Gezi üzerine yazına baktığımızda, ortada övgüden başka bir
şey görülmemektedir. Halbuki Gezi’nin övülmeye değil eleştirilmeye ihtiyacı
var.
Gezi esnasında yazdığımız yazılar olayların dumanı tüterken
yapılmış eleştirilerdir aynı zamanda.
Gezi esnasında yazdığımız yazıların ana temalarından biri Gezi’nin
Kürt hareketi ile buluşması üzerinde yoğunlaşıyordu. Gezi’ye dönüyor, Kürt hareketini
kazanması ve etkilemesi gerektiğini; Kürt hareketine dönüyor Gezi’yi nasıl kazanabileceğini,
nasıl etkileyebileceğini anlatmaya çalışıyorduk.
Bu seçimlerde bu buluşma ilk kez sınırlı da olsa gerçekleşecek
gibi görünüyor. Bu buluşmayı engellemeye yönelik olarak kurulmuş bulunan “Birleşik
Haziran Hareketi” amacına ulaşamadı ve içinden çok geniş bir kesim, HDP’yi
destekleme ve oy verme eğilimi gösterdi. Keza Gezi’nin en ileri, en iyi unsurları;
HDP’yi destekliyor.
Benzer şekilde Gezi, Kürt Hareketi’nin de “ilkel milliyetçilere”
bağımlılığını ve mahkûmiyetini zayıflattı ve Kürt Hareketinin en ileri unsurları
“Türkiyelileşme” projesini güçlendirdi.
Bu ittifak, henüz geniş kesimlere yayılmamış bu haliyle bile
ilk zaferini, muhtemelen önümüzdeki 7 Haziran seçim/referandumunda elde
edecektir. Gezi’nin ikinci yılında geç gelmiş bir başarısının arifesinde bulunduğumuz
söylenebilir.
Ancak, Gezi üzerine yazına bakınca özel savaş döneminde
(doksanlı yıllar ve AKP iktidarının ilk yıllarında) yerleşmiş akademisyenler ve
sol örgütlerin hala etki ve egemenliklerini sürdürdüğü görülmektedir.
Aşağıdaki yazı Marksist lafızlı bu gerici ideolojik egemenliğe
karşı bir teorik mücadele olarak da okunabilir ve okunmalıdır.
(İlişikte “Gezi Direnişi
Yazıları (31 Mayıs – 29 Temmuz)” kitabımızın orijinalini hem PDF hem de EPUB formatıyla yolluyoruz. Kitap
ayrıca MOBI, EPUB ve PDF olarak şu adresten de indirilebilir: https://yadi.sk/d/RGzxo1Iigy4SN )
31 Mayıs 2015 Pazar
Demir Küçükaydın
Gezi’nin Yapısı ve Nedenleri Üzerine
“Sınıfsal” ve “Ekonomik” Açıklamalar
Gezi’nin yapısına ve
nedenlerine ilişkin değerlendirmelerde ille de aracısız ve doğrudan sınıfsal ya
da ekonomik bir neden bulma kaygısı vardır. Bu kaba ve yüzeysel Marksizm
neredeyse kendini Marksist olarak tanımlayan bütün yazarlarda görülmektedir.
“Ekonomik” açıklama
olarak, “neoliberalizm” ve/veya “iflası” gibi kavramlarla Gezi açıklanmaya çalışılmaktadır.[1]
Tabii bunun ardında da Gezi’yi ekonomi dışı nedenlerle açıklamaya kalkmanın
yeterince Marksist veya materyalist olmadığı gibi gizli bir varsayımın Medusa
Kafası görülmektedir.
Bu kaba ve yüzeysel Marksizm’in
bir diğer versiyonu, Gezi’yi yapanların işçi sınıfı, işçi sınıfının yeni oluşan
bir zümresi,[2]
“Prekarya”[3] olduğu, vs.,
şeklinde dillendirilmektedir.
Ampirik olarak doğru
olsalar bile (ki biz de Gezi’ye katılanların büyük bölümünün ücretliler
olduğunu düşünüyoruz ve bunu daha Gezi esnasında yazmıştık.) bu çıkarsamaların
dayandığı varsayımların kendileri yanlıştır. Çünkü isyanların ardında daima
yaşam ve gelir düzeyinde bir kötüleşme veya sınıfsal yapıda bir değişme sonucu
ortaya çıkan yeni bir özne olması gerektiği varsayılmakta, bu varsayıma
dayanarak bu türden açıklama yolları aranmaktadır.
İsyanların ardında her
zaman yoksulluk ya da yaşam şartlarında bir kötüleşme olmaz. Aksine çoğu kez,
iyi bir ekonomik durum da, yükselen gelirler de bir isyanın ardındaki koşullar
arasında bulunabilir. Çünkü özellikle modern kapitalizmde, iyi bir ekonomik
durum genellikle ekonomik bir büyümeye, bu da işgücüne duyulan talebin
artmasına ve bu da işçilerin pazarlık gücünün ve direniş olanaklarının
artmasına, işçiler arasında ve bütün toplumda genel bir psikolojik dönüşüme yol
açabilir.
Keza hızlı büyüme
dönemleri genellikle, üretici güçlerdeki, dolayısıyla üretim ve yaşam koşullarındaki
büyük değişimlere; bunlar da eski siyasi, kültürel, hukuki, vs., biçimlerle
olan çelişkinin artmasına, gerilimlere ve isyanlara yol açabilirler. Örneğin 68
hareketi, kapitalizmin tarihindeki en uzun ve güçlü büyümesinin ürünüydü bir
bakıma. Aslında Gezi’nin böyle bir yanı da vardır.[4] Yani Gezi bu
yanıyla biraz 68’e de benzer. (Bu konuya ilerde değineceğiz.)
Neo-Liberalizm Açıklaması
Neo Liberalizm ve
bunun iflası ile Gezi’yi açıklamaya kalkanlar, Neo Liberalizmin en önemli
özelliği sosyal harcamaların kısılması, savaş sonrasının Keynezyen ekonomi
döneminde elde edilmiş kazanımların tırpanlanması iken, Türkiye’de bunların
oran olarak artması olgusunu görmezden gelmek zorunda kalmaktadırlar.[5]
Bir şeyin en önemli, onu o yapan, ayırıcı özelliği olmadığında o şey nasıl
kendisi olarak kalabilmektedir?[6] Bu cevaplanması
gereken bir soru olarak ortada durmaktadır.
Öte yandan
neoliberalizm denenin ne olduğu belli değildir onu kullananların dilinde.
Neoliberalizm
diyenlerin, onun özellikleri olarak saydıkları, genellikle kapitalizme has özellikleri
tekrarlamaktan başka bir şey değildir. Kapitalizme has olguları neoliberalizme
has özellikler olarak tanımlamak, onları olayların nedeni yapmaya yetmez ve
aslında hiçbir şeyi açıklamış olmaz.
Ya da tersinden
Türkiye’nin ya da Şark’ın binlerce yıllık devlet ve devletçiliğine ilişkin
olarak da söylenebilecek özellikler, neoliberal devlete ithaf edilmektedir.
Örneğin Foti Benlisoy
yazıyor (Parantez içi notlar bizim):
“Neoliberalizmin
demokrasiyle rabıtası üzerine çokça yazıldı. Kısa ve kabaca da olsa tekrar
etmekte yarar var aslında: Neoliberalizm geniş yığınlar için hayati önemdeki
ekonomik ve sosyal meseleleri demokratik karar alma mekanizmalarının dışına
taşır, siyasi değil teknik meseleler haline getirir. Yani neoliberalizm
siyaseti teknikleştirir. Teknokrat hükümetlerinin Avrupa’da geçer akçe olmaya
başlaması bu eğilimin bir tezahürü elbette. Toplumsal dışlama ve
iktisadi-sosyal eşitsizliklerin artışı, güvenliğin temel bir siyasal tema
haline gelişine neden olur, yani siyaset güvenlikleştirilir. (Kapitalizm ne zaman böyle değildi ki? Bundan
kırk yıl öncesinin Türkiye’sinde bile ‘teknokrat kabineleri’ kurulurdu. Avrupa
Birliği kurulduğundan beri neredeyse böyledir) Bu anlamda iç güvenlik
aygıtı ordulaşır, şiddet aygıtları özelleşir, özel güvenlikler, kameralar, alt
sınıfları kriminalize ve kontrol etmenin bin bir metodu gündelik hayatın
alışıldık parçaları oluverir. (Bütün bu
eğilimleri Lenin bile belirtir. O zamanlar kameralar olmadığı için kameralardan
bahsetmemiş olması özünü değiştirmez) Neoliberalizm yürütme organını
güçlendirerek (KHK’ler, torba yasalar, vs.) parlamenter rejimin klasik işleyişinden
bir sapmaya yol açar. (Kapitalizm ve
burjuvazi ne zaman böyle değildi? Birinci Paris Komünü’nden sonra bile tamı
tamına bu eğilimi açığa çıkmıştı) Ancak bu ve benzer başka melanetlerine
karşın onun demokrasiye yönelttiği esas tehdit, yukarıda da defalarca tekrarlandığı
üzere, aşağıdakilerin kendi kaderlerine sahip çıkmaya dönük enerjilerini soğurması,
zayıflatmasıdır. (Ne zaman böyle değildi?)”
(F. Benlisoy, “Neoliberalizm ve
Aşağıdakilerin Demokrasisi”)
Şu soru bile sorulmuş
değildir: Neoliberalizm nasıl bir kavramdır? Yani Emperyalizm (Lenin) veya Geç
Kapitalizm (Mandel) gibi kapitalizmin yapısal özelliklerindeki değişimin
yine bizzat kapitalizmin özelliklerinden çıkan yeni bir aşaması mıdır?
Eğer böyle ise, bunlar
nelerdir ve nasıl açıklanabilir? Yok, eğer böyle değil, bütünüyle sosyolojik
bir anlamdan yoksun bir politik kavram ise, zaten bir analiz aracı olarak
kullanmak yanlış olduğu gibi, bu politik kavramın var oluşunun sosyolojik bir
açıklamasını yapmak gerekir. Bu güne kadar bu yönde en küçük bir çaba
görülmemektedir. Kapitalizme veya Türkiye’nin Sümerler çağından kalma
devletçiliğine has nitelikler alt alta sıralanarak bunlara neoliberalizmin
özellikleri denilmektedir. Böylece Marksist ve anti-kapitalist, hatta yaratıcı
Marksist bir tını bile verilebilir söz ve yazılara.
Ama medyatik olarak
Marksist veya anti-kapitalist havalı olmakla, Marksist olmak çok farklı
şeylerdir.
Neoliberalizm, Gezi’yi
açıklamak için, en az elverişli kavramdır. Neoliberalizmin özü, sosyal devlet
harcamalarının kısılması, savaş sonrasında işçilerin elde ettiği hakların
ortadan kaldırılmasıdır.[7] Bu dünyada
kapitalizmin genel eğilimidir. Ama genel eğilim başka bir şeydir bu genel
içinde farklı ülkelerde bunun sonuçları ve görünümleri başka bir şeydir.
Örneğin Türkiye ve
Brezilya, sosyal harcamaların milli gelire oranının arttığı nadir ülkelerdir?
Ve işin ilginci bu iki ülkede de Gezi ve Brezilya’daki benzeri görülmüştür.
Burada şunu sormak
gerekir: Neden ve nasıl olmaktadır da bu ülkelerde genel eğilime ters
özellikler görülmektedir? Öte yenden bu ters özellikler ile bu hareketlerin
varlığının ilişkisi nasıl açıklanabilir?
Aslında Gezi’nin
yapısal özelliklerini ve nedenlerini anlamakta kapitalizmin genel eğilimleri
bile yeterlidir. Kapitalizmin genel tarihsel eğilimleri, yani örneğin işgücünü
satarak yaşayanların giderek nüfusun büyük bölümünü oluşturması, nüfusun büyük
bölümünün şehirlerde toplanması, genel okur-yazarlığın yaygınlaşması ve eğitim
seviyesinin yükselmek zorunda olması, pre-kapitalist ilişkilerin parçalanması,
bir dünya pazarının oluşması, nispi olarak yoksulluğun artması gibi eğilimleri,
Gezi’nin yapısını anlayacak gerekli araçları zaten sunarlar.
Bunların yetmemesi
durumunda veya daha dakik bir açıklama gerektiğinde, bu ülkelerdeki
kapitalizmin gelişiminin kendine ilişkin özellikleri de ek olarak analize dâhil
edilebilir. Böylece çelişkili gibi görünen özellikler bile açıklanabilir.
Örneğin kapitalizmin
bu genel özelliklerine, Fordist veya post- Fordist gibi bu gelişmenin belli
dönemlerinin özelliklerini de ekleyelim.
Türkiye ekonomisi
2000’li yıllarda birçok özellikleri bakımından savaş sonrası Avrupa ekonomisine
benzemektedir.
Birincisi, Türkiye
için, 90’lı yıllar boyunca Kürdistan’da sürdürülen özel savaş, bir bakıma
İkinci Dünya Savaşı gibidir. Yıllardır yapılmamış yatırımlar, yıllardır doğru
dürüst yatırım yapılmamış, bomboş ve çürümüş bir altyapı, bütün bu
özellikleriyle Türkiye ekonomisi, AKP iktidara geldiğinde, hızlı bir kalkınma
için adeta nadasa bırakılmış bir toprak gibidir.
İkincisi, iki binli
yıllar boyunca dünyada düşük faizle bol para ve kredi bulma olanağı vardır.
Üçüncüsü, Kürdistan’da
savaşın durması, savunmaya ayrılan epey bir kaynağı sosyal harcamalara aktarma
imkânı yaratmıştır.
Dördüncüsü, Anadolu’da
palazlanan burjuvazinin, politik iktidarı ele alabilmek için işçileri kazanması
ve yedeğinde tutması gerekmektedir. Onlara aynı zamanda yaşamlarında iyileştirmeler
de sağlamak zorundadır.
Ve nihayet, Derviş’in
yaptığı reformlar bir hızlı büyüme için diğer koşulları da daha elverişli
kılmıştır.
Öte yandan dünyada,
otomobil sanayi, en ileri kapitalist ülkelerde ekonominin esas dinamosu
olmaktan çıkmış; elektronik ve enformasyon; biyokimya, nano teknoloji gibi uç
teknolojiler en ileri kapitalist ülkelerde toplanırken, otomobil sanayisinin
giderek orta derecedeki ülkelere kayması (Brezilya, Kore, Türkiye, İspanya,
vs.) görülmektedir. Yani ileri ülkeler neoliberalizm ile birlikte post-Fordist
bir döneme girerken; Türkiye, Brezilya gibi ülkeler, bilişim teknolojisi ve
Post- Fordist dönemde ve Neoliberal rüzgarların estiği bir dünyada Fordist bir
topluma dönüşmektedirler.
Bütün bu nedenler bir
arada, Gezi’nin tamamen farklı bir yapıda ve çok farklı nedenlerle ortaya
çıktığını; onun temel özelliklerini daha iyi açıklarlar.
Bütün bu yukarıda
sayılan özellikler, (Onlarca yıl nadasta kalmış boş topraklar gibi ekstansif
bir büyümeye olarak tanıyan altyapı, ucuz döviz, savaşa ayrılan kaynakların
azalması, vs.) Türkiye’de hızlı ekonomik büyüme, sosyal harcamaların payının
artması gibi savaş sonrası Avrupa’dakine benzer koşulları yaratmıştır ve bu
bakımdan Gezi bir yanıyla 68’e benzer.
Ama bu Fordist ve
Keynezyen büyüme, bilişim çağında olduğundan, Gezi’ciler cep telefonlu, büyük
bölümü aynı zamanda enformel sektörlerde de çalışan, twitterle örgütlenebilen
68’lilerdir de denebilir.
Türkiye’nin 2000’li
yıllardaki, özetle AKP iktidarındaki ekonomisi ve dönüşümleri ile savaş sonrası
Avrupa’nın Fordist ve Keynezyen büyümesi hiç de rastlantısal olmayan bir
şekilde çok benzeşmektedir. Türkiye’nin ekonomisinin iki binli yılları, kapitalizmin
Post-Fordist (yani ekonominin zirvesinin ve motorunun otomobil üretimi değil
de, elektronik olduğu dönemin bir kapitalizmi) bir çağında, Fordist bir döneme
geçiş (ekonominin motorunun ve zirvesinin otomobil ve yollar olduğu bir dönem)
olarak tanımlanabilir. Avrupa’daki otobanların karşılığı duble yollar; sosyal
devlet harcamaları ve sosyal evlerin karşılığı TOKİ’ler, sağlık reformları,
yardımlardır. Düzenli ve hızlı bir ekonomik büyüme ortaktır. Ama bütün bunlar,
aynı zamanda Keynezyenizmin bittiği bir neoliberal dönemde bir tür Keynezyen ekonomi
gibidir.
Böyle bir bakış,
bizlere Gezi’yi anlamak için, çok daha sağlam kavramsal bir temel sağlar ve
olgularla uyuşum halindedir. Metodolojik olarak mekanik açıklamaları da saf
dışı ederler.
Örneğin Türkiye ve
Brezilya’da neoliberalizme has olgular görülmemesini, sosyal harcamaların
kısılması bir bakıma neoliberalizmin en belirleyici özelliği iken, bunların
arttığı ülkeler olmasını bu tür bir yaklaşım daha kolay açıklayabilir.
Hatta bu yaklaşım, çok
farklı sınıfsal ve ideolojik arka planlarına rağmen Brezilya’daki Lula ve
Türkiye’deki Erdoğan’ın bu ülkelerdeki kapitalizmin gelişiminde aynı genel
tarihsel eğilime ve döneme karşılık düştükleri için birçok paralellikler
göstermelerini de açıklayabilir. Bu paralellik, tıpkı Roosevelt Amerika’sı ve
Hitler Almanya’sı paralelliklerine benzer. Her ikisi de birbirine zıt toplumsal
sınıf ilişkilerine ve güçlerine dayanmalarına rağmen; Roosevelt işçi hareketine
dayanan bir “demokrat”; Hitler işçi hareketini yok eden bir faşist olmasına
rağmen; ikisi de, savaş sonrasında yaygınlaşıp genelleşecek, aynı Fordist bir
dönemde Keynezyen diye tanımlanabilecek ekonomiyi uyguluyorlardı. Lula, işçi
hareketine dayanan bir işçi önderiydi, Erdoğan ise taşrada palazlanmış Müslüman
burjuvazinin işçi mahallelerinden gelmiş önderidir. Tamamen farklı sınıfsal
destek ve ideolojilere sahiptirler, ama ekonomi ve politikadaki paralellikler
çarpıcıdır. İkisi de ileri ülkelerde post-Fordist bir dönemde neoliberal
uygulamaların geçerli olduğu bir dönemde, Fordist bir döneme ve Keynezyen
uygulamalara geçen ülkelerin politikacılarıdırlar.
Sınıf ve Sınıf Hareketi
Elbette Gezi, bütün
modern ve şehirli hareketler gibi her şeyden modern ücretlilerin esas gövdesini
oluşturduğu bir harekettir. Yani hareketin büyük gövdesi işçilerdir. İşçinin
bir tek tanımı vardır. Yaşamak için işgücünü
satan herkes işçidir. Üretici olup olmamak işçi olmanın bir koşulu
değildir. Ama üreticilerin büyük bir bölümü de işçidir. Artık üretimin çok
küçük bir bölümü küçük üreticiler tarafından yapılmaktadır.
Ama onun gövdesinin
büyük bölümünü işçilerin oluşturması onu işçi
hareketi yapmaz.
Gezi hareketi, işçi
olarak sermaye karşısında bir hak ve geliri yükseltme mücadelesi değildir.[8]
Zaten örgütsel araçları da buna uygun değildir. İşçilerin bu tür
mücadelelerinin araçları işçi sendikaları, genel grevler, işyeri işgalleri,
sosyal demokrat veya komünist partiler ve daha başka mücadele örgütleridir.
İşçi hareketi
değildir, ama ana kitle olarak ücretlilere dayanması, yani ana kitlesinin
imtiyazlı ve egemen sınıflara dayanmaması veya onların varlığının ve etkisinin
sınırlılığı, onun aşağıda ayrıca ele alacağımız diğer hareketler olarak
varlığına demokratik bir muhteva vermiştir.
Gezi, küçük
burjuvaziye veya bürokratlara veya işverenlere dayanan bir hareket olsaydı,
hızla böyle demokratik bir muhtevaya sahip olamazdı. Örneğin Mustafa Kemal’in
askeri olmaya devam ederdi. Erdoğan’ın ve CHP’nin çekmeye çalıştığı bölünme
çizgisinde kalırdı.
Özetle, Gezi,
ücretlilerin ekonomik durumları için bir mücadele söz konusu olmadığından,
işçilerden oluşmasına rağmen bir işçi hareketi değildir.
Alevilerin yoğun
olduğu semtlerdeki bileşiminde işçilerin alt kesimlerinin hareketin ana gövdesini
oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bun karşılık, şehir merkezlerinde üst
kesimlerinin eğilimleri ve kültürel kodları damga vurmuştur harekete.
Ama Alevilerin olduğu
yerlerdekiler de daha ziyade işçilerin alt kesimlerine dayanmasına rağmen, bir
işçi hareketi özelliği yoktur. Alevilerin uğradığı özgül baskı ve bunun daha
artması karşısında bir savunma söz konusudur.
Ama eğer işçi
sınıfının alt kesimlerinin bir hareketinden söz etmek gerekirse, bir işçi hareketinden
söz etmek gerekirse, bu anlamda bir işçi hareketi de vardı Gezi esnasında. Ama
bu Gezi’ye karşıydı ve Erdoğan’ın arkasındaydı.
İşçiler, özellikle
işçi sınıfının (Aleviler dışındaki) alt kesimleri, Gezi’ye uzak durmuş, hatta
Gezi’yi AKP’nin son on yılda kendilerine iyi kötü sağladığı birtakım
kazanımlara karşı, tuzu kuru olanların bir saldırısı gibi görüp AKP ve
Erdoğan’ın arkasında yer almışlardır.
Onlar Erdoğan’ın
arkasında yer alarak, bir bakıma işçiler olarak bu son on yılda, hayatlarına
iyi kötü gerçekleşmiş bir takım iyileştirmeleri savunuyorlardı. Yani TOKİ
evlerine taşınmak, işe daha iyi veya seri bir otobüsle gitmek, hafta sonları
aile ve çocuklarıyla nispeten ucuza eğlenebilmek, yaşlı bir yakına yapılan
yardımlar, hastanelerde günlerce beklemekten kurtulmak ve iyi kötü bir bakım
görmek gibi, işçi sınıfının büyük çoğunluğu için, gerçek yaşamında hiç de
küçümsenmeyecek kazanımların savunusuydu Erdoğan’ın arkasında durmak.
Bu nedenle işçiler,
Gezi’nin bütün davetlerine rağmen onun çağrısına gelmedi.
Ama tam da Gezi’nin
demokratik mesajları nedeniyle, Erdoğan’ın kendilerini Gezi’ye karşı sürme
niyetine de prim vermedi. Gezi’nin mesajına da kulaklarını tıkamadı.
Özetle, Gezi’de işçi
hareketi aranıyorsa, bu Erdoğan’ın arkasındaki destektir. İşçilerin ekonomik ve
sosyal haklarının savunusu veya geliştirilmesi anlamında işçi hareketi Gezi’de
değil Gezi’ye uzak durup, Erdoğan’ın arkasına geçmiş olarak vardır.
Erdoğan bu bakımdan,
işçilerin alt kesimlerinin gerçekten işçi hareketi karakteri taşıyan duruşunu;
işçilerin nispeten üst kesimlerinin (gelir düzeyi anlamında “orta sınıflar” da
denebilir. “Orta sınıflar” açıklaması bu anlamda bir “hakikat çekirdeği”
içermektedir.) demokratik hareketine karşı çıkarmıştır diyebiliriz.
Gezi’de işçi hareketi
arayanların, onun işçi hareketi olmadığı ama Gezi’nin karşısındaki Erdoğan’ın
arkasındaki desteğin İşçi Hareketi olduğu gerçeği karşısında susmaları
anlamlıdır.
Gezi Hareketi Nedir?
Peki, Gezi hareketi,
neoliberalizmin iflasının yarattığı ekonomik çöküntüye karşı bir direniş değil,
işçi hareketi değil, ama ne?
Gezi Hareketinin
yapısını, özelliklerini ve nedenlerini Marksist kavramlarla nasıl açıklayabiliriz
veya açıklayabilir miyiz?
Sınıfsal (işçi
hareketi) veya ekonomik (Neoliberal’e tepki) açıklamaları bir kenara attığımıza
göre bu hareketi Marksist olarak açıklayabilecek kavramlar var mı? Marksist
kavram dağarcığı tükenmedi mi?
Hayır tükenmedi.
Gezi hareketi
demokratik bir harekettir. Yani onu yaratan nedenler kapitalizme içkin değildir
ve gerçekleşmeleri kapitalizmi ortadan kaldırmaz.
Ama bu demokratik
niteliği, birbirinden ayrı olarak analiz edilebilecek, birbirine bağlı, ama
farklı üç hareketin bileşiminden oluşan bir tür amalgamdır.
Gezi hareketi, bir
harekette üç harekettir ve üç hareketin de demokratik bir karakteri vardır.
·
Gezi hareketi,
kapitalizm öncesi toplumun kalıntısı, geçmişin kamburu, demokrasi düşmanı,
keyfi, baskıcı, bürokratik devlete; askeri bürokratik oligarşiye karşı bir
demokratik devrimci hareketidir.
·
Gezi hareketi bir
“Yeni Sosyal Hareket”tir.
·
Gezi hareketi bir
Ulusal Hareket’tir.
Onun bu üç özelliği,
aynı zamanda eleştirel, devrimci, heretik, heterodoks Marksizm’in teorik ve
kavramsal katkılarıyla görülebilir ve açıklanabilirler.
Şimdi farklı ama
birbirinin içine geçmiş, birbiriyle karşılıklı ilişki içindeki, ama bir tek hareket,
Gezi olarak görünen, hareketleri ele alalım.
Kapitalizm Öncesinden Yadigâr
Şark Devletine Karşı Demokratik bir Hareket Olarak Gezi Hareketi
Türkiye’de devlet hep,
klasik biçimiyle bir burjuva devleti olarak tanımlanmış ve bütün dikkatler
burjuvaziye veya kapitalizme yöneltilmiş, devletin kendisine karşı mücadelenin
anlamı ve önemi üzerine hiç düşünülmemiştir.
Akıl yürütme şöyledir:
Türkiye kapitalist bir ülkedir. Egemen sınıf burjuvazidir. Devlet de sınıf
mücadelesinde egemen sınıfın baskı aracıdır. O halde devlet de burjuvazinin
baskı aracı bir burjuva devletidir. Aracın kendisiyle uğraşmanın anlamı yoktur,
o aracı elde tutan sınıf ile uğraşmak gerekir. O halde hedefimiz burjuvaziye ve
kapitalizme karşı mücadele olmalıdır. Programlar, stratejiler hep bu kısaca
özetlenmiş yaklaşım açısından yapılmaktadır.
Türkiye’de ve bütün
diğer eski uygarlık beşiklerinde devlet, olağan burjuva devlet değildir. Sorunu
burjuva devleti gibi koymak bu gibi ülkelerin en temel özelliğinin üzerinden
atlar ve bu ülkeleri anlaşılmaz kıldığı gibi doğru bir program ve strateji
geliştirilmesinin önüne en büyük engeli diker.
Bu nedenle Gezi
hareketinin bu devlete karşı demokratik özelliğini görecek ve anlayacak kavramsal
araçlardan yoksundur Türkiye’deki ve aynı zamanda büyük ölçüde dünyadaki Marksistler.
Ama bunun nedeni
sadece teorik değildir, daha doğrusu bu yaklaşımın bürokrasinin yapısından
doğan bir özelliği de vardır.
Önce Marksist teoride
ve politikada, bürokratik devlet cihazına karşı mücadelenin ve bunun demokrasi,
refah ve ezilenlerin iktidarı ile bağının koparılmasının sınıfsal temeline
değinelim.
Yirminci yüzyılda
bütün işçi hareketi, sendikalara ve “sosyalist” ülkelerdeki devletlere dayanan
işçi hareketi veya resmi Marksizm ve Sosyal Demokrasi, esas olarak sendika ve
devlet bürokrasisine dayandığı için, bu bürokrasiyi var eden, onu mümkün kılan
ve o egemenliğin aracı olan cihazların mücadelenin bir hedefi olarak ele
alınmasını kendi çıkarı gereği engellemiştir. Yani yaygın ve bilinen Resmi
Marksizm’de bir devlet ve bürokrasi düşmanlığı yoktur. Bilinçli olarak,
bürokrasinin sınıf çıkarları gereği unutulmuş ve unutturulmuştur.
Hâlbuki klasik ve
otantik Marksizm ise işçilerin küçük bir azınlığın egemenliğinin aracı olarak
şekillenmiş devlet cihazlarını kendi egemenliklerinin aracı olarak
kullanamayacaklarını; bunu parçalamak zorunda olduklarını; demokratik
taleplerin bile ancak, imparatorluğun imparatorsuz biçimi burjuva devletlerini
parçalayarak, bürokrasiye yer vermeyen ya da minimuma indiren, özgür komünlerin
birliğinden oluşan bir Demokratik Cumhuriyet olduğunda savunulabileceğini;
Paris Komünü’nün tam da böyle bir araç olduğunu savunmuş ve kavramsallaştırmıştır,[9]
Hatta Marks, kendi
öğretisinin ayırıcı özelliğinin sınıflar ve sınıf mücadelesi değil, tam da bu
olduğunu bile belirtmiştir.
Ne var ki, tam da
sendika ve devlet bürokrasileri, buna kabaca, sendikalar ve devletler de diyebiliriz,
tam da bu devrimci özü yok etmişler; suskunlukla geçiştirmişlerdir.
Ama buna karşılık
eleştirel ve devrimci bir Marksizm de var olmuştur. Bir yanda bürokrasiye karşı
mücadele eden ve klasik otantik pozisyonları savunan Troçki’nin adına bağlı
gelenek, diğer yanda Türkiye’de Hikmet Kıvılcımlı, otantik Marksizm’in bu
duruşunu, savunmuşlar, geliştirmişler ve politik ve programatik duruşlarının
merkezine koymuşlardır.
Ancak bu alanda esas
büyük teorik katkıları Hikmet Kıvılcımlı yapmıştır. Çünkü “Şark despotluğu”,
yani büyük antik uygarlıkların devletleri, kapitalizm öncesi tarihin hareket
yasalarını bulmaya çalışan Hikmet Kıvılcımlı’nın karşılaştığı en temel
sorunlardan biriydi. Bütün peygamberler, İbrahim’ler, Musa’lar, Mezopotamya’nın
Nemrut’larına ve Nil’in Firavun’larına karşı savaşmamışlar mıydı?
Bu alanda Kıvılcımlı
ve Troçkist geleneğin yaptığı katkılar ve geliştirdikleri kavramlar –biri
yirminci yüzyılının Stalinist karşı devrime uğramış devletlerini, diğeri antik
tarihin uygarlıklarını, bu devletlerin kuruluş ve yıkılışlarını ve az
gelişmişliği açıklamaya yönelik olmakla birlikte– birbirinden bağımsızca aynı
sonuçlara ulaşıyorlar ve birbirlerine tencere ve kapağı gibi uyuyorlardı.
Troçkist hareket,
bürokrasiye karşı bir devrim programatik sonucunu savunurken; Hikmet Kıvılcımlı
da Firavun ve Nemrutlar çağında kalma devletin ve devletçiliğin tasfiyesini, demokratik
ve en acil görev olarak koyuyor; bu devletin ve devletçiliğin, modern burjuva
devletiyle karıştırılmaması gerçeğinin altını çiziyordu.
Türkiye’de altmışlı
yıllarda bir strateji tartışması yaşanmış ve bu tartışmada, Türkiye’nin kapitalist
mi yoksa yarı feodal mi veya feodal mi olduğu tartışılmıştı. Bu tartışmada
maalesef metodoloji, köyde traktör sayarak kapitalizmin gelişmişlik derecesini
çıkarmaktan öteye gidememiş, toplumların aynı aşamalardan geçecekleri var
sayımına takılı kalmıştı.
Ama o tartışmada
bilinmeyen damar Hikmet Kıvılcımlı idi ve Türkiye’deki devletin ve devletçiliğin
gerici ve kapitalizm öncesi anti-demokratik özelliğine ve bunun modern kapitalizm
ile girdiği simbiyoz ilişkiye dikkati çekerek, bu bürokratik, baskıcı, militer
devletin tasfiyesinin en baş demokratik görev olarak önemine dikkati çekiyordu.
Kurduğu Vatan Partisi’nin esas programatik özü, demokrasiyi ve kalkınma için
kaynak sağlamayı, pahalı, baskıcı, bürokratik, militer devlet cihazının
tasfiyesine bağlayarak, Ucuz Devlet’e (devlet baskıcı, militer, keyfi,
bürokratik, kırtasiyeci olmadığında otomatik olarak ucuz da olur) en baş yeri
veriyordu.
Tabiri caiz ise,
Türkiye’de “feodalizm”, her şeyden önce Sümerler çağından kalma, Nemrut ve
Firavunlar döneminden yadigâr, bu baskıcı, bürokratik, keyfi devlettir. Bütün
melanetlerin başı budur.
Türkiye’de devlet,
neoliberal bir devlet değildir. Batı’daki burjuva devletlerden tamamen farklı
kapitalizm öncesini, prekapitalist sömürü (ekonomi dışı cebir ile artı ürüne el
koymak, kapitalizm öncesi sömürünün özüdür. Devlet tam da bunu yapar.) ve
egemenlik ilişkisini (devletin kendisi neredeyse bir egemen sınıf gibidir.
Politikaya egemen sınıftır.) temsil eder ve kendisine karşı mücadele en temel
görevlerden biridir.
İşte, Türkiye’de bu
kapitalizm öncesi Leviahtan’ı parçalamayı ve demokratik bir cumhuriyet kurmayı
baş hedef olarak koymayan her politik parti ya da hareket, ister
anti-kapitalist, ister komünist olsun, nesnel olarak bu devletin ve
devletçiliğin basit bir yedeği olmaktan kurtulamaz.
İşte neredeyse bütün
Gezi üzerine yazan Marksistlerin ve Gezi’de var olan solun en temel ve Gezi’ye
en aykırı özelliği, bu devlete karşı demokratik bir programı savunmaktansa
neoliberalizme veya yağmacı kapitalizme, vs., karşı olmaktan söz etmeleri, esas
hedefi gizlemeleri noktasında toplanıyordu.
Bu yaygın ve egemen
solun tavrı, Marks zamanında, burjuvaziye karşı olmak adına Bismark’ın temsil
ettiği Şark devletçiliğinin Almanya versiyonu Prusya devleti ile uzlaşan
Lassale’ın tavrından hiç farklı değildi ve Marks tarafından da zamanında mahkum
edilmişti.
İşte Gezi her şeyden
önce bu devletin gücüne, keyfiliğine, anti-demokratik niteliğine; merkeziliğine
karşı tebaa yerine modern yurttaş olmak isteyen;[10] hoşgörü ve koruma
değil, haklar isteyen modern insanların bir hareketiydi.
Gezi esnasında bütün
bu demokratik öz, aynı zamanda onun örgütlenmeye karşı aşırı alerjili ve
kuşkulu yanlarında bile yankısını buluyordu ve yanlışlığına ve Gezi hareketini
zayıflatmasına rağmen, örgütlenmeye bile duyulan alerjinin böyle sağlıklı bir
yanı da vardı.
Bugünkü devleti
burjuva veya Neoliberal devlet olarak tanımlamanın ardında, üretim biçimlerinin
birbirini izlediği ve üst ve sonradan gelen üretim biçimlerinin önceden
gelenleri de yok ve tasfiye ettiği varsayımı vardır.
Hâlbuki bu varsayım ve
evrim kavrayışının kendisi eleştirel ve devrimci Marksizm’e yabancıdır ve
çoktan aşılmıştır. Evrim düz bir çizgi izlemediği gibi sonra gelenler her zaman
öncekileri tasfiye etmez. Aksine onlarla simbiyoz bir ilişki içine girip
birbirlerini güçlendirebilirler. Keza eski üretimin biçimleri ve kurumları,
kendi niteliklerini değiştirmeden de bir evrim sürdürebilirler. Amerikan
yerlileri ok ve yayın yerine tüfek kullandıklarında kapitalist topluma geçmiş
olmuyorlardı. Firavunlar çağından gelen devlet, at yerine tank kullandığında, modern
burjuva devlete dönüşmüş olmaz.
Yani ülkenin ekonomik
temelinin kapitalist olması demokratik devrimin ve görevlerin aşıldığı anlamına
gelmez. Aksine, finans-kapital çağında, bu kapitalizm öncesi yapıların güçlenip
yeniden hayat bulması anlamına da gelebilir.
İşte böyle bir tarih
ve evrim anlayışı olmadan, Türkiye’deki devrimin demokratik görevleri
kavranamaz. Sol ya da Marksistler, askeri bürokratik oligarşinin bir tür yedek
lastiği rolü görmekten öteye gidemez. Bu durumdan kopmak isteyenler de
liberallerin destekçiliğinden öteye gidemezler. Ve her ikisi de bu devrimci ve
demokratik özelliğini göremez Gezi’nin. Bunu görecek kavramsal araçları yoktur çünkü.
Gezi hareketi üzerine
yazan Marksistlerin neredeyse hiç birinin Gezi hareketinin bu özelliği üzerinde
yoğunlaştıkları görülmez.
Çünkü kavramsal
araçları yoktur bunu görecek. Evrim kavrayışları mekanik, düz bir sırayla
ilerleyen, sonra gelenin öncekileri tasfiye ettiği düz bir tarih kavrayışından
ötesine izin vermemektedir.
Toparlarsak, Gezi’nin
en temel özelliklerinden biri bu keyfi, baskıcı, bürokratik, pahalı devlet
cihazına karşı bir hareket olmasıydı. Onun en anti-feodal ve demokratik
denebilecek, en devrimci yanlarından biri buydu. Zaten onun ateşleyicisi bu
keyfi, hak-hukuk tanımayan Şark devletinin ve bunu bir araç olarak kullanan
hükümetin şiddetiydi. Artık hakları olan modern bir yurttaş olmak isteyen, eski
tebaa ilişkilerine sığmayan kitleyi eski yerine sokmaya kalkmasıydı.
Bunu her vesileyle
ifade etti. Örgüte ve örgütlenmeye duyduğu neredeyse alerjik denebilecek karşı
çıkışın kökeninde bile bu devlete ve bu devleti hedef tahtasına koymayan sola
bir tepki, hem de sağlıklı bir tepki vardı. Parklar ve forumlara hemen böyle
sahip çıkması ve benimsemesi. Hatta mahallelere yayılmak için acele etmesi.
Bütün bunlar, tamamen aşağıdan gelme, özgür komünlerin birleşmesinden oluşan
bir devlet cihazına özlemin bilince çıkmamış ve tepkisel ifadeleriydiler.
Bir “Yeni Sosyal Hareket” olarak
Gezi
Gezi hareketinde bir
“Yeni Sosyal Hareket” özelliği görülmektedir. Zaten bu özelliğinden yola
çıkarak ona 21. yüzyıla has hareket denmektedir.
“Yeni Sosyal Hareketler”
nelerdir?
Kadın hareketi,
ekoloji hareketi (ki “şehir hakkı” ya da “yaşam alanı” da bunun bir alt başlığıdır),
siyahlar hareketi, barış hareketi, LGBT hareketi, vs., gibi hareketlere “Yeni
Sosyal Hareketler” denmektedir.
Bütün bu hareketlerin
ortak özelliği, iktisadi ilişkiler içindeki konumlardan (sınıfsal durum)
kaynaklanmamaları; tüm sınıflardan insanlardan oluşması ve modern kapitalist
toplumlarda görülmeleridir.
Ancak bu özellikleri
bir takım teorik sorunlar yaratır.
Klasik Marksist
literatürde ne bu özneler ön görülmüştür; ne de bu özneleri yaratan problemler
teorik olarak ele alınmıştır.
Bir kere iktisadi
ilişkiler içindeki konuma göre belirmeyen bir öznenin veya bir hareketin ortaya
çıkmasının kendisi bizzat bir teorik sorun oluşturur. Bu nasıl izah
edilecektir? Eski teorik sistemle bunu açıklamanın bir olanağı var mıdır?
Klasik öğreti,
mücadele öznelerini, iktisadi ilişkiler içindeki konumlara göre belirleyip, program
ve stratejiyi buna göre belirlemeye çalışır. Örneğin küçük burjuvazinin veya köylülüğün
toplumsal konumundan hareketle onların karakteri ve çıkarları; buradan onlarla
ittifak kurabilmek için ne gibi bir program gerektiği belirlenmeye çalışılır.
Bir başka teorik
sorun, bunların niye öngörülmediği ve bunları yaratan problemlerin niye hiç söz
konusu edilmediğidir.
Bir başka sorun, bu
hareketler esas olarak gelişmiş kapitalist ülkelerde görüldüğüne göre, bunların
anti-kapitalist bir özellik gösterip göstermediği, gösteriyorsa bunun hangi
mekanizmayla açıklanabileceğidir.
Bu gibi sorular uzatılabilir.
Şimdi bir an için
bunların dünyada tartışılmadığını var sayalım. Bu tartışmalardan habersiz
olunduğunu var sayalım. O takdirde, böyle bir hareket karşısında bu soruların
sorulması gerekirdi. Bu sorular ise kavramlar üzerine bir tartışmayı zorunlu
kılardı.
Yani şu soru
ortadadır: Eğer Gezi hareketine, diyelim ki, yeni “yaşam alanının
ticarileşmesine ve metalaşmasına karşı” veya “şehir hakkı” için hareket
deniyorsa, bu tasviri kavramların Marksist kavramsal araçlarla tanımlanması
gerekir.
Yani Gezi, aynı
zamanda bir Yeni Sosyal Hareket değilse, bu tasviri tanımlar bu anlam gelmiyorsa
ne anlama gelir? Eğer Gezi bir yeni sosyal hareket ise, “Yeni sosyal hareketlere ilişkin yukarıdaki sorulara derli toplu bir
cevap veren bir Marksist teori var mıdır, varsa nedir ve o teori çerçevesinde
Gezi nasıl açıklanabilir?” diye sormak gerekir, Gezi aynasında Marksizm
tartışılacaksa.
Bizce Gezi’de en
azından üç farklı yeni sosyal hareketin bulunduğu söylenebilir: Ekoloji ya da
Çevre Hareketi, Kadın Hareketi, LGBT hareketi.
Her şeyden önce bir
ekoloji hareketi olarak başlamıştır. Neredeyse yarı yarıya kadın katılımı
görülmektedir ve bir kadın hareketidir[11] ve bir LGBT
hareketidir.
Dogmatik, bilinen,
yaygın Marksizm bu alanda ya hiçbir şey söylemez ya yeni sosyal hareketleri
klasik Marksist sınıf kavramlarıyla açıklamaya çalışır ya da varlığını kabul
ettiğinde eklektik bir kavram sistemine başvurup, buradan da tümüyle
Marksizm’in reddine gider.
Eleştirel, devrimci,
heretik Marksizm ise hem bir yanıyla bu hareketlerin adeta habercisidir (Perry
Anderson Batı’da Sol Düşünce’de buna
dikkati çeker); hem bu hareketleri açıklayacak kavramsal araçlar geliştirmiştir
(Kıvılcımlı’nın örneğin Kadın Sosyal
Sınıfımız adlı yazısındaki metodoloji); hem de ortaya çıkışlarından
itibaren onların içinde yer almış, öncülerinden biri olmuştur (Troçkist
gelenek)
Biz bütün bu yeraltında
geliştirilmiş teorik ve pratik kazanımlara dayanarak, yeni sosyal hareketler ve
ortaya çıkardığı teorik sorunlarla seksenli ve doksanlı yıllarda yüzleştik ve
Marksist kavram sistemi içinde tutarlı bir cevaplar silsilesi ve teorik bir
açıklama getirdik.
Bu hareketleri yaratan
sorunların Marksizm’ce önceden konu edilmemiş olmasının nedeni, bunları yaratan
özelliklerin kapitalizmin kendisinden doğmamalarıdır. Evet, bunlar esas olarak
kapitalist ülkelerde görülmektedirler, ama kapitalist üretimin kendisinden,
onun olmazsa olmaz bir bileşeni olan nedenlerle ortaya çıkmazlar. Bu nedenle
de, kapitalist ilişkilerin geliştiği ülkelerde çıkmalarına rağmen özünde
anti-kapitalist bir özellik taşımazlar. Kendilerini var eden nedenlerin ortadan
kalkması halinde kapitalizm ortadan kalkmaz, daha ideal ve mükemmel bir kapitalizm
olur.
Tabii bunun
açıklaması, bu hareketlerin aslında kapitalizmin, kapitalist olmayan bir
dünyada doğup yayılması ile ilgilidir. Bu dünyayla simbiyoz bir ilişkinin
sonucu olarak bu hareketler çıkarlar.
Bu hareketler bir tek
kavram sistemi içinde toparlanabilip ortak özellikleri açıklanabilir. Bu kavram
“kullanım değeri”dir. Kullanım
değerinin işgücü denen meta ve diğer metalardaki farklı özellikleri ile bu kolaylıkla
yapılabilir. Aynı zamanda, kullanım değeri ekonomi politiğin konusu
olmadığından Marksizm’in kurucularının, modern kapitalist üretimin özünü vermekte
yoğunlaştıkları için, bunları konu etmemesi de hem açıklanabilir hem de bunun
Marksizm’in bir zaafı değil, metodolojik üstünlüğü olduğu gösterilebilir. Hem
de bu kavram aracılığıyla onların neden anti-kapitalist bir özellik
taşımadıkları, ama kapitalist ülkelerde görüldükleri açıklanabilir.
Örneğin Ekoloji
hareketi bütünüyle malların kullanım değerleri ve fiziksel özellikleri ile
ilgili sorunlardan çıkar. Yani kullanım değerleri diyebiliriz. Yani üretilen
ürünler çevreyi fiziksel özellikleri nedeniyle kirletmese örneğin, bir ekoloji
hareketi olmaz, o hareketi yaratan sorun olmaz çünkü. Kullanım değeri (Malların
yararlılıkları ve özellikleri) ise örneğin Das
Kapital’in yani ekonomi politiğin konusu değildir. Kullanım değerleri
tüketicilerin veya tüccarların konusudur. Ekonomi Politik, tıpkı biyolojinin
konusunun, kendinin benzerini yapan bir molekül ortaya çıktığında, çıkması
gibi, iki ürün birbiriyle değiştirilip bir meta olduğu, değişim değeri ve değer
yasası ortaya çıktığı noktada başlar. Değişim değeridir ekonomi politiğin
konusu. Kullanım değerlerini Marks’ın konu edip araştırmaması, bir zaafı değil,
gücüdür.
Keza tersinden siyah,
kadın, LGBT hareketi gibi hareketlere baktığımızda da iş gücünün fiziksel,
biyolojik veya başka moral özelliklerinden doğan sorunlar olduğunu görürüz.
Ama işgücü denen meta
söz konusu olduğunda tüm diğer metaların aksine olarak, onun fiziksel ve moral
özelliklerinin onun kullanım değeri (artı değer yaratma özelliği) üzerinde bir
etkisi olmadığı çok açıktır. İşçinin bir kadın, eşcinsel, siyah, Müslüman,
ateist, vs.,olması onun yarattığı artı değer üzerinde, yani kullanım değeri
üzerinde hiçbir etkide bulunmaz. Yani kapitalizm, özünde, ırkçı ya da
cinsiyetçi, homofobik, vs., değildir. Ama gerçekte var olan kapitalizm
böyledir. Tam da bu nedenle bu hareketler hedeflerine ulaştıklarında,
kapitalist toplumlarda görülmelerine rağmen anti-kapitalist bir dönüşüme yol
açmazlar ve kapitalizm için ideal şartlar yaratırlar. Gerçekte var olan
kapitalizmin böyle olmasının nedeni ise modern üretim biçiminin, eski
biçimlerle girdiği simbiyoz ilişkidir. Yani onları sadece tasfiye etmez, onları
aynı zamanda güçlendirir ve karşılıklı bir bağımlılık da yaratır.
Burada bu teorik
açıklamayı uzun uzun anlatmanın olanağı yok.
Ancak özetle şunu
diyebiliriz: Yeni Sosyal Hareketlerin hedefleri anti-kapitalist olmadığından,
demokratik karakterdedirler. Yani gerçekleşmelerinde daha mükemmel ve ideal bir
kapitalizmin koşullarının oluşmasına hizmet ederler.[12]
O halde, yeni sosyal
hareket olarak Gezi, bu niteliğiyle ve yapısıyla, anti-kapitalist değil, demokratik
bir karakter taşır.[13]
Bu sonuçları ayrıntılı
olarak uzatmak mümkündür. Ama görüldüğü gibi aslında bizim kullandığımız ve bir
dereceye kadar da geliştirdiğimiz şekliye Marksizm, bu hareketler karşısında
hiçbir teorik zorluk içinde değildir.
Bizim görebildiğimiz
kadarıyla, tasviri kavramların ötesinde, Gezi’nin yeni sosyal hareket karakteri
ve bunun Marksist teori bakımından nasıl açıklanacağı veya açıklandığı
konusunda ciddi çaba bir yana sorunun böyle koyuluşu bile pek görülmemektedir.
Bir Ulusal Hareket Olarak Gezi
“Ulusal hareket”
denince herkesin aklına sadece Kürt hareketi veya benzeri hareketler gelmektedir.
Ulusal bir hareketin ancak bir dile, bir tarihe, bir dine, bir “halk”a dayanan
bir hareket olabileceği gibi bir algı vardır. Bu algının nedeni ise herkesin
ulusçu olması ve ulusların ve ulusçuluğun ancak böyle olabileceğine ilişkin
ulusçuların ulus tanımının egemenliğidir.
İşin kötüsü bu algının
en büyük suçlularından biri de ulusları dil, tarih, ortak yaşantı birliği, vs., olarak tanımlayan
resmi sosyalizmlerdir.
Resmi sosyalizmin ulus
tanımı üzerinden Gezi hareketinin ulusal hareket olma karakteri anlaşılamaz bu
nedenle. Anlaşılamadığı için de “yaşam
tarzı” gibi tasviri kavramlarla olguya yaklaşılıp onun demokratik ve
devrimci yanı görülemez.
Ulusçuluk, “ulusal olanla politik olanın çakışması
ilkesini” savunmaktır.
Ama bu ilke, toplumun
örgütlenmesinde, politik olan ve politik olmayan (kişiseli, özele ilişkin) diye
bir ayrımın olduğu bir dünyada ancak yapılabilir.
Aydınlanma tüm
dinlerden ve soylardan insanları eşitlemek için bu ayrımı yapmış, dini, soyu
politika dışına atarak bu ayrım aracılığıyla insanları hak ve hukukça
eşitlemeye girişmişti.
Ancak Aydınlanma
içinde bir karşı devrim olan ulusçuluk, politik olanı ulus ile; ulusu da din,
dil, soy, vs., ile tanımlayarak insanların eşitliği yerine ulusların eşitliğini
geçirerek en büyük eşitsizliklerin, en büyük katliamların ve savaşların yolunu
açtı.
Ulus konusu ve sorunu
üzerine bütün terminoloji ve kavramlar ulusçuların ve ulusçuluğun kavramlarıdır
ve bu karşı devrimin lanetiyle damgalıdırlar.
Dolayısıyla hiçbir
bilimsel ya da Marksist bir anlamları yoktur. Marksist bir ulus ve ulusçuluk
teorisi ve kavram sistemi olmadan ulusçuluğun dışına çıkıp ulusçuluğu anlamak
ve onunla mücadele etmek olanaksızdır.
Bu nedenle Gezi’nin
bir ulusal hareket olduğunu ortalıktaki Marksistlerin anlaması olanaksızdır.
Ulusçuluk, “ulusal
olanla politik olanın çakışması ilkesi”ni savunmak olarak anlaşıldığı an,
ulusal olanın nasıl tanımlandığının ulusun ve ulusçuluğun karakterini
belirlediği ortaya çıkar.
Yani örneğin ulus, bir
dile (örneğin Kürtler), bir dine (Pakistan, Bosna, İran), bir ırka (İsrail) vs.
göre tanımlanabilir. Ama böyle tanımlamaya karşı da tanımlanabilir (Amerika).
Bu onun ulus olmasını ortadan kaldırmaz. Onu sadece daha demokratik bir
ulusçuluk yapar.
Türkiye’de ise Türk
ulusu, hem bir dile, hem bir ırka, hem de bir dine göre tanımlanmıştır. Yani
Türk ulusu ve ulusçuluğu, dil, din, ırk ve tarihin bir kombinasyonudur.
Dolaysıyla Türkiye’de
tek ezilenler ve ulusal baskıya uğrayanlar Kürtler değildir. Hristiyanlar,
Ezidiler, Aleviler, Ateistler, vs., de ulusal baskının nesnesidirler. Ancak
bunlar içinde bir sosyal hareket yaratabilecek güçte olan tek grup bugün
Alevilerdir.
Devlet ya da politik
olan, Sünni İslam’ın çok özel (laikçi) bir yorumuyla tanımlandığı için Aleviler
de fiilen ulusal baskı altındadır, ama onlar. devlet en azından resmen İslam’ı
hukuki bir referans almayı reddettiği sürece, bu fiili baskıyla mücadeleyi,
laikliği ve demokrasiyi genişleterek (sosyalistleri destekleme ve sosyalist
harekette yer alma) ve Sünni çoğunluğun baskısını, laikçi devletin varlığı ve
gücüyle dengeleme (CHP’yi destekleme) stratejilerini izlemişlerdir.
Şehirli ve “seküler yaşam tarzındaki” kesimler ise
devletin resmi İslam’ı onların konum ve anlayışlarına uygun olduğundan,
herhangi bir ulusal baskı altında değildiler ve hatta tam da bu nedenle, Kürt
hareketinde kendi konumlarına karşı bir tehlike görüyorlar, en gerici tedbirlerin
arkasında duruyorlardı.
AKP, iki seçim dönemi
boyunca, bu kesimleri ve Alevileri ürkütmemeye, tarafsızlaştırıp yanına çekmeye
özel dikkat etmişti.
Ancak Ergenekon
tevkifatlarından, yeterince güçlü olduğuna inandıktan sonra Liberallerle
köprüleri attığı gibi, şehirli seküler yaşam tarzındakilere ve Alevilere karşı
da ulusal olanı, Emevilerden beri gelmiş, şeriata bulanmış bir İslam’la
tanımlama yolunda adımlar atmaya başlayınca, o zamana kadar, AKP’ye
güvensizliğini belirtmenin ötesine gitmeyen bu kesimler hızla radikalleşmeye ve
savunmaya geçtiler.
AKP’nin bu girişimi,
politik olanı, yani ulusu, yeniden tanımlama, ama bu sefer Emevi İslamıyla
tanımlama girişiminden başka bir şey değildi ve bu yeni biçimde, bu sefer
Aleviler ve “Seküler yaşam tarzındakiler” açıkça ezilen ulus durumuna geçmeye
adaydılar.
AKP bir yandan bu
adımları atarken, diğer yandan da Kürt hareketi ile “Barış Süreci” denen
ateşkes ve görüşmelere başlayınca, bu kesimler, eğer Kürt hareketiyle bir de
barış yaparsa bunlarla hiç baş edemeyiz deyip Kürt hareketi ve barış sürecine
de kuşkuyla yaklaşıp hızla radikalleşmeye başladılar.
Gezi hareketinin en
militan kesimini de bunlar oluşturdu. Bu anlamda, İslam’la tanımlanmış bir
ulusçuluk tehlike ve girişimlerine karşı, bir ulusal direniş hareketiydi Gezi.
İçinde böyle bir damar
olmasına ve Gezi’nin yönelişini ele geçirmek için büyük bir gayret sarf
etmesine rağmen, Gezi hareketi hiç de laikçi ve Kürt düşmanı Türk ulusçusu bir
hareket olmadı. Gerek Kürtleri, gerek AKP’nin ardındaki Müslümanları kazanmak
için büyük çaba gösterdi. Türk ya da laikçi ulusçuluğa karşı, demokratik bir
ulusçuluğu savundu, yani politik olanın herhangi bir dil, din, etni, soy, sop,
kültür, tarih, vs., ile tanımlanmasına karşı bir duruş sergiledi. Bu onun devrimci
ve demokratik özelliğinin en açık olarak dışa vurumuydu.
Bu bakımdan Gezi,
aslında birkaç hafta içinde otuz yılda Kürt hareketinin kat ettiğinden çok daha
ilerilere gitti. Kürt hareketi hala ulusu Kürtlükle tanımlarken; Kürtlükle
tanımladığı ulusa demokratik özellikleri yükleyerek ilerlemeye çalışırken;
ulusu Türklük ve Kürtlükle tanımlamaya karşı somut bir mesaj ve programı bile
henüz geliştirememişken; Gezi hareketi, hiçbir teorik ve örgütsel hazırlığı
olmamasına rağmen, demokratik bir ulusçuluğa hızlı bir geçiş yaptı. Yeryüzü Sofraları ve Lice Mitingleriyle bu demokratik
ulusçuluğu sembolik de olsa ifade etti.
Bu geçiş daha da hızlı
olabilir ve daha da radikalleşebilirdi. Eğer Kürt hareketi içindeki plebiyen
kanat, yani Öcalan ve PKK, yeterince hızlı ve kitlesel olarak Gezi hareketi
içinde yer alabilseydi. Bu Gezi’deki demokratik ulusçuluğun daha güçlü ve rahat
olarak kendini ifade etmesi için bir denge oluştururdu. Çünkü bu takdirde,
Atatürk ve Türk bayrağının yanında Apo ve Kürt bayrağı olduğunda, bunlar
arasında çatışma çıkması kaçınılmazdı ve bu durumda, her ikisinin de içinde
politik bir anlamı olmadan var olabilecekleri ne Türklükle, ne de Kürtlükle
tanımlanmış bir ulusçuluğu toplumsal muhalefeti birleştirebilecek biricik
ulusçuluk olarak açıkça savunabilirdi. (Bizim beyaz bayrak önerilerimizin özü
buydu ve Kürtlerin gelmesi halinde biricik çözümdüler.)
Ne yazık ki bu olmadı
ve bu olmadığı gibi hareket şimdi gerilediğinden bu demokratik ulusçuluğun
rengi giderek solmaktadır; Atatürk ve Türk Bayrağı tekrar egemen olmaktadır.
Ancak yine de her şey bitmiş değildir. Hareketin yeni bir yükselişi Kürt
hareketinin de katılımıyla gerçekleşirse, böyle bir gelişim hâlâ olabilir.
Ulusal hareketlerde
bütün sınıflar yer alırlar. Gezi’de de bir ulusal hareket olarak bu anlamda
bütün sınıflar yer aldı ve bunlar da kendi meşrep ve eğilimlerince yer aldılar.
Ama Gezi’nin ücretlilere dayanan esas gövdesi nedeniyle, Gezi’ye damgasını
vuran burjuvazi veya bürokrasi değil, ücretlilere has demokratik bir söylem ve
program oldu.
Aynı dönemde Kürt
hareketinde ise, burjuvazinin ağırlığı ortaya çıktı. Ama öte yandan Gezi
varlığıyla, Kürt hareketinin plebiyen kanadına, daha sonrası için burjuvaziye
karşı birtakım örgütsel düzenlemeler yapma (HDP’nin kuruluşu, örgütlerde Eş
Başkanlık sistemi, kadın belediye başkanları, vs.) gücü ve cesareti verdi.
Toparlarsak, Gezi’nin
bu karakterini görmeyi ve değerlendirmeyi ancak bize Marksist kavramlar ve ulus
teorisi sağlayabilir. Marksist bir ulus ve ulusçuluk teorisi olmadan ve kavramlar
buna dayanmadan Gezi bir takım tasviri kavramlarla “endişeli modernler”, “yaşam
tarzı savunusu” gibi, sosyolojik olarak kategorileştirilemeyen ifadelerle,
anlaşılmaz olarak kalmaya devam eder. O zaman da, bu hareketi açıklamak için ekonomik
materyalist bir kaba Marksizm’de kurtarıcı aranır.
* * *
Marksizm’in
geliştirdiği ulus ve ulusçuluk kavramlarına dayanmadan, Gezi’nin ulusal bir
hareket olarak görünümlerini görmezden gelmeden, Gezi’yi açıklamanın nasıl
gerici sonuçlar verebileceğini Metin Çulhaoğlu’nun örneğinde görelim.
Metin Çulhaoğlu,
Gezi’nin ulusal hareket olmasından dolayı ortaya çıkan görünümlerine gözlerini
kapamıyor.[14]
Bu görünümleri, “yurttaşlık”ın
kazanımlarının kaldırılmasına ve yerine “tebaa”nın
koyulmasına karşı bir direniş olarak tanımlıyor. Şimdi bunu biraz ele alalım.
Örneğin, Çulhaoğlu’nun
“yurttaşlık” diye tanımlamasını ele alalım.
Diğer birçok ekonomik materyalist açıklama denemelerinden farklı olarak
teorisyen kalitesine uygun biçimde Çulhaoğlu, Gezi’nin nedenini şöyle tanımlar:
“11 yıllık AKP
iktidarı bu anlamda önemli bir kırılmayı temsil etmektedir. Çünkü daha önceki
tüm iktidarların elbette gene egemen sınıf eksenli olmak üzere tüm tasarruflarında
veri aldıkları yurttaşlık olgusunu kazıyıp yerine tebaayı koymaya kalkışmıştır.
Haziran’da geniş
kitleler, işte bu statülerinin de ellerinden alınmakta olduğunun ayırtına
varmış, tepkisini ortaya koymuştur. Eğer yakın dönemlere kadar ortalıkta
‘yaprak kımıldamıyor’ idiyse, insanlar yetinmeci, ‘boş vermiş’ hallerini
sürdürüyorlardıysa, en azından yurttaşlık konumlarını güvencede saydıkları
içindir.”
Bu satırlar, Gezi’yi
özellikle Akademik âlemde moda “neoliberal”
veya “prekarya” veya “yeni orta sınıf”, “yeni işçi zümresi”, vs., gibi ekonomik materyalist ve mekanik
açıklamalardan çok daha farklı bir noktadan değerlendirmektedir ve kanımızca
Gezi’nin en temel özelliklerinden birini doğru olarak yakalamıştır.[15]
Biz de Gezi’yi, daha ilk günlerinde bile bir “Ulusal Hareket” olarak
tanımlamıştık ve yani onun bu özelliğine dikkati çekiyorduk. Tabii bambaşka bir
mantık ve kavram sistemiyle.
Ancak “yurttaşlık,” tasviri ve aynı zamanda hukuki ve normatif bir kavramdır, sosyolojik
bir kavram değildir. Bu kavram kullanılmışsa, bir Marksist’in, sosyolojik
karşılığını, özünü ve o özün niye böyle yurttaşlık biçiminde göründüğünü
açıklaması, bunu problem etmesi gerekir. Bu açıklama ise ulusun ne olduğuna;
ulus modern toplamun dininin (Aydınlanma’nın) karşı devrime uğramış biçimi
olduğuna göre, bu durumda da dinin ne olduğuna ilişkin bir teorik sistem
gerektirir.
Bunlar olmadan ulusu
ve yurttaşlığı tanımlamak, ulusu ve yurttaşlığı ulusçular gibi tanımlamak
sonucunu verir ki, Çulhaoğlu’nun yaptığı tam da budur.
Çulhaoğlu, sosyolojik
analize girmeyip, yurttaşlığı ulusçuların kavramıyla tanımladığından,
tahlilinde son duruşmada basit bir CHP ve AKP karşıtlığı noktasına, hatta
zehirli meyveleri cumhuriyet mitinglerinde görülecek cumhuriyet savunuculuğuna
kadar varmaktadır.
Bugünkü ulusların
yurttaşı, Aydınlanma veya Fransız Devrimi’nin insan anlamındaki yurttaşı
değildir.[16]
Hele en gericisinden
bir ulusçuluğa tekabül eden Türkiye Cumhuriyeti’nde, Çulhaoğlu’nun yurttaşlık
dediği, somutta büyük ölçüde ırkla tanımlanmış Türklüktür ve bu Türklük,
devletin laikçi bir yorumla tanımladığı Müslümanlıkla boyanmıştır. Bu, bir
zamanların krallar karşısındaki devrimci ve cumhuriyetçi yurttaşlığı değildir.
Türk ve laikçi
Müslümanlar, önceden böyle tanımlanmış ulusta ezilmedikleri için ses çıkarmıyorlardı
ve şimdi AKP’nin ulusu, yani politik olanı kendi Sünni İslam’ıyla tanımlaması
tam da Çulhaoğlu’nun “yurttaşlık”,
diğerlerinin “yaşam tarzı” nedeniyle
dediği ulusun ya da politik İslam’ın gerici ve özel bir yorumuna dayanan ulusal
baskı tehdidine karşı hareketi yaratıyordu.
Kaldı ki, Çulhaoğlu
aynı anda ikinci bir yanlış yapmaktadır. Yurttaşlığın karşısına “tebaa”yı
koymaktadır. Bu da iki bakımdan yanlıştır.
Birincisi, bu politik
İslam’, klasik pozitivist veya Kemalist görüşe göre, feodalizmin savunucusu
olarak tanımlama anlamına gelmektedir ve “yurttaşlık hareketini” baştan aşağı
yanlış ve bir CHP’li veya Kemalist gibi tanımlama sonucunu vermektedir.
Hayır, AKP de Atatürk
veya laikçilerden daha farklı bir “yurttaşlığı” savunmamaktadır. Sadece onun
savunduğu “yurttaşlık,” yurttaşlığı Türklükten ziyade İslam’la, ırkçı bir
Türklükten daha çok Şeriat’a dayanan bir İslamla tanımlamak istemektedir. Ulusu
İslam’la tanımlamaya kalkmak, hatta Şeriat’la tanımlamak, tebaaya dönüş değil,
farklı bir gerici milliyetçiliği savunmaktır.
Öte yandan, Türkiye’de
“yurttaşlar” fiiliyatta hiçbir zaman yurttaş
olmamışlardır, hep “tebaa” kalmışlardır, Cumhuriyetçi yurttaşlar da bundan
azade değildirler. Bir zamanlar padişahın tebaalarıydılar, şimdi Türkiye
Cumhuriyeti’nin, Firavunlar çağından kalma devletin, tebaalarıdırlar.
Gezi ise hem yurttaş
olmak istiyordu, hem de ulusun bir dille veya dinle vs. tanımlanmasına karşı
çıkıyordu.
Yani Gezi’deki
Kemalist ve ulusalcılarla AKP arasındaki mücadele “yurttaşlık” ile “tebaa”
olmak arasında değil; ulusun nasıl tanımlanacağı noktasındadır. İkisi de
birbirinden gerici iki ulusçuluk arasındaki mücadeledir bu. Bunda taraflardan
birini yurttaşlar, diğerini tebaalar olarak tanımlamak, sadece bu mücadelenin
basit bir ideolojik aracı olmaktan ve buna da Marksizm’i alet etmekten başka
bir anlama gelmez. Her ikisinde de yurttaştan ziyade tebaalar söz konusudur.
Türkiye’de bu pahalı ve baskıcı devlet cihazını parçalamadan, haklara dayanan
bir sistem kurmadan, tebaalıktan çıkılıp yurttaşlara dönüşülemez. Askeri
bürokratik oligarşi ve politik İslam arasındaki mücadele, bu tebaayı, Türklüğü
bol bir laikçi İslam’la mı; İslam’ı ve şeriatı bol bir Türklükle mi
tanımlanacağı noktasındadır.
Gezi hareketi ise
aslında tebaa olmaktan çıkma ve yurttaş olma, yani demokratik olarak tanımlanmış
bir cumhuriyette, hakları olan yurttaş olma mücadelesidir. Yani Marksist kavramlarla
ifade edersek, hem ulusu bir dille, dinle, vs., tanımlamaya karşı tanımlama
mücadelesidir; hem de bürokratik ve merkezi bir devletin keyfi iktidarı yerine
hakları olan ve bunları kullanabilen yurttaş olabilme mücadelesidir.
Gezi, Emevi usulü
Sünni İslam’la tanımlanmış bir ulus tanımının baskısına karşı bir savunma
olmakla ve bu anlamda ulusal bir hareket olmakla birlikte, tekrar eskiye dönüş,
Türklükle ve laikçilikle tanımlanmış eski ulusçuluğa dönüş değil; ulusu bu
türden her türlü tanımlamaya karşı tanımlama; demokratik bir ulusçuluk için
mücadele özelliği taşıyordu. Bütün çabası ve vermeye çalıştığı mesaj buydu.
Yeryüzü İftarları’na, Lice’yi protesto gösterilerine böyle büyük bir heyecanla
katılmasının anlamı, tamı tamına bu demokratik ulus özlemini, bu sembolik
hareketlerle olsun tüm topluma verebilmekti.
Gezi’nin hızla kendini
eğitmesi tamı tamına budur. O zamana kadar ulusal bir baskıya uğramamışlar,
hareket içinde hızla radikalleşerek, Mustafa
Kemalin Askerleri’nden, Mustafa Keser’in
Askerleri’ne veya Kimsenin Askeri
Olmama’ya dönüşmüşlerdir.
Devrimlerin yirmi
günde yirmi yılları aşması tamı tamına budur.
* * *
Toparlarsak, bilinen,
yaygın ve vulgar (bayağı) Marksizm’in aynasında Gezi anlaşılamaz. Bu
Marksizm’in Gezi’yi anlayacak kavramsal araçları ve metodolojisi yoktur.
Ama eleştirel, heretik
ve heterodoks Marksizm hem Gezi’yi anlayacak kavramsal araçlara sahiptir; hem
de Gezi bu kavramsal araçların bir doğrulanmasıdır.
17 Kasım 2013, Pazar
[1]
Örneğin, Cihan Tuğal, “Gezi Direnişi’nin
küresel arka planı: Tükenen liberalizm”. Bu yazıda ilk bakışta Gezi’nin
doğrudan yoksulluktan çıkmadığı tespiti yapılmaktadır. Ancak ne yapıp edip
ekonomik nedenler bulunmalıdır ya, burada “Liberalizmin
Küresel İflası”na bağlanmaktadır:
“Türkiye ise (zincire daha sonradan eklenecek
Brezilya gibi) mutlak yoksulluğun azaldığı bir ülkeydi. Eşitsizliğin,
işsizliğin, görece yoksulluğun rakamsal olarak şiddetli şekilde yaşanmasına
rağmen, bu konular dar anti-kapitalist çevrelerin dışında politize
edilemiyordu. Gezi Direnişi, tam da böyle bir ülkede, liberalizmin başarılı
olduğunda bile nasıl yıkıcı nitelikler taşıdığını açığa vurdu.”
Nasrettin Hoca’nın hikâyesine benziyor. “Uysa
da kodum, uymasa da kodum” demiş. Neoliberalizmin başarısı da başarısızlığı da
isyana yol açıyor. Neoliberalizme bağlayalım ki oradan bir anti-kapitalizm
çıksın ve sosyalistliğimiz tescil olsun. Türkiye’deki keyfi ve baskıcı idareye
ve anti-demokratik talana karşı demokratik bir tepki dememek için her şey
yapılıyor.
Aynı dolaylı ekonomik materyalizm Foti
Benlisoy’da da var. Örneğin şöyle yazıyor:
“Gezi direnişi doğrudan sosyal-iktisadi
talepleri gündeme getirmedi diye onun (‘hükümet
istifa’ sloganında yoğunlaşan) dar anlamda siyasal bir muhtevasının olduğu,
hatta çoğu zaman hayat tarzına dair kültürel bir reaksiyon olduğunu yazıp
çizenler çok. Oysa Gezi direnişi tam da kentsel dönüşüme, el koyma yoluyla
birikime, müştereklerimizin metalaştırılmasına, ortak alanlarımızın
özelleşmesine, yani neoliberal kapitalizmin temel dinamiklerine itiraz ve
direnişin kitlesel bir kalkışmayı tetikleyişinin hikâyesi.” (Foti Benlisoy, “Gezi’deki Üç Beş Ağaç”)
Yani dediğinin özü şu, Gezi’nin nedeni
ekonomik değilmiş gibi görünüyor, ama ardında sizin görmediğiniz ekonomi var.
Sanki olmasa Marksizm çökecek, sosyalistliğimize halel gelecek. Benlisoy,
Gezi’nin ulusal hareket özelliğini de anlamıyor. “Hayat Tarzı”ndan isyan mı
çıkarmış Marksizm’e göre? Derin anti-kapitalist ve ekonomik nedenleri bulmalı.
Neo-liberalizm her kapıyı açan anahtar, her derde deva ebegümeci.
[2]
Örneğin Ergin Yıldızoğlu, “Ağıza
Alınmayan Şey”de şunları yazıyor:
“Bu, sanayi işçilerinin yanı sıra
şekillenmekte olan yeni bir sınıf fraksiyonudur. İşçi sınıfının, en gelişkin
kesimini, henüz bir azınlık olmasına karşın, 19. yüzyılda en ileri teknolojiyle
çalışan sanayi işçisi oluşturuyordu. Bugün, henüz bir azınlık olmasına karşın
bu kesim oluşturuyor. Bu, şu anda siyasi arenada hareket halinde olmasına
bakarak ‘proletarya’ kavramıyla tanımlayabileceğimiz bir sınıftır. ‘Adı ağza
alınamayan, bastırılan şey’ de işte budur.”
Toplantıda Ferda Koç da benzeri bir görüşü
savundu. Ferda Koç da, “Gezi, son 25-30 yıldaki yeni proleterleşme
sürecinin bir ürünüdür. Sınıfın yeni bir segmenti ortaya çıkmıştır. Bunun
nedeni sadece genel eğitim seviyesindeki artış değildir. Kamusal alanın
sermayeye dayalı yeniden yapılandırılmasıdır.” derken aynı mekanik ilişki
ve gizli varsayımdan hareket ediyordu.
[3]
Örneğin Cihan Tuğal:
“Bu anlamda ‘prekarya’ orta sınıftan çok daha
yardımcı bir kavram olabilir (ancak bu kavram, ‘toplumun en alt kesimi’
şeklinde değil de, her sınıfın içinde belirsizlikle en çok boğuşan bir alt
kategori olarak tanımlanırsa; zira proletaryanın bir prekaryası olduğu kadar,
küçük burjuvazinin de bir prekaryası vardır.)” (Gezi Hareketinin Ortak Paydaları ve Yeni Örgütlülük Biçimleri, T24)
[4]
Erdoğan ve ayaklanmanın ardında ille de ekonomik gerilemeyle ilgili nedenler
arayan Marksistler aslında aynı yanlış ve mekanik anlayışı paylaşırlar. Erdoğan
da bir türlü niye ayaklanıldığını anlamıyormuş bir yerde okuduğumuza göre. “Bunlara Cumhuriyet tarihinde hiçbir hükümetin
olmadığı kadar yatırımlar yaptım, iyi koşullar sağladım. Niye ayaklanıyorlar?”
anlamında konuşuyormuş. Tabii ayaklanma ile yoksulluk arasında mekanik bir
ilişki anlayışı olunca açıklanamaz ve tek açıklama yolu kalır: Komplo.
[5]
Çağlar Keyder dikkati çekiyor:
“AKP’nin özelleştirmelerde, piyasa mekanizmasını
yerleştirmekte sergilediği neo-liberal tutum sosyal politika alanında farklı
bir görünüm alıyor. Bir kere şunu hatırlatmakta fayda var. Türkiye, Brezilya,
G. Kore ve daha birkaç ülkeyle beraber, sosyal harcamaların milli gelire oranla
yükseldiği nadir ülkelerden. Son on yılda bu oran üçte-bir kadar artmış, şimdi
%15’e yakın.”
[6]
İnsan omurgalı bir hayvansa, omurgası
olmadığında nasıl insan olmaya devam edebilmektedir? Bu omurgasızlığı, ancak
Gezi’yi Neoliberalizm ile açıklayan teorisyenler başarabilmektedir anlaşılan.
[7]
Ancak “Neoliberalizm” kavramı bile Avrupa Merkezli bir kavramdır. Avrupa
(Gelişmiş ülkeler) işçilerinin bu Keynezyen ekonomi sosyal devlet hakları
vardı. Ama dünya işçilerinin büyük bölümü için bunlar bile yoktu. Kapitalist
ilişkilerin yaygınlaşması, dünya nüfusunun çok büyük bir bölümünün oran olarak
ilk kez şehirlerde yaşıyor olması, bu milyonlarca işçi için Neoliberalizmden
çok daha önemlidir. Hatta onların hayatı bakımından yaşam kalitesinde ve
koşullarında bir yükseliş anlamına bile gelebilir.
[8]
Örneğin Cihan Tuğal da olgu olarak bu özelliğini teslim ediyor. Ama buradan bir
anti-kapitalizm çıkarmak için, metalaşma üzerinden gidiyor.
“Türkiye’de ise, maaşları ve tatil keyifleri
gayet yerinde olan unsurların yığınlarla sokakta olduğunu görüyoruz
(ayaklanmadaki sayısal ağırlıklarını bilebilmek için daha çok araştırmaya
ihtiyaç var). Küresel muadillerinden ayrıştırmak için, Türkiye’de kitlesel
halde sokağa inen bu kesimleri “küçük burjuvazinin aristokrasisi” olarak
nitelendirebiliriz. Tepki proleterleşmeye değil, ortak yaşam kalitesinin
düşüklüğüne; adı bu şekilde konulmasa bile, sermayenin zengin fakat yaşanılmaz
bir kent yaratmış olmasına. Adını koyalım: Gezi hareketi, dinamikleri bölüşüm
değil, metalaşma karşıtlığı üzerinden kurulan bir hareket. Sermaye Türkiye’de
verdiği zenginlik sözünü tuttu (en azından bazı kesimler için), ama sıkıcı ve
tatsız bir hayat dayatma pahasına.” (“Gezi
Hareketinin Ortak Paydaları ve Yeni Örgütlülük Biçimleri”, T24)
Burada yine aynı sorun var. Zengin, ama
yaşanılmaz bir kentin kapitalizmin zorunlu bir sonucu olmadığını anlamıyor.
Marksist olmadığı için hoş görülebilir. Bütün topraklar kamulaştırılsa, bu
kamusal alanlara neler yapılacağı veya yapılmayacağı en demokratik biçimlerde
karara bağlansa bile bu kapitalizmle çelişmez. Öte yandan Şark usulü vurguna ve
yağmaya açılma metalaşma ile karıştırılmamalıdır. Elbette modern kapitalizmde
her şeyin metalaşması diye bir fenomen vardır ve Marks da tam bu nedenle metaın
analiziyle başlar. Çünkü kapitalist toplum, bur metalar yığını olarak görülür.
Ama bu çok ayrı bir sorundur. Bu yönde en küçük bir talep yoktur Gezi
hareketinde. Bütünüyle anti-demokratik ve yağmacı karaktere bir tepki özelliği
vardır. Keyfiliğe ve polis şiddetine karşıdır.
[9]
Bu konuda özellikle, Marks’ın Gotha
Programı’nın Eleştirisi, Engels’in Erfurt
Programı’nın Eleştirisi, Marks ve Engels’in Paris Komünü üzerine
değerlendirmeleri, yani “Fransa’da İç
Savaş”, Lenin’in “Devlet ve Devrim”i,
Troçki’nin “İhanete Uğrayan Devrim”i,
Mandel’in “İşçi Hareketi ve Bürokrasi”
broşürü ilk elde sayılabilecek olanlardır.
[10]
Ertuğrul kürkçü örneğin Gezi’nin hedefi ve nedenleri bağlamında, “Gezi İsyanı (…) ortak paydası onur ve
özgürlük olan bir başkaldırı.” diyor. Bizim tespitimizi başka bir ifadeyle
doğruluyor. “Onur ve özgürlük” keyfi
şark devletinin olduğu yerde olmaz. Bu nedenle “Onur ve özgürlük” demokratik
karakterde bir hedefi ve hareketi ifade eder, tabii klasik Marksist
terminolojiye göre.
Ama sevgili Kürkçü’nün onur ve özgürlük
şapkasından çıkardığı ise anti-kapitalizm tavşanı:
“İçinde büyük bir toplumsal, politik,
kültürel, demografik çeşitlilik barındırmakla birlikte isyana özgün karakterini
veren onu öncekilerden ayıran, kadınların, gençlerin, yeni işçi sınıfının ve
öğrencilerin kendiliğinden hareketiydi. Edindiği ‘komün ruhu’yla, canlandırdığı
dayanışmacılıkla, kent toprağının ve kentsel mirasın piyasalaştırılmasına
kategorik karşı duruşuyla isyan, özgün bir anti-kapitalist
sosyal muhalefet tarzı ve doğrudan demokrasi örneği yarattı.”
[11]
Burada kısa bir not da koymak gerekiyor. Türkiye’de aslında üç kadın hareketi
bulunmaktadır: Türban takarak, erkeklerin ve geleneklerin baskısını aşarak
sokağa çıkma; okul ve iş hayatına katılma biçiminde bir kadın hareketi. PKK’da
görülen – ki PKK da büyük ölçüde bir kadın hareketidir– gerillaya girmek veya
politik mücadelelerde aktif olarak yer alarak, evden çıkmak ve toplamsal
hayatta yer almak biçimindeki kadın hareketi. Bu harekette, türbanın işlevini,
evlenmeme ve cinsel ilişki yasağı görmektedir. Gezi’deki kadın hareket ile bu
iki kadın hareketinin çok temelden bir farkı vardır: Bu hareketler, feodal ve
ataerkil baskıdan kurtuluşa yönelik, kapitalist ve şehirli toplumsal ilişkiler
içinde kadınların yer almasına yönelik hareketlerdir. Gezi’deki kadın hareketi
ise bunlardan tamamen farklıdır. Zaten modern kapitalist ve şehir ilişkileri
içinde yaşayan, ama bu ilişkiler içinde bile kadının ezilmesine tepkinin
ifadesi olan, ileri ülkelerde görülen türden Feminist bir kadın hareketidir. Bu
niteliği en açık şekilde Gezi’nin en azından yarısının kadın olmasında
ifadesini bulmaktadır. Diğer iki kadın hareketi Gezi’de yoktu. Karşı
değildiler, ama içinde de yoktular. Türbanlılar Gezi karşısında Erdoğan’ın
arkasında duran işçi sınıfının içindeydiler; Kürt hareketindeki kadınlar ise
zaten dağlardaydılar, doğrudan yer alamazdılar ve olmayanlar da Kürt hareketinin
genel yönelişsizliği içinde kaldılar.
[12]
Ama örneğin Korkut Boratav, Gezi’nin kapkaççı burjuvaziye karşı olma
özelliğinden hareketle, onda bir anti-kapitalizm buluyor. Ayrıca burada bir
sınıf hareketi bulması da tipik mekanik ve ekonomik maddeci bir bayağı
Marksizm’in ifadesi:
“Gezi direnmesinde sınıfsal bir karşı koyuş
var mıdır? Eylemleri tetikleyen olaya, Taksim projesinin uygulanmaya
başlamasına baktığımızda, kanımca, olgunlaşmış bir sınıfsal tepki vardır:
Yüksek nitelikli, eğitimli işçiler, yarınki sınıf yoldaşları (öğrenciler) ile
birlikte, profesyonellerin de katılımıyla, kapkaççı burjuvazinin ve onunla
bütünleşmiş siyasi iktidarın devasa kentsel rantlara el koyma girişimine karşı
çıkmaktadır.” (Korkut Boratav, Gezi
Direnişi’ni değerlendirdi: “Olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırı…”, Sendika.org)
[13]
Tabii bir hareketin, hareket olarak kendi dinamiği içinde radikalleşip
anti-kapitalist hedeflere yönelmesi elbette mümkündür. Çünkü bu hareketlerin
içinde işçiler de vardır ve işçi sınıfının kendisi kapitalizmle temelden bir
çelişki içindedir. Ama bu ayrı bir sorundur.
[14]
Çulhaoğlu her şeye rağmen teorik hassasiyete sahip birisidir ve bizim burada
söylediklerimizi o da kendi meşrebince söylemektedir. Örneğin şöyle diyor:
“‘Haziran direnişi’, sayısız pratiğin ve özel
durumun ötesinde, sosyalistleri ‘teori alanında’ da düşündürtecek ve zorlayacak
(olumlu anlamda) bir zenginlik taşımaktadır. Daha ötesini söyleyelim: Eğer konu
bir kitlesel hareketlenmeden kalkarak ülkedeki toplumsal formasyonun siyasal ve
kültürel kırılma noktalarıyla birlikte çözümlenmesiyse, bu direniş son otuz
küsur yılın tartışmasız en çarpıcı deneyimidir. Üstelik sosyalistlerin pek çok
‘pratik sorunu’ açısından önemli ipuçları da veren bir deneyim…”
Ama bu görevi yapmıyor. Örneğin, Gezi’yi
tanımlarken kullandığı (ki bizce anti-kapitalizm veya neoliberalizme direniş
arayan birçok kişininkinden daha isabetli bir yaklaşımı vardır.) “Yurttaşlık”
gibi, modern toplumun dayandığı normatif bir kavramın sosyolojik (Marksist)
karşılığını aramıyor ve tartışmıyor. Buraya girse ulus ve din teorileriyle
karşılaşmak zorunda kalırdı. Biz, “Gezi aynı zamanda ulusal harekettir” derken,
Çulhaoğlu ile aynı özelliğine dikkati çekmiş oluyorduk. Tabii o buradan Türkiye
Cumhuriyeti’ni savunmak gerektiği, biz ise onu yıkmak gerektiği, demokratik bir
cumhuriyet kurmak gerektiği sonucuna veya programına ulaşıyoruz. TC’yi savunma
gerici programı Çulhaoğlu’nu bir teorisyen olarak başta söylediklerini mantık
sonuçlarına götürmekten alıkoyuyor ya da ancak böyle yaparak bu sonuca
ulaşabiliyor diyebiliriz.
[15]
Yukarıda değinilen kaba ekonomik açıklamaların bir başka biçimi hareketin yaşam
tarzı üzerinden oluşması veya yaşam tarzı tartışması, kimilerince gündemin
saptırılması olarak anlaşılmasında da görülür. Bunlar, gündem ancak ekonomik
sorunlar ve yoksulluk olursa gündemin sapmayacağı ve buradan ancak kitlelerin
harekete geçirilebileceği veya harekete geçmişlerse doğru işler yapabilecekleri
gibi bir varsayıma dayanmaktadırlar.
[16]
Yurttaşlık ve insan hakları aynı anlama geliyordu. Bu haklar ulusla hele
Türklük gibi bir dile ve dine, hatta ırka dayanan bir ulusla dolaylanmış
değildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder