Nişanyan’ın “Din ve
Akıl Semineri”ne yapılan ilk başlangıç eleştirisini Sayın Nişanyan nezaket
göstererek Facebook’taki sayfasında paylaştı.
Gerek paylaşırken kendisinin koyduğu not, gerek sonradan birçok
okuyucunun yazdıkları notlar, birçok önyargı ve yanlış anlama olduğunu
gösterdi. Eleştirinin özünün kaybolmaması ve gereksiz yan yollara sapmaması
için, yanlış anlamaları gidermek, önce “mıntıka temizliği” yapıp alanı “molozlardan”
temizlemek gerekiyor. Bu yazıda kısaca bunu deneyelim.
*
Birincisi, Sayın Nişanyan’a eleştiri Nişanyan’ın kişiliği
ile ilgili değildir.
Çünkü genellikle birisinin görüşleri eleştiriliyorsa bu ona
bir düşmanlık gibi kavranmaktadır. Kimi yorumlarda görüleceği gibi, kimi hayranları
ya da okurları eleştiriyi böyle kavrama eğilimi göstermişlerdir.
Nişanyan şahsen çok değer verdiğim, bu çorak topraklarda
benzerine nadir rastlanan, çok yönlü, yaratıcı, enerji dolu, provakatif ve daha
burada saymakla tükenmeyecek özelliklere sahip bir kafadır.
Verdiğimiz değeri geçmiştin iki örnekle hatırlatalım.
Kendisinin yazılarını, yine kendisinin izniyle, yöneticiliğini
yaptığımız Köxüz sitesinde yayınlamış
ve siteye yazar yapmıştık.
Daha sonra Nişanyan’ın “Kelimebaz”ını
örnek alarak ve onu sürekli hatırlatmaya yönelik bir gönderme olarak, “Kavrambaz” başlığı altında, maalesef
gerisini getiremediğimiz bir yazı serisine başlamıştık[1].
Tam kendisine çok değer verildiği için Nişanyan bir örnek
olarak seçilmiş bulunuyor.
Yani eleştiri hallacın sevdiği keçeyi yerden yere vurması
gibi görülmelidir
Nişanyan’ın dile getirdiği ve eleştirisi konusu olan din
konusundaki yaklaşımı sadece kendisine has değildir. Çok yaygındır. Elbet bu
yaklaşımı eleştirmek için aynı veya benzer görüşleri savunan başka örneklerden
biri de seçilebilirdi. Ancak onların eleştirilen yaklaşımı Nişanyan gibi
kaliteli biçimde savunamayacakları ihtimali çok daha yüksek olduğu için Nişanyan
bir örnek olarak seçilmiş bulunuyor.
Yani eleştirilecek görüşü onu toyca savunanların
yapabileceklerin hatalardan arındırmak için de Nişanyan seçilmiş bulunuyor.
*
İkincisi, eleştirimizin, Nişanyan inancı, dini veya Allah’ı
küçümsüyor, onlara hakaret ediyor vs. gibi yaygın yaklaşım ve eleştirilerle
ilgisi yoktur.
Biz hem herkesin ve de Nişanyan’ın bu hakkını hukuki olarak savunuyoruz; hem de bu
yöndeki provakatif girişimlerini siyasi
ve entelektüel bakımdan çok değerli
buluyoruz ve destekliyoruz. (Örneğin “Nişanyan’ı
Savunmak ve “Türklüğe, Müslümanlığa Hakaret” Hakkı” diye yazı[2]
yazmıştık.)
Ama bir düşünce veya davranışın hukuki veya siyasi olarak
doğru, yerinde olması veya hak olması, ille de onun bilimsel olarak doğru olduğu anlamına gelmez.
Fikir ve inanç özgürlüğü bir hak olarak savunulmalıdır. Bu
özgürlükçü anlayışın yerleşmesi için elbette inanç ve aklı veya din ve bilimi
zıtlık içinde ele alan tartışmalar, seminerler, kitaplar vs. yapılmalı veya
yazılmalıdır. Nişanyan kendisini riske de atarak bunları yapıyor. Bu yönden bir
sorun yoktur. Ve Türkiye gibi bir ülkede özellikle desteklenmelidir.
Biz onun, hukuki ve politik olarak doğru yaptığının veya
hakkı olduğunun içeriğinin bilimsel olarak yanlış olduğunu savunuyoruz.
Biz Nişanyan’ı tam hiç kimsenin eleştirmediği ve eleştirmeyi
aklına getirmediği noktadan eleştiriyoruz. Eleştirimizin özü, kendisinin sorunu
“Din ve Akıl” olarak koymasının bilimsel olmadığı noktasındandır. Yani
eğer kendisinin ifadesiyle ifade edersek, Nişanyan’ı, “dini önyargılara” sahip bir dindar” olmakla eleştiriyoruz
diyebiliriz.
*
Bilim demek her şeyden önce kavramsal düşünme demektir.
Bilimsel “ilerleme” demek kavramların ayrışması, netleşmesi, dakikleşmesi,
içerik ve anlamlarının değişmesi demektir.
Biz bir “Kavrambaz”
olarak “Kelimebaz”ın kavramlarını anlamaya,
dakikleştirmeye çalışalım. Bakalım ne diyor?
Nişanyan, yazıyı paylaşırken şöyle bir ön not koymuş:
“Sevgili Demir Küçükaydın
seminere katılamayacağını bildirmiş, onun yerine bir makalesini paylaşmamı rica
etmiş.
Buradaki görüşe
katiyen katılmadığımı vurgulayarak paylaşıyorum. Kapitalizm kel alaka? Tarihte
dinî önyargılara gelmiş geçmiş en büyük darbeyi vurmuş olan sistemle neden
mücadele edecekmişiz, anlamadım. Ayrıca imanla akıl ve fikir düzeyinde mücadele
edilmez ne demek? Bal gibi edilir. Akıl ve fikirden güçlü silah mı var?”
Benim bunları söyleyip söylemediğim ayrı konu ama şu an
konuyu dağıtmamak için bunların önemi yok. Konuyu farklı soyutlama düzeylerinde
ele almamız gerekiyor. Birçok yanlış iç içe olunca, farklı yanlışları analiz
edebilmek için, diğer yanlışları yok saymaktan başka bir yol yoktur.
Sayın Nişanyan’ın yukarıdaki kısa notunu analiz ederek işe
başlayalım.
*
Nişanyan’da “Dini
önyargılar” ve “İman” ile “akıl ve fikir” bir zıtlık içinde ele
alınmaktadır.
Seminer’in konusunu da hatırlayalım: “Din ve Akıl”.
Şimdi bu kullanımlardan hareketle Nişanyan’ın kafasında bir
tarafta: “Din”, “İman” ve diğer tarafta “Akıl” olduğunu, kendisinin aklı
savunduğunu düşündüğünü söyleyebiliriz.
Ama bu akıl aynı zamanda bilim, yani kanıtlara dayanan bilgi
anlamında da kullanılmaktadır.
Yani bir tarafta kanıtlara dayanma gereği duymayan iman,
din; diğer tarafta kanıtlara, mantıki çıkarsamalara dayanan akıl ve bilim
vardır.
Yani seminerin başlığı pek ala Din yerine İman koyularak “İman (İnanç) ve Akıl”; Akıl yerine Bilim
koyularak “Din ve Bilim” de
olabilirdi. Bunları benzer anlamlarda alıp kullanmaktadır Sayın Nişanyan.
Bu kısa açıklamadan sonra şimdi biz bir “Kavrambaz” olarak
“Kelimebaz”ın kavramları üzerine biraz düşünmeye başlayalım.
Ama bunun için önce, kavramların hangi türden kavramlar oluşu üzerine bir kısa giriş yapmak
gerekiyor. Bu ön açıklama olmadan yapılacak eleştiri anlaşılamayabilir.
*
Birincisi farklı varoluş biçimlerine ilişkin olgu ve
kavramların sırf kelime benzerlikleri veya yanlış anlamalar nedeniyle tamamen
farklı bağlamlarda kullanılmaları vardır. Çok bilinen klasik örnek, “Materyalizm”dir.
Materyalizm, Felsefi, Sosyolojik ve Etik olarak üç farklı alana ilişkin üç
farklı kavramdır.
Felsefi olarak, bizim dışımızda evrenin var olduğunun, onun
bizim zihnimizde yarattığımız bir şey olmadığının kabulüdür. Bu, Einstein’ın
dediği gibi her bilimsel düşüncenin temelidir.
Sosyolojik olarak Materyalizm, düşüncenin varlığı değil,
varlığı düşünceyi belirlediği, halk bilgeliğiyle ifade edersek, insanın
kulübede başka sarayda başka düşüneceğidir. Yani Marksizm'in savunduğu temel
önermedir. Bütün Marksizm bu temel önerme üzerinde yükselir.
Ahlaki bir kavram olarak Materyalizm ise, yine halkın deyimiyle “maddiyata değer verme”
anlamındadır.
Dikkat edilirse oldukça birbirine yakın gibi görünen ama çok
farklı kategorilerden kavamlardır bunlar. Örneğin Marksistlerin çoğu Felsefi ve
Sosyolojik olarak Materyalist olmalarına rağmen, ahlaki bakımdan
idealisttirler. Felsefi ve sosyolojik idealistler ise ahlaki olarak genellikle
materyalisttirler.
Tabii bu çok kolay ve bilinen bir örnek, ama her zaman bu kadar
bilinen ve yaygın bir kavrayış yoktur. Özellikle din, iman, bilim ve akıl gibi
kavramlar söz konusu olduğunda.
Ama oraya ve Nişanyan’ın söylediklerine geçmeden önce yanlış
kavrayış ve karıştırmanın yaygınlığını göze batırmak için, bir örnek daha
verelim. Herkesin ne olduğunu bildiğinden şüphelenmediği İnsan kavramını ele
alalım.
Çoğumuz İnsan’ı hepsi aynı kapıya çıkan şu biçimlerde
tanımlayabiliriz: sosyal hayvandır, düşünen hayvandır, gülen hayvandır, yemek
pişiren hayvandır, giyinen hayvandır, vs., vs..
Hepimiz toplumun insanlardan oluştuğunu düşündüğümüzden,
İnsan kavramının sosyolojik bir kavram olduğunu zannederiz örneğin.
Sadece biz sıradan ölümlüler değil, dünyadaki bütün
sosyologlar da öyle düşünürler neredeyse. Herhangi bir sosyoloji kitabını alın
giriş bölümüne veya sosyolojinin konusuna ilişkin söylediklerine bakın, sosyolojinin,
insanlar arası ilişkileri (Toplumu) ele aldığını söylediğini görürsünüz. Yani
neredeyse bütün sosyolojiler yukarıda tanımlanmış anlamıyla insan kavramına
dayanırlar. Ve bu kavramın sosyolojik bir kavram olduğundan hareket ederler.
Hâlbuki yukarıdaki tanımların hepsi (sosyal hayvan, alet
yapan hayvan, düşünen hayvan vs.), insanı diğer
hayvan veya canlılarla ilişki içinde, o
küme içindeki farklılığı bakımından ele aldığından İnsan kavramı sosyolojik değil biyolojik bir kavramdır.
İnsan denen hayvanın veya canlının diğer hayvan veya canlılarla farklılığını
ortaya koymaktadır. Tıpkı yarasalar uçan memelilerdir gibi bir tanımdır.
İnsanlar da alet yapan memelilerdir.
Sosyoloji biyolojik bir kavram olan insan kavramına
dayanarak toplumsal evrimin yasalarını bulamaz. Bunu yapmaya kalkması;
biyolojinin atom ya da molekül kavramlarıyla binlerce türü açıklamaya
kalkmasına benzer. Biyolojinin konusu olan canlıları, kendi benzerini yaratan
moleküllerdir diye tanımlamış olduğumuzda, biyolojik bir yasa ifade etmiş
olmayız. Hala fizik ve kimya alanındayızdır, bize bunun diğer moleküllerle
farkını anlatmaktadır, canlıların farkını değil. Biyolojik yasalar, Darwin
yasaları ise, tamamen farklıdır.
Toplum’u insanlar arası ilişki olarak tanımlamak; yaşamı
moleküller arası ilişki olarak tanımlamaktan farklı değildir. Bütün bugün
bilinen sosyolojilerin hepsinin temel yanlışı budur aslında.
Sosyolojik bir kavram olarak ya da sosyolojinin konusu
olarak İnsan’ın ne olduğu ise çok ciddi ve karmaşık bir sorundur. Bir insan’ın
biyolojik olarak bir insan olması sosyolojik olarak bir İnsan olduğu anlamına
gelmeyeceği gibi; biyolojik olarak insan olmayan bir türün veya nesnenin
sosyolojik olarak insan olmayacağı anlamına da gelmez.
Klasik bilinen örnek kölelerdir. Eski Yunan kentlerinde,
köleler biyolojik olarak insandılar ama İnsan sayılmıyorlardı. Hatta o kadar
uzağa gitmeye bile gerek yok. Kaç çocuğun var, ailen kaç kişidir sorusuna kızları
insan saymadan cevap veren çoktur bugün yaşadığımız toplumda bile. Yani
sosyolojik olarak insan olma, insandan sayılma ile biyolojik olarak insan olma
özdeş değildir.
Tersi de doğrudur. “İlkel” kabilelerin insan yediğinden, “yamyam”
veya “kanibal” olduklarından söz edilmektedir. Bu bizlerin biyolojik insan kavramı
ile sosyolojik insan kavramını bir tutup sonra da bu kavramlarla başka insan
kavramına sahip bir toplum hakkında tamamen yanlış bir hüküm vermemizden başka
bir şey değildir.
Bizlerin “Kanibal” veya “Yamyam” dediğimiz hiçbir kabile İnsan
yemez aslında. Çünkü genellikle onlar için insan kavramı ki genellikle kendilerine
verdikleri isim ile İnsan da özdeştir, ancak kendi kabilesinden olanlarla
sınırlıdır. Onlar başka bir kabileden insanı öldürüp yediklerinde biyolojik
olarak bir insanı yemiş olurlar ama sosyolojik olarak yedikleri insan değil,
bir hayvandır, bir canlıdır. Ama diyelim ki bu kabilenin soyundan geldiğine
inandığı totemi marul veya tavuk olsun. Onlar için marul veya tavuk
kendilerinin atası ve kardeşi olduğundan onlar gibi bir insandır biyolojik
olarak öyle olmamasına rağmen. Bizler marul veya tavuk yediğimizde insan yemiş
oluruz, yediklerimiz biyolojik olarak insan olmamasına rağmen.
Bunun sadece geçmişe ilişkin bir ayrım olduğunu düşünmeyelim.
Bugün de böyledir.
İnsan hakları evrensel beyannamesi, tür olarak insanların haklarından söz etmez, sosyolojik olarak insan olarak kabul edilebilmenin
koşullarından söz eder.
“Her insan dini,
fikri, ırkı, soyu, sopu vs. ne olursa olsun eşittir ve insan haklarından
yararlanabilir” demek, insan sayılmak ve bu haklardan yararlanabilmek için
her insanın dini, fikri, ırkı, soyu, sopu ne olursa olsun eşit olarak kabul
etmek gerekir anlamındadır.
Diyelim ki siz insanların eşit olmadığını düşünüyorsunuz ve iç
tutarlılığı olan bir insan olarak da bunu uyguluyorsunuz. Bu durumda, sizin
insan haklarından yararlanamayacağınızı düşündükleriniz insan değildir. Tersi
de doğrudur, insanların eşit olduğunu düşünenler insandır diyen anlayışa göre
de siz insan değilsinizdir. Amerika’daki kölecilik budur. Hatta uluslar da
biraz daha yumuşatılmış biçimiyle böyledir. Örneğin ulusu Türklükle
tanımladığınızda, Türk olmayanların fiilen hiçbir hakkı olmaz. Biyolojik olarak
insan olmalarına rağmen sosyolojik olarak insan olarak görülmemektedirler.
İnsanların eşit olduğunu düşünenler ve kabul edenler,
insanların eşit olmadığını düşünenleri insan haklarından mahrum etmeden insan
haklarına dayanan bir toplum kuramazlar.
Bu örnekten de örüleceği gibi, herhangi bir kavramın
sosyolojik, biyolojik veya fiziksel bir kavram olması çok farklı anlamlar
içermesi demektir. Bunların aynı sözcükle karşılanmasından hareketle bu
kavramları karıştırmamaya büyük dikkat etmek gerekir.
*
Bir diğer önemli ayrım da, bizzat toplumsal hayat ile ilgili
kavramlarda, sosyolojik analiz
kavramları ile, hukuki, yani bir toplumsal düzenin temelini oluşturan
kavramları, normatif kavramları
ayırma sorunudur.
Örneğin ahlak kavramını ele alalım. Ahlak hem bir analiz
kavramdır, hem de bir toplumsal ilişkileri düzenleyen bir normatif kavramdır.
Örneğin, “A toplumunda (Eski yunanlılarda
olduğu gibi) hırsızlık ahlaksızlık olarak görülmez” dediğinizde, ahlak
kavramını bir analiz kavramı olarak
kullanmış olursunuz. Konunun estetik veya ekonomi değil, etik olduğunu bu
kategoriden bir sorunun tartışıldığını vurgulamış olursunuz.
Ama örneğin “hırsızlığı
ahlaksızlık olarak görmemek ahlaksızlıktır” dediğinizde, ahlak kavramını normatif, yani ahlaki bir kavram olarak kullanmış olursunuz.
İkisi çok farklıdır ve bu ayrımın hayati bir önemi
bulunmaktadır. Din, iman, bilim, akıl gibi konular söz konusu olduğunda.
Dikkat edilirse tamamen bilimsel kavramsal dakiklikle yol
alıyoruz.
Şimdi biz bu kısa açıklamadan sonra, Aynen Sayın Nişanyan’ın
akıl ve bilimi tek doğru ve meşru yol olarak görmesini aynen kabul edip,
Nişanyan’ın kullandığı kavramları incelemeye, analiz etmeye başlayalım.
Uzun olduğu için burada kesip bir sonraki yazıya bırakalım.
Ancak bu ipuçları ve kavramsal hazırlıktan bizzat okuyucu kendisi de bir takım
sonuçlar çıkarabilir.
Demir Küçükaydın
04 Eylül 2013 Çarşamba
[1]
Orada örneğin şöyle diyorduk:
“Sevan Nişanyan,
Taraf’ta yazdığı “Kelimebaz” ile Etimoloji veya Linguistik ile nasıl politika
yapılabileceğinin dünyada belki de eşi benzeri bulunmayan nefis bir örneğini
sunmuştu.
Sevan
Nişanyan’ın bu ülkede yaşayan insanların şanssızlığı olan şansı vardı: Türkiye
gibi, Türk Dil ve Tarih kurumlarıyla, birkaç yönden hafızasını yitirmiş veya
yitirmeye zorlanmış bir ülkede yazıyordu. Birinci şansı, bir Türk ulusu
yaratabilmek için, Alman Emperyalizminin Hint yolunu açma hedefleri için
yaratılmış Orta Asya ve oralardan gelen Türk ulusuna dair bir uydurulmuş bir
resmi ve egemen Tarih anlatısını doğru kabul etmiş insanlara yazıyordu. Bu
insanlar, eski uygarlıkları feth eden fatihlerin, hiçbir yerde, nüfusun yüzde
beşinden veya onundan fazlasını oluşturmadığını; fatihlerin genleri aynı kalsa
bile; kültürel kotlarıyla feth ettikleri tarafından fethedildiklerini; yani
Orta Asya'daki göçebelerin değil; kültürel ve genetik olarak binlerce yıldır bu
topraklarda yaşamış insanların torunları olduklarını bilmiyorlardı. Yüzde
doksanıyla genetik ve kültürel “soydaş”ları Azeriler, Özbekler veya Türkmenler
değil, bugün düşman belledikleri Rum ve Ermenilerdi. Bu soydaşlık en sıradan,
dolayısıyla en az değişen, en bildik kelimelerde en çarpıcı biçimlerde ortaya
çıkıyordu.
Birinciye bağlı
İkinci şansı, yüzyılın başlarında katliamlar ve sürgünlerle yok olmuş çoğu
Hıristiyan halkların bu yok oluşunu unutmaya çalışmış ve hafıza kaybına uğramış
insanlara yazıyordu.
Üçüncü şansı,
Kelimebaz’ı, artık bir dile, dine ve ırka dayanan ulusların ve ulusçuluğun
ömrünün iyice dolduğunun açığa çıktığı; “çok kültürlülük” veya “ulus devletin
sonu” gibi bir “post modern durum”da; Kürt özgürlük hareketinin yükselişi
dolayısıyla artık ülkeyi boğar hale geldiği bir dönem ve yerde yazıyordu.
Her sözcüğün
tarihi, bir bakıma bu hafıza kaybına uğramış ülkenin insanlarına unuttukları
veya unutmaya çalıştıkları geçmişlerinin bir çağrısı gibiydi.
Ve bu ülke,
bugünkü dünyanın iktisadi ilişkilerine ve teknik gelişimin bu düzeyine ayak
uydurmak istiyorsa bu geçmişin, “üzerine bir kâbus gibi çöken” devleti ve
sistemi ile bir hesaplaşmaya gitmek; onu değiştirmek gerektiğini hissediyordu.
Ama Nişanyan’ın
radikal bir demokrat olan siyasi tavrına uygun olan etimolojik ve etimolojik
olduğu kadar da siyasi açıklamaları; bir yandan böyle bir değişimi isteyen ve
artan gücüne paralel olarak politik iktidardan artık daha büyük pay isteyen;
ama diğer yandan ezilen sınıflardan korkan, onlarla ilişkisinde deliye taşı
andırmak istemeyen, yani radikal bir demokratik dönüşümden ve fikirlerden
korkan burjuvazinin direncine takıldı.
Birden sahneden
ve ramp ışıklarından uzaklaştırıldı. Kitapların, Facebook’ların, Blog’ların
dünyasına gönderildi.
Demokratik bir
hareketin, bu hareket içinde de İşçilerin ve Pleplerin ağırlığının yükselişi
olursa, bu yükseliş tekrar Nişanyan’a ve Kelimebaz’a sahnenin ön saflarında yer
açar. Ama çoğunluk egemenliğinin demokrasi diye vaftiz edildiği bu günkü
ilişkiler devam ederse bu durumun bir değişme şansı yoktur.
İşte,
“Kavrambaz”a ilham veren Nişanyan’ın bu “Kelimebaz”ıdır. Ve aynı zamanda
“Kavrambaz” adıyla “Kelimebaz”ı sürekli bir hatırlatma çabasıdır da.” (http://demirden-kapilar.blogspot.de/2011/10/kavrambazn-ilk-yazs-kavrambaz-hakknda.html)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder