlı.
Dünyanın durumu böyle.
Türkiye’ye ve Ortadoğu’ya gelince yine sorun yine uluslar ve
ulusçuluk, ulusal devletler. Ama bu sefer, ulusçuluğun en gerici biçimi olan,
ulusu bir dille, dinle tanımlayan uluslar ve Şark despotlukları, yani merkezi
ve bürokratik devletler en temel sorun. Ve bu iki sorun birbirine kopmazcasına
bağlıdır. Yani bu merkezi bürokratik devletler, bu şark despotlukları
kendilerini bu gerici ulusçuluğun ulus anlayışıyla var edebilmekte, gerici
uluslar ve ulusçuluk da varlığını bu merkezi ve bürokratik şark despotluklarının
egemenliği ile var edip sürdürebilmektedir.
Bu ulusçuluk ve uluslar ile bu merkezi ve bürokratik
devletler yok edilmeden ve parçalanmadan, Ortadoğu’nun da, Türkiye’nin de barış
ve demokrasi yüzü görmesi mümkün değildir.
Yani Ortadoğu ve Türkiye’de, en azından politik olanı ya da ulusu
bir dille, dinle, etniyle, tarihle, kültürle, ırkla tanımlamayı reddeden bir
demokratik ulusçuluk ortaya çıkıp güçlenmeden, bugünkü Türk, Kürt, İslam vs.
ulusçuluğuna karşı savaşıp bir zafer kazanmadan ne Türkiye’de demokrasi
gelebilir; ne Kürtlerin üzerindeki baskı, ne de Ortadoğu’nun kanaması son
bulabilir.
Bu temel önermelerden yola çıkmayan her hareket, her
davranış daha baştan çözümün değil sorunun kendisidir.
Ama hem sorunu böyle koyabilmek; hem de ister genel olarak uluslara
ve ulusçuluğa; ister gerici uluslara ve ulusçuluğa karşı mücadele edebilmek
için ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu
anlamak gerekir.
Yani ulusun ve
ulusçuluğun bir teorik açıklaması olmadan uluslara ve ulusçuluğa karşı mücadele
edilemez.
İşte tam da bu noktada teori
en can alıcı pratik ve acil sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Neredeyse
bütün solun, demokrat ve sosyalistlerin görmek ve anlamak istemediği budur.
*
Bu açıklamayı yapabilecek bir toplum ve tarih teorisinin
teorik temeli de, yani Altyapı. Üstyapı,
Maddi Üretim İlişkileri, Üretici Güçler, Sınıflar, Devlet vs. gibi kavramlar
ve bunların iyi kötü iç tutarlılığı olan bir sistemi de sadece Marksizm’de
vardır. Sadece bu kavramsal araçlarla insanlık tarihinin genel gidişi iyi kötü
kavranabilir.
Ama Marksizm geliştirilmeyi bekleyen, kurucuları tarafından
sadece bir başlangıcı yapılmış bir teoridir.
Teoride büyük boşluklar ve iç çelişkiler de bulunmaktadır.
İşte bu boşlukların en temellerinden biri, tam da insanlığın
en temel sorunu olan uluslar ve ulusçulukla ilgilidir. Marksizm’de ulusların ve ulusçuluğun tutarlı bir teorisi yoktur.
Bunu bütün önde gelen Marksistler teslim etmektedir.
O halde Marksist bir
ulus ve ulusçuluk teorisi ile hem insanlığın varlığını sürdürebilmesi; hem de
Türkiye ve Ortadoğu’ya barış ve demokrasinin gelebilmesi arasında kopmaz bir
ilişki vardır.
Yani teoriyi (dolayısıyla da Marksizm’i) küçümseme,
ilgisizlik, teori düşmanlığı aslında barış, demokrasi ve insanlık
düşmanlığıdır.
Öte yandan Marksizm’de ulusun ve ulusçuluğun bir teorik
açıklaması olmadığı gibi, Marksistler pratikte
ulusların ve ulusçuluğun yayıcısı olmuşlardır.
Ve bugün dünyadaki sosyal hareketlerin bütün krizi de bu
teorik açıklamanın olmamasıyla ilgilidir.
Çünkü bu teorik açıklama olmadığından programsızlık
yaşanmakta, program olmayınca, örgüt ve mücadele biçimlerinin kendisine tabi
olması gereken strateji bulunmamakta; böylece de kendiliğinden ortaya çıkan
mücadeleler ve yükselişler, örneğin Gezi’de görüldüğü gibi, çölde kaybolan
nehirler gibi buhar olmakta ve yenilmektedirler.
*
Peki, neden ulusun ve ulusçuluğun bir teorisi yoktur Marksizm’de?
Bunun kavramsal ve teorik nedenleri vardır.
Ulus ve ulusçuluğun
teorisinin olmaması bir Din teorisinin olmamasının bir somut görünüşüdür
aynı zamanda.
Marksistler dinin ne
olduğunu bilmedikleri için bir din teorileri olmadığını bilmiyorlardı.
Ve tam da bilmedikleri için, bu yokluğu başka biçimde ifade
ediyorlardı.
·
Marksistler bir ulus ve ulusçuluk teorisi olmadığını söylüyorlardı. Bu aslında bir
din teorisi olmadığını söylemenin, onun özel bir görünümü üzerinden ifadesi
oluyordu. Ama bunun böyle olduğunu göremiyorlardı tam da bir din teorisi
olmadığı için.
·
Marksistler bir üstyapılar teorisi olmadığını söylüyorlardı. Bu da din teorisi
olmadığının yapıdan hareketle daha genel bir ifadesi oluyordu. Ama bunu da
göremiyorlardı tam da bir Din teorisi olmadığı için.
Yani Marksistler, tam da dinin ne olduğunu bilmedikleri için
bu tespitlerin aslında bir din teorisi olmadığının bir kanıtı olduğunu
göremiyorlar ve söyleyemiyorlardı.
Peki, Marksistlerin neden bir din teorisi yoktu?
Çünkü Marksistler, dinin ne olduğu konusunda, içinden
çıktığı Aydınlanma’nın din konusundaki bütün varsayımlarını ve tanımlarını
paylaşmıştı ve bunları bir eleştiri süzgecinden geçirmemişti.
Din konusunda iki şey söylenmişti.
·
Programatik olarak: dinin insanların özel sorunu
olduğu ve olması gerektiği.
·
Sosyolojik olarak, dinin aynı zamanda ezilenlerin
ve ezenlerin savaşında bir bayrak, bir ideoloji işlevi gördüğü.
Ama bu ikisi de dinin ne olduğunun sosyolojik açıklaması
değildi ve olamazdı.
Çünkü dini inanç sorunu olarak görmek ve böyle bir programı
kabul etmenin kendisi sosyolojik bir tanıma dayanmıyordu.
Bu programatik talebin ardındaki din kavramının, din olarak
tanımlanabilmek için, politik alnının dışında kalmak gerekir anlamında bir normatif veya hukuki bir tanım olduğu
görülmüyordu.
Tanım ve kavram eleştirel olarak gözden geçirilmediği için,
kavramın normatif ve hukuki niteliği görülmüyor; toplumu açıklayıcı değil düzenleyici bir kavram olduğu anlaşılmıyordu. Tabii
topluma ilişkin kavramların analitik ve normatif; yani açıklayıcı ve
düzenleyici olmalarının farkı görülmüyordu ama bunun da nedeni, Aydınlanma’nın
bütün normatif kavramlarının aslında analitik kavramlar gibi egemenliği ve
bunların sadece sosyolojiye, yani burjuva ideolojisine egemen olmaları değil
aynı zamanda Marksizm içindeki kalıntılarıydı.
Daha Marksizm’e özgü ve Marksistçe görünen, dini sınıflı
toplumlarda ve sınıflar mücadelesinde bir bayrak, bir ideoloji olarak
tanımlamak da sorunluydu.
·
Sınıfsız toplumlarda da din vardı. Din sınıflar
mücadelesinde bir araçsa sınıfların olmadığı toplumlarda niye din vardı?
·
Öte yandan sınıflar ve sınıflar mücadelesi Marksizm’in
ayırıcı özelliği değildi. Bu burjuva düşünürlerince bulunmuştu. Marksizm’i sınıfılar
ve sınıflar mücadelesine indirgemek; tarihi veya dini sınıflar ve sınıflar
mücadelesiyle açıklamak, Marksizm’i burjuvazinin kabul edeceği bir duruma düşürmekten
başka bir anlama gelmezdi.
Yani Marksizm'in bu iki açıklaması, biri aydınlanmanın din
olarak tanınmaya ilişkin hukukunun tanımlaması, diğeri de yine burjuvazinin ve
aydınlanmanın ufkunun içinde kalmış dini sınıflar mücadelesinde bir araç olarak
ele alan ama dinin ne olduğunu açıklamayan bir açıklama, daha doğrusu
açıklayamamaydı. Bu açıklama dinden ziyade sınıflar mücadelesinin bir biçiminin
açıklanması anlamını taşıyordu.
*
Peki, din neydi?
Bu sorunun cevabı yoktu. Çünkü aslında bu soru yoktu. Bir din teorisinin var olduğu düşünülüyordu. Dolayısıyla bu soru sorulmuyordu. Sorunun sorulmamasının nedeni dinin ne olduğunun bilinmemesiydi; dinin ne olduğu bilinmediği için de dinin bilinmediği bilinmiyordu. Tam bir fasit daire. Bu daireden çıkış çok dolaylı bir yoldan gerçekleşti. Tabiri caiz ise, eksojen, dış etkiler, yani başka teorik gelişmeler böyle bir teorik yokluğun ve açıklamanın yolunu açtı.
Bu sorunun cevabı yoktu. Çünkü aslında bu soru yoktu. Bir din teorisinin var olduğu düşünülüyordu. Dolayısıyla bu soru sorulmuyordu. Sorunun sorulmamasının nedeni dinin ne olduğunun bilinmemesiydi; dinin ne olduğu bilinmediği için de dinin bilinmediği bilinmiyordu. Tam bir fasit daire. Bu daireden çıkış çok dolaylı bir yoldan gerçekleşti. Tabiri caiz ise, eksojen, dış etkiler, yani başka teorik gelişmeler böyle bir teorik yokluğun ve açıklamanın yolunu açtı.
*
Bu sorunun cevabı yönünde bir ilerleme ulus ve ulusçuluk
teorilerinde yapılmıştı.
80’lerin başında ulus ve ulusçuluk teorilerinde bir tür “Kopernik Devrimi” yaşandı.
Ernest Gellner başta olmak üzere, B. Anderson, E. Hobsbawm
gibi tarihçi ve sosyologlar birden bire, ulusların aslında “din gibi bir şey”
olduğunu keşfettiler; daha doğrusu olguya böyle bakmaya başladılar. Yani uluslar olduğu için ulusçular değil;
ulusçular olduğu için uluslar olduğunu keşfettiler.
Bunun mantık sonucu şu oluyordu: Ulusçuluğun Uluslar olduğu
için ortaya çıktığı düşüncesi bizzat ulusçuluğun ulus anlayışıydı. Bir ulus ve
ulusçuluk tanımına ulaşılamamasının nedeni, hep ulusçuların ulus tanımlarından
hareket edilmesiydi. Çünkü ulusçular ulusları kurduğundan, uluslara bakarak bir
ulus teorisi oluşturma çabaları aslında ulusçuların ulus tanımlarından
hareketle bir ulus tanımına ulaşma çabası olarak kalıyordu. Bu ulus
tanımlarının ulusları değil, farklı ulusçulukları anlattığı ortaya çıkıyordu.
Tabii metodolojik olarak aynen Din konusundaki gibi bir
normatif tanımları analitik tanımlar olarak kabul etme vardı. Ulusçuların ulus tanımları
normatif tanımlardı, analitik değildiler; bu tanımlardan hareketle ulusları
tanımlama çabası da normatif tanım ve kavramları sosyolojik veya analitik
kavramlar düzeyine çıkarmak anlamına geliyordu. Temel metodolojik yanılgı
buydu. Ulusun “din gibi bir şey” olduğundan çıkan metodolojik sonuçlar bunlardı
ama bu "Kopernik Devrimi"ni yapanlar hiç de bu mantık sonuçlarına
kadar gidemediler.
Burada yine bir din teorisinin olmamasının yarattığı bir
engel vardı. Ve tam da bu nedenle bunu bilemiyorlar ve göremiyorlardı.
Ama ne olursa olsun, ulusçular olduğu uçun uluslar olduğunun
keşfi, o zamana kadar Marksistlerin bütün ulus tanımlarının dayandığı temeli
havaya uçuruyordu. Çünkü her ne kadar Marksistler ulusun ve ulusçuluğun,
tarihin belli bir noktasında ortaya çıktığını kabul ediyorlardı ise de onu,
insanların kabullerine bağlı olarak var olan bir şey değil; sınıflar gibi
insanların kabulleri dışında var olan bir şey gibi anlıyorlar ve nasıl sınıfları
tanımlıyorlarsa, onu da öyle anlamaya ve tanımlamaya çalışıyorlardı.
Bu aynı zamanda, ulus kavramını tıpkı sınıf gibi bir
analitik kavram olarak ele alma sonucunu doğuruyordu; yani açıklanması gereken olguyu, bir açıklama aracı gibi kullanmaya
kalkıyordu marksizm. Ama böyle yaptığını bilmeden böyle yapınca da birbiriyle
çelişkili ulus tanımları içinde boğuluyordu ve bu nedenle bir ulus teorisi
olmadığını görebiliyordu.
Bu nedenle Marksizm bir ulus ve ulusçuluk teorisi geliştirememişti
ve geliştiremediğini sonuçlarının doyurucu olmaması nedeniyle görebilmişti.
Ancak ulus ve ulusçuluk teorilerinde bu "Kopernik
Devrimini" yapanlar da dinin ne olduğun bilmediklerinden, ulusun da din gibi
olduğunu söylüyorlar, ama onu yine tam olarak tanımlayamıyorlardı.
Bu nedenle ulus ve ulusçuluk çalışmaları; bütün akademik
çalışmalar yan bir yola, ayrıntılara, bu ulusların yaratılması sürecinde ulusun
inşasının biçimleri üzerine yoğunlaşıyordu. Bir bilgi birikimi oluyor,
ulusçuluk dininin ortaya çıkışı ve yayılışı üzerine bir malzeme birikiyor ama
bunlar genel bir ulus ve ulusçuluk açıklamasından yoksun bulunuyorlardı.
Öte yandan ulusçular olduğu için uluslar olduğu önermesi ve
normatif ve analitik kavramların farkının bilinmemesi, sınıfların da uluslar
gibi, kendini oluşturan topluluklar olarak görülmesina yol açıyordu.
Daha doğrusu, böyle bir yanlışa dayanan bir tarih
açıklaması, bir bakıma ulusun ne olduğunun ve "Kopernik Devrimi"nin
önünü açmış sayılabilirdi.
E. P. Thompson’un “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu”
(“Making”i “kendini yapışı” diye çevirmek gerekirmiş, böyle bir çeviri temel
metodolojik yaklaşımı ve yanlışı daha iyi verir.) adlı kitabında İngiliz
işçilerinin işçi hareketinin geleneğinin, kültürünün oluşumunu sanki işçi
sınıfının oluşumu gibi ele alınıyordu.
Thompson, daha sonra “ulusçular
olduğu için uluslar vardır” şeklinde formüle edilen temel önermeyi işçi
sınıfı bağlamında “aşıklar olmadan aşk
olmaz” diye ifade ediyordu.
Bu araştırmalarda yepyeni bir bakıştı. Thompson, işçi
sınıfının kültürünün ve bilincinin oluşmasını, işçi sınıfının oluşması olarak
ele alarak yanlış yapıyordu. Ama tam da bu yanlış sayesinde alttakilerin günlük
hayatının dönüşümünü sosyal bilimlerin ve tarihçiliğin alanına sokuyordu.
Ama İşçi Sınıfı’nı tanımlamak için yanlış olan bu
kavramsallaştırma tam da kendine uygun alanı ulus ve ulusçuluğun açıklanmasında
buluyordu. Belki de Ulus ve ulusçuluk alanındaki “Kopernik Devrimi”nin
İngiltere’de gerçekleşmesi bu nedenleydi.
Yani ortada aslında Kolomb’un Amerika’yı keşfetmesi gibi bir
durum söz konusuydu; Thomson yanlış bir varsayımla yeni bir kıta keşfetmişti
ama onu hala Hindistan sanıyordu. Yeni
bir kıta keşfedildiğini anlayan Amerigo Vespuçi’ler ise bu yaklaşımı Ulus’un
açıklamasına uygulayanlar oldular.
Özetle, işçi sınıfı için yanlış olan bir yaklaşım, yani bir
bilinç ve kültür ortayla çıktığı için işçi sınıfının oluştuğu yaklaşımı;
uluslara öyle yaklaşımın yolunu açmış, bu yaklaşım orada gerçek yerini
bulmuştu.
Ulusçuluğun ulustan önce geldiği, ulusçular olduğu için ulus
olduğu yaklaşımı, sanki Marksizm’in temel önermesi olan , “düşünce varlığı değil, varlık düşünceyi belirler” önermesiyle çelişiyor gibi göründüğünden Marksistler
arasında pek az yankı buldu ve anlaşılmadı.
Aslında “ulusçuluğun ulustan
önce geldiği” önermesi “varlık
düşünceden önce gelir” önermesiyle çelişmezdi, çünkü tarihsel koşullar
oluştuğunda yani varlık değiştiğinde, insanların bilinçleri ve kabullerindeki
değişmeler aracılığıyla toplumsal ilişkilerin değişimin gerçekleşeceği şeklinde
anlaşılabilirdi ve anlaşılmalıydı. Mekanik olmayan bir anlayış böyle olmalıydı.
Kaldı ki, varlığın düşünceden önce geldiği önermesinin böyle kaba ve mekanik
bir kavrayışı, dinlerin ortaya çıkışını açıklayamazdı. Çünkü dinler o dine
inananlar olduğu için vardı. O dine inananlar olmadığında veya yok olduğunda o
dinler de olamazdı. Ancak kimse Din nedir? Diye sormadığından bu açmaz da
görülemiyordu.
*
Tabii ulusçular olduğu içir ulusların olduğu önermesi şu
sorunu ortaya çıkarıyordu, ulusçular olduğu için uluslar var idiyse, ulusçuluk ne idi?
Önceki kavrayışta ulusçuluğun kendisi değil, ulus bir sorun
olarak görülüyor ve tanımlanmaya çalışılıyordu. Çünkü önceleri ulusçuluk ve
ulus ilişkisi, tıpkı sınıf ve sınıf bilinci ilişkisi gibi görülüyordu. Nasıl
sınıf olduğu için sınıf bilinci oluşuyorsa, ulus olduğu için de ulusçuluk
oluyordu. Uluslar olduğu için ulusçuluk vardı: bu da tamı tamına varlığın
düşünceden geldiği önermesine uygun görülüyordu.
Şimdi Ulusçuluğun açıklanması, ulusun ne olduğunun açıklanmasının
anahtarı oluyordu.
Gellner ulusçuluğu, sınıfın
değil de ulusun çıkarlarını öne almak olarak tanımlayan Marksist ve
Enternasyonalistlerden tamamen farklı olarak “ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin kabulü” diye
tanımlıyordu.
Bu tanımın kendisi de ayrıca bütün ezberleri bozuyor ve anlaşılamayan
birçok olguyu anlama olanağı sağlıyordu.
Bir kere bu tanım, enternasyonalizmin de aslında ulusçuluğun
ilkesine dayandığını ve bunu kabul ettiğini ortaya çıkarmış oluyordu. Çünkü Enternasyonalizm de ulusal olanla politik
olanın çakışması ilkesine dayanıyordu.
Enternasyonalistler ve
ulusçular aynı ulusçuluk anlayışındaydılar.
Gellner’in bu tanımı, enternasyonalizmin de ulusçuluk
olduğunu göstererek, birincisinin (ulusçuluğun ulustan önce gelmesi) mantıki sonucu olan ikinci bir devrim daha
başarmış oluyor; enternasyonalizmin aslında ulusçuluk olduğunu göstermiş oluyordu.
Gellner’in bu ulusçuluk tanımını tanımı aynen E. Hobsbawm, B,
Anderson gibi Marksist kökenli diğer ulusçuluk ve ulus teorisyenleri de kabul
ediyordu.
*
Ancak burada da yine tıkanma ortaya çıkıyordu.
Bu tanımı yapanlar, ulusal
derken, farkına varmadıkları üzere, demokratik olmayan, yani bir toprak
parçasına göre tanımlanmayan ulusların ve ulusçuların, ulusal kavramına dayanıyorlardı.
Gellner’in kitabındaki bütün örnekler, bir dile dayanan uluslarla ilgilidir.
Keza bu tanımdaki politik
ise, bir analitik kavram gibi görünmesine rağmen bir analitik kavram değildi.
Ama bunu göremezlerdi, çünkü bir Din teorisi ve buna bağlı
olarak da modern toplumun dininin ne olduğunu açıklayan bir teori yoktu. Çünkü
Modern toplumun dini tam da toplumsal hayatı özel ve politik olarak ayırmaya dayanıyordu ve bu kullanımda politik kavramı analitik değil normatif bir kavramdı; toplumu düzenlemenin aracıydı açıklamanın değil. Ama dinin ve modern
toplumun ne olduğunu bilmedikleri için onların bunu görme şansları yoktu.
Bu nedenle ulusçuluk tanımı yapıldığı ile kalıyor ve bu da
ulus ve ulusçuluk çalışmalarında bir tıkanma yaratıyordu. Ne var ki bu tıkanma görülmüyordu.
Çünkü ulusçuluğun ulustan önce geldiği önermesi, ulusların tahayyülü,
oluşturulması üzerine muazzam bir araştırma alanı açılmış; geniş bir olgu
birikimi başlamıştı.
Ulusun ne olduğu anlaşılamadan kalmıştı ama böyle olduğu
görülemez durumdaydı.
*
Din konusuna gelince, Din’in ne olduğuna ilişkin bir
araştırma yoktu. Çünkü dinin ne olduğunun bilinmediği bilinmiyordu. Klasik
Marksist geleneğin dini ezilen sınıfların da bir mücadele aracı olarak gören ve
açıklayan çabaları, özellikle Latin Amerika’daki “Kurtuluş Teolojisi” gibi olguları açıklar görünüyordu.
Bu nedenle Din’in ne olduğunu açıklamaya varacak teorik
gelişmeler dinin ne olduğunu anlama çabasının içinde gelişmedi. Çünkü ortada
böyle bir çaba yoktu.
Bu alanda, biri hiç bilinmeyen ve birbirini bilmeyen,
Devrimci Marksizm’in eleştirel geleneğini sürdüren iki Marksist eğilim
birbirinden bağımsızca, sanki farklı uçlardan hareketle aynı noktaya doğru
hareket ederek dinin ne olduğunu anlayabilmek için belli bir ilerleme
sağlamışlardı. Bir tarafta Hikmet Kıvılcımlı bulunuyordu dünyadaki Marksistlerin
bilmediği; diğer uçta özellikle Eleştirel Teori (Frankfurt Okulu)
Eleştirel Teori, faşizmi açıklama çabasında, aydınlanmanın
aklının nasıl faşizmde akıl dışına vardığını açıklama çabasında, öznel akıl ile nesnel akıl ayrımlarını yaparak çok önemli bir kavramsal ilerleme
sağlamış bulunuyordu.
Modern akıl, nesnel
bir akıl değildi, toplumsal olarak en saçma işler pek ala kendi içinde
rasyonel ve akli olabiliyordu. İşte Konsantrasyon kamplarında her şey tıpkı bir
fabrikada olduğu gibi, en rasyonel şekilde düzenleniyordu. Bir fabrika kendi
içinde, pek ala rasyonel biçimde örgütlenebiliyordu. Ama rasyonel biçimde
üretilenin kendisi son derece irrasyonel oluyordu. Örneğin zehir veya da silah
veya insan öldürmenin rasyonel bir “üretimi” söz konusu olabiliyordu. Modern
toplumda eksik olan bu nesnel akıldı. Bu çelişki şu sözlerde en çarpıcı
ifadesini bulur: “Bir insan öldürmek
ahlaki bir sorundur. Altı milyon Yahudiyi gaz odalarında öldürmek, iş ahlakına
ilişkin bir sorundur.”
Tarihteki bütün toplumlarda iyi kötü toplumsal örgütlenme
bir nesnel akla göre iş görüyordu.
Buradan dinlerin aslında nesnel akıl, yani genel olarak
toplumun ve insanların gönenci ölçüsü olduğuna geçmek için küçük bir adım yeter
hale gelmişti.
Modern kapitalist toplumda ise, bu nesnel akıl yoktu, çünkü
“Tanrı Ölmüştü" (Nietzsche).
Tanrı öldüğü için her şeyin kendisiyle anlam kazanabileceği toplumsal-nesnel
bir ilke yok olmuş; onun yerini ekonomide
kar ve üstyapıda ulus veya ulusçuluk
almıştı.
Ne kar ilkesinden; ne de ulus ve ulusçuluk ilkesinden
insanlar arası ilişkileri düzenleyecek, insanların gönencini sağlayacak hiç bir
rasyonel ilke çıkamazdı. Kar ve Ulusçuluk nesnel aklın yerine geçmişti.
Dolayısıyla öznel akıl sadece kar ve ulusa, dolayısıyla akıl dışına hizmet
edebilirdi.
Bilim kavramı kapitalizm öncesi dinlerden farklı olarak
sadece öznel akla hizmet eden alanlarla tanımlanmış oluyordu: “pozitif
bilimler” (Doğa Bilimleri), toplum ve tarih söz konusu olduğunda da aslında
toplum bilimin Nesnel bir Akıl işlevi görecek yanı atılarak, sadece var olan irrasyonel,
kar ve ulus ilkesine dayanan toplumun rasyonel yönetimi söz konusu oluyordu.
Marksizm’in, bir ideoloji olarak tanımlanması, nesnel aklın
bilimler âleminden sürülmesinden başka bir şey değildi. Ulusu ve Karı problem
etmeyen bir bilim, bilim olabilirdi.
Bu noktalara kadar varmasa da, Eleştirel Teori, Marks’ın felsefeden
sosyolojiye ve ekonomi politiğe doğru kat ettiği yolu ters yönde kat ederek ve
Felsefeye mevzilenerek; felsefeden hareketle, aklın aklı dışına vardığını
göstermiş oluyordu.
Aydınlanma ise, dini akıl dışı olarak tanımlamıştı, şimdi
kendisinin kurduğu düzen bir akıl dışılık olarak ortaya çıkıyordu.
*
Eleştirel Teori aklın akıl dışına vardığını gösterirken;
Kıvılcımlı diye bir Marksist de Türkiye gibi sapa bir dilin ve ülkenin
zindanlarında Aydınlanma ve Marksizm’de epistemolojik bir kavram olarak, inanca
dayanan, dolayısıyla akıl dışı olarak tanımlanan dinin; sosyolojik olarak nasıl
akli olduğunu, akıl dışı görünenlerin akli olduğunu, hem de öznel anlamında
akli değil; toplumsal anlamıyla akli olduğunu gösteriyordu.
Örneğin “Allah,
Peygamber, Kitap” veya “Cennet Nedir
ve Nerdedir?” gibi eserlerinde, en akıl dışı görünenin, aslında toplumsal
ilişkileri düzenlemeye ve de açıklamaya yönelik olarak son derece akli
olduklarını gösteriyordu.
Ancak Kıvılcımlı sadece, Epistemolojik olarak akıldışı ve
inanç olarak tanımlanan dinin nasıl sosyolojik olarak son derece akli olduğunu
göstermiyordu; aynı zamanda bu dünyadaki toplumsal düzeni, mülkiyet, üretim,
bölüşüm vs. ilişiklerini vs. de düzenlediğini gösteriyordu.
Örneğin Osmanlı
Tarihinin Maddesi gibi çalışmalarında, toplumun hukuk ve ekonomi temeli ile
dinin ilgisini, toprak düzeni ile İslam hukukunun ilişkisini vs. göstererek
dinin aslında hiç de bir ideoloji veya bir epistemolojik sorun veya bir “inanç”
olmadığını; tümüyle toplumun mülkiyet, bölüşüm ilişkileri ve hukuku ile
ilişkili olduğun da göstermiş oluyordu.
Ama Kıvılcımlı da hem bir teorisyen olarak hiç tanınmamış ve
ilgi görmemişti; hem de kendisi bu bu sergilediği olgulardan dinin ne olduğuna
dair bir genellemeye gitmemişti.
Buna kalkıştığı yerde de, dini zihnin derinliklerinde yeri
olan bir olgu olarak tanımlayarak, dini biyolojik bir temele indirgeme, adeta
inanç ya da tanrı geni gibi bir sonuca varma pahasına onun önemini vurgulamaya
çalışmakla kalacak ve Kıvılcımlı da tıkanacaktı.
*
Görüldüğü gibi, dört bir koldan, birbiriyle bağlantısız ve
habersizce, gerek ulus teorisinde, gerek din teorisinde farklı noktalardan yola
çıkılarak belli ilerlemeler sağlanmış; önceki kabullerin tam tersi sonuçlara ulaşılmış
ama bunların hepsi bir noktada tıkanmıştı ve bunların birbirlerini
tamamladıkları da görülmüyordu.
Aslında hepsi yer altında birbirinden habersizce aynı
noktaya doğru (ama aynı noktaya doğru kazdıklarını bilmeden) bir tünel kazıyor
gibiydiler ve bu tüneller neredeyse aynı noktada birbirlerine bağlanmak
üzereydi. Birbirlerinin kazma seslerini duyacak kadar yaklaşmışlardı birbirlerine
ama tam orada tıkanmışlar durmuşlardı.
İşte bizim yaptığımız bir bakıma bu tünelleri birbirine
bağlamak için birkaç kazma vuruşundan başka bir şey olmadı.
Bunu bizim yapabilmiş olmamız ne zekâmızla, ne yeteneğimizle ne de başka özelliklerimizle ilgilidir. Muhtemelen bir parça daha birikimli, zeki ve yetenekli birisi bu keşfi çok daha önce yapabilir ve çok daha güzel formüle edebilir çok daha sistemli eserlerle açıklayabilirdi.
Bunu bizim yapabilmiş olmamız ne zekâmızla, ne yeteneğimizle ne de başka özelliklerimizle ilgilidir. Muhtemelen bir parça daha birikimli, zeki ve yetenekli birisi bu keşfi çok daha önce yapabilir ve çok daha güzel formüle edebilir çok daha sistemli eserlerle açıklayabilirdi.
Bu keşfi bizim yapabilmemiz tamamen birçok tesadüfün üst
üste gelmesinin sonucudur.
Türkiye’de doğup büyüdüğüm için bütün dünyadaki Marksist
teorisyenlerce bilinmez kalan Kıvılcımlı gibi bir Marksist’i biliyordum.
Türkiye’deki yükselen mücadeleler ve faşizm dolayısıyla aynı
zamanda klasik Marksist geleneği sürdüren Troçki ve onun adına bağlı gelenekle
de tanışmıştım.
Almanya’daki Sürgünlük yaşamı beni ister istemez Eleştirel
teori ile daha yakından tanışmaya yönlendirmişti.
Gerek yükselen Kürt hareketi, gerek Almanya ve Avrupa’daki
yabancıların konumu ve mücadelesi ve bunların dayattığı teorik bir açıklama
gereği beni daha başında ulus ve ulusçuluk (keza ırklar ve ırkçılık)
konusundaki çalışmalara yönlendirmiş İngiltere’deki devrimle daha ilk
yıllarında Almanya’da “Ulusun İcadı”
adıyla yayınlanan B. Anderson’un “Hayali Cemaatleri”yle
tanışmıştım.
Bütün bunların sonucu, birbirinden habersiz bu tünellerin
aynı noktaya gelmek üzere olduğunu ve son noktada tıkandıklarını görebilecek
bir konumda bulunuyordum.
Bunu sağlayan Kıvılcımlı’nın sağladığı birikim ve Din
hakkındaki yaklaşımıydı. Bu birikim ve elverişli koşullarda, Din’in aslında
tümüyle Üstyapı olduğunu görmeye ilham kaynağı olan da Orhan pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” kitabında,
minyatürde perspektif olmamasını Allah’ın bakışı ile açıklaması ve böylesine
resimdeki teknik bir sorunun, bir perspektif sorununun bile dinle bağlantısına
dikkati çekmesiydi.
Yapmam gereken birkaç kazma darbesiyle bunları birleştirmekten
başka bir şey değildi. Din tümüyle
üstyapıdır önermesiyle tüm bu tünelleri birleşti.
*
Din Marksizm'in “Üstyapı” dediği, toplumsal ilişkiler ve
toplumun sınırlarını belirleyen şeyin ta kendisidir. Üstyapı Din denen olgunun
analitik bir kavramla karşılığıdır.
Nasıl üstyapısız bir toplum olamaz ise, dinsiz bir toplum da
olamaz.
Üstyapı dediğimiz nedir?
Toplumun sınırları ve ilişkileridir.
Dinler de bu sınırları ve ilişkileri belirler.
Bunlar ekonomik temeldeki, yani Altyapıdaki ilişkilere göre
değişirler.
Bu temel önerme ortaya koyulunca, Klasik Marksizm’in bütün
sistemindeki kavramlar hemen yerli yerine oturuyor ama aynı zamanda her şeyi
daha tam ve derin olarak yeniden tanımlama olanağı doğuyor; bütün teorik
sorunlar bir darbede çözülmüş oluyordu.
Eğer toplumun üstyapısı din ise, Marks’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine
Katkı’nın Önsöz’ündeki, devrim tanımı,
yani altyapıdaki değişmelerin üstyapıdaki değişmelere yol açması şeklindeki
önerme şu anlama geliyordu: Toplumların bir dinden diğer dine geçişleri devrimlerdir.
Peygamberler veya “mitolojik kahramanlar” (ki onlar da komünler dönemindeki din değişmelerinin öncüleridir) devrimcilerdir.
Peygamberler veya “mitolojik kahramanlar” (ki onlar da komünler dönemindeki din değişmelerinin öncüleridir) devrimcilerdir.
Bu sonuçtan da ilginç sonuçlar çıkıyordu.
Manifesto ise devrimi sınıflar mücadelesi bağlamında
tanımlamıştı.
Şimdi bu devrim kavramının sınırlılığı da ortaya çıkıyordu. Örneğin,
sınıfsız toplumlarda devrim olmayacağı anlamına geliyordu bu. Ve devrim sadece
politik olanla, devletin ele geçirilmesiyle, iktidar değişimiyle tanımlanmış
oluyordu.
Hâlbuki Önsöz’deki devrim sadece ekonomi ve politikayı
değil; tüm üstyapı ve altyapıyı kapsıyordu.
Böylece Manifesto’dan kaynaklanan ve sınıf mücadelesine ve
dolayısıyla Marksizm’in burjuvazi tarafından geliştirilmiş yanına bağlı olan
Devrim kavramının sınırlılığı ortaya çıkıyordu.
Devrim sadece iktidara yönelik olarak politik değişmeler
olarak tanımlanınca politik parti gerekiyordu devrim için.
Ama devrim yapabilmek için Parti değil Din olmak
gerekiyordu. Partiler (Mezhep ve Tarikatlar) hiçbir zaman bir devrim
yapamamışlardı. Partiler ancak yeni bir dine dönüştüklerinde bir devrim
yapabiliyorlardı.
Mezhepler ve tarikatlar bir dini ve onun varsayımları
sorgulamaz. O dinin içinde bir mücadele vermenin araçlarıdır. Yani sınıf
mücadelesinin araçlarıdır. Ama din değişimleri, o mezheplerin ve tarikatların,
yani partilerin içinde yer aldığı dinleri sorgular, böler ve ortadan kaldırır.
Bu şöyle daha iyi görülebilir. Örneğin Alevilik bir köylü
partisidir aynı zamanda. Ama Bu sadece İslam içinde var olabilir. Hıristiyanlık
veya Budizm içinde Alevilik olamaz; Müslümanlık içinde Protestanlık veya başka
bir Hıristiyan tarikatı olamaz. Dolayısıyla devrim yapamaz. Çünkü yeni bir din
olmak, verili bir din içindeki ilişkileri ve dengeleri değiştirmek değildir;
yeni bir dinin verili dinlerin yerini almasıdır. Örneğin Hıristiyanlık
Yahudilik içinde bir muhalif tarikat iken bir devrim yapamazdı, Essenerliler de
yapamamıştı çok daha etkili bir yahudi tarikatı olmalarına rdağmen.
Hristiyanlık bir yahudi tarikatı olmaktan çıkıp, ancak bütün diğer dinlere de
karşı ve alternatif olduğunda, yani Paulus’un çabalarıyla bir din olduğunda bir
devrim yapabilmiş; tüm üstyapıyı yeniden düzenleyebilmiştir.
Aynı şey İslam için de geçerlidir. İslam da başlangıçta,
Mekkeli patriciler olan Kureyş’e karşı, pleplerin (müslimlerin) partisi gibi
doğar ve bir Dine dönüştüğünde diğer dinleri silip süpürür ve onların yerine
geçer.
Aydınlanma da öyledir. Yeni bir din ihtiyacı, Protestanlık
biçiminde, Hıristiyanlık içinde bir parti olmanın ötesine geçememiştir. Protestanlık
biçiminde dünyada bütün eski dinleri ortadan kaldıramazdı.
Aynı çıkmazı gören ve Hindistan’daki Babür devriminin
mirasçısı Şahların dinleri birleştirerek eklektik bir din yaratma çabaları, bir
zamanların Maniciliği kadar bile başarılı olamamıştır.
Ama Aydınlanma bütün dinleri tasfiye etmiş, onların yerini
almıştır. Hem de yeryüzünün tamamında. Tabii karşı devrime uğramış ulusçu
biçimiyle. Ama bu bütün dinlerin kaderidir sınıflı toplumlarda.
Yani partiler (Tarikatlar, Mezhepler) devrim yapamaz.
Örneğin Türkiye’de faaliyet gösteren bir parti, bir din içinde sınıf mücadelesi
veren bir tarikat gibidir. Türkiye’nin ve ulusun kendisini sorgulamaz, onun
içinde değişiklik yapmaya çalışır. Bu nedenle devrim yapamaz.
Ama diyelim ki, ulusun ve uluslara göre örgütlenmenin
kendisini sorgulayan bir parti, artık parti olmaktan çıkar ve bir din olur.
Ancak o zaman devrim yapabilir.
Bu sonuçlar Marksistlerin niye devrim yapamadığını ve bugünkü
tıkanmayı da açıklıyordu.
Çünkü Marksizm bir din olmamıştı, bir parti olarak kalmıştı.
Böyle kalmasının nedeni de bir din teorisinin olmamasıydı. Marksizm ancak bir
Din Teorisi geliştirdiğinde var olan dine karşı mücadele edebilir dolayısıyla
din olabilirdi ve devrim yapabilirdi. Marksizm’in din olması aslında gerçekten
bir bilim olması ve dinin bilimsel bir açıklamasını yapmaktan başka bir anlama
da gelmiyordu.
Böylece Aydınlanmanın din ve bilim zıtlıkları; öznel ve
nesnel akıl zıtlıkları da aşılmış oluyordu.
Bu bakış açısından Modern tarih de başka bir anlam
kazanıyordu.
Örneğin Ekim devrimi ise, modern toplumun dininin bir
yayılışından başka bir şey değildi. Ne ulus ilkesini, ne de özel politik
ayrımını eleştirmemişti sadece onları yaymaya çalışmıştı. Tabii en radikal
biçimiyle. Bu dine (Aydınlanmaya) bir gençlik aşısı vermek gibiydi. Ama yine
kendisi de bir karşı devrime uğradığından bu da olmamıştı.
*
Tabii şu soru da ortaya çıkıyordu, din üstyapının olgusal
karşılığı ise, modern toplumdaki din ne idi, dinsiz yani üstyapısız bir toplum
olamayacağına göre onun dini neydi, yani toplumun örgütlenme ve sınırlarını
çizme ilkesi neydi?
Bu din, bizzat modern toplumdaki din tanımının, yani dini
özel olarak tanımlamanın kendisi ve bu tanımlamayı yapmak için de toplumsal
hayatı özel ve politik diye ayırarak örgütlemenin ve toplumsal ilişkileri böyle
düzenlemenin kendisi idi. Yani din tanımının kendisiyle yeni bir din kurmuştu
modern toplum. Din teorisi olmadığını görememenin nedeni de buydu.
Böylece Marks’ın Kapital’deki
ifadesiyle söylersek, “Modern toplumun
üstyapısının yüzündeki peçe” kaldırılmış oluyordu.
Böylece bu tanımın normatif bir tanım olduğu; bu normatif
din tanımının kendisinin bir din olduğu; bu din tanımına dayandığı için Marksizm’in
bu din içinde bir parti olmaktan öteye gidemediği ortaya çıkıyordu.
Marksizm tam da Modern toplumun, aydınlanmanın din tanımına
dayandığı için bir din teorisine geliştirememiş bu normatif tanımı bir
sosyolojik tanım gibi ele aldığı için, işin içinden çıkamamıştı.
Marksizm tam da bu nedenle yayılışıyla modern toplumun
dininin yayılışının bir aracı olmuştu.
*
Aydınlanma modern toplumun dini olarak ortaya çıkınca, Aydınlanma’nın
neden hangi tarihsel ve temele ilişkin gelişmelerin sonucu böyle bir din olarak
ortaya çıktığı sonucu ve böylece aydınlanmanın da bir felsefi kavram olmaktan
çıkarak bir sosyolojik olgu olarak ele alınması ve açıklanması olanağı da
ortaya çıkmış oluyordu.
Aydınlanma aslında İslam’ın yaptığını yapmaya çalışmıştı.
İslam totemlere (putlara) bağlı bir toplumda Allah aracılığıyla toplumun
sınırlarını ve ilişklerini dünya ticaretinin ihtiyaçlarına göre yeniden
düzenleme çabasıydı.
Aydınlanma da dünyaya uygarlıkların egemen olduğu çağda, yine
bir tek dünya pazarı ve ticareti için, bu uygarlık ve komün dinlerini, toplumu
düzenleme ve onun sınırlarını belirleme işlevinden uzaklaştırarak, kendisinin
basit bir eklentisine indirgeyerek, toplumun sınırlarını ve ilişkilerini
belirlemekten başka bir şey değildi.
Tabii Aydınlanma’nın bir din olduğu, dinin üstyapının
kendisi olduğu önermeleri aynı zamanda bütün kavramlarımızın gözden geçirmesi gereğini
dayatıyordu. Örneğin Aydınlanmanın sadece din tanımı dinsel değildi, bilim ve
felsefe tanımları ve kavrayışları da bu dinin bilim ve felsefe kavrayışlarıydı.
Bu kavrayışlar çerçevesinde din ve bilim zıtlık içinde koyuluyor ve bilim sırf
"pozitif bilimlerle" sınırlanıyordu. Yani bilim aslında öznel akla indirgenmiş
oluyordu. Nesnel akıl ise yoktu.
Ama dinin ne olduğunun tanımı ve bilimin aslında toplum
bilimi olarak nesnel aklı oluşturacağı, yani toplumun içinde bulunduğu aşamaya
göre insanlar için en uygun üstyapının, toplumsal sınıfların ve ilişkilerin ne
olacağı sorunu, yani sosyoloji, yani Marksizm, bir din olduğu takdirde bilim
olabiliyordu.
Ve Marksizm bir din teorisi geliştirerek bilim olduğu
takdirde bir din olabiliyordu.
Böylece din teorisini geliştirerek bir dinin içinde
kalmaktan ve onun bilim tanımını kabul etmekten kurtuluyor.
Böylece sosyoloji bir din ve nesnel akıl haline geliyordu.
Buna göre toplumun sınırları bugünkü ekonomik gelişmişlik ve
altyapının durumuna göre tüm dünyada bir tek cumhuriyeti dayatıyordu.
Bütün sorunlar buradan çıkıyordu.
Dini sosyolojik olarak açıklayarak nihayet gerçek bir
toplumbilim olan bir Marksizm din oluyordu.
Aydınlanmanın bilim ve din kavramları, nesnel aklın ortadan
yok olması kar ve ulusun onun yerini alması yok oluyor onun yerini sosyoloji,
yani Marksizm, yani nesnel akıl alıyordu ve nesnel akıl ulusun ve karın ortadan
kaldırılmasının bugünkü altyapıya uygun ilişkilerin kurulması için olmazsa
olmaz olduğunu göstermiş oluyordu.
Bu durumda nesnel akıl da felsefi bir kategori olmaktan
çıkıyor, bilimsel ve dinsel bir anlam kazanmış, yani verili duruma uygun, insanların
barış ve mutluluk içinde yaşayacağı optimum toplumsal sınırlar ve ilişkiler
anlamını kazanmış oluyordu.
*
Tabii modern toplumun dininin özel ve politik ayrımına
dayanması ulusçuluğun ne olduğunun ve ulusçuluğun “ulusal olanın politik olanla çakışması” tanımındaki, politik olan kavramının aslında analitik
değil, modern toplumu düzenleyen bir normatif bir kavram olduğunu görmeyi
sağlıyordu.
Aydınlanma toplumda eşitliği sağlamak; eski uygarlıkların
sınırlarını ve dinlerini yok etmek; tüm insanlarız birleştirmek ve biçimsel
olarak eşitlemek için bir özel ve politik ayrımı yapmıştı. Bu ayrım
devrimciydi.
Ama ulusçuluk bu politik
olan ayrımını alarak ve politik olanı bir ulusla tanımlayarak bir karşı devrim yapmıştı. Daha sonra da ulusu
bir dille, dinle vs. tanımlayarak ikinci bir karşı devrim yapmıştı.
Böylece ulusların ve ulusçuluğun bütün karşıdevrimci özü
ortaya çıkıyordu.
Bu durumda uluslar içinde mücadele edilecek ortamlar değil,
kendisine karşı mücadele edilmesi gereken düşmanlardı, düzenlerdi. Böylece
klasik Marksizm’in, tam da bir Parti olmasına uyan ve devrim yapamamasına yol
açan, ulusları içinde mücadele edecek ortamlar olarak görmesi ve bu nedenle
uluslara karşı mücadele etmemesi anlayışı yıkılıyor ve bunun yerine uluslar
kendisine karşı en başta mücadele edilip yıkılması gereken karşı devrimci bir
din olarak ortaya çıkıyordu.
Tabii bu aynı zamanda neden Marksistlerin fiiliyatta
ulusçuluğun yayıcıları olduğunu ve ulusçuların da Marksist olduğunu da
açıklıyordu.
Modern toplumun dini, içindeki alt sınıfları temsil eden Marksistler
aracılığıyla yayılmıştı, tıpkı Hıristiyanlık ve İslam’da olduğu gibi onlar da
alt sınıflar aracılığıyla yayılmışlardı.
Ama Marksistler aynı zamanda bu dini onun karşı devrimci
biçimi içinde yaymışlardı
Marksizm’in programı içinde demokratik cumhuriyet talebi
fiilen daha demokratik, ulusu bir dille dinle tanımlamayan bir ulusçuluğu
gerektirirken; aynı Marksistler ulus bağlamında bir dille, dinle tanımlanmış
bir ulusçuluğu da savunmuş oluyorlardı. (Marks’ın “Ezen bir ulus özgür olamaz” veya Lenin’in “Ulusların kaderini tayin hakkı” ulusu bir dille, dinle tarihle
tanımlayan gerici ulusçuluğun ulus tanımına dayanırlar. Demokratik Cumhuriyet’e
uygun bir Demokratik Ulus ve ulusçuluk ilkesi, “ancak, ulusu dille, dinle vs. tanımlayan ulusçuları ve ulusları ezen
uluslar özgür olabilir” olmalıydı.
Yani yeryüzünde Marksistler sadece modern toplumun dininin
yayıcıları değildiler; onun aynı zamanda en gerici biçimi içinde yayılışının da
aracı olmuşlardı. Özellikle yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden; Stalin’in ve “Tek Ülkede Sosyalizm”in zaferinden sonra.
Böylece bütün Marksistlerin neden kolayca gerici ulusçulara
ve ulusalcılara dönüştüğü; önceden Marksist partilerin egemen olduğu yerlerde
neden en ırkçı ve şoven partilerin egemen olduğu; Marksizm'in neden bir
perspektif sunamadığı gibi bütün sorunlar da aynı zamanda açıklığa kavuşmuş
oluyordu.
*
Tabii böylece sosyalist hareketin dayanması gereken strateji
ve program da bu bakış açısından tamamen alt üst edici bir değişime uğruyordu.
Parti tarzı örgütlenme ile yani bir ulusal devlet ve bir
ulus içinde onu sorgulamadan yapılacak bir sınıfsal egemenlik ve mücadele bir
devrim yapamazdı.
Bu anlayışa bağlı bütün örgüt ve mücadele biçimleri tıpkı
eski çağ dinlerinin mezhep ve tarikatları gibi sadece o dinler, yani uluslar
içinde etkili olabilirdi. Onlar bunun için bir araç olabilirlerdi ama devrim yapamazlardı.
Devrim ise ancak ulusa karşı mücadele ile olabilirdi.
Uluslar ise ulusçular olduğu için olduğundan, ulusçuluğa karşı
mücadele ve Ulusu yıkmaya yönelik olarak bir devrimci parti bir din olabilir ve
devrim yapabilirdi.
Tabii bu bağlamda, demokrasi, belli bir yerdekilerin
biçimsel eşitliği; dile, dine dayanan bir ulusçuluktan neredeyse farklı bir
dine geçmek gibi oluyordu. Demokrasi bir dindi.
*
Mücadele biçimleri, strateji ve taktikler açısından yepyeni
bir yaklaşım gerekiyor, yepyeni sorunlar ortaya çıkıyordu.
Örneğin demokrat olmak demek, bir ulusal devletin ve ulusun
içinde yaşamak ama onu yıkmak için mücadele etmek demekti. Ya da ulusların ve
ulusal devletlerin içinde yaşanacak ve uluslar ve ulusal devletleri yıkmak için
mücadele edilecek demekti.
Bu ise var olan eski mücadele anlayışlarıyla kopuşmayı; eski
politika yapma biçimlerini terk etmeyi gerektiriyordu.
Bu durumun en iyi örneği İslam’da idi. İlk Müslümanlar, bir
yandan Mekke’de egemen olan, kabileler ve onların putlarına dayanan; soy
kardeşliğine dayanan dini reddediyorlar ama diğer görünüyorlardı (takıyye).
Günümüzde de durum aynıdır. Gerçek bir devrimci ulusu ve ulusçuluğu reddetmelidir. Ama bugünkü dünyada bir ulusal devletin vatandaşı ve bir ulustan olmadan var olmak olanaksızdır. Bun nedenle devrimciler yıkmak istedikleri ulusun ve ulusal devletin bir üyesi olarak görünerek aynı zamanda ona karşı mücadele etmek zorundadırlar, ilk Müslümanlar gibi.
Günümüzde de durum aynıdır. Gerçek bir devrimci ulusu ve ulusçuluğu reddetmelidir. Ama bugünkü dünyada bir ulusal devletin vatandaşı ve bir ulustan olmadan var olmak olanaksızdır. Bun nedenle devrimciler yıkmak istedikleri ulusun ve ulusal devletin bir üyesi olarak görünerek aynı zamanda ona karşı mücadele etmek zorundadırlar, ilk Müslümanlar gibi.
Bu mücadele, Uluslara ve ulusçuluğa karşı mücadele, her
şeyden önce ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunun anlatılmasıyla verilebilir.
Yani bir Marksist ulus ve ulusçuluk teorisi ve bunun bağlı
olduğu din teorisi ve bunun da bağlı olduğu Marksist toplum teorisinin kendisi
olmadan ulusçuluğa karşı mücadele edilemez.
Tabii insanların hepsinin Marksist olması mümkün değildir.
Ama insanlar somut hedeflerden hareketle, somut talepler
içinde de aynı sonuçlara ulaşabilir.
Böylece uluslara ve ulusçuluğa karşı insanları mücadeleye
çekecek ve onları pratik olarak uluslar ve ulusçuluk konusunda değiştirecek
somut örgüt ve mücadele biçimlerinin neler olacağı sorunu devrimci strateji ve
taktiğin esas sorunu haline gelir.
İşte bizim bütün yazılarımız, esas olarak bir yandan ulusun
ve ulusçuluğun, dinin ne olduğunu açıklayarak bir bakıma insanları uluslara ve
ulusçuluğa karşı bin mücadele, bir tebliğ, bir aydınlatma çabasıdır. Yani bir tür
“imana gelin” çağrısıdır. Hazreti Muhammet’in putları yıkmaya yönelik çağrısı
gibi; ulusal devletleri ve bayrakları yıkın çağrısıdır.
Öte yandan aktüel politikaya ilişkin bütün yazılarımız da
insanları somut ihtiyaçlarından; acil politik mücadeleden hareketle ulusun ve
ulusçuluğun bu en gerici biçimine karşı mücadeleye çekme ve onları en azından
demokratik birer ulusçuya dönüştürme, yani Türkleri ve Kürtleri birer Demokrata
dönüştürme girişimi ve çağrısıdır.
Böylece Demokrat ve İnsan kavramları, ulusçular karşısında
iki farklı dine karşılık düşerler.
Demokrat, ulusu bir dille, dinle tanımlamayı reddeden bir
ulusçudur. Demokrasi bir dindir.
Demokrasi, Modern toplumun dininin birinci karşı devrime
uğramış (Demokratik Ulusçuluk); ama en azından ikinci karşı devrimden
arındırılmış biçimidir.
Nasıl milletlerden önce milliyetçiler varsa, demokrasiden
önce demokratlar gerekir.
Demokrat ulusları ve ulusçuluğu yok etmez; ulusal olanla
politik olanın çakışması ilkesini sorun etmez, ulusun nasıl tanımlanacağında
gerici ulusçudan ayrılır.
Gerici ulusçu, ulusu bir dille, dinle tanımlar. Demokrat ise böyle tanımlamaya karşı tanımlar. Ama bir toprak parçasıyla tanımlayarak aynı zamanda bir ulusçu olmaya devam eder.
Gerici ulusçu, ulusu bir dille, dinle tanımlar. Demokrat ise böyle tanımlamaya karşı tanımlar. Ama bir toprak parçasıyla tanımlayarak aynı zamanda bir ulusçu olmaya devam eder.
Ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesi
reddedildiğinde, o zaman ancak bir ulusçu olmaktan çıkılır ve bir Aydınlanmacı,
ama artık eski dinlerin yanı sıra ulusları da kişilerin özel sorun yapan, “update”
yapmış, uluslara karşı tanımlanmış bir Aydınlanmacılık savunulabilir.
İşte İnsan, sosyolojik bir kavram olarak, ulusal olanla
politik olanın çakışmasını reddedendir.
İnsan demokrasiyi yeryüzü ölçüsünde tanımlayandır. Bir
ulusun üyelerinin değil, tüm insanlığın eşitliğini savunandır.
Sosyalist ise, bu eşitliği ekonomik ve sosyal eşitlikle
tamamlamaya çalışandır.
Demokrat olmadan insan, insan olmadan sosyalist olunamaz.
Bir Türk ne Demokrat, ne İnsan, ne de Sosyalist olamaz.
Sosyalizmde yani kar ve ulus ortadan kalktığında bilim
nesnel akıl yani din olur.
Devlet, yani politik olan ortadan kalktığı için, özel ve
politik ayrımı anlamsız olur.
Komünizm de denen Komünist toplumun üst aşamasında, yani “herkese ihtiyacı kadar herkesten yeteneği
kadar” olduğunda; zenginlikler gürül
gürül aktığında ise, yaptırım, yani toplumsal ilişkileri düzenleyen ve toplumun
sınırlarını çizen bir üstyapı ve din olmayacağından, toplum da yok olur ve bir
başka dünyaya, tanrıların dünyasına geçilir. Zorunluluklar âleminin ötesindeki
bir dünyadır bu.
*
Buradan günümüzün politik mücadelesine gelirsek. İşte
bıkmadan “Kürtlüğün de tanınması değil, Türklüğün
de tanınmaması” derken, aslında Türk ve Kürtlere Demokrat olmayı bir somut
program olarak öneriyoruz. Onları Türklükten ve Kürtlükten vazgeçmeye;
Kürtlüğün ve Türklüğün özel bir sorun haline getirilmesi için mücadele etmeye
çağırıyoruz. Türkler ve Kürtler, ister teorinin aydınlattığı yoldan; ister
somut ve acil ihtiyaçlarının çözümü için toplumsal pratik ve deneyler içinde
birer Demokrata dönüşmeden, yani bir dinden başka bir dine geçmeden demokrasi
gelmez, demokratik bir devrim başarılamaz; Aydınlanma bu topraklara ayak
basamaz; Ortadoğu’nun kanaması durdurulamaz.
Örneğin milyonların katıldığı bir pasif eylem önerirken,
buna insanların kendi denemeleriyle ulaşabilmelerinin yolunu açmaya
çalışıyoruz.
Örneğin #HAYIR meclislerini selamlar ve bunların örgütlenmesi
için, birey hukuku, oydaşma yöntemiyle karar alma, demokratik bir devletin ve
ulusun tohumu olacak vicdan mahkemeleri; öz savunma, kesin açıklık vs. veya hiçbir
dile, dine, siyasi inanca göndermesi olmayan beyaz bir bayrağı alternatif ve
demokratik ulusun bayrağı olarak önerirken bu alternatif demokratik ulusun ve
devletin tohumu olacak küçük de olsa başlangıçlar yapılmasına kapı açmaya
çalışıyoruz.
Aslında sıradan insanlar bunlara çok açık ama örgütlerin,
sosyalistlerin duvarı karşımıza en büyük engel olarak dikiliyor.
İşte bu yazıyla da onların Marksizm iddialarına hitap ederek,
onların kafasında küçük de olsa bir soru işareti yaratmaya çalışıyoruz.
26 Mart 2017 Pazar
Demir Küçükaydın
2 yorum:
Sevgili Demir abim, aşağıda ki cümlede noktalı yerlerde bir ifade olmalıymış gibi sanki bir -cümle düşüklüğü- görülüyor. Yanılıyor muyum bilmiyorum. Eğer varsa düzeltirseniz sevinirim. Çok selamlar....
Bu durumun en iyi örneği İslam’da idi. İlk Müslümanlar, bir yandan Mekke’de egemen olan, kabileler ve onların putlarına dayanan; soy kardeşliğine dayanan dini reddediyorlar ama diğer.................... görünüyorlardı (takıyye).
Bence cümle düşüklüğü yok. Yani eksik bir kelime yok. Olsa olsa 'diğeri görünüyorlardı' olabilir...
Yorum Gönder