Erdoğan kaybetti. Referandum sonucu büyük bir olasılıkla
#HAYIR çıkacak.
Ama #HAYIR çıkmasa da Erdoğan kaybedecek.
Çünkü kendi cephesini böldü.
Her biri tek tek küçük ama bir araya gelince büyük bir güç
yığdı karşısına.
Son günlerde görülen son derece önemli iki gelişme Erdoğan’ın
sonunun habercisidir.
Biri Mazlum-Der’deki gelişmelerdir. Mazlum-Der’e bile kayyum
atandı, kongre hileleriyle Mazlum-Der ele geçirildi ve çoğu şubesi kapatıldı.
Diğeri “İslami Kesimin
Önde Gelen Yazar ve Siyasetçileri”nin, Hak
ve Adalet Platformu Adı Altında Bir Araya Gelmesidir.
“Güçlünün haklılığı
değil, haklının güçlülüğünden yana olmalıyız!” diyen bu yazar ve siyasetçiler
bir bildiri yayınladı[1]
ve #HAYIR için çalışmalara başladılar.
Bu gelişme aslında Ali Bulaç, Fehmi Koru, Levent Gültekin
gibi isimlerde görülen genel eğilimin, bu sefer kolektif bir tavır alışa ve
eyleme yönelmesi ve bir nitelik değişimi göstermesidir.
İşte Erdoğan’ın yenilgisini hazırlayacak gelişmelerin içerdeki
tepe noktası budur.
Böylece Erdoğan içerde kendi karşısında son derece geniş bir
cephe oluşturmuş bulunuyor. Türk şovenlerini ve “Mütedeyyinleri” bölerek CHP ve
HDP’ye kapalı kesimlere #HAYIR’ın ulaşmasının yollarını kendisi açtı.
*
Benzeri bir karşı cephenin büyümesi dış politikada da
yaşanıyor.
Dışarıda ABD, Avrupa Rusya gibi bütün büyük; Suriye, İran, Yunanistan,
Ermenistan, Irak gibi bütün küçük ve komşu güçlerden tecrit olmuş durumda.
En son Rusya’nın YPG’yi yalanladı diye piyasaya sürülen
açıklaması, eskilerin “tevil yollu ikrar”
dediği türden.
Çünkü Ruslar hiçbir tesisine üs demiyor. Altmışlı yılların “üs
yok tesis var” sözleri gibi.
Rusya'nın Sry Tartus'taki üssünün resmi adı: “Rusya Deniz Kuvvetleri 720. Teknik-Lojistik
Destek Noktası.” Yani, resmi olarak üs değil. Rusya yemin etse başı
ağrımaz.
Ruslar, düzeltirken, üs yok ama Ateşkes denetlenmesi için güçlerimiz Afrin’de olacak diyorlar.
Kimin arasında ateşkes?
ÖSO (Türkiye okuna) ve YPG arasında, ateşkesi denetlemeye
yönelik.
Afrin’i bombalayan kim? Türkiye.
Bu gerçek göz önüne alınırsa Rusya’nın düzeltmesinin anlamı
açıktır: Türkiye’ye (güya ÖSO’ya) artık Afrin’i bombalayamazsın, oraya
saldıramazsın demiş oluyor.
ABD ve Rusya, bu iki rakip güç, zaten Menbiç’e saldıramazsın
dediler.
Rakka’dan dışlanıyoruz diye bütün devlet ve hükümete yakın
yazarlar Hürriyet sayfalarında feryadı figan ediyorlar. (Örneğin bugünkü Murat
Yetkin: “İşte Rakka senaryoları: Türkiye
Dışlanıyor mu?”; Abdülkadir Selvi: “ABD
Rakka’ya ikmal hattı kuruyor”)
Elde kala kala Şengal kaldı saldırmak için. Tek provokasyon
yapabilme noktası oralar. Belki bir de Kandil’e sefer. Ama bir zamanlar Dersim
için söylendiği gibi, “Kandil’e sefer
olur ama zafer olmaz”
Böyle bir olasılığa karşı bugünkü Özgür Politika’da Cemil Bayık, işin askeri kısmına girmeye bile
gerek görmeden, politik güçlerle böyle bir girişimin engellenmesi üzerinde
yoğunlaşıyor ve Güney Kürdistan (Başur) halkının buna karşı duracağını
söylüyor.
Yani Erdoğan Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan
olabilir. Sadece, Zap gibi, kendi başarısızlığı ile kalmaz; Güney’de Barzani
iktidarının da sonunu getirebilir.
Özetle şu an Avrupa ile gerginlik kumarı fazla bir işe
yaramadı. Kala kala Irak Kürdistan’ı ve orada da kandil ve Şengal kaldı Erdoğan’a,
bir provokasyon yapabilmek için.
*
İçeriye gelince.
İçerideki cephe de çok parçalı ama aynı dışarıdaki gibi, bu
parçalılık bile Erdoğan’ın başkanlık girişimi karşısında bir zaaf oluşturmaktan
ziyade bir güce ve iş bölümüne dönüşmüş durumda.
Örneğin CHP son derece gerici bir politikayla #HAYIR
kampanyası yürütüyor. Erdoğan’dan daha şoven ve keskin davranışlar koyuyor. Hollanda
ve Almanya konusunda aldığı tavrı göz önüne getirelim.
Ama normal koşullarda demokratik muhalefeti bölecek ve zayıflatacak
bu konum #HAYIR kampanyasını güçlendiriyor. Bu tarz bir konumlanış Erdoğan’ın
istediği türden bir cepheleşme ve bunu evete akıtmaya karşı bir engel haline
geliyor.
Yani CHP demokrasi bakımından yanlış ve şoven bir tavırla
ister istemez demokrasi mücadelesine de destek vermiş gibi oluyor.
Aynı durum MHP’deki ve BBP’deki bölünmeler bakımından da
geçerli.
Erdoğan’ın başkanlığına hayır diyen bu kesimler siyasi
programları bakımından hiç de Erdoğan’ın başkanlığını destekleyenlerden daha az
şoven ve Türkçü değiller.
Farklı stratejik kaygılarla Erdoğan’a karşı #HAYIR
kampanyası yürütmeleri, demokratların ve solun hiçbir zaman ulaşamayacağı;
adeta ayrı bir kast ve dünya olan bu kesimler içinde bir #HAYIR çalışması
anlamına geliyor.
Yani Erdoğan, Türk milliyetçileri ve Kürtler zıtlığına
dayalı planını bizzat bu küçük gördüğü kesimleri karşıya iterek kendisi bozmuş
oldu.
Elbet Erdoğan’ı böyle davranmaya iten içinde bulunduğu
açmazdır.
Durduğu, en küçük bir zaaf gösterdiği takdirde durduğu yerde
duramayacağını görüyordu; ileri gitmek zorundaydı; ama ileri doğru her adım
atışında kendi cephesinden bir küçük gücü daha karşıya almak veya itmek zorundaydı.
Her biri tek tek küçük olan bu güçler, bir tek #HAYIR’da
fiili bir birleşme gerçekleştirince, Erdoğan için aşılması son derece zor bir
güce dönüştü.
Erdoğan MHP’yi, BBP’yi, ulusalcıları, İslamcı veya
mütedeyyinleri bölerek ve bölünmüşleri karşıya iterek aslında kendi yenilgisi
hazırlamış bulunuyor.
Bu nedenle artık evet çıksa bile yönetemez.
Kaldı ki uluslararası gelişmeler sonunda da giderek köşeye
sıkışıyor.
Orada da çelişkiler yararlanabilir olmaktan çıkmış, adeta
bir iş bölümüne dönüşmüş durumda. Rojava’da ABD koruma yapıyor; Afrin’de Rusya;
Menbiç’in kuzeyinde ABD; batısında Rusya.
İşte bu nedenle Erdoğan yenilecek
Ama bizler (demokratlar, sosyalistler) yetenekli olduğumuz
için; doğru stratejiler, taktikler, örgüt ve mücadele biçimleri izlediğimiz
için değil; Erdoğan kendisi karşısındaki cepheyi genişlettiği ve kendini adeta
eli kolu bağlı hale getirdiği için.
*
Aslında bugünkü #HAYIR cephesi, bizim önerimizin bir başka
biçimde gerçekleşmesidir. Ama bu aynı zamanda çok riskli ve demokratik olmayan;
#HAYIR’ın ertesi günü bölünebilecek bir gerçekleşmesi.
Önerimizi hatırlayalım. Henüz bu fiili #HAYIR cephesi yokken,
ortalıkta tam bir hareketsizlik ve umutsuzluk varken yaptığımız öneriyi
hatırlayalım.
Sadece #HAYIR hedefi etrafında en geniş kesimleri kapsayacak
bir kitlesel ve pasif #HAYIR eylem ve mücadele biçimi öneriyorduk.
Hiçbir slogan, bayrak olmayacak; siyasi haklar (toplantı
gösteri ve yürüyüşleri) alanına girmeden; tamamen temel haklar (bir yerde
durma, oturma, bekleme, yürüme, hareket etme vs.) alanıyla sınırlı kalacak bir
biçimde, her gün aynı saat ve yerlerde bulunulması biçimindeydi. Pasiflik ve
kitlesellik birbirinden ayrılmaz iki özellikti.
Bu geniş kitlelerin ancak eylem içinde demokratikleşip
radikalleşebileceği şeklindeki tarihsel deneylere ve onların sonuçlarına
dayanıyordu ve bugünkü “yığın düzeyi”ni gözetiyordu.
Bugün bir eylem son derece geri bir noktada, geri bir
biçimde başladığı takdirde, ileriye sıçrayacak bir güç toplayabilirdi. Oku
ileri atmak için yayı gerip enerji toplamanız; ileriye sıçramak için geriye
gidip hız almanız gerekir.
Bu öneri gerçekleşmek b.ir yana sosyalist örgütler arasında
bile gündeme alınmadı. Hatta en başta sol örgütleri rahatsız etti. Yokmuş gibi
yaptılar ve bir an önce kendi parola ve sloganlarıyla sokağa çıkıp, #HAYIR
kampanyalarına başladılar.
Önerinin en azından devrimi engellemek için reformlar
yapılmasına yol açmak gibi bir işlevi oldu.
Ve şimdiki her bölüğün, her örgütün kendi kampanyasını
yürüttüğü durum ortaya çıktı.
Şu an bu biçim başarılı gibi görünüyor. En azından #HAYIR
diyenler tekrar moral buldu. Fiili bir iş bölümü ile şimdilik “barış içinde bir
arada yaşama” sürüyor.
Ama böyle durumlar, her grubun çıkarına olan durumlar
sürdüğü sürece; yani pasta büyüyorsa veya ortada herkesin bir parça alabileceği
bir pasta varsa sürer.
Bu durumun en büyük zaafı Referandum’un veya Erdoğan’ın
gidişinin ertesi günü dağılması, demokratik hareketin gelişmesi değil; var olan
kayıkçı dövüşlerinin tekrar egemen olmasındadır.
Bugünkü bir araya geliş bir ortak kitle hareketine, milyonların
sokağa çıkmasına değil; klasik seçim ve parti çalışmasına dayandığı için geniş
kitleleri eğitici ve demokratlaştırıcı bir işlev de görmemektedir ve
görmeyecektir.
Bugünkü bir araya geliş bir bakıma HDP’nin veya Türk
sosyalistlerinin ulusal sorun programı gibidir.
Tüm dillerin dinlerin politik olarak tanınması gibidir.
Ama bu programı demokratik değildir. Bugünkü sisteme göre
demokratik gibi görünür ama demokratik değildir.
Demokratik olan, hiçbir dilin ve dinin politik bir anlamının
olmaması, yani devletin resmi veya gayrı resmi dini ve dilinin olmaması,
herkesin ana dilinde eğitim hakkının olmasıdır.
*
Bugünkü #HAYIR kampanyasının özelliği gibi, bugünkü
demokratik muhalefetin programı da, işler
iyi giderken işe yarayabilir belki.
Ama ilk krizde, bu dile ve dine göre belirlenmiş politik
birimler arasında paylaşım mücadelesini başlatır. Lübnanlaşma ve Balkanlaşma
kaçınılmazdır.
Tüm tarih bu yolun çıkmaz olduğunu kanıtlamıştır.
Eşitliği sağlamanın ve bölünmemenin tek yolu vardır: var
olan bölünmelerle bölünmek.
Bizim #HAYIR kampanyası önerimiz, var olan bölünmelerle
bölünmenin kapısını açmayı, yığınların deneyleriyle bu noktaya varmasını
amaçlıyordu.
Biçimiyle bunu sağlayarak içeriğiyle bu noktaya varmanın
yolunu açmayı hedefliyordu.
*
Bu iki program iki farklı bayrak gibidir.
Bir yanda her ulusun bayrağıyla katıldığı bir gösteri düşünün.
Sadece Türk bayrağının olduğu, başka bayrakların yasak
olduğu bir duruma göre bu bir ilerleme veya demokratikleşme gibi görünür. Tıpkı
Evet’e karşı #HAYIR’ın zaferi gibi.
Ama bu demokratikleşme değildir, politik birimin, yani devletin
veya ulusun bir dille tanımlanması ilkesini reddetmemekte, aksine ona
dayanmaktadır.
Bir de Türk bayrağının da olmadığı, Türklüğün ya da
Kürtlüğün kişilerin özel sorunu olarak görüldüğü; bir Türk veya Kürt olmanın
bir Beşiktaşlı veya Fenerbahçeli olmaktan farklı olmadığı bir yaklaşımın, bir
demokratik ulusun bayrağının tek bayrak olduğu; örneğin hiçbir dile ve dine göndermesi
olmayan bir beyaz bezin bayrak olduğu bir gösteri düşünün.
Bizim #HAYIR için önerimiz, bir tek #HAYIR etrafında
kitlesel bir hareket, bir bakıma #HAYIR karşısındaki siyasi ayrılıkları kişilerin
özel sorunu olarak gören, beyaz bir bayrak taşıyacak demokratik bir
milliyetçilik gibi bir başlangıç ve biçimdi.
Şimdiki ise, herkesin bayrağıyla katıldığı, bugünkü ulus
ilkesine dayanan biçim gibi.
*
Bu referandumda #HAYIR kampanyasının bu biçimde, yani
herkesin kendi bayrağı ile kendi #HAYIR kampanyasını gerçekleştirmesi belki
geleceğin bir kostümlü provasıdır.
Böyle görülürse, bu Ortadoğu’da tarihin sunduğu bu
olağanüstü fırsatta Demokratik bir ulusçuluğun ortaya çıkıp egemen olma şansı
olmayacak anlamına gelebilir.
Tıpkı bu kampanya gibi, her dil, her din ayrı bir politik
birim olarak şekillenecek.
Diğer dilleri ve dinleri baskı altına alan bu günkü biçime
göre bu tıpkı şimdi #HAYIR’ın zaferi gibi bir ilerleme, bir başarı gibi
görülecek. Ama aslında bu “çözüm” yarının daha büyük sorunlarını doğuracak.
Bu şekillenme bugünkü güçlü devletleri parçalarken zaten çok
kan ve can kaybedilecek.
Ama daha sonra da bunların arasındaki rekabette bölge Lübnanlaşacak.
Ya da Lübnanlaşmayı engellemek için merkezi ve bürokratik bir
devlet tekrar egemen olacak.
Yani az gidilecek, uz gidilecek, altı ay bir güz gidilecek
ve sonunda bir arpa boyu yol gidilecek.
21 Mart 2017 Salı
[1] ‘Hak ve Adalet Platformu’nun
bildirisi şöyle:
“Tekçi Yönetim Değil; İstişare, Hak ve Adalet!
Türkiye’nin yeni
bir anayasaya ihtiyacı var. Adaletin tesis edilmesi, toplumun farklı
kesimlerine uygulanan ayrımcılıkların ortadan kaldırılması, farklı kültürler ve
inançlar arasında eşitliğin sağlanması için yeni bir anayasaya ihtiyacımız var.
Ancak önümüze konulan anayasa paketi, herkes için adaleti gerçekleştirmekten
uzak. Bu değişiklikle güçlünün egemen olacağı bir anlayış tesis edilecek. Bu yüzden
böylesi bir anlayışa en başta karşı çıkması gerekenler, hakkı ve adaleti ayakta
tutmaya çalışanlar olmalıdır.
Bu toplumda
kimliğimizden dolayı haksızlığa uğramış olsak da, sahip olacağımızı
düşündüğümüz gücün hatırı için, bir başkasının uğrayacağı adaletsizliğe göz
yummak ilkelerimize ters düşen gayri ahlaki bir hevestir. Güçlünün haklılığı
değil, haklının güçlülüğünden yana olmalıyız!
İlkelerimiz, kim
olursa olsun sorgulanamaz, denetlenemez, frenlenemez tek adam iktidarının
adalet değil zulüm getireceğini hatırlatır bize. Sınırsız ve denetimsiz bir
güce izin vermek, hem o kişiye hem de topluma yapılmış büyük bir kötülüktür.
Pusulamız; kaygılarımız, yandaşlarımız, karşıtlarımız değil, değerlerimiz
olmalıdır.
Güç hayaline
kapılmak, çoğunlukla tersine dönen ve altında kalınan bir akıbeti doğurur. Ne
zalim ne de mazlum durumuna düşmemek için eksenimiz, gücün tek sahibi olmak
değil, hak, adalet ve istişare ile yönetimin ortak paylaşımı olmalıdır.
16 Nisan’da
referanduma sunulan 18 maddelik anayasa değişiklik paketi, toplumdaki kronik
sorunları çözmek bir yana daha da ağırlaştıracak bir yapıdadır. Yürütmeyi,
yasama ve yargı karşısında çok kuvvetli yapmaktadır. Oysa adil bir yönetim,
güçlerin kontrolüne ve anında denetlenmesine bağlıdır.
Gücü ele
geçirenin keyfileşeceği böylesi bir anlayışa, zamanında "Herkes için
Adalet" diyen bizlerin razı olması mümkün değildir ve en başta bu sebeple
bu değişikliğe karşı çıkmalıyız!
Kuvvetler
ayrılığının sağlayacağı adalet için sarf edilecek her çaba, kuvvetin tek elde toplanması
nedeniyle oluşacak haksızlıklardan çok daha güçlü ve değerlidir. Toplumun
gerçek istikrarı, geçici, yanlı güç hayallerinden değil, adil bir demokratik
katılımdan geçer.
Yakın
tarihimizde gücün tek elde toplanmasının yol açtığı toplumsal afetleri gördük:
Suriye
politikasının çökmesi,
Mavi Marmara
katliamı,
Halkın
yoksullaşması,
Yolsuzluk ve
hırsızlıklara sessiz kalınması gibi olaylar karşısında hesap sorulamamıştır.
Bizler aynı
filmi tekrar seyretmek istemiyoruz. Güçlü olanın kimliğine göre tavır değiştirenlerden
olamayız. Gücü esas alan, ahlaki bir sonucu hayal etmesin; ortaya çıkacak sonuç
güçler savaşıdır. Böylesi bir sonuç bu topraklardaki hastalıkları
arttıracaktır.
Yeni bir
anayasa, farklı tüm toplum kesimlerinin omuzları üstünde yükselen, zor ve uzun
da olsa toplumsal bir uzlaşma ve sözleşmeyi hedeflemelidir!
Dinî
referansların tek adamlığı onaylaması mümkün değilken; en başta da Medine
Sözleşmesi gibi çokluk, paylaşım ve yönetimde istişare geleneği ortadayken tek
adam söylemleri temelsizdir.
Biz
Müslümanların kendi aramızda işleri birbirimizle danışarak yapmamız gerektiği
ve özel olarak Kur’an’da bununla ilgili ‘’Şura Suresi’’nin olduğu malumdur. Bu
da toplu denetim, istişare ve danışma ile yönetimde eşit ve adil ortaklığı esas
almaktadır.
Biz Müslümanlar,
Allah’ın tek olduğuna inandığımız gibi yönetimlerin de ortaklık olduğuna
inanmadıkça hakça bir yaşama kavuşamayız!
28 Şubat
Darbesinde baskıya uğrayanlar olarak, o dönemde yaşadığımız zulmün, bugün
benzerlerimiz tarafından daha şiddetli bir şekilde tüm topluma uygulanması,
getirilmek istenen sistemle yapılabilecekler açısından ibret vericidir
kanımızca.
Bu nedenle, 28
Şubat zulmünün hedef aldığı kesimlerden olan bizler bugünün zalimi olmaya karşı
çıkıyoruz!
15 Temmuz darbe
girişimine de karşı çıktık ve bundan sonrasında beyaz bir sayfa açılmasını
istedik. Ama önümüze getirilen teklif daha çok demokrasi sunmadığı gibi,
sorunları daha çok arttıracak içeriktedir.
Darbeleri
önlemek, güçler ayrılığına uymakla, bir gücün diğerlerini boyunduruk altına
almamasıyla sağlanır.
Bütün
müslümanlara, dindar kamuoyuna, halkımıza sesleniyoruz!
Kimsenin mağdur
ve mazlum olmaması için;
Tekçi yönetim
değil, istişare ve yönetimde ortaklık için;
Hak, Adalet ve
Vicdan için "HAYIR" diyoruz.
Gelin, bu
itirazı birlikte yükseltelim; hak ve adalet arayışımıza bir "HAYIR"
ile sahip
çıkalım!
İMZACILAR: ADEM
GEVERİ, AHMET KAYA, BERRİN SÖNMEZ, CİHANGİR İSLAM, DİYADİN FIRAT, EDİP YÜKSEL, EKREM
BARAN, FATMA BOSTAN ÜNSAL, HALİL İBRAHİM YENİGÜN, HÜDA KAYA, İBRAHİM SEDİYANİ, İSLAM
ÖZKAN, KADRİCAN MENDİ, MEHMET BEKAROĞLU, MEHMET EFE, MUHARREM ŞAŞKIN, NURCİHAN
SAATÇİOĞLU RENÇBER, NURTEN ERTUĞRUL, ÖMER ATALAR, ÖMER FARUK GERGERLİOĞLU, R.
İHSAN ELİAÇIK, SÜHEYLA İNAL, YASİN ALTINTAŞ”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder