“- Bakın Engin bey, kesinlikle güvenmiyorum. Bu HDP’nin barajı aşıp
Meclis’e girince AKP ile ortaklık kurmayacağına inanmıyorum, güvenmiyorum. Siz
bilerek mi buna alet oluyorsunuz? Bence öyle. Niye böyle yapıyorsunuz? Bakın
bir daha söylüyorum. Güven- mi-yo-rummm...
Yumuşak başlayıp gitgide sertleşen bu sözlere ne diyebilirim?
Denebilecek tek cümleyle cevap verdim:
- Öyleyse siz de HDP’ye oy vermeyin hanımefendi…
Telefonun öbür ucundan hıçkırığa benzer bir cevap geldi:
- Ama o zaman AKP tek başına iktidar olacak, Tayyip de başkan…
Sustum…”
Aydın Engin’in yazısından
Biz matematikçi değiliz. Ortaokul ve lisede öğrendiklerimizi
bile unuttuğumuzdan, bilgimiz dört işlem düzeyinde bile değildir. Bayağı
kesirlerle nasıl işlem yapıldığını bile unuttuk. Ama bu seçimler tekrar basit
de olsa matematik üzerine biraz düşünmeyi gerekli kılıyor.
Matematiğe doğanın dili de denir?
Şimdiye kadar olaylar, matematik olarak mümkün olanların, gerçek
karşılıklarıyla ve pratik uygulamalarına bir gün bir şekilde doğada ve toplumda
karşılaşılacağını göstermiştir. Yani akıl yürütme doğru ve çıkarsamalarda bir
yanlış yoksa en saçma gibi görünen teorem ve sonuçlar bile bir gün pratik
sorunları çözmenin veya belli süreçleri anlamının bir yolu olarak karşınıza
çıkabilir.
Matematiğin temelinde de ön kabuller, aksiyomlar, yani
dindarların inancı gibi bir inanç vardır. İki nokta arasındaki en kısa
mesafenin doru olduğu kanıtlanamaz, bir aksiyomdur. İnançtır da denebilir. Tamamen farklı inançlarla, nasıl farklı
toplum sistemleri kurulabiliyorsa; (örneğin Hindular (1 Milyardan fazla insan)
bir öte dünya olduğunu düşünmüyor ve insanların başka canlılar biçiminde tekrar
dünyaya geldiklerini kabul eden farklı bir toplumsal sistemde yaşıyorlar
binlerce yıldır.) benzer şekilde tamamen farklı aksiyomlara dayanan bambaşka
matematikler de kurulabilir.
Bunun en klasik örneklerinden biri, Riemann Geometrisidir.
İki doğru arasındaki en kısa mesafe bir eğri olarak kabul edilir veya buna
inanılırsa, buna bağlı olarak örneğin bir üçgenin iç açıları toplamı 180
dereceden büyük veya küçük olabilir. Böylece tamamen farklı bir aksiyoma
dayanan, bambaşka bir geometri kurulabilir. İlk bakışta bu bir zihinsel eğlence
gibi görülebilir, hayatta hiçbir karşılığı olmadığı düşünülebilir. Ama tarla
hesabı yapmaktan çıkıp da uzaya yöneldiğinizde, eski geometrinin artık bir işe
yaramadığını, ama bu zihinsel oyun olarak gördüğünüz geometrinin orada tek işe
yarayan geometri olduğunu görürsünüz. Çünkü evrende her şey küreseldir, eğridir,
ışık doğru boyunca değil eğrilerek yol alır vs..
Matematiğin bu özelliği nedeniyle, son yıllarda, fizikteki
gerçek öncü araştırmalar esas olarak matematikçilerce yapılmaktadır. Çünkü en
azından bugünkü teknik düzeyinde, Planck Sabiti’nin (6,6 X 10-34) altında
bir deney ya da gözlem yapma olanağı yoktur. Algıladığımız evren de dört
boyutlu görünmektedir. Ama örneğin 12 boyutlu bir evren ve bunlardan bazılarında
boyutların kendi üstüne kıvrılmasının vs. bugünkü evreni açıklayan; en azından
dört temel kuvveti birleştiren bir kuram geliştirmek için çok elverişli bir
matematik model sunduğuna dair epey işaret bulunmaktadır. Kim bilir belki
ilerde 12 boyutlu ve ipliksilerden oluşan bir evrende yaşadığımız yönünde
teorileri okutacağız fizik derslerinde.
Ama sadece mümkün olanların gerçek olduğunun hikâyesi
değildir matematik; çoğu durumda pratik ihtiyaçlar onun evrimini belirler.
Aslında pratikle en ilgisiz gibi görünen saf matematiğin de ardında yine
derinden işleyen ama bir sanatçı sezgisi gerektiren gelişmeler ve ihtiyaçlar
vardır.
Bunun en tipik örneklerinden biri geçenlerde ölen, hakkındaki
“A beatiful mind” filmiyle tanınan
Nash’ın Nobel aldığı matematiğin “Oyun Teorileri” bahsidir.
Bu teorilerde, sosyal çatışma durumlarında, en rasyonel karar
davranışlarının neler olacağı da anlaşılmaya çalışılır. Bilimin ilerlemesine,
pratik ihtiyaçların on üniversiteden daha fazla etki yaptığının tipik bir
örneğini de sunar oyun teorileri. Kapitalist olmayan bir toplumda Oyun Teorileri’nin
gelişmesinin toplumsal temeli yoktur. Çünkü oyun teorilerinin temelinde bir
birey ve onun kendi azami çıkarı için (Homo Economicus) nasıl davranacağı varsayımı
vardır.
Ancak bu birey ve azami olarak kendi çıkarını gözeten bir
birey davranışı ancak modern kapitalizmde, insanın bütün kapitalizm öncesi
bağlardan soyutlandığı bir dünyada mümkündür. İnsanların kar ve zenginlik için
değil; Allah (Toplum) için yaşayıp öldükleri bir dünyada; “komşun açsa sen tok uyumamalısın”; “sağ yanağına vurana sol yanağını dön”; “iyilik yap denize at balik bilmezse halik bilir” diyen bir dünyada
oyun teorileri gelişemezdi.
Yoksa satrancı keşfedip geliştiren Hintliler veya Arap matematikçileri
bu alanlardan habersiz değillerdi. Çin’de binlerce yıl önce yaşamış Sun Tsu
gibi stratejler ve askerlik teorisyenlerinin eserlerinde bugün yine oyun
teorileriyle matematik olarak doğrulanmış nice sonucun aktarıldığı görülebilir.
Oyun teorilerinin kökeninde “Homo Economicus”un, yani kapitalist toplumun kendi çıkarını düşünen
bireyin bulunması ve bu teorilerin 19 yüzyıl sonunda özellikle ekonomi alanında
ortaya çıkması da bir rastlantı değildir.
Ne var ki, kavramların hareketinin bir bakıma gerçek
hareketin somut tarihteki çarpılmalardan arındırılmış hali olması gibi; oyun
teorileri de, kendi gelişimi içinde bir bakıma doğanın milyonlarca yılda kat
ettiği yolu kat etmiştir denebilir.
Doğa’da da evrim popülâsyonlar içinde ama bireysel düzeyde
hayatta kalanın genlerini gelecek kuşaklara aktarması biçiminde sürer. Dolayısıyla
doğadaki canlıları, “homo economicus” gibi de ele almak mümkündür.
Ama burada bir paradoks ortaya çıkar. Her canlının anca
kendini düşüneni, kendi çıkarını koruyanı hayatta kalabileceğinden, çünkü ancak
hayatta kalabilenler genlerini aktarabileceğinden, doğada iş birliği ve iş
bölümünün hiçbir biçimde gelişmemesi gerekir.
Yani, tek hücreli canlılardan çok hücreli canlılara nasıl
geçildiğini anlamanın olanağı kalmamaktadır. Kendini bütün uğruna feda edecek, bir
mutasyon geçiren canlıların, feda ettiğinde öleceği ve genlerini aktaramayacağı
için yaşama ve dolayısıyla genlerini aktarma şansı olmayacağından, hiçbir zaman
tek hücreli hayattan çok hücreli hayata geçilememesi; doğanın daha sonra da
yine arılar, karıncalar, termitler, çıplak köstebekler gibi birbirinden farklı
canlı türlerinde, birbirinden bağımsızca, defalarca böyle iş birliğini
keşfetmemiş olması gerekirdi.
Sorunun çözümü oyunun tekrarındadır.
Evet, tek bir oyunda en rasyonel çözüm, sonucu en irrasyonel
olan, ama kendisi için en akıllıca olanı yapmak olabilir. Ama aynı oyun
tekrarlandığında, bu sefer, öğrenmenin de etkisiyle, uzun vadede iş birliği
yapanların genlerini aktarabildikleri görülmektedir. Son yıllarda oyun
teorilerinin en hızlı geliştiği alanlardan biri bu nedenle evrimsel
biyolojidir.
Bugün Arıların, termitlerin, çok hücreli canlıların nasıl
ortaya çıktığını, yine bu oyun teorilerinden hareketle modelleme yolunda önemli
ilerlemeler kaydedilmektedir.
Kaldı ki, oyun teorilerinin ele aldığı sorunlarla her zaman
hepimiz karşılaşırız.
Burada hemen, seçimlerde nasıl davranılırsa bunun en
akıllıca davranış olduğu sorusuyla oyun teorileri arasında bir ilişki olduğu
görülür. Yazının başında Aydın Engin’den yapılan alıntıda tam da böyle bir
basit problem bulunmaktadır. Ortada bir dilemma, bir açmaz vardır, hangi
davranış o kişinin çıkarınadır? Soru budur.
Oyun teorilerinin kökeninde, “tutsak açmazı” diyebileceğimiz
bir oyun bulunmaktadır. Birçok versiyonları bulunan bu problemi Vikipedi’den
aktaralım.
“İki zanlı bir
soruşturma kapsamında polis tarafından gözaltına alınmıştır. Polis elinde
tutuklama için yeterli kanıt olmadığı için her iki zanlıyı ayrı ayrı hücrelere
koyup bir anlaşma sunmaktadır. Anlaşmaya göre zanlılardan biri diğerinin
aleyhinde tanıklık eder diğeri ise suskun kalırsa, tanıklık eden serbest
kalacak susmayı tercih eden taraf ise 10 yıl hapse mahkûm edilecektir. Eğer
ikisi de birbirleri aleyhinde tanıklık etmez suskun kalırlarsa her ikisi de 1
yıl hapis cezasına, eğer her ikisi de birbirleri aleyhinde tanıklık ederse, her
iki zanlı da 5'er yıl hapis cezasına çarptırılacaktır.
Bu çerçevede her iki
zanlı tanıklık etmek veya suskun kalmak arasında tercih yapmak zorundadır. Her
iki zanlıya da soruşturma sonuna kadar diğerinin kararını öğrenme imkânı
tanınmamaktadır yani farklı odalarda bulunan iki zanlının birbirleri ile
iletişim kurma imkânı yoktur. Buna göre karşı tarafın kararından habersiz olan
oyuncu 10 yıl hapis yatma ihtimalini göze alamayarak sessiz kalmayacak, karşı
taraf aleyhinde tanıklık edecektir. Karşı taraf aleyhine tanıklık ederek 5 yıl
gibi daha kısa süreli bir hapis cezasına razı olacak ya da serbest kalacaktır.
Oyuncu burada kaybını en aza indirmeyi (kazancını maksimize etmeyi) hedef
alacaktır. Karşı tarafın da aynı koşullar altında rasyonel davranarak tanıklık
edeceği kaçınılmaz olacaktır. Böylece birbirleri ile iletişim kurmayan iki
tarafın iyi niyetli değil de rasyonel davranarak aldıkları karar aslında belki
de daha az yatacakları hapis cezasının artmasına neden olmaktadır.”
Bu seçimlerdeki CHP’lilerin durumu ise, böyle bir açmaz
değildir. Yani toplamı sıfır olan bir oyun değil, normal insan akıl
yürütmesiyle davranıldığı takdirde her durumda karlı çıkılan bir oyun vardır. Ancak
Birleşik Haziren Hareketi gibi, başka kaygı, korku veya çıkarlarla hareket edip
normal sağlıklı insan düşüncesi gösteremeyenlerin kaybedeceği ve kaybettireceği
bir teoremdir bu.
Ve öte yandan, şükür ki, hala insanların hepsinin kapitalizmin
parçalayıcı etkisine kapılmadıkları; hala kapitalizm öncesi toplumun
değerlerinin kalıntılarının olsun bir şekilde yeni kuşaklara da aktarıldığı;
dolayısıyla bireylerin her zaman bir “Homo Economicus” gibi davranmadığı bir
dünyada yaşıyoruz. Amerika’da üniversitede mahkûm dilemmasıyla yapılan
deneylerde, öğrencilerin yüzde yirmiye yakınının, işbirliği yolunu seçtiği,
bencil davranmadığı görülmekteymiş. Ama okulun son sınıfında bu oran
düşüyormuş: yani okullarda bencillik ve bireycilik gelişiyor; ailenin aktardığı,
kapitalizm öncesi toplumdan yadigâr değerleri aşınıyor.
*
Aydın Engin’in aktardığı problem aslında çok basit:
Bir an için HDP’nin kendine verilen oylara ihanet
edebileceği varsayımını kabul edelim. Yanılma oranını da adil bir şekilde
bölelim % 50 olsun.
Bu durumda, CHP’li hanımefendinin, HDP’ye oy verdiği
takdirde yanılma ya da aldatılma, yani kaybetme olasılığı % 50’dir.
Ama CHP’ye oy verdiği takdirde, HDP barajı aşamaz ve bu
sefer kaybetme olasılığı % 100’dür.
O halde normal, sağlıklı bir insan düşüncesiyle şu
çıkarsamayı yapmak gerekir: CHP’ye oy verdiğinde yüzde yüz kaybedeceğinden, en
azından yüzde elli ihtimal ile rasyonel bir davranışla HDP’ye oy vermesi gerekir.
Ama herkesin böyle davranması durumunda, CHP’nin barajın
altına düşmesi riski ortaya çıkabilir.
Gerçi fiiliyatta böyle bir tehlike yoktur. Böyle
düşünmeyecek veya düşünse, dünya yansa yine CHP’ye oy verecek yeterince geniş
bir kitle bulunmaktadır. Öte yandan HDP zaten barajın kenarındadır. Çok az bir
oy bile aşmasına yetebilir. Bu durumu gören ve normal düşünen binlerce CHP’li
aile, karı veya koca olarak; ana-baba ve çocuklar olarak iş bölümü yapmaktadır.
*
Ancak, HDP’ye oy vermek, HDP’nin ihanet edebileceği
varsayımında bile, sadece yüzde yüz kaybetmeye karşı yüzde elli kazanma
olasılığı değildir; aslında böyle yaparak CHP’ye de AK Parti karşısında daha
büyük güç ve hareket alanı; aynı zamanda HDP’nin seçimlerden sonraki tavrını
etkileme gücü kazandırır.
Çünkü HDP yüzde onu aştığında CHP’nin AK Parti Karşısındaki
ve bütün içindeki oranı yükselmektedir. Bu ise, psikolojik etkilerini; AK
Partide yol açacağı türbülansları falan bir yana bıraksak bile, sırf matematik
olarak bile CHP’nin lehinedir.
Bunu daha somut ve görsel olarak görebilmek için bir simülasyon
sayfasına gidelim:
İlk simülasyonumuz % 41,32 AK Parti, % 27,44 CHP, % 16,98
MHP, %9,99 HDP olsun
Buna göre AK Parti 312, CHP 147, MHP 91, HDP de 0
milletvekili çıkarıyor.
Vekillerde dağılım yüzde olarak şöyle oluyor: CHP % 27, MHP
%17 ama AK Parti, %57’sini. Bunu grafik olarak şöyle gösterelim:
Ama sırf CHP ve AKP’nin karşılıklı güçlerini hesaplarsak CHP’nin
AK parti karşısındaki gücü % 68 karşısında % %32. Yani AK Partinin yarısından
bile az bir gücü ve ağırlığı oluyor.
Şimdi CHP’nin HDP’ye oy verenler nedeniyle 0,02 puan
kaybettiğini; HDP’nin % 02 kadar puanı alarak yüzde on barajını aşıp %10,01 oy
aldığını var sayalım.
Bu durumda AK Parti: 262, CHP 142, MHP 89, HDP 57 vekil
çıkaracaktır. Burada AK partiden ve MHP’den hiç oy almadığını varsayıyoruz.
CHP’nin çıkardığı vekil, en kötü ihtimalle, (çünkü HDP’nin AKP’den
alacağı vekil daha da çok olabilir ve CHP hiç vekil de kaybetmeyebilir. Bu seçilecek
vekillerin yerlerine de bağlıdır) mutlak
rakamlarla 147’den 142’ye, yani azami 5 vekil kaybetmektedir, buna karşılık AK
Parti, 50 vekil kaybetmektedir. Yani CHP’nin kaybedeceğinin on misli.
Böylece hem bütün olarak vekiller içinde yüzde 1
kaybederken, AK Parti yüzde dokuz kaybetmektedir. Tabii bu durum CHP ve AK
Parti dengesini CHP lehine değiştirmektedir. HDP’nin barajı aşamaması halinde
CHP’nin vekilleri AKP ile toplamın %32’si iken, %35’e çıkmaktadır.
AK Parti vekillerin %48’ini, CHP %26’sını, MHP %16’sını, HDP
%10’unu ama oranladığımızda, AK parti karşısında CHP’nin oranı %32’den, %35’eçıkmaktadır.
İkincisi, AK Parti büyük bir olasılıkla sadece Tayyip’in
başkanlık hayali suya düşmeyecek, AK parti büyük bir olasılıkla hükümet de
kuramayacaktır.
Kaldı ki, buraya kadar hep, HDP’nin ikiyüzlü olduğu; ihanet
edeceği varsayımından hareket ettik.
Görüldüğü gibi HDP ikiyüzlü olsa bile, CHP’li HDP’ye oy
verdiği takdirde, Partisinin gücü ve hareket alanı çok genişler. Bir koalisyon
ortağı olarak AKP ile veya MHP ve HDP ile hükümet kurma olasılığı ortaya çıkar;
böylece kendi koşullarını dayatabilir. Tabii bu aynı zamanda diğer partilerin
hareket alanının da genişletir. AK Parti Hükümet kurabilmek için, Erdoğan’ın
başkanlığından kolayca vaz geçebilir duruma düşer. Bu gibi olasılıklar birden
bire çoğalmakta ve çeşitli olasılıklar ortaya çıkmaktadır. Ancak HDP’ye oy
verilmediği takdirde, HDP baraj altında kaldığında hiçbir olanak ve olasılık
bulunmamaktadır.
Bütün bunlar göz önüne alındığında, CHP seçmeninin, sadece
kendi partisinin çıkarını düşünse bile HDP’ye oy vermesi gerekir.
*
Ancak, tabii bütün hesapları ve akıl yürütmeleri, o CHP’li hanımefendi
gibi HDP’nin yalancı olduğu ve sözünde durmayacağı varsayımından hareketle
yaptık.
Aslında gerçek tam tersidir. HDP bugün Türkiye’deki partiler
içinde en açık; en ileri demokrasi programı olan partidir ve herkesin
karşısında seni başkan yaptırmayacağız diye bir söz vermiştir.
Onun sözünde durmayacağını kabul etmek önce onun üyelerine
ve destekçilerine karşı bir hakaret anlamı da taşır. O milyonlarca insan
zerrece akıl sahibi değil midir? Basit otomatlar mıdır?
Böyle bir durumda o parti sözünden döndüğü takdirde, bir daha
en küçük bir etkisi bile kalmayacağı açıktır.
*
Özetle, en kötü ihtimalde bile, HDP’ye oy vermek, Kızılay
olmak değil, akıllıca kendi çıkarını düşünmektir.
Tabii ülkenin veya milletinin çıkarını vs. düşündüğünde, stratejik
düşünen birçok CHP’li yazarın da belirttiği gibi zaten yine HDP’ye oy vermesi
gerekiyor.
Tabii bunun şöyle bir riski var: herkes böyle düşünürse CHP’ye
kimsenin oy vermemesi ve CHP’nin baraj altında kalması.
Elbet böyle bir tehlike yoktur. Dünya yıkılsa yine CHP’den
vaz geçmeyecek milyonlarca insan vardır ama en azından her aileden karı ve
koca; çocuklar ve ana-baba iş bölümü yaparak, HDP’nin barajı aşmasına katkıda
bulunabilirler. Durumu riske etmeyebilirler.
Tabii burada da şöyle bir tehlike var. Kimseyi de kandırmak
istemiyoruz.
HDP’ye oy vermek insanların çoğunun bünyesinde alışkanlık
yaratıyormuş. Bir kere HDP’ye oy veren odan sonra da hep HDP’ye oy veriyormuş.
Uyarmadı demesin kimse.
Demir Küçükaydın
01 Haziran 2015 Pazartesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder