#HAYIR için mücadele ederken, bir yandan da yakın bir zamanda
önümüze çıkması muhtemel devasa tarihsel görevlere hazırlanmak için de biraz
temel, genel ve teorik sorunlara girmek gerekiyor. Yarın bu sorunlar ansızın
karşımıza dikildiğinde hazırlıksız yakalanmamak için.
Politikada da Askerlikte olduğu gibi, stratejinin hayati
önemi vardır.
Stratejik bir yanlış, taktik düzeydeki “doğru” hamlelerle
kapatılamaz. Doğru bir strateji topsuz oyun gibidir. Topun geleceği yeri
önceden görmek ve orada yer almaktır.
Tıpkı Adorno’nun “Yanlış bir hayat doğru yaşanmaz” deyişinde
olduğu gibi, yanlış bir stratejiyle doğru taktikler uygulanamaz. En doğru
taktikler bile, yanlış stratejinin araçları haline gelirler.
Ama doğru bir stratejiniz varsa, yanlışlarınız bile doğru
bir strateji içindeki yanlışlar olarak kalır ve düzeltilebilmeleri olanağı
ortaya çıkmaz.
Stratejinin önemini gösterebilmek için, toplumsal mücadeleler
tarihinde son derece önemli ve tayin edici olmuş iki dramatik stratejik
değişikliğe kısaca değinelim.
Biri Ekim devrimi öncesinde, Lenin’in Sen Petersburg’ta
Finlandiya istasyonuna indiğinde yaptığı strateji değişikliğidir.
Diğeri Abdullah Öcalan’ın CIA-MOSSAD tarafından Türk
devletine teslim edildiğinde, İmralı’da yaptığı strateji değişikliğidir.
Her ikisi de olağanüstü zor koşullarda, hatta dayandıkları
ve hatta büyük ölçüde kendileri tarafından oluşturulmuş örgütlerin alışılmış
ezberlerine karşı ortaya koyulmuştur.
*
Ancak bu arada kısaca birkaç noktayı hatırlatıp bir açıklık
sağlamak gerekiyor.
Strateji bir mücadelede güçlerin
yer alışı demektir.
Ama strateji de Programa
(amaca, hedefe) göre belirlenir.
Politik ve devrimci mücadelede amaç ise, özellikle sosyalist
partiler tarafından, toplumun hareket yasalarına ve tarihe bakarak belirlenir.
Bu ise, son duruşmada tarih ve toplumsal gerçekliği
açıklamada metoda ilişkin bir
sorundur.
Bu nedenle son derece soyut gibi görünen yöntem, metot
tartışmaları aslında her zaman, toplumun önüne çıkacak temel sorunların teorik düzeyde ve önceden gündeme gelmesinden başka bir şey değildir.
Bir devrim kostümlü provasını yıllar önce aydınların,
devrimcilerin yöntem tartışmalarında yapar.
Sonra bu yöntem aracılığıyla program ve bu programa bağlı olarak
da bir strateji ortaya çıkar.
Bu hazırlık yoksa, bütün büyük devrimci durumlar, kitlesel
kalkışmalar, en son “Arap Baharı”nın da gösterdiği gibi, dağılış, yenilgi ve
çöküşle biter. Eski rejim tekrar yerini alır.
Türkiye’deki bütün strateji tartışmaları 60’lı yıllarda olupbitti
diyebiliriz. Bugünkü solun arkaik karakterinin ardında 60’larda çok sınırlı bir
Marksizm ve Tarih bilgisiyle oluşmuş program ve stratejilere dayanması vardır.
Ve işin kötüsü, Türkiye’deki devrimci ve demokratik hareket
o zamandan beri böyle bir tartışma yürütmediği için; ne kavramsal araçlarını;
ne de olgulara ilişkin bilgisini gözden geçirmediği için, bir devrime ya da
devrimci kabarışa hazırlıklı değildir.
Bu nedenle bir devrim veya devrimci kabarış, Gezi’nin de gösterdiği
gibi, muhtemelen büyük bir başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Tarihin sunacağı bir
fırsat kaçırılmış olacaktır.
Ama yine de “çıkmadık candan umut kesilmez” diyerek, bu
hazırlığı sağlamak için çabalamak gerekiyor.
*
Türkiye’de altmışlardan sonra tüm entelijansiyayı kapsayan
bir strateji tartışması olmadı. Zaten ortak bir dil ve konular da yoktu.
Ama iki kişi, program ve stratejiyi ve bunların dayanacağı
teorik ve metodolojik temeli yeniden tartışma ve belirleme yönünde çalışmalar
yaptılar.
Bu iki kişiden biri Abdullah Öcalan’dır; diğeri de bu
satırların yazarı Demir Küçükaydın
Her ikisi de Tarih’e ve Topluma, onu ele alacak kavramsal
araçlara, yani metodolojiye yöneldi.
Toplum ve tarihi ele almadaki metodolojik sorunlarla
yüzleşerek bunu programatik ifadelere kavuşturdular, sonra da ulaştıkları
programlara göre stratejiler belirlediler.
Ve bu stratejilere tabi olarak mücadeleye ilişkin taktikler
(Örgüt ve mücadele biçimleri) önerdiler.
Her ikisi de çok farklı arka planlarına, farklı kavram
sistemlerine, politik geleneklerinin farklılığına rağmen, aynı alanda at
koşturmaları nedeniyle görmezden gelinemeyecek bir paralellik ve yakınlık
içinde sonuçlara ulaştılar. İkisinin de evrimi birbirinden bağımsızca
gerçekleşti.
Tam da bu nedenle bu satırların yazarının Öcalan’ın
yakalandığı sırada geliştirdiği stratejik dönüşümü ilk olarak gören, değerlendiren
ve destekleyen olması bir rastlantı değildir.
*
Olaylar Öcalan’ın yakalandığında yaptığı stratejik dönüşümün
ne kadar doğru olduğunu göstermiştir. O sıralar herkes Kürt hareketi ve Öcalan
bitti derken, arada geçen zamanda Öcalan’ın çizgisinin ne kadar doğru ve açıcı
olduğu görülmüştür.
Eğer Öcalan, başta avukatları olmak üzere herkesi karşısına
almayı göze almasaydı ve onları önerdiği program ve stratejiye kazanmak için
koca koca kitaplar yazma yoluna gitmeseydi, Kürt hareketi şimdi ciddi
yenilgiler ve dağınıklıklar içinde olur; Ortadoğu da aynı şekilde tam bir
çıkmaz içinde bulunurdu.
Dikkat edilsin, bu stratejik dönüş en zor zamanda ve
koşullarda yapılmıştır.
Bu stratejik dönüşün özelliği şudur. Kürtlerin üzerindeki
ulusal baskıyı kaldırmak için, ezen ulusun ezilenlerini de kazanmak; bu nedenle
onları da kazanacak bir program; böyle bir program ancak demokrasi programı
olabileceğinden; kendi ezenlerini kurtararak kendini de kurtarmak.
Yani bir diğer ifadeyle ulusal bir hareketten sosyal bir
harekete dönüşmek.
Bu yönde çok yol kat edildi ama Türkiye’de demokratik bir
hareket olmadığı için, bu iş tek ayakla çok yavaş ve sancılı bir şekilde gitti
ve gidiyor. Bu da daha çok ve uzun acılar demek oluyor. Eğer Türkiye’deki
sosyalistler, metot, teori, program ve strateji açısından biraz daha ileri
hatta açık olsalardı, Kürt Hareketi muhtemelen bugün çok daha ileriye de
gitmiş, çok daha radikal bir demokrasi programına ve önereceğimize benzer bir
stratejiye varmış olabilirdi.
*
Öcalan’ınki gibi benzer bir stratejik dönüşü de Lenin, Ekim
devrimi öncesinde yapmıştır.
O zamana kadar, ardında düzgün
doğrusal bir evrim kavramı olan yanlış bir metodolojiyle toplumların belli
aşamaları geçmesi gerektiği var sayıldığından, derimden çok önceki Strateji
tartışmalarında, Rusya’da gelen devrimin demokratik devrim olacağı, burjuvazi
korkak olduğu için bu devrime işçilerin öncülük edebileceği, ama devrimin
kendisini demokratik görevlerle sınırlaması gerektiği; tarihsel ve toplumsal
koşullar olmadan sosyalist bir devrimin düşünülemeyeceği kabil ediliyordu. Rus
sosyalistlerin programı tipik bir Demokratik Cumhuriyet ve demokratik devrim
programıydı.
Gerçi Troçki, ayrı bir kanal olarak, farklı ve daha gelişmiş
bir evrim, yani eşitsiz ve kombine evrim kavrayışına dayanarak, çok önceden
devrimin işçileri öncülüğe itmesinin, işçileri geri bir ülkede; sosyalist bir
devrim için nesnel koşulların oluşmadığı bir ülkede, sosyalist tedbirler almaya
itebileceğini, bunun ise nesnel koşulların olmadığı, geri bir ülkede sosyalist
devrim anlamına geleceğini söylemişti. Ama onun bu muazzam teorik atılımı
anlaşılamamış ve değerlendirilememişti.
Lenin, Troçki’nin bu teorik çıkarsamaları ve metodolojik
geliştirmelerinden bağımsız olarak, daha ziyade zihnine esneklik kazandıran Hegel ve felsefe çalışmalarının
birikimiyle (Felsefe Defterleri) Nisan’da Rusya’ya indiğinde, o güne kadar
alışılmış stratejiyi terk etmeyi önerdi. Evet Rusya bir köylü ülkesiydi ama devrim
daha önceden öngörülmemiş bir olanağı ortaya koyuyordu. Teori griydi, hayat
yeşil. Bu olanak, geri bir ülkede sosyalist devrim idi.
Tabii bu tehlikeliydi. Engels daha önce, bir devrim için en
büyük felaketin tarihsel ve toplumsal koşullar oluşmadan iktidara gelmesi
olduğunu, bu durumda Devrimcilerin önceden reddettikleri her şeyi yapmak ve
kendilerini inkâr etmek zorunda kalacaklarını söylemişti.
Mark hukuk hiçbir zaman ekonomi temelinden yüksek olamaz,
yoksulluk temelinde sosyalizm kurmaya kalkmak bütün pisliklerin geri gelmesiyle
sonuçlanır demişti.
Klasik Marksist eğitimden geçmişler için bu tehlikeler
açıktı.
Ama bu açmazdan, devrimi bir dünya çapındaki mücadelenin
bileşeni olarak görmek ve öyle hareket etmekle çıkılabilirdi. Rusya’daki bir
devrim, Almanya ve Avrupa’da da bir devrime yol açabilir. Bu durumda ileri
ülkelerdeki işçiler, Rusya’nın geriliğinin yol açacağı bu tehlikeyi aşmasına
yardım edebilirlerdi.
Lenin’e de bu strateji değişikliği önerisinde en büyük
muhalefet kendi partisinden, hatta kendi yetiştirdiklerinden geldi. Lenin’in
talebeleri şimdi, “bizim ihtiyar çıldırdı” diyorlardı.
Bereket Lenin şanslıydı. Kitle hareketinin ve devrimin yükselişi,
Lenin’in konumunu güçlendirdi. (Keza Troçki’nin de. Bu nedenle ikisi de birbirinden bağımsızca ve
başka denklemleri izleyerek aynı sonuca ulaşan iki kişi devrimin iki önderi
odular. VE karşı devrim bu ikisine karşı gelişecekti daha sonra. Birini bayrak
yapıp putlaştırarak, diğerini düşmanlaştırarak, ve fiilen öldürerek)
Ve Lenin strateji değişikliğini yükselen kitle hareketinin
de baskısıyla Partiye kabul ettirebildi. Kaldı ki eski kalıplarla düşünenler dirençten
kolay kolay vazgeçmediler ve devrimi ihbar etmekten bile çekinmediler.
*
Şimdi Türkiye’nin benzer bir devrimci duruma doğru gitme
olasılığı epey yükselmiş bulunuyor. Ve tam bu nedenle, şimdi acil olarak Kürt
hareketi için bir stratejik değişim gereği ortaya çıkmış bulunuyor.
Böyle bir stratejik değişimi, Öcalan’ın öngörmesi ve
önermesi olsa, her şey çok daha kolay olabilir elbette. Öcalan’ın manevi
otoritesi, muazzam bir emek ve zaman gerektirecek işleri hızla yapabilmeyi
sağlayabilirdi.
Ancak Öcalan’ın böyle bir stratejik dönüşümü yapıp
yapmadığını veya yapmayacağını bilmiyoruz. Yapmış olsa bile bunu Kürt hareketin
ve örgüte aktaracak kanallar yok ve kapalı. Kürt hareketi ise, maalesef Öcalan
çapında, bir stratejik dönüşümün gereğini görüp onu önerebilecek ikinci bir
teorisyene sahip değil.
Ancak bazen mücadelenin basıncı ve itişiyle de benzer
sonuçlara ulaşılabilir. Kolektif bir liderlik böyle dönüşümü, el yordamıyla da
olsa başarabilir.
Bu yokluk ortamında, biz burada yapılması gerekeni
önereceğiz. Kim bilir belki göl maya tutar.
*
Öcalan’ın stratejik dönüşümü belli bir ilerleme sağladı. Ama
o da şimdi sınırlarına dayanmış bulunuyor. Eski stratejiye bağlı kalındığı
takdirde, tarihin sunabileceği en büyük fırsat kaçırılmış olacaktır.
Yukarıda bir de yöntem, teori, program, strateji alanında
biz de epey yol kat ettik dedik. Bizim ulaştığımız sonuç, Öcalan’dan bağımsız
ve tamamen farklı Klasik Marksizmin kavram sistemine dayanıyor ve onu
geliştiriyorsa da, aynı zamanda Öcalan’ın geliştirdiği ve kapalı olmadığı
program ve stratejiyi bir adım daha ileriye götürüyor. Ortadoğu’da bir devrimci
kabarışın ihtiyaçlarına tam uygun düşecek bir temel sağlıyor.
Hatta şu bile söylenebilir, kim bilir belki Öcalan şimdi dışarıda
olsa veya dışarıyla görüşme olanakları olsa, aşağıda önereceğimiz gibi bir
program ve strateji değişimini kendisi önerebilirdi.
*
Öcalan’ın programı ile bizim önerdiğimiz program ve strateji
arasındaki fark, Hazreti Nuh ile
Hazreti Muhammet’in arasındaki fark gibidir. Bunlar kabile veya totemlere
(putlara) dayanan kabile düzeni karşısında iki farklı program ve iki farklı
strateji demektirler.
İnsanlık uygarlığa geçmeden önce komünler halinde yaşıyordu.
Bu komünlerin örgütlenişi de özünde totemlere (putlara) dayanan soy kardeşliğine
dayalı kabileler, klanlar, aşiretler biçimindeydi.
Bu tür bir toplumsal örgütlenme, avcılık ve toplayıcılıkta,
göçebelikte, hatta neolitik köy komünlerinde sağladığı dayanışma ile çok iyi iş
görür ve görmüştür. Ama, ticaret ve
tarıma dayalı kentler kurulduğunda aşiretler artık yeni ilişkilerin önünde bir
engele dönüşür. Bu durumda ne yapılacaktır? Bu üstyapının yıkılıp; yani eski
dinlerin terk edilip, yeni ekonomik temele uyan yeni ilişkilerin, yani dinlerin
onların yerini alması gerekir.
İşte Hazreti Nuh ve Muhammet bu duruma karşı tarihin çok
farklı iki döneminde verilmiş iki cevaptırlar.
Buna verilen ilk cevap, kabilelerin putlarını, tanrılarını
aynı yerde toplayıp, ilişkilerini düzenlemek, onları kardeşleştirmek olabilirdi.
İşte bu ilk büyük uygarlık devrimini yapan da Hazreti Nuh’tur.
Hasreti Nuh’un gemisi, aslında bir Sümer Zigurratı, yani bir
Panteon, bir Kâbe’dir. O Nuh’un gemiye aldığı hayvan ve bitkiler ise
kabilelerin totemleridir.
Böylece Hazari Nuh ilk panteonu kurarak, aşiret ilişkilerini
aşan bir düzenin temelini atmıştır.
Sümer Zigurratı da, Babil Kulesi de, Nemrut Dağındaki tanrı heykelleri
de, Atina Akropolündeki Panteon da, Mekke’deki Kâbe’de hep aynı şekilde çeşitli
kabilelerin veya sonraları daha büyük kentlerin ve hatta devletlerin
tanrılarının bir araya gelip bir hukuk oluşturmalarından başka bir şey
değildir.
Ancak bu sistem, bir yere gelir tıkanır. Çünkü farklı (tanrılar)
dinler bir arada bulunmaya devam etmektedir. Ama örneğin farklı dinler
birbiriyle evlenemez. Bu nedenle bir süre sonra taşlaşma ve kastlaşma başlar.
Hindistan’da olduğu gibi. Ya da en güçlü kabile kumarhane manacısı gibi aslan payını
alır. (Mekke’deki Kureyş veya bugün dünyada ABD’de olduğu gibi.)
Şu veya bu şekilde Nuh’un yolu birkaç bin yıl boyunca epey
iş görmüştür ama girdiği çıkmazlar, Zerdüştlüğün, Maniciliğin ve Hıristiyanlığın,
ve İbrani dininin ortaya çıkmasına da yol açmıştır. Dikkat edilirse bunların
hepsi aşiret sembollerinin ötesine geçer, daha soyut kavramlara dayanır.
Ancak Hazreti Muhammet’te en gelişmiş ve mükemmel biçimini
bulan bu çözüm, aşiretlerin putlarını bir araya getirmez, aşiret düzeninin
kendisini ortadan kaldırıp, tüm insanları bir tek Allah’ın kulluğunda eşitler
ve birleştirir. Hepsine aynı hakları ve görevleri verir.
Böylece İslam’da aşiretler, kabileler, tanınan birimler
olmaktan çıkar.
(Elbet toplumsal yapısı ve yaşayışı tam uygarlığa geçmeyen
toplumlar belli bir geri dönüşü İslam görünümü altında yaparlar. Göçebe
Araplığa (bedeviliğe) dayanan, selefiliğin kökenindeki Vahabilik; göçebe
Kürtlüğe dayanan Şafilik gibi mezhepler bu komünal hukuka geri dönüş ya da onu
korumanın biçimleridir.)
İşte şimdi Öcalan veya PKK’nın programı ve stratejisi bir
bakıma, Nuh’un yöntemi ve stratejisi gibidir. Her din, dil, ulus, kültür vs.
bir arada bulunsun diyor. Ama bu bulunuşta onları birer politik birim olarak
kabul ediyor.
Bu ise o birimlerin her birinde burjuvazinin ve gerici
sınıfların egemenliği anlamına geldiği ve geleceği gibi; okulların ayrılmasını,
yani içe kapanmayı ve tıpkı kast sistemi gibi bir sistemin başlangıcı anlamına
gelir.
Düşünelim ki, okulların ayrılığı en gerici partilerin, ırkçı
partilerin bir talebi olmuştur. Lenin’in eserlerinde bu konuda çok geniş bir
kaynak vardır.
Ama sadece bu kadar da değil, bu aynı zamanda baskıcı ve
bürokratik bir güçlü devleti de otomatikman yaratır. Çünkü bu, farklı dillere
dinlere dayanan politik birimlerin aralarındaki çelişki ve anlaşmazlıklarda,
özellikle kriz zamanlarında, yumruğunu masaya vuracak, ikisinin de hakkını
gözetecek bir başka güçlü politik birimi var sayılır.
Bugünkü HDP aslında bu tasavvur edilenin küçük bir örneği
gibidir de.
Bu program da, strateji de, bu tür örgütlenme biçimi de, Ortadoğu’da
barışı sağlayamaz, çoğunluğu kazanamaz ve devrimci bir örgütlenme başaramaz.
Sonuna gelmiş tıkanmıştır. Bunun görülmesi zadece bir zaman sorunudur.
*
Bizim önerimiz olan Program ve Strateji ise, tabiri caiz
ise, farklı putların, totemlerin, bir araya getirilmesini değil; put ve
totemlere dayanan düzenin yıkılmasını ve bir tek Allah’ın kulluğunda
birleşilmesini öneren Hazreti Muhammet’in Programı ve Stratejisi gibi.
Yani politik olanın, dile, dine, soya, sopa vs. göre
belirlenmemesi; bütün bunların hiçbir politik anlamının bulunmaması ve bunların
kişisel sorun olması. Daha anlaşılır cebirsel bir formül gibi değil de
matematik bir hesap gibi koyalım. Politik birimler olarak Kürtlüğün ve
Türklüğün eşitliği değil; Kürtlüğün ve Türklüğün politik birim olmaktan çıkarılmasıyla
eşitliği.
Bunun nasıl bir şey olduğunu ve olacağını gerçek bir laiklik
örneği bize gösterir. Örneğin Aleviliğin de tanınması değil; Sünniliğin de
tanınmaması gibi.
Gerçek bir laiklikte, devletin dini olmaz; devlet dinsiz de
olmaz. Din körü olur. Diyanet işleri olmaz. Okullarda din dersi olmaz. İstenirse,
dinler tarihi dersi olabilir ama bunu bütün dinlerden oluşmuş her dine eşit yer
veren bir kurul yazabilir. Devlet dinsiz de olmaz. Dinsizlik de hukuken bir din
gibi kabul edilir.
Bunu aynen, dil, tarih, edebiyat bahsine aktarabiliriz. Devletin
dili de olmaz, herkesin ana dilinde eğitim hakkı olur.
Evet bir tarih veya edebiyat dersi olabilir ama Türk ya da
Kürt edebiyatı veya tarihi değil; tüm dillerden eşit sayıda katılımcının
yazdığı ortak bir edebiyat ve tarih okutulur. Ama bu ortak edebiyat ve tarihi
herkes kendi ana dilinde okur.
Elbet kendini Türk, Kürt, vs. veya ulussuz olarak kabul edenler, devletin dışında, fikir özgürlüğü ve yurttaş hakları bağlamında, kendi dillerini, tarihlerini öğretecekleri, yayacakları, araştıracakları birlikleri, dernekleri, okulları, kursları vs. açabilirler. Bunların hepsi, tıpkı spor kulüpleri gibi, tamamen o dili, tarihi, edebiyatı beğenen veya tercih edenlerin gönüllü çabalarıyla ve katkılarıyla olur.
Elbet kendini Türk, Kürt, vs. veya ulussuz olarak kabul edenler, devletin dışında, fikir özgürlüğü ve yurttaş hakları bağlamında, kendi dillerini, tarihlerini öğretecekleri, yayacakları, araştıracakları birlikleri, dernekleri, okulları, kursları vs. açabilirler. Bunların hepsi, tıpkı spor kulüpleri gibi, tamamen o dili, tarihi, edebiyatı beğenen veya tercih edenlerin gönüllü çabalarıyla ve katkılarıyla olur.
Nasıl bugün devlet, spor kulüpleri arasındaki rekabette,
sadece eşitliği ve hakları korumakla yükümlüyse, tüm diller, dinler, soylar,
tarihler, edebiyatlar karşısında da aynı şekilde davranır.
Böyle bir ulus da bir ulustur ama ne Türk ne de Kürt ulusudur.
Türklüğün ve Kürtlüğün politik hiçbir anlamının olmadığı; Kürtlüğün veya
Türklüğün, tıpkı Müslümanlık, Hıristiyanlık, Alevilik veya dinsizlik gibi,
kişilerin özel sorunu olduğu demokratik bir ulustur.
Ortadoğu’yu da Türkiye’yi de, Kürdistan’ı da birliştirebilecek
olan tek program budur. Strateji de bu programa bağlı olabilir.
Hemen görüleceği gibi, böyle bir program benimsendiğinde,
Kürtlere statü, kolektif bir kimlik olarak Kürtlüğün tanınması gibi hedefler
olmaz; Türklüğün de tanınmaması; Türklüğün de kolektif bir kimlik olmaması;
Türklüğün de politik bir anlamının olmaması gibi hedefler olur. Bu bütün
ezberleri bozar. Böyle bir programla ancak Türkler kazanılabilir bir demokratik
devrim programına. Böylece ancak, Kürt hareketi, Türkleri de kurtararak kendini
kurtarabilir.
*
Böyle bir program sadece Türkiye için değil, Rojava için de
bir muazzam atılım anlamına gelir. Orada da bütün öncelikleri ve stratejiyi
değiştirir.
Böyle bir program Sadece Rojava’yı değil, bütün Suriye’yi
dönüştürmeyi hedefler. Rojava Afrin birleşmesi gibi hedefler stratejik askeri
hedefler olmaktan çıkar. Federasyon mu değil mi tartışmaları biter. Her düzeyde
seçilmiş idarecilerde olur yönetim. Merkezi devlet tasfiye olur. Merkezi devleti
tasfiye etmekle, dillerin ve dinlerin politik anlamının olmaması arasında
kopmaz bir bağ vardır. Birimler dile, dine göre belirlendiğinde dağılmayı
önlemek ancak güçlü ve merkezi devletle olabilir. Ancak bunların hiçbir politik
anlamının olmadığı bir demokraside merkezi bir devlet bir yük olur; ve merkezi
ve bürokratik bir devletin olmaması çatışma ve dağılmayla sonuçlanmaz.
Şu an Rojava’da örneğin okullar ayrı, Ermeniler Ermeni
okuluna gidiyor; Ermeni dili, edebiyatı, tarihi okuyor. Kürtler Kürt okuluna gidiyor,
Kürt dili tarihi, edebiyatı okuyor. Bütün diller ve dinler öyle.
Hâlbuki bizim önerdiğimiz türden bir demokratik
cumhuriyette, herkes aynı okula gider (Bu aynılık fiziksel ve lokal bir aynılık
olarak anlaşılmamalı, içeriksel aynılıktır söz konusu olan), herkes kendi ana
dilinde (çünkü devletin dili olmaz ve ana dilde eğitim temel bir haktır) ama
aynı tarihi, aynı edebiyatı okur. Yani tüm dillerden, dinlerden vs. bir araya
gelmiş tarihçilerin ve edebiyatçıların yazdığı kitapları okurlar. Tabii devletin
yurttaştan aldığı vergilerle açtığı okullarda.
Okulun dışında, özel hayatında isteyenler Kürt, isteyenler
Türk, isteyenler Ermeni vs. tarih kurumları kurabilir, yayınlar yapabilir,
bütün dünyadaki benzerleriyle birlikler kurabilir, yarışmalar, olimpiyatlar
yapabilir. Ama bütün bunlar vergilerle değil; yurttaşların kendi özel çabaları
ile olur. Bunların politik bir anlamı olmaz.
İşte Kürt özgürlük hareketinin, ama özellikle PKK’nın şimdi
böyle bir programa geçmesi gerekiyor.
Bir mucize olabilir ve PKK ve Kürt hareketi böyle bir
program ve strateji değişikliği yaparsa, gerçekten tarihin gördüğü, en köklü ve
en güzel demokratik devrim başarılarak, Ortadoğu’nun kanamasına son
verilebilir. Hatta böyle bir dönüşüm insanlığın içinde bulunduğu bu çıkmazdan
kurtuluşun yolunu da açabilir.
*
Elbet bunun teorik ve ideolojik hazırlığı entelijansiyanın
kafasında olmadı.
Böyle bir başlangıç yapabilmek için ellimizden geleni
yaptık. Defalarca HDK-HDP kongrelerinde; Gezi’de nice çabalarımız oldu. Bunlar ya
geçmişin sosyalist örgütlerinin taşlaşmış duvarlarında; ya daha yeni, teori
düşmanı, sözde çeşitliliği öven postmodernizmin şekilsizliği içinde en küçük
bir yankı bulamadan yok oldu.
Böyle bir değişiklik yapılabilmesi için hiçbir umut yok gibi görünüyor.
Böyle bir değişiklik yapılabilmesi için hiçbir umut yok gibi görünüyor.
Bütün bunlara rağmen, PKK yine de canlı bir harekete dayanan
bir örgüt.
Her şeye rağmen, yine de hatalarından dersler çıkarma ve
kendini yenileme özelliği diğerleriyle, hatta HDP gibi daha elverişli
koşullarda mücadele eden bir yapıyla bile kıyaslanmayacak ölçüde.
Kim bilir belki böyle bir değişikliği, Öcalan’ın yokluğunda
başarabilir. Böyle bir dönüşümü başardığı takdirde, kendisini de, Öcalan’ı da
bütün Ortadoğu'yu da kurtarabilir. Öcalan’a güzel bir sürpriz yapabilir.
Bu nedenle PKK’ya bir strateji değişikliği öneriyoruz.
Kürtlüğün tanınması ve statüsü değil; Türklüğün de tanınmaması; Türklüğün de
statüsüzlüğü programına ve buna uygun bir stratejiye geçiniz. Aksi takdirde
tarihin sunabileceği en büyük olanak yitirilecektir.
Böyle biraz provakatif biçimde ifade ettiğimiz program ve
stratejinin arkasındaki metodoloji ve teorik kavramsal çerçeve eserlerimizde,
özellikle de Marksizmin Marksist Eleştirisi adlı var.
Ama şu ara kimsenin teoriyle uğraşacak vakti yok. Bu
nedenle, yukarıda önerdiğimiz stratejinin dayanacağı veya dayanması gereken somut
programı öneriyoruz.
PKK ir mucize ile, böyle bir programı tartışır ve kabul
ederse, gerçekten bir devrimin yolunu açabilir.
*
Böyle bir değişimin nasıl bir devrimci ve birleştirici potansiyel
taşıdığı şu #HAYIR kampanyasında fiilen oluşmuş durumda görülebilir.
Herkesin #HAYIR gerekçesi ve nedeni çok farklı hatta
birbirine zıt. Ama bu farklılıkları politik değil, biraz da özel sorun gibi
kabul ettikleri için; politik olarak bir araya gelmedikleri için, bütün
#HAYIR’cılar (Bunu tehlikenin büyüklüğü zorluyor) birden bire nasıl büyük bir
birlik elde ettiler. Bu sayede de belki Erdoğan’ı yenecekler.
Bunun benzerini bir sembolle, Gezi sırasında önermiş,
Gezi’nin Türk bayrağı yerine hiçbir dile, dine, soya, kültüre gönderme yapmayan
bir beyaz bayrak açmasını önermiştik.
Bize karşı çıkıp kızıl bayrak niye değil diye soranların
anlamadığı şuydu. Kızıl bayrak Türk bayrağının alternatifi değildir; diğer
politikaların alternatifidir. Beyaz bayrak ise Türk bayrağının ve Türk ulusunun
alternatifidir. Kızıl bayrağı taşımayı da özel bir sorun olarak tanımlamanın
bayrağıdır.
Bayrak sembolünden gidersek. Bugün Kürtlerin programı Türk
bayrağının yanında Kürt bayrağı da olsun. Buna karşı Türkler de Türk bayrağıyla
çıkıp Kürt bayrağını zorla yasaklıyor.
Bizim program ve stratejimizde ise, bir tek beyaz bayrak
açılır. O bayrak içinde kendini Türk veya Kürt veya Beşiktaşlı veya ulussuz
hissedenler de kendilerinin küçük sembolleriyle yer alırlar. Bu ben Kürtlüğü
veya Türklüğü Beşiktaşlılık veya Fenerlilik gibi özel bir sorun olarak
tanımlayan bir devletin yurttaşıyım, devletin bunlarla tanımlanmasını kabul
etmiyorum demektir. Ama beyaz bayrak kendisine alternatif olarak Türk veya Kürt
bayrağıyla bir arada bulunamaz.
Benzerini birey hukuku ile daha sanıra HDP’ye ve HDK’ya
örgütlenme önerilerinde yaptık. Yani bileşenler değil; herkesin birey hukuku
ile katılması bireyler olarak katılan üyeleri aracılığıyla örgütlerin kendi
görüşlerine çoğunluğu kazanmak için çabalamaları. Tartışmaya sokmak bile mümkün
olmadı. Bürokratik ve idari kararlarla engellendiler.
*
Şimdi tekrar yazıyoruz. Çünkü büyük bir olasılıkla,
referandum sonucunda Hayır da çıksa, Evet de çıksa büyük bir kırılma yaşanacaktır.
Evet çıkarsa ortadan bölünmüş bir ülke çok ciddi çatışmalara girecek demektir.
Erdoğan nüfusun yazısını şiddetle ezmek zoruna kalacaktır. Ne yaparsa yapsın
ayakta kalamaz.
Hayır çıkarsa, bunun ortaya çıkaracağı devrimci kabarış boşa
gidebilir ve oradan tekrar yılgınlık ve devletin eski rutinine geri dönüşü
çıkabilir.
O nedenle şu son derece basit programı Kürt hareketine
PKK’ya öneriyoruz.
HDP’ye de öneriyoruz. Doğrusu HDP’den PKK kadar bile
umudumuz yok.
Keşke mahcup olsak.
16 Şubat 2017 Perşembe
Demir Küçükaydın
@demiraltona
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
Videolarımız şu adreste:
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz.
Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
Kitaplarımız buradan indirilebilir.
2 yorum:
Merhaba sağol sağlıcakla kal.
"Ama doğru bir stratejiniz varsa, yanlışlarınız bile doğru bir strateji içindeki yanlışlar olarak kalır ve düzeltilebilmeleri olanağı ortaya çıkmaz." (D.K.) denilmiş.
sanırım, yüklem yanlış. "çıkmaz" yerine "çıkar" olması gerekirdi.
Yorum Gönder