23 Mayıs 2013 Perşembe

Nişanyan’ı Savunmak ve “Türklüğe, Müslümanlığa Hakaret” Hakkı


(Sayın Sevan Nişanyan’a “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçundan 13,5 ay ceza verilmiş.
Önce kendine demokratim diyen veya böyle bir iddiası olan herkesin bu cezaya karşı çıkması veya aynı suçu işleme kampanyası bir sivil itaatsizlik eylemi başlatması gerekir. Özellikle en radikal demokratlar olması gereken sosyalistler bunun başını çekmelidirler.
Ama öncelikle böyle bir kampanyayı kendini Müslüman olarak tanımlayanlar açmalıdırlar. Çünkü Müslümanlar ve Türkler bu ülkedeki insanların “Kahir ekseriyeti”ni oluşturmaktadırlar. Türkler ve Müslümanların çoğunluğu birer demokrata dönüşmedikçe bu ülkeye demokrasi gelmesi mümkün değildir. Bunun için de öncelikle Müslüman ve Türklerin demokratları, demokrat olmayan Müslüman ve Türklerle bölünmeli, onlara karşı mücadeleye girmelidirler.

Örneğin Müslümanlar, günde beş vakit camilerden ağzına kadar açılmış hoparlörlerle ezan terörü yapılmasına karşı girişemler kurmalı; mitingler örgütlemelidirler. Müslümanlar Diyanet’in kapatılması, Müslümanların bugünkü imtiyazlarına son verilmesi için mücadele başlatmalıdırlar.
Müslümanlar ancak o zaman birer demokrata dönüşebilirler. Aksi takdirde ırkçı bir rejimde beyaz olmanın imtiyazlarını yaşayan ve beyazların imtiyazlarına karşı mücadele etmeyen beyazlardan farkları olmayacaktır.
Benzer şekilde, Türkler, Türk olarak imtiyazlarına karşı çıkmalıdırlar. Türkçenin resmi dil olasına karşı çıkmmalı bu imtiyazı yaşamak istemediklerini; herkesin ana dilinde eğitim görme hakkını savunmalıdırlar. Okullarda Türk tarihi okutulmasına karşı çıkmalı, tüm dillerden ve dinlerden eşit sayıda katılımcının hazırladığı nötral bir tarih kitabı okunmasını ve bunu herkesin kendi ana dilinde okumasını savunmalıdırlar. Türkiye’nin Türk diye bir dili kulllananların veya o hayali soydan gelenlerin adıyla adlandırılmış olmasına karşı çıkıp ülkenin nötral bir isimle adlandırılması için kampanyalar açmalıdırlar.
Ancak o zaman birer demokrata dönüşebilirler.
 Demokrasi genel anlamıyla azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden rejim olarak tanımlanabilir. Ama bu en genel anlamıyla demokrasi en ırkçı rejimlerin bile aracı olabilir. Demokrat olmak demek, özel bir demokrasiden yana olmak demektir. Çoğunluğun, müslümanlar gibi nüfusun yüzde doksan dokuzunu oluşturduğu bir yerde bile, insanların gün ortasında hiçbir korku duymadan oruç yeme hakkını savunan sisteme denebilir demokrasi.
Bir salonda, bir tek kişi bile sigara içmiyorsa, bütün salon sigara tiryakisi ise bile,  yine de o bir tek kişinin sigara dumansız bir havayı soluma hakkıdır demokrasi. Sigara içen çoğunluğun, sigara içmek için karar alma hakkının olmadığı yerde olur demokrasi.
Ama böyle bir demokrasinin oluşması için öncelikle çoğunluğun hiç kimsenin rızası hilafına sağlığıyla oynanamayacağı, çoğunluğun bu konuda karar alma hakkının olmadağına karar vermesi gerekir.
Bunun için de çoğunluğun öncelikle demokrat olması gerekir. Yani Türkler ve Müslümanlar bu kahredici çoğunluk önce demokrat olmak zorundadır. Hazreti Muhammet’in dediği gibi, önce kendi nefsine karşı bir savaşa, savaşların en kutsalına girmelidirler. Kendi imtiyazlarına karşı mücadeleye başlamalıdırlar.
 Müslümanlar “İslamiyete hakaret” hakkı için mücadele etmezlerse; Türkler “Türklüge hakaret” etme hakkı için mücadele etmezlerse birer demokrat olamazlar.
Somut olarak Nişanyan’ın dediklerine gelirsek, sorun Nişanyan’ın dediklerinin doğru olup olmadığı değildir. Sorun fikir özgürlüğü ve demokrasi sorunudur. Bu ikisi birbirinden ayrılamaz.
Aşağıya yine yıllar önce yazdığımız ““Türklüğe Hakaret” Hakkı” başlıklı yazımızı aktaryoruz. Hırant Dink’i Türklüğe hakaret üzerinden vuranlar şimdi Nişanyan’ı İslam’a hakaret  üzerinden vurmaya hazırlanıyorlar. Bu nedenle orijinal başlıktaki Türklüğün yanına bu sefer Müslümanlığı da ekledik.
Buradan, bu vesileyle Ayhan Bilgenlere, İhsan Eliaçıklara bir çağrı yapmak istiyoruz. Müslümanlar olarak Müslümanlar içinden Müslüman olmayanların “Müslümanlara hakaret” hakkı için kampanya başlatınız. Ezanların hoparlörsüz okunması için kampanya başlatınız. Diyanetin kaldırılması; Müslüman din adamlarına devletten maaş verilmemesi; bunların cemaatin gönüllü bağışlarıyla yaşaması için kampanya başlatınız. Ancak böyle bir davranış ve kampanyayla diğer çoğunluk olan Türklere bir örnek oluşturabilir ve demkratik bir hareket ve gelenek yaratabilirsiniz.
Bir ateist olarak örneğin benim gibilerin böyle bir kampanya başlatması hiçbir işe yaramaz. Müslümanlar olarak sizler, hiç içeriğine katılmasnız da, Nişanyan’ın sözlerini tekrarlayıp, bu sözleri söyleme özgürlüğü için mücadele başlatınız.
Demir Küçükaydın
23 Mayıs 2013 Perşembe)

“Türklüğe Hakaret” Hakkı

Türklüğe veya her hangi başka bir “milliyete”; Hıristiyanlığa, İslam’a  veya başka bir “din”e; Recep’e veya Georg’a; Liberal’e veya Komünist’e, hasılı hiç kimseye “Hakaret” edilmemelidir.
Ama “hakaret” nedir?
Biri için son derece haklı ve yerinde “eleştiri” olan diğeri için bir “hakaret” olur. Sınırı böyle belirsiz bir kavram üzerinden bir hukuk oluşmaz. Ama Türkiye’deki kanunlar, hep en kritik noktalarda, hep böyle nereye çekersen oraya gidecek kavramlarla bezenir.
Gösteri yapmak bir haktır derler, sonraki maddede bunun “toplum huzurunu bozması” olasılığında idari mekanizmayla yasaklanabileceği veya ertelenebileceğini eklerler. Fikir özgürlüğü vardır, herkes fikrini söyleyebilir derler; ama “Türklüğe hakaret” edilemez diye eklerler.
Böylece aslında bütün o sözde haklar, idari aygıtın keyfi tasarruflarına bırakılmış olur. Bu hakkın kullanılmasına ne zaman müsaade edeceklerini de politik dengeler belirler. Politik dengeler ise, örgütsüzlükleri ve güçsüzlükleri nedeniyle o hakları kullanabilecek olanların lehine olmaz hiçbir zaman
Şu çok özenilen Batı’da da benzer maddeler vardır, ama orada en azından, seçilmiş ve gerçekten iktidarı elinde bulunduran organların yanı sıra; halk iyi kötü sendikalar ve derneklerle vs. örgütlü olduğundan, bu keyfi kullanımlara karşı bir ölçüde bir denge oluşturabilir. Bu nedenle, İngiltere Kraliçesinin veya İsveç kralının, Türkiye’deki köy karakol jandarması kadar bile insanların kaderi üzerinde etkisi yoktur.
O, hiçbir seçilmiş organa karşı sorumlu olmayan ve kendileri de seçilmeyen; haklarında dava bile açılamayan; açılınca da fiilen zaman aşımına uğrayıp kaynatılan, kayrılıp terfi ettirilen jandarmaların, polislerin, kaymakamların, valilerin, savcıların, hakimlerin keyfine kalmıştır neyin “hakaret” neyin “kamu düzenini” bozucu olduğunun takdiri. Bu sınırsız gücü dengeleyebilecek biricik güç olan kaderleri hakkında hüküm verilenler ise, darmadağın ve her türlü politik ağırlıktan ve savunma mekanizmasından yoksun olduğu için hiçbir hak aslında kağıt üzerinde bir hak olmaktan öteye gitmez ve bir hak değil, hep her zaman geri alınabilen, kullanılmasına müsaade edildiği için minnettar olunması gereken bir lütuf olarak kalır.
Bu nedenle Türkiye’de hiçbir değişim demokratikleşme anlamına gelmez. Aksine demokratikleşme diye yapıldığı söylenen bütün yasalar aslında eski yasalarda kalmış veya gözden kaçmışveya hesaplanamamış soluk alınan delikleri kapatmaktan başka bir anlama gelmezler.
Bir örnek. Eskiden, yani şu daha demokratik olduğu söylenen Ceza Kanunundan önce, bir yazının yazarı sorumluluğu üstleniyorsa, Yazı İşleri Müdürü ceza almazdı. Böylece herkes kendi sorumluluğunu kaldırmayı göze aldıktan sonra, istediğini yazabilirdi de. O sorumluluğu alan yazar başka ülkede de olurdu, yazdığını kabul ettikten sonra, eğer ortada bir suç varsa veya dava açılmışsa, onu mahkemeye çıkarmak, bulmak veya getirmek devletin işiydi.
Yeni yasada ise, yazar yazının sorumluluğunu üstlense bile, eğer mahkemeye çıkacak bir durumda değilse ve çıkarılamıyorsa, örneğin başka ülkedeyse, bu sefer Yazı İşleri Müdürü hapse tıkılmaktadır yazar yerine. Böylece, Devletin elinin ulaşamadığı yerlerde bulunan veya mahkemeye çıkamayacak insanların, Türkiye’de görüşlerini açıklamasının ve politika yapmasının bütün yolları tıkanmış bulunmaktadır. Birisi ancak kendisi için içerde yatmayı göze alabilecek bir Müdür varsa yazı yazabilir Türkiye’de. Yeni ve demokratik olduğu söylenen yasayla, elinin ulaşamadığı yerde bulunabilecek yazarlara karşılık, Yazı İşleri müdürleri birer rehine olmuşlardır bu keyfi devletin elinde. “Demokratikleşme”, “Avrupa Yasaları” denen şey özünde fikirlerin özgürce ifadesi için kullanılan küçük bir deliğin bile tıkanmasından başka bir şey değildir.
Ama şu Türkiye’nin aydınları, gazetecileri, yazarları bu durumu öylesine içselleştirmişlerdir ki, bu sistemin kendisini sorgulamayı akıllarından bile geçirmezler. Yani onlar bizzat bu sistemin işleyişinin bir parçası ve savunucularıdırlar.
Hırant Dink’in mahkumiyetini verişlerine bakın, kimse bu işleyişin kendisini sorgulamıyor. Kimse “Türklüğe hakaret” diye bir kanun maddesinin varlığını; hele böyle bir maddenin örgütsüz bir halkın bulunduğu koşulda nasıl keyfiliğin bir aracı olduğunu sorgulamıyor. Bu yetkinin şimdi ve bu biçimde kullanılmasını; bunun Avrupa birliğine girmeye yakışmadığını; uygulanış tarzını eleştiriyorlar. Örneğin İsmet Berkan, eleştirisini, Hırant Dink’in heyecanından söz ederek (yani onun heyecanını hoşgörün demeye getiriyor) ve söz konusu yazıda Türklüğe değil, aslında varsa “diaspora Ermenilerine” hakaret var diyerekten yanlış anlama olduğu bakımından eleştiriyor. (Buradaki utanmazlık da ayrı konu, Diyaspora Ermenilerine hakaret edilebilir!)
Benzer şekilde, Orhan Pamuk hakkında, dava açılabilmesi değil, dava açılması yanlış bulunuyor. Onun dedikleri yüzünden dava açılabiliyor olmasını; bunun en sıradan demokrasiyle bağdaşmayacağını söyleyen yok.
Nasıl olup da, Türklüğe hakaret adlı bir madde olduğu; Nasıl olup da savcıların bir yazıdan dolayı dava açabildiği; nasıl olup da mahkemelerin buna bakabildiği gibi sorunlar tartışma konusu bile olmuyor.
Ama aynı şekilde, bu basın, Öcalan’dan “çocuk katili”; “terörist başı” sıfatları olmadan söz etmiyor. Bir insan olarak Öcalan’ı bir yana bırakalım, Öcalan’ı önderleri tanıyan Kürt halkına sürekli hakaret etmeyi kendine hak görüyor. Birisi Öcalan’dan “Sayın” diye söz etti mi, hemen tümü üzerine saldırıyor. Bunu protesto için olsun Öcalan’dan “Sayın” diye söz etme eylemi başlatmayı hiçbir gazeteci veya aydın aklından bile geçirmiyor.
Tekrar edelim, elbette hiç kimseye hakaret edilmemeli. Ama Hakaretin böylesine çifte standartla ve keyfilikle belirlendiği ve fikir özgürlüğüne karşı silah olarak kullanıldığı bir ülkede, demokrasi demek, Türklüğe hakaret hakkı demektir. Demokrasi demek Kürtlüğe veya Ermeniliğe hakaret edememek demektir.
Ne zaman, örneğin Türk Solu dergisine Kürtlere hakaret ettiği için derhal hakkında dava açılır, ne zaman Öcalan’dan “Bebek katili” diye söz edildiğinde, o gazeteye bir insana hakaretten dava açılır; ne zaman Ermenilerden, Yahudilerden, Rumlardan olumsuz bir sıfat veya ima ile konuşana bile dava açılabilir, o zaman Türkiye’de bir ölçüde Demokrasi’den söz edilebilir.
Bir şeye ulaşmak istiyorsanız, önce onu hayal etmeniz gerekir. Türkiye’de demokrasinin nasıl bir şey olduğu hayal bile edilemiyor. Demokrasi bir haklar manzumesi değil; devletin hoşgörüsü ve lütfu olarak isteniyor.
Demokrasinin bu devletle değil, bu devlete karşı olacağı; bu devlet cihazı parçalanmadan; yerine iktidarın her düzeyde geçek bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında seçilmiş organların elinde olduğu; kendisini her hangi bir dil, din, etni, soy ya da tarihle belirlemeyen; aksine bunlarla belirleyenlerle ayrılığıyla belirleyen demokratik bir cumhuriyet kurulmadan demokrasiden söz edilemeyeceği ve bunun için mücadele kimsenin aklına bile gelmiyor. Gerçek bir demokrasi, istenmek bir yana, hayal bile edilemiyor.
Özetle, hakaretin böyle keyfi ve çite standartlı ve düşüncelerin özgürce ifadesini kısıtlamak için kullanıldığı bir ülkede, demokrasi demek, Türklüğe hakaret hakkı demektir.
Türkler, kendine Türk diyenler, Türklüğe hakaret hakkı için mücadele ettiklerinde demokrat sıfatına hak kazanacaklardır. Ve bu hakkı elde ettiklerinde de Türkiye’de demokrasiden söz  edilebilecektir.
17 Kasım 2008
Demir Küçükaydın

Hiç yorum yok: