(Sayın Sevan Nişanyan’a
“halkın bir kesiminin benimsediği dini
değerleri alenen aşağılama” suçundan 13,5 ay ceza verilmiş.
Önce kendine
demokratim diyen veya böyle bir iddiası olan herkesin bu cezaya karşı çıkması
veya aynı suçu işleme kampanyası bir sivil itaatsizlik eylemi başlatması
gerekir. Özellikle en radikal demokratlar olması gereken sosyalistler bunun
başını çekmelidirler.
Ama öncelikle böyle
bir kampanyayı kendini Müslüman olarak tanımlayanlar açmalıdırlar. Çünkü
Müslümanlar ve Türkler bu ülkedeki insanların “Kahir ekseriyeti”ni
oluşturmaktadırlar. Türkler ve Müslümanların çoğunluğu birer demokrata dönüşmedikçe
bu ülkeye demokrasi gelmesi mümkün değildir. Bunun için de öncelikle Müslüman
ve Türklerin demokratları, demokrat olmayan Müslüman ve Türklerle bölünmeli,
onlara karşı mücadeleye girmelidirler.
Örneğin Müslümanlar,
günde beş vakit camilerden ağzına kadar açılmış hoparlörlerle ezan terörü
yapılmasına karşı girişemler kurmalı; mitingler örgütlemelidirler. Müslümanlar Diyanet’in
kapatılması, Müslümanların bugünkü imtiyazlarına son verilmesi için mücadele başlatmalıdırlar.
Müslümanlar ancak o
zaman birer demokrata dönüşebilirler. Aksi takdirde ırkçı bir rejimde beyaz
olmanın imtiyazlarını yaşayan ve beyazların imtiyazlarına karşı mücadele
etmeyen beyazlardan farkları olmayacaktır.
Benzer şekilde,
Türkler, Türk olarak imtiyazlarına karşı çıkmalıdırlar. Türkçenin resmi dil
olasına karşı çıkmmalı bu imtiyazı yaşamak istemediklerini; herkesin ana
dilinde eğitim görme hakkını savunmalıdırlar. Okullarda Türk tarihi
okutulmasına karşı çıkmalı, tüm dillerden ve dinlerden eşit sayıda katılımcının
hazırladığı nötral bir tarih kitabı okunmasını ve bunu herkesin kendi ana
dilinde okumasını savunmalıdırlar. Türkiye’nin Türk diye bir dili
kulllananların veya o hayali soydan gelenlerin adıyla adlandırılmış olmasına
karşı çıkıp ülkenin nötral bir isimle adlandırılması için kampanyalar
açmalıdırlar.
Ancak o zaman birer
demokrata dönüşebilirler.
Demokrasi genel anlamıyla azınlığın çoğunluğa
uymasını kabul eden rejim olarak tanımlanabilir. Ama bu en genel anlamıyla
demokrasi en ırkçı rejimlerin bile aracı olabilir. Demokrat olmak demek, özel
bir demokrasiden yana olmak demektir. Çoğunluğun, müslümanlar gibi nüfusun
yüzde doksan dokuzunu oluşturduğu bir yerde bile, insanların gün ortasında hiçbir
korku duymadan oruç yeme hakkını savunan sisteme denebilir demokrasi.
Bir salonda, bir tek
kişi bile sigara içmiyorsa, bütün salon sigara tiryakisi ise bile, yine de o bir tek kişinin sigara dumansız bir
havayı soluma hakkıdır demokrasi. Sigara içen çoğunluğun, sigara içmek için
karar alma hakkının olmadığı yerde olur demokrasi.
Ama böyle bir
demokrasinin oluşması için öncelikle çoğunluğun hiç kimsenin rızası hilafına
sağlığıyla oynanamayacağı, çoğunluğun bu konuda karar alma hakkının olmadağına
karar vermesi gerekir.
Bunun için de
çoğunluğun öncelikle demokrat olması gerekir. Yani Türkler ve Müslümanlar bu
kahredici çoğunluk önce demokrat olmak zorundadır. Hazreti Muhammet’in dediği
gibi, önce kendi nefsine karşı bir savaşa, savaşların en kutsalına
girmelidirler. Kendi imtiyazlarına karşı mücadeleye başlamalıdırlar.
Müslümanlar “İslamiyete hakaret” hakkı için mücadele
etmezlerse; Türkler “Türklüge hakaret” etme hakkı için mücadele etmezlerse
birer demokrat olamazlar.
Somut olarak Nişanyan’ın
dediklerine gelirsek, sorun Nişanyan’ın dediklerinin doğru olup olmadığı
değildir. Sorun fikir özgürlüğü ve demokrasi sorunudur. Bu ikisi birbirinden
ayrılamaz.
Aşağıya yine yıllar
önce yazdığımız ““Türklüğe Hakaret” Hakkı” başlıklı yazımızı aktaryoruz. Hırant
Dink’i Türklüğe hakaret üzerinden vuranlar şimdi Nişanyan’ı İslam’a hakaret üzerinden vurmaya hazırlanıyorlar. Bu nedenle orijinal
başlıktaki Türklüğün yanına bu sefer Müslümanlığı da ekledik.
Buradan, bu vesileyle
Ayhan Bilgenlere, İhsan Eliaçıklara bir çağrı yapmak istiyoruz. Müslümanlar
olarak Müslümanlar içinden Müslüman olmayanların “Müslümanlara hakaret” hakkı
için kampanya başlatınız. Ezanların hoparlörsüz okunması için kampanya
başlatınız. Diyanetin kaldırılması; Müslüman din adamlarına devletten maaş
verilmemesi; bunların cemaatin gönüllü bağışlarıyla yaşaması için kampanya
başlatınız. Ancak böyle bir davranış ve kampanyayla diğer çoğunluk olan Türklere
bir örnek oluşturabilir ve demkratik bir hareket ve gelenek yaratabilirsiniz.
Bir ateist olarak örneğin
benim gibilerin böyle bir kampanya başlatması hiçbir işe yaramaz. Müslümanlar olarak
sizler, hiç içeriğine katılmasnız da, Nişanyan’ın sözlerini tekrarlayıp, bu
sözleri söyleme özgürlüğü için mücadele başlatınız.
Demir Küçükaydın
23 Mayıs 2013 Perşembe)
“Türklüğe Hakaret” Hakkı
Türklüğe veya her hangi başka bir “milliyete”; Hıristiyanlığa,
İslam’a veya başka bir “din”e; Recep’e
veya Georg’a; Liberal’e veya Komünist’e, hasılı hiç kimseye “Hakaret”
edilmemelidir.
Ama “hakaret” nedir?
Biri için son derece haklı ve yerinde “eleştiri” olan diğeri
için bir “hakaret” olur. Sınırı böyle belirsiz bir kavram üzerinden bir hukuk
oluşmaz. Ama Türkiye’deki kanunlar, hep en kritik noktalarda, hep böyle nereye
çekersen oraya gidecek kavramlarla bezenir.
Gösteri yapmak bir haktır derler, sonraki maddede bunun “toplum huzurunu bozması” olasılığında
idari mekanizmayla yasaklanabileceği veya ertelenebileceğini eklerler. Fikir
özgürlüğü vardır, herkes fikrini söyleyebilir derler; ama “Türklüğe hakaret” edilemez diye eklerler.
Böylece aslında bütün o sözde haklar, idari aygıtın keyfi
tasarruflarına bırakılmış olur. Bu hakkın kullanılmasına ne zaman müsaade
edeceklerini de politik dengeler belirler. Politik dengeler ise, örgütsüzlükleri
ve güçsüzlükleri nedeniyle o hakları kullanabilecek olanların lehine olmaz
hiçbir zaman
Şu çok özenilen Batı’da da benzer maddeler vardır, ama orada
en azından, seçilmiş ve gerçekten iktidarı elinde bulunduran organların yanı
sıra; halk iyi kötü sendikalar ve derneklerle vs. örgütlü olduğundan, bu keyfi
kullanımlara karşı bir ölçüde bir denge oluşturabilir. Bu nedenle, İngiltere
Kraliçesinin veya İsveç kralının, Türkiye’deki köy karakol jandarması kadar
bile insanların kaderi üzerinde etkisi yoktur.
O, hiçbir seçilmiş organa karşı sorumlu olmayan ve kendileri
de seçilmeyen; haklarında dava bile açılamayan; açılınca da fiilen zaman
aşımına uğrayıp kaynatılan, kayrılıp terfi ettirilen jandarmaların, polislerin,
kaymakamların, valilerin, savcıların, hakimlerin keyfine kalmıştır neyin “hakaret” neyin “kamu düzenini” bozucu olduğunun takdiri. Bu sınırsız gücü
dengeleyebilecek biricik güç olan kaderleri hakkında hüküm verilenler ise,
darmadağın ve her türlü politik ağırlıktan ve savunma mekanizmasından yoksun
olduğu için hiçbir hak aslında kağıt üzerinde bir hak olmaktan öteye gitmez ve
bir hak değil, hep her zaman geri alınabilen, kullanılmasına müsaade edildiği
için minnettar olunması gereken bir lütuf olarak kalır.
Bu nedenle Türkiye’de hiçbir değişim demokratikleşme
anlamına gelmez. Aksine demokratikleşme diye yapıldığı söylenen bütün yasalar
aslında eski yasalarda kalmış veya gözden kaçmışveya hesaplanamamış soluk alınan
delikleri kapatmaktan başka bir anlama gelmezler.
Bir örnek. Eskiden, yani şu daha demokratik olduğu söylenen
Ceza Kanunundan önce, bir yazının yazarı sorumluluğu üstleniyorsa, Yazı İşleri
Müdürü ceza almazdı. Böylece herkes kendi sorumluluğunu kaldırmayı göze
aldıktan sonra, istediğini yazabilirdi de. O sorumluluğu alan yazar başka
ülkede de olurdu, yazdığını kabul ettikten sonra, eğer ortada bir suç varsa
veya dava açılmışsa, onu mahkemeye çıkarmak, bulmak veya getirmek devletin
işiydi.
Yeni yasada ise, yazar yazının sorumluluğunu üstlense bile,
eğer mahkemeye çıkacak bir durumda değilse ve çıkarılamıyorsa, örneğin başka
ülkedeyse, bu sefer Yazı İşleri Müdürü hapse tıkılmaktadır yazar yerine.
Böylece, Devletin elinin ulaşamadığı yerlerde bulunan veya mahkemeye
çıkamayacak insanların, Türkiye’de görüşlerini açıklamasının ve politika
yapmasının bütün yolları tıkanmış bulunmaktadır. Birisi ancak kendisi için
içerde yatmayı göze alabilecek bir Müdür varsa yazı yazabilir Türkiye’de. Yeni
ve demokratik olduğu söylenen yasayla, elinin ulaşamadığı yerde bulunabilecek
yazarlara karşılık, Yazı İşleri müdürleri birer rehine olmuşlardır bu keyfi
devletin elinde. “Demokratikleşme”, “Avrupa Yasaları” denen şey özünde fikirlerin
özgürce ifadesi için kullanılan küçük bir deliğin bile tıkanmasından başka bir
şey değildir.
Ama şu Türkiye’nin aydınları, gazetecileri, yazarları bu
durumu öylesine içselleştirmişlerdir ki, bu sistemin kendisini sorgulamayı
akıllarından bile geçirmezler. Yani onlar bizzat bu sistemin işleyişinin bir
parçası ve savunucularıdırlar.
Hırant Dink’in mahkumiyetini verişlerine bakın, kimse bu
işleyişin kendisini sorgulamıyor. Kimse “Türklüğe
hakaret” diye bir kanun maddesinin varlığını; hele böyle bir maddenin
örgütsüz bir halkın bulunduğu koşulda nasıl keyfiliğin bir aracı olduğunu
sorgulamıyor. Bu yetkinin şimdi ve bu biçimde kullanılmasını; bunun Avrupa
birliğine girmeye yakışmadığını; uygulanış tarzını eleştiriyorlar. Örneğin
İsmet Berkan, eleştirisini, Hırant Dink’in heyecanından söz ederek (yani onun heyecanını
hoşgörün demeye getiriyor) ve söz konusu yazıda Türklüğe değil, aslında varsa
“diaspora Ermenilerine” hakaret var diyerekten yanlış anlama olduğu bakımından
eleştiriyor. (Buradaki utanmazlık da ayrı konu, Diyaspora Ermenilerine hakaret
edilebilir!)
Benzer şekilde, Orhan Pamuk hakkında, dava açılabilmesi
değil, dava açılması yanlış bulunuyor. Onun dedikleri yüzünden dava
açılabiliyor olmasını; bunun en sıradan demokrasiyle bağdaşmayacağını söyleyen
yok.
Nasıl olup da, Türklüğe hakaret adlı bir madde olduğu; Nasıl
olup da savcıların bir yazıdan dolayı dava açabildiği; nasıl olup da
mahkemelerin buna bakabildiği gibi sorunlar tartışma konusu bile olmuyor.
Ama aynı şekilde, bu basın, Öcalan’dan “çocuk katili”; “terörist başı”
sıfatları olmadan söz etmiyor. Bir insan olarak Öcalan’ı bir yana bırakalım,
Öcalan’ı önderleri tanıyan Kürt halkına sürekli hakaret etmeyi kendine hak
görüyor. Birisi Öcalan’dan “Sayın”
diye söz etti mi, hemen tümü üzerine saldırıyor. Bunu protesto için olsun
Öcalan’dan “Sayın” diye söz etme
eylemi başlatmayı hiçbir gazeteci veya aydın aklından bile geçirmiyor.
Tekrar edelim, elbette hiç kimseye hakaret edilmemeli. Ama
Hakaretin böylesine çifte standartla ve keyfilikle belirlendiği ve fikir
özgürlüğüne karşı silah olarak kullanıldığı bir ülkede, demokrasi demek,
Türklüğe hakaret hakkı demektir. Demokrasi demek Kürtlüğe veya Ermeniliğe
hakaret edememek demektir.
Ne zaman, örneğin Türk Solu dergisine Kürtlere hakaret
ettiği için derhal hakkında dava açılır, ne zaman Öcalan’dan “Bebek katili” diye
söz edildiğinde, o gazeteye bir insana hakaretten dava açılır; ne zaman
Ermenilerden, Yahudilerden, Rumlardan olumsuz bir sıfat veya ima ile konuşana bile
dava açılabilir, o zaman Türkiye’de bir ölçüde Demokrasi’den söz edilebilir.
Bir şeye ulaşmak istiyorsanız, önce onu hayal etmeniz
gerekir. Türkiye’de demokrasinin nasıl bir şey olduğu hayal bile edilemiyor.
Demokrasi bir haklar manzumesi değil; devletin hoşgörüsü ve lütfu olarak
isteniyor.
Demokrasinin bu devletle değil, bu devlete karşı olacağı; bu
devlet cihazı parçalanmadan; yerine iktidarın her düzeyde geçek bir fikir ve
örgütlenme özgürlüğü ortamında seçilmiş organların elinde olduğu; kendisini her
hangi bir dil, din, etni, soy ya da tarihle belirlemeyen; aksine bunlarla
belirleyenlerle ayrılığıyla belirleyen demokratik bir cumhuriyet kurulmadan demokrasiden
söz edilemeyeceği ve bunun için mücadele kimsenin aklına bile gelmiyor. Gerçek bir
demokrasi, istenmek bir yana, hayal bile edilemiyor.
Özetle, hakaretin böyle keyfi ve çite standartlı ve
düşüncelerin özgürce ifadesini kısıtlamak için kullanıldığı bir ülkede,
demokrasi demek, Türklüğe hakaret hakkı demektir.
Türkler, kendine Türk diyenler, Türklüğe hakaret hakkı için
mücadele ettiklerinde demokrat sıfatına hak kazanacaklardır. Ve bu hakkı elde
ettiklerinde de Türkiye’de demokrasiden söz
edilebilecektir.
17 Kasım 2008
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder