“Neler yapmalı?”
derken “bizler neler yapmalıyız?” diye soruyoruz.
“Bizler” derken,
“açık açık, çırılçıplak; polisin, hâkimlerin,
savcıların keyfiliği; onlar yetmezse çetelerin tehdidi ve saldırıları altında;
bütün antidemokratik ve özgürlük düşmanı karakterlerine rağmen, kanunlar
çerçevesinde demokrasi ve hak mücadelesi veren insanlar neler yapmalıyız?”
diye soruyoruz.
Bu konuda en acil olarak yapılması gerekenleri bu yazıda ele alalım.
Bu konuda en acil olarak yapılması gerekenleri bu yazıda ele alalım.
*
Bunun için önce karşımızdaki güçlere, konumlanışlarına,
mücadele ve örgüt biçimlerine bakalım.
Erdoğan bir darbeyle fiilen devlet cihazını ele
geçirmiş bulunuyor.
Daha önce yaptığı yasal değişiklikler ve atamalarla
zaten bağımsızlığını koruyacak hiçbir dayanağı kalmamış yargıyı
ele geçirmişti.
Tek zayıf noktası seçimler sonunda azınlığa düştüğü
yasama idi.
Ancak orada da Bahçeli’nin fiili desteğiyle Meclis’i
çalışamaz kılarak, yargının yanı sıra yasamayı ve
başbakanı atayarak yürütmeyi eline
geçirmiş bulunuyor.
Erdoğan, devletin tüm haber alma
ve mali kaynaklarını ele geçirmiş; tüm
baskı cihazının kontrolünü ele almış bulunuyor.
Bu darbeyi hala meclis aracılığıyla engellemek
mümkünse de, Bahçeli, bunun önündeki en büyük engeldir.
Bu engel, yani Bahçeli, daha önce kader birliği
yaptıklarını ifade ettiğimiz, Ergenekon ve Erdoğan ittifakının cisimleşmiş
ifadesidir.
Esas hedef: bu iki gücü tecrit etmek üzerinde
yoğunlaşmalıdır.
Bunu kısaca şöyle formüle etmek mümkündür: Erdoğan’ı tecrit; Bahçeli’yi teşhir.
*
Erdoğan için geri dönüş yoktur. Her adımda daha ileri gitmek
zorundadır. Durması veya geri adım atması, sonu tımarhane veya hapishane veya
intiharla veya Çavuşesku gibi bitecek bir sürecin başlaması anlamına gelir.
Bunu gördüğü ve bildiği için, her yeni günde “bunu da yapamaz artık” denilen
bir sınırı daha aşmak; daha ileri gitmek zorundadır.
Erdoğan’ın hedefi, şimdilik anayasa değiştirecek
çoğunluğu alamayacağını gördüğü için, fiili başkanlıktır.
Yani şimdiki rejimdir. Bunun için de Meclis’te tekrar AKP’nin
tek parti hükümeti kuracak
çoğunluğu almasıdır. Anayasa ile bunun tahkimi bu fiili başkanlık
elde edildikten sonraki bir hedef haline gelmiş bulunmaktadır.
Bu ise yargı, yasama ve yürütmenin tek elde toplandığı
ve bunun anayasa ile bağlandığı bir rejim anlamına gelir. Yani bir faşist
rejim.
Şu anki yetkilerini ve gücünü bunu sağlamak için
kullanmaktadır ve kullanacaktır. Bunun geri dönüşü, yarı yolda durması mümkün
değildir.
*
Bu amacına ulaşmak için de, erken seçimde HDP’yi baraj
altına düşüreceğini veya tek başına AK Parti hükümeti kuracak çoğunluğu
alabileceğini gördüğü sürece; baskı altında da olsa bir seçimi yapma ve böylece
kişi yönetimine bir meşruiyet zemini bulma yolunu deneyebilir.
Bunun için HDP’ye ve özellikle Kürt seçmene karşı
baskı ve provokasyonlar artarak sürecektir.
Ancak tüm bunlara rağmen, bu politika ters tepebilir.
Kürtler ve küçük de olsa demokratlar HDP’ye daha çok sahip çıkabilir. Bu
durumda seçimler aracılığıyla tek parti hükümetine ulaşamayacağını gördüğünde,
Anayasa’nın 120. maddesi gibi maddelere dayanarak Olağanüstü hal rejimine geçip,
seçimleri erteleyecektir.
Bahçeli, sözde taraftarlarına basının “sağduyu çağrısı” olarak, allayıp pullayıp sunduğu
konuşmasını yaparken, aslında Sıkıyönetim ilanını talep ederek, Erdoğan’a
olağanüstü hal ilanında desteğini vereceğini ilan etmiş bulunmaktadır.
“Sağduyu”lu çağrı şöyledir:
"24 saatlik süreyle
oluşturulan özel güvenlik bölgesi ilan edilmesi gibi uyduruk ve pansuman
yöntemlerden cayılarak, Doğu ve Güneydoğu'da can ve mal güvenliği sağlanana, iç
huzur ve asayiş temin edilene kadar Anayasal bir çare olan sıkıyönetim
uygulaması hemen devreye sokulmalıdır. Türk milleti teröre haklı
olarak tepki göstermektedir. Bayraklar evlere asılırken, milli ve demokratik
itirazlar yurdumuzun her köşesinde beklendiği üzere yeşermekte, mesafe
almaktadır.”
Erdoğan kendisine verilen bu açık çeki ve mesajı
almıştır ve yakında eğer HDP’nin yeterince tecrit olduğu; HDP seçmeninin oy
veremeyecek duruma getirildiği görülmezse, önümüzde ülke çapında veya
Kürdistan’da olağanüstü hal rejimi ve dolayısıyla seçimlerin ertelenmesi
gündemdedir.
Bahçeli’nin bu açık çekini alan Erdoğan daha da
cesaretlenerek daha büyük saldırı ve provokasyonlar yapmaktan çekinmeyecektir.
*
Erdoğan’ın bu saldırılara başlamasının bir nedeni de,
gelen kayıpların cenazelerinin kendisine karşı birer gösteriye dönüşme
olasılığı ve korkusudur.
Bu saldırılar aracılıyla, dikkatleri HDP’ye
yönelterek, tepkilerin kendisine yönelmesini engelleme telaşındadır.
Şimdilik kısa vadede başarı kazanmış gibi görünmeyse
de halkın büyük çoğunluğunun bu oyunu sezdiği hissedilmektedir.
Çünkü saldırılara katılanların profiline ve sayılarına
bakıldığında
Ancak bu gibi saldırılar bir süre sonra, savunmayı ve
daha sert çatışmaları ve belli bir denge bunların genç işsiz, serseri ve
lümpenler olduğu, büyük bir kısmının olaylara gelirken uyuşturucu aldığı; eski
hapishane isyanlarında olduğu gibi haplandığı görülmektedir.
Bunlar aslında korkak ve devlet tarafından
örgütlenmiş, tarih boyunca bütün tiranların ve diktatörlerin birer vurucu güç
olarak kullandığı işsiz güçsüz serseri çeteleridir.
Bu lümpenler, arkalarında polis ve devlet gücü olmadan
hiçbir şeye cesaret edemezler.
Karşılarında güçlü bir direniş olduğunu gördüklerinde
de dağılırlar.
Bu nedenle, bu saldırılar bir süre sonra işe yaramaz
ve bağışıklık yaratır. Kendisine karşı öz savunmayı yaratır.
Tekrar cenazelerin kendisine karşı dönme olasılığı
bulunmaktadır.
Bu nedenle de her adımda daha ileri gitmek zorundadır. Her doz, bir sonraki dozun, aynı etkiyi yaratmak, için daha yüksek olmasını gerektirecektir. Erdoğan’ın rejimi artık şiddet bağımlısıdır. Dozu sürekli arttırmak zorundadır.
Bu nedenle de her adımda daha ileri gitmek zorundadır. Her doz, bir sonraki dozun, aynı etkiyi yaratmak, için daha yüksek olmasını gerektirecektir. Erdoğan’ın rejimi artık şiddet bağımlısıdır. Dozu sürekli arttırmak zorundadır.
Büyük bir olasılıkla şimdi gündeme, HDP yöneticilerine,
vekillerine ve üyelerine yönelik öldürmeler ve fiziki saldırılar gündeme
gelecektir.
Daha ilerde, katliamlar
Olayların mantığı bunu gösteriyor.
*
Ordu esas gövdesiyle sessiz durmakta, Erdoğan’ın bu
politikaları sonunda, gelinecek noktada kendisinin bir kurtarıcı gibi
karşılanacağı ve tekrar eski prestij ve gücü elde edeceği günleri
beklemektedir.
Yani Erdoğan’ın izlediği politikalardan Ordunun da
çıkarı vardır.
Kırk katır mı, kırk satır mı?
Erdoğan’ın şeriatçı diktatörlüğü mü; ondan kurtarıcı
olarak gelecek bir askeri darbe mi?
Şu an alternatifler böyle görülmektedir.
*
Elbet, en azından kâğıt üzerinde de olsa,
yurttaşlarının can, mal, ırz, mal mülk emniyeti; fikir ve örgütlenme
özgürlüklerini korumakla görevli devlet güçlerinin, bunları koruma görevlerini
yapmadığı; keyfi olarak çiğnediği ve üstüne üstlük bunları yok edenleri
engellemediği, koruduğu, desteklediği ve örgütlediği bir noktada, insanların
kendilerini, mallarını, canlarını koruma hakkı kutsaldır.
Yani bu saldırılara karşı yapılacak bir tek şey
vardır: Öz savunma
Kimsenin kurbanlık koyun gibi bu lümpen çetelerine
teslim olması beklenemez.
Selahattin Demirtaş’ın da dediği gibi, “Biri sizi linç etmek için geliyorsa kendinizi savunun. Size saldırmaya
gelenleri ananızdan doğduğuna pişman etme hakkınız vardır. Yasalara uygun
olarak herkes meşru müdafaasını etme hakkı vardır.”
Burada ve bu yazıda öz savunmanın biçimleri ve
potansiyelleri üzerinde biraz durmakta yarar var.
*
Her yerde, her mahallede, her sokakta yurttaşlık
haklarını ve özgürlükleri Erdoğan ve onun emrindeki devletin ve çetelerin
gaspına karşı savunmak üzere öz savunma grupları kurmak gerekir.
Bunun ne kadar etkili olduğunu Tuzluçayır göstermiş
bulunuyor.
Halkın büyük bölümü, Erdoğan’ın oyununun farkındadır
ve bu yakma olaylarına serseri gençlerden ve lümpenlerden ötesi pek
katılmamaktadır.
Ancak saldırılara karşı direşilmediği takdirde,
Erdoğan’a en tepkili olanlar bile güçlünün peşine takılarak, sesini çıkarmaz
olur. Hatta güçlünün zafer arabasına bağlanabilir.
Şu an her şey ortadadır. Halkın büyük bölümü bu
çetelere karşı tavır almaya eğilimlidir. Yeter ki bu direniş, tam anlamışla bir
demokrasi savunuculuğu yapsın.
Bu son derece önemlidir. En karşı görüşe bile, eğer
zora başvurmuyorsa ifade özgürlüğünü savunmalıdır aynı zamanda bu öz
savunmalar.
En karşı görüştekilerin bile malı, canı kesin koruma
ve garanti altında olmalıdır.
Böyle bir öz savunma, muazzam bir devrimci potansiyel
taşır. Aslında gerçek demokratik bir ulus ve cumhuriyetin tohumu işlevi görür.
Hem geniş kitlelerin örgütlenme aracı olur; hem de bir alternatif iktidar
tohumu olur.
Ancak bu konuda, muhtemelen bu tür bir öz savunmanın
çekirdeğini oluşturacak “Türk sosyalistleri” çok yanlış kavrayışlar ve
alışkanlıklar içindedir.
Sol basında sık sık, bu gibi oluşumlara örnek olarak
70’lerdeki “Kurtarılmış bölgeler” veya “Fatsa” gösterilmektedir.
Bunlar yanlış örneklerdir. Aslında 12 Eylül ile
sonuçlanan Türkiye tarihindeki en büyük politizasyon ve radikalleşme dalgasının
yenilgiyle sonuçlanmasının nedenidirler.
Bunların hiç biri, yurttaşların canı, malını, fikir ve
örgütlenme özgürlüklerini koruyan ve garanti altına alan; gerçek bir demokratik
cumhuriyetin tohumu olabilecek oluşumlar değildi.
Şu veya bu siyaset veya örgüt nerede etkiliyse, orası adeta
o örgütün arka bahçesi gibiydi.
Oralarda bırakalım başka burjuva partileri ve onların
görüşlerini savunanlara da özgürlük ve eşit haklar sağlamayı bir yana; diğer
sol örgütler bile orada örgütlenemez, fikrini yayamaz, gazetesini satamazdı.
Yani yetmişlerdeki bu öz savunma girişimlerinin hemen
hepsi, o öz savunmayı örgütlediği için o
bölgede destek bulmuş örgütlerin, küçük egemenlik alanlarından başak bir şey
değildiler. O nedenle birer alternatif demokratik iktidar organlarına
dönüşemediler ve yine o nedenle örneğin bugün Fatsa faşistlerin ve en
gericilerin egemen olduğu bir yerdir.
*
Öz savunma, aynı zamanda, kurulmak istenen demokratik cumhuriyetin
tüm özelliklerinin imkânlar ölçüsünde yaşatıldığı, fiili küçük karşı iktidar
tohumları olabilir.
Bu tohumların ekonomik bir işlevi olamaz. Sadece
siyasi olabilirler.
Örneğin bu devlet ve cumhuriyet Türklük ve Müslümanlık
üzerinden mi tanımlanmıştır?
Bu küçük öz yönetimler ne Türklüğe, ne Müslümanlığa en
küçük bir imtiyaz tanımamalı; insanların dili, dini, etnisi, kültürü vs. ne
olursa olsun, onlara kesin bir eşitlik sunmalı ve bunu savunmalıdırlar.
Hiçbir fikre imtiyaz tanımama fikrinden başka hiçbir
fikre imtiyaz tanınmamalıdırlar.
Örneğin, bu öz savunma birlikleri gibi, vicdan
mahkemeleri kurulabilir he yerde.
Bunlar elbette devletin mahkemeleri gibi, yakalayıp cezalandıramaz
ama vicdanen mahkûm edebilir. Ama bunun için, Türk adaletinden bin defa daha
adil yargılar yapabilir.
Hatta eğitim alanına bile girebilirler. Benzer şekilde
okullar kurulabilir. Bu okullarda gönüllüler, herkese ana dilinde dersler
verilebilir; herkes ana dilinde, ama ne Türk, ne Kürt, ne Ermeni tarihi değil,
bütün bunların ve başkalarının hepsinin ortaklaşa yazığı bir tarihi ve
edebiyatı ders olarak verebilirler.
Böylece alternatif, demokratik bir cumhuriyetin eğitim
sisteminin somutlaştırılması yapılabilir.
İşte bu nedenle, Demokratik Özerklik “ilan edilmez”
fiilen yapılır. Legal olarak, var olan devletin gözü önünde ve gözünün içine
bakarak yapılabilir bütün bunlar. Ve halkın en geniş kesimlerinden, yüzde
doksanından destek bulması kesindir. O zaman ise, ilan etmeye yine gerek olmaz,
fiilen kurular ve var olan devlet fiilen tasfiye edilir. Halk kendi kendini yönetmeye
başlar.
*
Ve alternatif olan hep politik (yani devlete ilişkin) olmak
zorundadır.
Bütün bunlar aslında hiç de kapitalizm ile
çelişmezler. Hatta kapitalizmin gelişmesi için ideal şartları sunarlar. Çünkü
İşgücünün dili, dini, soyu, sopu, cinsel tercihi, cinsi, kültü vs. onun
ürettiği artı değer bakımından en küçük bir değişikliğe yol açmaz. İnsanların
hukuki ve biçimsel eşitliği, yani demokrasi kapitalizm için ideal koşullardan
başka bir anlama gelmez.
Hatta yeryüzü ölçüsünde bile bunun sağlanması kapitalizmle
özünde çelişmez.
Sosyal eşitlik, yani ekonomik eşitlik olan sosyalizme
ise, ancak yeryüzü ölçüsünde bir dünya cumhuriyeti şartlarında geçilebilir.
Sosyalist bir Türkiye veya Kürdistan vs. mümkün değildir.
*
Dolayısıyla alternatif ekonomiler mümkün değildir ve
anlamsızdır.
Türk solunun ve sosyalistlerinin burada ikinci
yanılgısı ortaya çıkar.
Örneğin Gezi’den sonra böyle alternatif “ekolojik”
veya “ekonomik” denemeler oldu. Boşuna enerji ve zaman kaysından; Amerika’nın
yeniden keşfinden başka bir anlamları yoktu.
Ancak bunlar esas sorunu, var olan siyasi yapının
alternatifi olan bir siyasi yapıyı değil; alternatif bir ekonomiyi, güya sosyalist
ve ekolojik ekonomiyi gündemleştirdiler veya böyle şeyler kurma iddiasında bulundular.
Geleceğin ilişkilerini; toplumunu, hatta ekonomisini ve ekolojisini kurmaya
kalktılar. Kurabildikleri ise birbirinin dedikodusunu yapan küçük ahbap çavuş
grupları ve bölünmeler oldu.
Kapitalizmin içinde sosyalizm adacıkları olmaz.
Geleceğin insanları ve ilişkileri bugünkü toplum içinde yaratılamaz veya
kurulamaz. Politik alanda biraz daha demokratik bir “devlet” bile çok büyük bir
ilerleme anlamına gelir.
Ulusların egemen olduğu bir dünyada; hele o uluslar
birer dille, dinle vs. tanımlanıyorsa, henüz insanların bile biçimsel
eşitliklerinin bulunmadığı bir dünya demektir bu ve bu dünyada sosyalizm bir
yana; demokrasi bile yok demektir.
Planlı ekonomi olmadan ekolojik bir üretim mümkün değildir.
Planlı ekonomi ve ekolojik üretim ise ancak dünya çapında örgütlenebilir.
Mümkün olan bütün bunlara ulaşmayı sağlayabilecek bir
demokratik cumhuriyetin, yani yeryüzündeki tüm insanları biçimsel olarak olsun
eşitleyecek alternatif bir demokratik cumhuriyetin; bir dünya cumhuriyetinin
tohumları olabilir.
Bu iki noktaya dikkat edip öz savunma demokratik bir
cumhuriyetin tohumlarıyla desteklendiğinde gerçekten ikili iktidar hatta bir
devrim olasılığı bile ortaya çıkabilir.
*
O halde, Erdoğan kelimenin gerçek anlamında “ateşle
oynamakta” ve saldırılarıyla aslında devrimci ve demokratlar için paha biçilmez
bir alan açmaktadır.
Yani faşist çetelerin saldırılarına karşı öz savunma,
aynı zamanda bir Demokratik Cumhuriyetin, bir karşı ulusun, bir Demokratik Ulusun
tohumu işlevi görebilir. Bir ikili iktidar oluşumuna ol açabilir. Oradan da
gerçekten bir demokratik devrim çıkabilir. Kırk katır mı kırk satır mı
dilemması aşılabilir.
Bunun şartları yukarıda belirtildiği gibidir:
A) Gerçekten demokratik olması, tamamen aşağıdan
kontrole dayanması; bürokrasiyi minimuma indirmesi
B) Ekonominin değil, politik olanın alternatifi
olması.
*
Bu aynı zamanda Kürdistan’daki Demokratik Özerklik
denen çabalara da yeni bir örnek ve perspektif de sunar.
Bu “demokratik özerklik” ilan edilmez.
Eğer insanlar, devletin mahkemesine değil de senin
vicdan mahkemene müracaat etmeye başlamışlarsa, sen zaten fiilen demokratik
özerkliği uygulamaya başlamışsın demektir.
Alevilerin mahkemeleri olan darları, bu ikili
iktidarın kapitalizm öncesi biçimlerinden başka bir şey değildi.
Devlet bunu kendine rakip görüp yok etmeye çalıştı.
Merkezi bir devlet yüzlerce, binlerce köye dağılmış komünal otonom yönetimleri
yok edebilir veya antik uygarlıklarda olduğu gibi vergi haracına
bağlayabilirdi.
Ama bugün toplumu tüm sırtında taşıyan modern işçiler
için bunu yapması son derece zordur.
Bunları kafamızın bir kenarında tutmakta yarar vardır.
*
Şu an ırkçı çetelerin saldırısı altındayken, bırakalım
biçimsel eşitliği, gerçek bir milliyetçilikten bile çok uzak bir noktadayız.
Yani çok daha geriden başlamak zorundayız.
Şimdi bulunduğumuz yerde nereden başlayıp ne gibi
taktik ve mücadele biçimleri geliştirmek konusunda bazı duyulmamış,
düşünülmemiş öneriler.
Önerimizi biraz açalım. Bu önerdiklerimizi aslında biz
daha önce daha dar ölçüde fiilen de uyguladık.
*
Savaş hilesi her mücadelenin kaçınılmaz gereğidir. Günlük
hayatımızda bile ilişkiler içinde yüzlerce küçük yanıltmalar, küçük savaş
hileleri ile ilişkilerimizi yürütürüz. Yorgunsak, hiçbir şey yokmuş gibi
davranırız. Hastaysak iyi, iyiysek hastayız deriz. Sevmediklerimize bile
güleriz.
Bütün doğa böyledir. Hayvanların tüylerinin veya postlarının renkleri askerlerin kamuflaj giysisinden farklı değildir. Kamuflaj dediğin de özünde aldatmadır.
Bütün doğa böyledir. Hayvanların tüylerinin veya postlarının renkleri askerlerin kamuflaj giysisinden farklı değildir. Kamuflaj dediğin de özünde aldatmadır.
Elbet bu da farklı stratejilere göre değişebilir. Kimi
bukalemun gibi uyarak gizler; kimi çok zehirliler, özellikle parlak renklere
sahip olurlar ki, ben zehirliyim, benden
uzak dur mesajı verirler. Ama onların bu özelliğini gören başka canlılar da
aslında zehirli olmadıkları halde, sanki öyleymiş gibi bir görünüm geliştirerek
onların sayesinde var olabilirler. Kelebekler, kanatlarının arkasında kocaman
göz gibi şekillerle büyük bir canlı oldukları izlenimini yaratırlar.
Yanıltma her zaman bir savaş ve yaşam stratejisi
olmuştur ve olacaktır.
Bu egemen sınıflar ve ezilen sınıflar arasındaki bin
bir biçimde süren mücadelede de böyledir.
Egemen sınıflar karşı devrimlerini yaparken her zaman
ezilenlerin arasında itibar sağlamış bayraklara sarılarak bunu yaparlar ve
ezilenleri yanıltırlar. En kritik anda yaratılan bir tereddüt bir kere başarıyı
getirirse ondan sonrası kolaydır. Yeni kuşaklar o ortamın içine doğacaklardır.
En tipik örneği Muaviye’nin askerlerinin mızraklarına
kuran yaprakları taktırmasıdır. Stalin’in Leninizm bayrağıyla Lenin’in Bolşevik
partisini tasfiye etmesidir.
Ama aynı stratejiyi ezilenler de kullanırlar.
Egemenler ezilenleri kendilerine bağlamak için dini mi kullanıyorlar? Örneğin,
umutsuz insanların umudu olan dine karşı belli bir özerklik mi sağlıyorlar. Bu
durumda ezilenler ezenlerin bu kurnazlığını onlara karşı kullanıp, camileri ve
dini ezenlere karşı direnişlerinin bir aracı olarak kullanabilirler ve
kullanmışlardır.
Örneğin 60’lı yıllarda Türk solcuları, egemen Kemalizm
ideolojisine ve Türk devletine karşı mücadelelerinde Atatürk’ü kullanıyorlar,
onun kalpaklı resimleri taşıyarak, egemenlerin bir bayrağını farklı yorumlayarak
örneğin, Türkiye Halklarına diye bildiriler yazıp sloganlar atabiliyorlar;
henüz Kürt hareketi ortaya çıkmadan önce Atatürk’ü bayrak yaparak Kürtlerin
ayrı bir halk olduğunu savunuyorlardı.
En heretik mezhepler esas Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın
kendileri olduğunu söylerler ve bambaşka yorumlarla o bayrağı egemenlere karşı
kullanırlar. Karşı tarafın bayrağını alıp onu ezilenlerin çıkarını koruyacak ve
ezilenleri örgütlemenin bir aracı olarak kullanacak tarzda anlamlandırıp
yorumlamak her zaman ezilenlerin bir savaş stratejisi, karşı tarafı tereddütte
bırakma aracı olmuştur.
Bu tarihsel derslerden de ilham alarak şimdi bu aynı
taktik izlenebilir. Özel savaş dairesini ve faşistleri silahsız bırakmak için
aynı yol izlenebilir.
Faşistlerin saldırılarına karşı öz savunma girişimleri
pek ala Türk bayrağını da kullanabilirler ve kullanmalıdırlar. Faşistlere karşı
Türk bayraklarıyla direnilip, Kürtlerin hakları savunulduğunda, onlar birden
bire en güçlü silahlarının elinden alındığını görüp açmaza düşeceklerdir.
İşin ilginci bu bir savaş hilesi bile değildir, zarf
ile mazrufun birbirini bulmasıdır.
Neden ve nasıl?
Öncelikle bu konuda bir açıklık gerekiyor. Kürtlerin
haklarını savunmak, hatta Kürtlerin ayrılmasını istemek Türk milliyetçiliği ile
çelişmez; hatta aksine bunu gerektirir.
Milliyetçilik, kendi milletinin refah ve özgürlük
içinde yaşamasını hedeflemek demekse eğer. Türkler Kürtleri baskı altına alma
belasından kurtulduğunda çok daha müreffeh ve özgür bir ülkede yaşarlar; öle
bir ulus olurlar.
O halde gerçek Türk milliyetçisi, aslında Kürtlerin
mücadelesinin en büyük destekçisi olmak zorundadır da.
Aslında bu açıdan bakıldığında, Kürt hareketi, Türklerin
demokrasi ve refah içinde yaşaması için mücadele etmektedir. Örneğin, Kürt
hareketinin başarı kazanıp Kürtlerin ayrıldığını var saysak, bundan en karlı
çıkacak olan, hatta Kürtlerden bile daha karlı çıkacak olan Türkler olur.
O halde Kürtlere karşı saldıranlar, HDP’ye karşı
saldıranlar milliyetçiler değil; ırkçılardır.
Türk sosyalistleri içinde en radikal bilinenleri olan
Kürtlerin ayrılma hakkını savunanlar, hatta bu nedenle Kürtlerle birlikte
savaşanlar, Türk milliyetçiliğine karşı değildirler, en radikal Türk
milliyetçileridirler. Bu tıpkı toprakları kamulaştırmanın aslında sosyalist
değil; radikal ve demokratik bir talep olması gibidir.
Yani aslında sosyalistler, Türk milletinin çıkarlarını
en akıllıca, en radikalce savunanlardır.
Kendilerine Enternasyonalist veya Marksist demeleri;
milliyetçi denmesinden rahatsız olmaları bir şey ifade etmez. Çünkü onların
milliyetçilik tamı tamına milliyetçilerin milliyetçilik tanımlarıdır. Sosyolojik
olarak milliyetçi olanlar, politik olarak kendilerini milliyetçi olarak
tanımlamazlar.
En tipik örnek olarak Marks ve Lenin gösterilebilir.
İkisi de öznel olarak milliyetçiliğe düşman olduklarını düşünürler, ama ulusal
baskıya karşı yaptıkları formüller aslında tipik milliyetçi formülleridir.
Marks’ın “Ezen bir ulus özgür olamaz”
veya Lenin’in “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” formülleri ki bu
formüllere katıldıklarını ve savunduklarını bütün dünyadaki sosyalistler de
söylerler aslında tipik milliyetçilerin milliyetçilik tanımına dayanan
formüllerdir.
Başka ulusları ezmemek veya her ulusa bir devlet,
milliyetçilikle çelişmek bir yana tam da milliyetçilik gereğidir. Ama
milliyetçiler milliyetçiliğin başka ulusları ezmemek olduğunu söylerler.
Milliyetçilik, sosyolojik olarak, politik olanla
ulusal olanın çakışması ilkesini savunmaktır. Bu formüller tamı tamına bu
ilkeyi savunurlar.
Milliyetçiliğin karşıtı olmak; politik olanla ulusal
olanının çakışmasını reddetmekle olur. Marks veya Lenin’in formülleri bunu reddetmek
bir yana savunmakta, hatta ulusal olanı da zımnen dille vs. ile tanımlayarak,
en gerici türden bir milliyetçiliğin savunusundan başka bir şey değildirler.
Çünkü umusal olanın dille tanımlanması şart değildir bir ulus olmak için, bir
toprak parçasıyla tanımlanmış, dil körü ulusçuluklar da mümkündür, nispeten
daha demokratik bir ulusçuluk olarak.
Yani eşyayı adıyla çağırırsak, Kürtlerin haklarını
savunanlar aslında Türk milliyetçileridirler. Bunlar kendilerini
Enternasyonalist veya sosyalist diye tanımlayarak, kendilerin geniş Türk
kesimlerden tecrit etmişlerdir.
O halde buna bağlı olarak, ırkçı Türklerin saldırıları
karşısında öz savunma yapanlar, Türk faşistlerine karış Türk bayrağı ile
savaşıp, Türk bayrağı ile Kürtlerin haklarını, demokratik özgürlükleri
savunduklarında, aslında karşı tarafın bayrağını alıp kullanmak gibi, bir savaş
hilesi bile yapmış olmazlar, karşı tarafın şimdiye kadar yaptığı bir hileyi boşa
çıkarmış olurlar. Çünkü onlar milliyetçi değil, ırkçı oldukları halde
milliyetçilik bayrağını ele geçirmişlerdir.
O halde, Kürtlerin mücadelesine destek verenler,
onların haklarını hatta ayrılmasını savunanlar bundan sonra bunu sosyalizm ve
enternasyonalizm gibi slogan veya argümanlarla değil; pek ala Türk milletinin
çıkarlarıyla; gerçek Türk milliyetçisi oldukları iddiasıyla da yapabilirler ve
pek ala Türk bayrağını da kullanabilirler. Bu esassında zarf ile mazrufun
birbirine uymasından başka bir anlama da gelmez ve gelmeyecektir.
Bunun daha önce bir örneğini biz iki şekilde denedik.
1) Öcalan
kaçırıldığında, kendimizi hiç de bir Türk olarak görmememize rağmen Hamburg’ta
“Öcalan’ın Yaşamını Savunmak İçin Türk Girişimi”
kurduk.
2) Özgür Politika’da “Bir Türk Milliyetçisi Olarak” başlığı altında
yazılar yazdık.
*
Bütün
HDP’ye oy veren veya onu savunun Türkler, kendilerini Türk kabul etmeseler bile
Türk’türler. Türk olmamak öyle kolay bir şey değildir. Bu devlete vergi
verdikleri, ona askerlik yaptıkları, yasalarını ve mahkemelerini tanıdıkları
vs. sürece Türk olmaya devam ederler.
Fiilen
vergi verip yasalarına tabi oldukları Türk devletinin ve ulusunun sembolü olan Türk
bayrağı ile Kürtlerin ayrılma hakkını savunmalı ve faşistlere karşı (hem de
onlara ülkücü veya Türk milliyetçisi denilmesine karşı) mücadele etmelidirler.
Bu
birden bire taşların yerine oturmasını sağlayacaktır.
Şöyle
bir sahne düşünün, Ellerinde Türk bayraklarıyla bir HDP binasını kuşatan faşistlere,
yine ellerinde Türk bayraklarıyla halklara özgürlük, kahrolsun faşistler diyen
gerçek Türk milliyetçilerinin hücum edip dağıttığını düşünün. Her şey yerli yerine
oturur. Gerçek Türk milliyetçileri gerçekten de onlardır. Kendilerine sosyalist
veya enternasyonalist diyerek aslında hem kendilerini hem de başkaların
kandırmaktadırlar.
*
Bu
vesileyle, bütün Türk milliyetçilerini, yani Türk milletinin refah ve demokrasi
içinde yaşamasını isteyenleri, Kürtler karşısındaki bu lanet olası egemen ulus
olma prangasından kurtarmak için, HDP’yi desteklemeye; HDP’yi savunmaya çağırıyoruz.
Bu
gerçek milliyetçiliğin Kürtlerdeki karşılığı da tam tersinedir.
Öcalan
gerçek Kürt milliyetçisidir.
Kürtlerin
refah ve demokrasi içinde yaşaması için, aslında ayrı bir Kürt devleti kurmanın
yanlış olduğunu savunmakta, hatta bütün Ortadoğu ölçüsünde bir devlet içinde
bütün dillerin eşitçe yaşamasını savunmaktadır.
Öte
yandan, bir Kürt devletinden başka bir şey hayal etmeyenler de, tıpkı Türk faşistleri
ve ırkçıları gibi esas olarak Kürt ırkçılarıdırlar.
Ancak
bugün Türk, İran ve Arap devletlerinin egemenlikleri altında mazlum oldukları
için bu niteliklerini vurgulamak bize düşmez. Bunu söyleyecek olan Kürt
milliyetçileridir.
09
Eylül 2015 Çarşamba
Demir
Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder