Seçim sonuçlarının değerlendirmelerinde görülen temel
metodolojik yanlış, onu var olun toplumsal güçlerin mücadelesinin bir fotoğrafı
ve sadece biçimlerinden biri olarak ele almak yerine; o mücadelenin kendisi gibi almaları ve dolayısıyla
bütün analizlerini seçim mücadelesinin araçları; yani seçim çalışmaları,
üzerinden yapmaları olmaktadır.
Yani örneğin HDP’nin seçim çalışması yapamaması;
baskılar vs. bu sonuçların nedeni gibi koyulmaktadır. Elbet bunlar doğrudur.
Ama aynı zamanda yanlıştır.
Çünkü bu baskılar; seçim çalışması yapamamanın vs.
bizzat kendisi bir sonuçtur ve güçler ilişkisindeki değişimin sonuçlarının bir yansımasıdır.
Soruna böyle yaklaşmamanın sonucu, seçim sonuçlarını
belirleyen en esaslı gücün, bu analizlere dâhil edilmemesine yol açmaktadır.
Nedir bu tayin edici güç?
Bu güç Türk
Ordusudur; “Devletçiliğimiz”dir, Genelkurmay’dır; “Sünüfu Devlet”tir; “Askeri
Bürokratik Oligarşi”dir.
Dikkat edilirse, seçim sonuçları analizlerinde hiç
kimse bu gücü, Orduyu veya Genelkurmayı, bu sonuçları açıklama öğesi olarak
kullanmamaktadır.
Bu dolaylı olarak, aynı zamanda seçimlerin vatandaşların
özgür iradeleriyle gerçekleştirdiği yalanının yayılmasına da ayrıca soldan bir
katkı olur.
*
1 Kasım seçim sonuçlarının böyle olmasının en baş
sebeplerinden biri, bu seçimlerde Genelkurmay veya Ordu’nun 7 Haziran
seçimlerine göre duruşunun ve konumlanışının baştan aşağı değişmiş olmasıdır.
7 Haziran öncesinde, Ordu veya Genelkurmay en azından
Erdoğan’ın arkasında olmadığını anlayanın anlayacağı şekilde ifade ediyordu. Bu
Erdoğan’ın hareket kabiliyetini ve etkisini sınırlıyor; buna karşılık HDP’nin hareket
alanını ve kabiliyetini genişletiyordu.
Halk,“fakir düz yolda şaşırır,
zengin dağdan aşırır” der.
Bunu güçler ilişkisine aktardığımızda, tecrit olan düz
yolda şaşırır; en geniş güçlerin desteğini alan dağdan aşırır diye de ifade
edebiliriz.
Herkes 7 Haziran’da, hem seçim kampanyasında, hem de
bizzat seçim günü sandıklarda AK Parti’nin ne kadar dağınık ve örgütsüz
olduğunu gözlemliyor ve anlatıyordu.
Bu seçimde ise, tam tersiydi. Hatta seçim günü, seçim
sandıklarında ve yerlerinde AK partililerin bariz bir görünülürlüğü, örgütlülüğü
ve üstünlüğü vardı.
İşte örneğin bu zıt görünümler bile, ordunun 1 Kasım
seçimlerinde Erdoğan’a desteğinin sonuçlarıydı. O destek sayesinde Erdoğan Seferberlik
Tetkik Kurulu’nun örgütlediği ve her zaman kınından çıkarılabilir çetelerini
HDP binalarını yakmakta; HDP’lileri ve ona sempati duyanları terörize etmekte
kullanabilmişti. O destek sayesinde Ankara’nın göbeğinde yüzden fazla insanın öldürülmesi
mümkün olmuştu. O destek sayesinde Suruç’ta onlarca genç demokrat ve sosyalist
öldürülmüştü. O sayede, televizyon programlarına HDP’liler çıkarılmaz olmuştu
vs., vs..
Yani HDP’nin seçim çalışması yapamaz hale gelmesi;
buna karşılık Erdoğan’ın bütün AK Parti’yi tekrar harekete geçirebilmesi,
Ordu’nun Erdoğan’a verdiği desteğin; yani güçler dengesindeki değişimin.
Seçimlerdeki sonuç sadece bu güç dengesi değişiminin hukuki bir ifadesidir; istatistikî
bir yansımasıdır; bir fotoğrafıdır.
Seçim sonuçları gerçek güçlerin ilişkilerinin bir
sonucu olarak değerlendirildiğinde, o zaman seçim sonuçları üzerine tartışma
otomatikman bir strateji tartışması olarak ortaya çıkar; “seçim stratejisi”
değil; gerçek politik güçlerin ilişkileri sorunu olarak ortaya çıkar.
O zaman soruyu şöyle sormak gerekir: bu güç
ilişkilerini; güçlerin konumlanışını farklı bir strateji ve taktikler
manzumesiyle değiştirmek mümkün olabilir miydi?
Ne gibi yanlışlar böyle bir konumlanışa yol açmıştır? Böyle
bir konumlanışın ortaya çıkmaması için bizler elimizden geleni ve doğru olanı
yaptık mı?
Unutmamalı ki, “Akıllılar dövüşmeden
kazanır, cahiller kazanmak için dövüşürler”
*
O zaman seçimler hakkındaki eleştiri ve özeleştirileriniz,
seçimlerde şunu iyi yaptık, bunu iyi yapamadık olmaktan çıkar, gerçek güçlenin
ilişkilerini değiştirmek için neler yaptık veya yapamadık konusuna; yani
strateji konusuna gelir. Gerçek seçim değerlendirmesi de böyle olmalıdır.
O halde, seçim sonuçları genel güç ilişkilerinde ne
gibi yanlışlar yapıldı düzeyinde, yani strateji ve taktikler düzeyinde
tartışılmalıdır.
Ezilenlerin gücü ve hareket alanı dardır. Daha baştan
yenik olarak güreşe başlarlar, Bunu bir ölçüde gidermenin bir yolu, akıllıca
strateji ve taktikler olabilir.
Sorunu şöyle koşmak gerekir. Genelkurmay’ın Erdoğan’ın
arkasında yer almasını engellemek gibi bir hedef ve bunu sağlayacak strateji ve
taktikler izlendi mi ve doğru uygulandı mı?
Soruna böyle baktığımızda, gerek PKK’nın; gerek
HDP’nin, gerek YPG’nin yanlış yaptıkları görülmektedir.
YPG’nin Tel Abyad’ı düşürdükten sonra, bunun Türk
ordusu ve Genelkurmayın tutumunda paniğe ve değişikliğe yol açacağını; bundan
Erdoğan’ın yararlanacağını ön görerek, onu paniklemesini engelleyecek
davranışlar göstermesi gerekirdi.
Örneğin, bizim esas hedefimiz, demokratik bir
Suriye’dir; öncelikli görevimiz Rakka’yı düşürmektir demeli ve böyle bir
davranış sergilemeliydi. YPG ise, Cerablus’u almaktan, Afrin’le birleşmekten
söz etti durdu. Kendi gücünü abarttı. Olaya geniş, Ortadoğu’da bir demokratik
devrim ve bu çerçevede güçlerin konumlanışlarını etkilemek olarak bakmadı. Hâlbuki
Barış Süreci’ni nasıl Rojava tetikledi ise, aynı şekilde ona da Rojava’nın son
verebileceği ön görülebilirdi.
Bu öngörü ve perspektif yokluğundan birbirini izleyen
iki zafer, yani 7 Haziran seçimi ve Tel Abyad’ın düşüşü, bugünkü (ve muhtemelen
bundan sonraki yeni yenilgilerin) yenilginin başlangıcı haline geldi.
2012 Temmuz’undan beri ortaya çıkan devrimci kabarış,
muhtemelen artık bitmiştir ve yeni yenilgiler bizleri beklemektedir.
*
Şimdi biraz geçmişi hatırlayalım. 19 ve 20 Temmuz 2012’de
YPG’nin Serekaniye, Afrin ve Derik’i ele geçirmesinden ve kantonların ilanından
sonra, Türk ordusu ve devleti, “Kürtlerle savaşarak bölünmektense, Kürtlerle
Birleşerek büyümek” denen stratejiye geçme kararı aldı. Ya da böyle bir
stratejiyi savunanların gücü ve ağırlığı arttı.
Buna paralel olarak, siyasi planda da CHP’nin inkâr
politikasından, Kürtlerin haklarını, Avrupa Birliği’nde olduğu gibi, bireysel
hukuk çerçevesinde tanıma politikasına geçişi başladı.
Yani Ordu’nun gücü ve ağırlığı birden yön değiştirmiş
oldu.
Sünuf’u Devlet’deki bu stratejik dönüş, Erdoğan’ın
başkanlık hesapları ve bunun için taktik olarak ateşkes yapılmasıyla da
birleşince, “Barış Süreci” denen çatışmasızlık dönemi, fiilen Öcalan’ın 2013 Mart’ındaki
konuşmasıyla başladı.
Erdoğan’ın hesabı aynı zamanda barış süreci diyerek,
Kürtçe Televizyon gibi makyajlarla, Barzani’nin desteğiyle, PKK’yı tecrit
etmekti.
Öcalan için ise, bu aynı zamanda Kürt hareketinin
batıya açılması, içine kapatıldığı gettodan çıkabilmesi için çok büyük bir
fırsattı. Olaylar, kaybedenin Erdoğan olduğunu gösterdi. (Gerçi 1 Kasım
seçimleri bütün kazançların kaybı anlamına gelebilirse de bu Öcalan’ın değil; onun
stratejisini ve politikasını anlayacak çapta olmayanların dar görüşlü
politikalarının bir sonucudur.)
Ayrıca bu ortam birbiri peşi sıra önceden ön
görülemeyecek yepyeni güçlerin de sahneye çıkmasını sağladı: Gezi Ayaklanması,
yani Türkiye’nin laik ve Alevileri, Sünni İslam’ın dayatmalarına karşı radikalleşmeye,
90’lı yıllar boyunca destek oldukları Kürt inkârcısı politikalardan
uzaklaşarak, Kürt hareketi ile ittifak politikasına yönelmeye başladı.
Bunu birbiri peşi sıra Kürt hareketinin gettodan
çıkmasını sağlayan Cumhurbaşkanlığı ve 7 Haziran seçimleri ve Kobane savunması
gibi başarılar izledi.
Yani aslında, barış süreci bir tür devrimci yükseliş
dönemine yol açtı bile denebilir. (Ama şimdi bu dönem, 1 Kasım seçimleriyle,
daha doğrusu, Ateşkesin bitmesiyle birlikte, büyük bir olasılıkla bitti ve
şimdi bir reaksiyon dönemine giriyoruz.).
Önceki dönem boyunca, Ordu aynı zamanda Erdoğan’ın
Suriye politikasından; Barzani’nin Irak’tan kopmasına yol açabilecek ve ABD’nin
politikasıyla da çelişen politikalarından rahatsızdı ve dolayısıyla Erdoğan’a
karşı, özellikle CHP kanalıyla bir muhalefet sürdürüyordu.
Ancak 7 Haziran’da HDP’nin başarısı ve hemen bir hafta
sonra gelen Tel Abyad’ın düşüşü, bir dönüm noktası oldu. Birden bire güney
sınırı boyunca bir Kürt devleti ortaya çıkması “tehlikesi”, Türk ordusunun ve Genelkurmayın
bütünüyle eski reflekslerine dönmesine yol açtı.
*
Ancak buna rağmen bile eğer YPG, PKK ve HDP durumu
doğru değerlendiren politikalar izleselerdi, bu kayış frenlenebilir; Erdoğan
köşeye sıkıştırılabilirdi. Burada hepsinin kendi güçlerini abarttığı ve orduyu gereksiz
bir şekilde Erdoğan’ın yanına ittiği görülüyor.
Bu noktada, YPG çok dikkatli bir çizgi izlemeli;
Araplar arasında konumunu güçlendirmeye ve güneye, Rakka’ya yönelmeye dikkat
etmeliydi.
Benzer şekilde, PKK da Türkiye’de seçimler öncesi
çizgisini sürdürmeye devam etmeliydi. Kesinlikle silahlı çatışmalardan
kaçınmalı; ateşkesi savunur bir pozisyonu korumalıydı. Erdoğan’ın istediği
koşullarda savaşa girmemek için elinden geleni yapmalıydı.
Bununla paralel olarak HDP de Erdoğan’ı tecrit, MHP’yi
teşhir edip, onların hareket alanını daraltacak bir çizgi izleseydi, bütün bu
olumsuzluklara rağmen, yine de Ordu’nun Erdoğan’ın arkasında durması engellenebilir
ve güç ilişkilerinde bu kadar dramatik bir değişim olası engellenebilirdi.
Hatta gelen cenazeler o zaman tek taraflı ateşkes
yürüten bir güce karşı yapılan bir savaştan geleceğinden, bu cenazeler pek ala
Erdoğan’a karşı birer kitlesel protestoya dönüşebilir; Erdoğan iyice tecrit
edilebilir. Bu durumda ordu da onun arkasında açıkça yer alamayabilirdi.
Yani hem YPG’nin, hem PKK’nın, hem HDP’nin strateji ve
taktikleri adeta Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürmüş bulunmaktadır.
Hele HDP’nin bakanlar kuruluna girmesi ve sonra da
kapıyı sertçe kapayıp çıkması; PKK’nın tek taraflı ateşkes yaparsak sonumuz
olur dedikten bir süre sonra seçim arifesinde tek taraflı ateşkes yapması; tam
da “biz bu boku niye yedik” meselini hatırlatır davranışlardı. “Demokratik
Özerklik” ilanları gibi tamamen yanlış ve saçma gösteriler adeta Erdoğan’a
zaferi kendi elleriyle sundular.
Özetle, hiçbir seçim analizcisinin değinmediği ordu
veya Genelkurmay, seçim sonuçlarının böyle olmasında esas belirleyici olmuştur
Ama bunu kolaylaştıran da, YPG, PKK ve HDP’nin Ordu’yu
adeta Erdoğan’ın yanına zorla iten; Erdoğan’ı destekleme politikaların
direnecek kesimlerin elini kolunu bağlayan yanlış politikalarıdır.
Sözü yine Sun Tsu’dan iki önermeyle bitirelim.
“Stratejisi olmayanları sadece
yenilgi bekler.”
“Düşmana savaşmadan boyun eğdirmek, maharetin
doruk noktasıdır.”
Demir Küçükaydın
09 Kasım 2015 Pazartesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder