Dün gece Kobane’nin hemen önündeki Mürşitpınar Hudut Kapısında
kimse kalmadığını; Türk devletinin memur ve askerlerinin çektiğini; orada HDP
milletvekili ve birkaç kişinin fiilen hududu kontrol ettiğini öğrendikten sonra,
bir devletin en kritik hudut noktasındaki memurlarını çekmesinin hiçbir şekilde
hayra alamet olamayacağını düşünerek İnternet üzerinden Facebook ve Twitter aracılığıyla
bu gelişmeye dikkati çekmeye çalıştık.
İşin ilginci bizim gibi ayrıntılara meraklı, çünkü “şeytan ayrıntıda gizlenir” ve “eylem ayrıntılarla ilgilenmeyi öngörür”
(Hegel), Ümit Kıvanç’ın “Sınır
kapısında ne oluyor? –Geceyarısı Esrarı” yazısında aktardıkları dışında
konu ne Kürt medyasında ne de başka önemine uygun bir şekilde hiç söz konusu
edilmedi.
İnsan “acaba böyle bir şey olmadı mı?” diye soruyor?
Biliniyor, “Körfez
Savaşı hiç olmadı”ydı (Jean Baudrillard).
Anlaşılan dün gece de Türk asker ve gümrük görevlileri
Kobane’nin tek çıkışını boşaltmamışlardı.
Ancak medya görmezden gelse bile, orası yine de boşalmıştı.
Bunun anlamı ne olabilirdi?
Dün bu konuda araştırma yaparken en açıklayıcı bilgilerin
Aysel Tuğluk’un “Türkiye
tampon bölge için provokasyon peşinde” başlığıyla yayınlanan
söyleşisinde gizli olduğunu gördük.
Tuğluk: "Tampon
bölgenin zemini hazırlanıyor. Saldırılardan sonra askerler şu şekilde anonslar
yaptı; 'Burası artık güvenli bölge değil, burayı terk edin.''” diyor.
Eğer asker, kendi hututları içindeki bir bölgenin artık “güvenli”
olmadığını ilan etmişse, orada kendi memurunu bulundurması da yanlış olur. Devletin
ve hukukun mantığı bunu gerektirir. Muhtemelen bu bakış açısıyla gümrük kapısı da
boşaltılmıştı.
Ayrıca yine Tuğluk şu bilgiyi de veriyor:
"Sınırda çok
ilginç şeyler yaşanıyor. Sınır kapısında bekleyen Türk askerlerinden biri
Rojava'da üst düzey yetkili bir isme şu ifadelerde bulunmuş; 'Havan toplarını
Türkiye'ye siz atıyorsunuz. Sizin tarafınızdan geliyor' Bu ciddi bir durum. Bu
büyük bir provokasyon hazırlığı içerisinde olunduğunu gösteriyor"
Türk Devleti, Kobane’de kuşatılmış bir şekilde mücadele
edenlerin, açık kalmış tek yöne de havan topu atıp intihar etmeyeceklerini bilmeyecek
kadar bilgisiz değildir. Bu kuzuyu yemeğe niyetli Kurdun, kuzuya, su
kendisinden kuzuya doğru akarken, suyumu kirletiyorsun demesine benzer.
Bütün bunları ve aynı gün gerek Erdoğan, gerek Başbakan ve
diğer bakanların ve danışmanların söyledikleri alt alta koyulunca, hudut kapısının
boşaltılmasının hiç de önemsiz ve rastlantısal bir olay olmadığı görülmektedir.
Bilemeyiz ama muhtemelen Hükümet, bir emrivaki ile Kobane’ye kuzeyden girmenin
hesaplarını ve hazırlıklarını yaptı.
Ancak diplomatik ve istihbari bilgi akışları sonunda, şimdilik
bu opsiyondan vazgeçilmiş olmalı veya ertelenmiş olmalı.
Peki, şimdi gelişmeler ne noktada?
Anlaşılan Hükümet gerek müttefik devletlerden (ABD,
İngiltere, Almanya vs.) gerek ordudan gereken onayı ve desteği alamamış olmalı
ki, çaktırmadan bir geri adım attı.
Elbette hükümetin Rojava’yı boğma ve yok etme amacı değişmiş
değil. Hükümetin baş hedefi İŞİD hiç değil; Suriye’deki rejim bile değil;
Rojava’daki yeni demokrasi denemesini yok etmek, boğmaktır. Bu gerçeği gözden
yitiren hiçbir politik analiz sağlam bir zemine ayak basamaz artık.
İŞİD’le savaş, bu hükümet için sadece Rojava’yı ezmek için
bir bahanedir.
Tabii bunu biz biliriz de müttefikleri ve başkaları bilmez
mi? Bilir.
Ayrıca bunu bilmek için kâhin olmaya da gerek yok. Bütün
söylenenler apaçık. (Cengiz Çandar “İktidarın
Kürt” ateşi”yle oyunu…” adlı yazısında uzun uzun açıklıyor ve olgulara
ve mantığa ters düşen noktalarına geçer ayak değiniyor.)
Ancak öyle görülüyor ki, gerek kendi olanaklarının
sınırlılığı; gerek müttefiklerinin tam bir onay vermemesi, gerek gerillaların
mücadelesi, onun hareket yeteneğinde belli bir kısıtlama ortaya çıkarmıştır. Ve
bir anlamda geri adım atmak zorunda kalmıştır şimdilik.
Bunu nereden anlıyoruz?
Radikal’den Murat Yetkin’in “Tezkere
yanında öyle bir paketle geldi ki…” başlıklı yazısında yazdıkları şöyle:
“Özel ekibiyle geldi,
içlerinde Genelkurmay diplomasisinden de sorumlu İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar
Güler ve geçtiğimiz haftayı sınır birliklerini teftişler geçiren Orgeneral
Hulusi Akar da vardı.
Askerler değişik
planlarla gelmişti. “Suriye topraklarında tampon bölge”, ya da “20 kilometrelik
güvenlik şeridi”, ya da “uçuşa yasaklı bölge” türünden uygulamaların; 1-
Uluslararası hukuk, özellikle BM hukuku, 2- NATO kararı olmadan yük paylaşımı,
3- TSK imkân ve kabiliyetinin tek başına yetersiz kalacağını ve 4- Müthiş bir
bütçe gerektirdiğini en iyi askerler biliyordu.
Devletin iki önemli
memuru daha Başbakanlık binasına gelmişlerdi. Dışişleri Müsteşarı Feridun
Sinirlioğlu ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan.
Bu manzara bir anlam
taşıyordu. Bakanlar Kurulu’nun çalışmasının sadece güvenlik değil, açık ve
gizli diplomasi bağlantısı ve Kürt sorunuyla ilişkisi vardı.
Nitekim öğle üzeri
Kürt meselesine dair önemli bir gelişme oldu. HDP eş-başkanı Selahattin
Demirtaş, Mürşitpınar kapısında Suriye topraklarına geçip IŞİD saldırısı
altındaki Kobani’ye gitmiş, PKK’nın Suriye’deki kardeşi PYD Başkanı Salih
Müslim ile görüşmüştü.
Demirtaş dönüşünde
hükümete Kobani’ye yardım çağrısı yaptı, eğer PYD siyaseti değişmezse Kürt
diyalogu bundan olumsuz etkilenecekti.
Bu açıklamadan kısa
süre sonra ajanslara Davutoğlu’nun yarın (Bugün, 1 Temmuz) Demirtaş ile
görüşeceği bilgisi düştü; demek ki birbirlerine söyleyecekleri yeni bir gelişme
ortaya çıkmıştı.”
“Bir haber daha düştü
o sıra ajanslara: Bakanlar Kurulu’na ara verilmiş, Davutoğlu başkanlığında bir
güvenlik toplantısına geçilmişti. O toplantıda bakanların çoğu yoktu, ama Özel,
Sinirlioğlu ve Fidan vardı.
Kürt sorunu, IŞİD ile
mücadelede hükümetin karşısındaki tek zorluk değildi. Keza Suriye topraklarına
piknik yapar gibi asker konuşlandırmanın zorluğu da ortadaydı.”
Akşam saatlerinde
açıklanan Suriye-Irak ortak tezkeresi işte buna izin veriyordu. Topraklara
yabancı asker kabulü bu anlama geliyordu.
Üstelik geçen seneki
tezkerede olduğu gibi artık Suriye rejiminin “tehdit” olmasından da söz
edilmiyordu.
Cumhurbaşkanı Tayyip
Erdoğan’ın daha çok Esad rejimine yönelik görünen “tampon bölgeler”, “uçuşa
yasaklı bölge”, “güvenlik şeridi” talepleri rafa kalkmış gibiydi. Onun yerini
mülteci geçiş bölgelerinde kurulacak “güvenlik cepleri” alacak görünüyordu.
Tehdit PKK, IŞİD ve
“benzeri örgütlerdi”.
Hükümet bir yandan
diyalog yürüttüğü PKK’yı diğer yandan “tehdit” görmeye devam ediyordu.
Ancak Başbakan
Yardımcısı Arınç, akşam saatlerinde sadece tezkereyi açıklamadı. Bir de “Çözüm
Süreci Kurulunun” oluşturulacağını açıkladı. Burada bakanlar yer alacaktı.”
Bütün bu ayrıntılardan çıkan sonuç şudur:
·
Ordu’nun savaş yeteneği, gücü ve Türkiye’nin
maddi ve fizik olanakları “güvenli Bölge” yi kaldıramaz.
·
Hukuken de işgalci durumuna düşülür.
·
Halk da böyle bir işgali istememektedir.
·
Müttefikler de onay vermemiştir. Sicili
kirlidir, aksine kendilerine geçiş izni için bastırmışlardır.
Suriye’deki rejimin yıkılmasının baş hedef görülmemesi bile
Suriye’den söz dilmeyerek Müttefiklere belli bir güven ve taviz verilmeye
çalışılmıştır.
Ayrıca hükümet, böylesine hareket alanının kısıtlandığı bir
noktada bir de barış sürecini bitirecek cesareti bulamamıştır.
Nasıl PKK barış süreci ile Rojava ve Kobane’yi
bağlantılandırdıysa şimdi aynı bağlantıyı (Tezkere ile barış sürecini birlikte
ele alarak) fiilen ve zımnen hükümet de kabul etmek zorunda kalmıştır.
“Çözüm Süreci Kurulu”,
içi boş bile olsa, köprülerin atılmadığına dair bir mesajdır.
Elbet hükümet “güvenlik
cep”leri ile (muhtemelen bu “Cep”ler de Afrin, Kobane gibi kantonlarda açılmaya
çalışılacaktır) sürekli bir baskı ve tehdit unsuru olmaya çalışacaktır.
Özetle, öyle görülüyor ki, hükümet kendi politikaları sonucu
iyice tecrit olduğu için, daha fazla tecrit olmayı göze alamamış ve şimdilik
geri bir adım atmıştır, kendini güçlü hissettiği ilk anda tekrar saldırmak
üzere.
Ama şimdilik,
·
Suriye’nin anılmaması,
·
Müttefiklere geçiş
·
Demirtaş’la görüşme,
·
Güvenlikli Bölge yerine “Güvenlik cepleri”
·
“Çözüm Süreci Kurulu”
Bu beş geri adım belli bir yumuşama yaratabilir.
Bu durumda ilk hedef Kobane’deki kuşatmayı kaldırmaktır.
Şunu bir an için akıldan çıkarmamalı Hükümetin bütün amacı
Rojava’yı yok etmektir. Onu kendi varlığı ve projesi için en büyük tehdit
olarak görmektedir.
Ama hareket alanı son zamlardan sonra da giderek daralmaya
devam edecek gibi görülmektedir.
Yükselen iç itirazları bir dış savaş ile saptırmak her
diktatörün klasik yöntemidir.
Bu yola saparsa sadece kendinin değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin
de sonunu getirir.
Belki de yapacağı en hayırsız ve hayırlı iş de bu olur.
Demir Küçükaydın
01 Ekim 2014 Çarşamba
Yazıları e-posta ile otomatik
olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder