21 Nisan 2012 Cumartesi

Sarkis Hatspanian’ın “Hocalı Katliamı” ile İlgili Yazısı, Gazi Katliamı, Ergenekon, Gün Zileli ve Milliyetçilik Üzerine


23 Nisan çocuk bayramının, kendisinin unutturulması için koyulduğu ve çocukların masumiyetinin de kendisine kurban edildiği 24 Nisan Ermeni Katliamının yıl dönümü yine geliyor.
Sol veya Sosyalist örgütler, artık kendilerinin bile “görücüye çıkmak” diye tanımladıkları, 1 Mayıs gösterileri için toplantılar, kimin nerede nasıl yürüyeceğine, nasıl güçlü ve etkili görüneceklerine ilişkin ince hesaplar ve pazarlıklar yaptıkları toplantıları sürdürüyorlar. Ama 24 Nisan bunların içinde hiçbir yer tutmuyor. Belki bir iki küçük sol örgütün ve birkaç bireyin bir uğraşı olarak kalıyor.
Aslında Türkiyeli sosyalistlerin ve İşçilerin, 1 Mayıs’ın da tıpkı 23 Nisan gibi, 24 Nisan’ı unutturmanın, gizlemenin, gündemden düşürmenin ve bizzat 1 Mayıs’ın kendisini anlamsızlaştırmanın bir aracı haline dönüştüğünü görüp, 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaları ve 1 Mayıs’ı gerçek 1 Mayıs’ın özünde bulunan mesaja tekrar kavuşturmaları beklenirdi. Ama onlar böyle “milliyetçi” dalaşmalarla uğraşmayacak kadar derin “Enternasyonalist”tirler.

Marksizm’e göre gerçeklik somuttur. Bu her şeyin her an kendi zıddına döneceği, bugün doğru olanın bir anda en büyük yanlış olacağı veya olabileceği anlamına gelir.
Artık 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak, kendi zıddına dönmüş, Türkiye’deki demokrasi, hak ve eşitlik mücadelesine hizmet etmekten çıkmış bulunuyor. 1 Mayıs artık açıkça 24 Nisan’ı örtmenin, gündemden düşürmenin, bilinçlerden uzak tutmanın bir aracına dönüşmüşken; 24 Nisan egemenler ve anti demokratik güçler için 1 Mayıs’tan bin kere daha patlayıcı bir özelliğe sahipken; 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamakta ısrar etmek, bu politikanın basit bir aracı olmaktan başka bir sonuç vermez.
1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmalı. En azından demokratlar, sosyalistler, “24 Nisan Ermeni Katliamı en azından vicdanlarda mahkum edilmedikçe, bu topraklarda bir matem ve utanç günü olarak anılmadıkça, 1 mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak bizlere haram olsun” diyerek 1 Mayıs’a gerçek politik anlamını, işlevini; enternasyonalist, demokratik ve eşitlikçi anlamını tekrar kazandırabilirler.
Bu vesileyle tüm Türkiye’nin sosyalistlerini bu konuyu tartışmaya, gündeme almaya ve böyle davranmaya davet ediyorum.
Şu an belki çok geç. Ama hala yapılabilecek bir şeyler olabilir.
Örneğin bu 1 Mayıs’ta 1 Mayıs’ın bütün sloganları, 24 Nisan katliamı üzerine yapılabilir. Örneğin, “Bugün 1 Mayıs değil 24 Nisan!” diye bir slogan bu 1 Mayıs’a damgasını vurabilir. Ve gelecek yıllardan itibaren 1 Mayıs gösterileri 24 Nisan’larda yapılabilir.
*
Ermeni katliamı, kimin ne ölçüde demokrat olduğunu anlamak ve ölçmek için en sağlam ve şaşmaz mihenk taşıdır. Bu nedenle, Türkiye’deki demokrasi mücadelesi, ancak bu katliamın damarı üzerinden yürüyebilir.
Tarih tarihle ilgili değildir. İnsanlar Tarih aracılığıyla bugünün mücadelelerini yürütürler ve geleceğin toplumunu kurarlar. Ermeni katliamını gündeme taşımadan, onun nedenlerini açıklamadan ve bunları mahkum etmeden, böyle bir tarih okullarda okunur bir tarih olmadan Türkiye’de demokrasiden söz etmek, bir kandırmacaya katılmaktan veya alet olmaktan başka bir anlama gelmez.
O demokratik ülkede ve tarihte, örneğin Türkiye’de Sosyalist ve Komünist hareketin tarihi 1920’de TKP’nin Bakü Kongresi’nde başlamayacaktır, Taşnak, Hıncak, Selanik İşçiler Birliği vs. nin kuruluşu ile başlayacaktır. Mustafa Suphi’lerin yerini Balkanlı sosyalistler, Varteks Efendi’ler, Tigran Zevan’lar alacaktır. Modernleşme ile gelen Demokratikleşme mücadelesi Şinası, Namık Kemal, Ziya Paşa vs. ile değil; Velensinli Rigas ile başlayacaktır örneğin. İlk roman, ilk tiyatro, ilk sinema, Müslümanlık ve Türklük üzerinden değil; Osmanlı’da en azından Tanzimat’tan beri, tüm yurttaşlar kanun önünde eşit olduğuna göre, İlk Rum veya Ermeni veya Balkanlı yazarların eserleri ile başlayacaktır.
Böyle bir Tarih olmadan, bir demokrasi hareketi ve demokratik bir ülke düşünülemez ve de Kürt ve Türklerin birbirini boğazlamasının önüne geçilemez. Türkler ancak birer Türk olmaktan çıkıp birer Demokrat haline dönüştüklerinde Türkiye denen yerlerde Demokrasi olabilir.
Bunun ilk koşulu da, Türklerin kendi Türklüklerine karşı mücadelesidir. Hz. Muhammet’in dediği gibi, kendi nefsine karşı savaş, savaşların en kutsalıdır ve en zorudur. Türklerin kendi Türklüklerine karşı savaş ta böyle kutsal ve zor bir savaştır. Ve bu savaş, her şeydin önce Tarih ve Kavramlarda verilir. Türkler Türklüğe karşı bir savaş içinde demokrat olabilirler.
Ve bu savaş sadece Tarih’te olmaz. Kavramlarda da yürütülmek zorundadır. Evet kavramlarda.
O tarih ile birlikte dilin ve kavramların da değişmesi gerekir.
Ermeni Katliamı, Ermeni Katliamı değil, İttihat Terakki’nin Babıali Darbesi ile (hatta Askeri Bürokratik oligarşinin 1908 ile) başlayan Demokrasinin yok edilmesi savaşının en zirve noktasıdır, demokrasinin son kalıntılarının ve toplumsal dayanağının katledilmesidir. Yani sadece bir katliam değil, bir karşı devrimin; halk hareket ve örgütlenmelerinin ezilişinin zirvesidir. O zaman Tarih: 1908, Babıali Darbesi, Ermeni Katliamı şeklindeki bir karşı devrimler zinciri olarak görülür. Buna bağlı olarak, bir karşı devrim olarak tanımlanmaya başlar örneğin.
“Ermeni Diyasporası” “Ermeni Diyasporası” değil; Anadolu’nun Diyasporası’dır, bizlerin, bugünkü Türkiye’nin diyasporasıdır örneğin. Her sözün, her kavramın yeniden tanımlanması gerekecektir.
Sosyalistler tekrar eski itibarlarına ve toplumun gündemini belirleme güçlerine ancak böyle radikal bir demokrasinin teorik ve kavramsal öncüleri olarak; politik öncüleri olarak yeniden kavuşabilirler. Ama bütün bunları yapabilmeleri için de önce Türklüklerine karşı mücadeleye girip, demokrat olmaya başlamaları gerekiyor. Sanılanın aksine, Türkiye’nin anarsiştleri de, komünistleri de, kendi öznel yargıları ve özlemleri öyle olsa bile, nesnel olarak demokrat bile değillerdir. Hepsi Türk milliyetçisidir.
Onlar öylesine gerici bir milliyetçilik anlayışına sahiplerdir ki, örneğin Ermeni katliamının tanınmasını veya Kürtlerin ayrı devlet kurmalarının veya bireysel haklarının tanınmasının veya bir Türk tarafından savunulmasının milliyetçilik olmadığını düşünürler.
Onların anlamadıkları şu basit gerçektir, uzun vadeli Türk ulusunun genel çıkarlarını düşünen bir Türk milliyetçisi de pek ala Kürtlerin haklarını savunabilir ve bunun için mücadeleye girebilir. Bunun milliyetçilikle çelişen hiçbir yanı yoktur. Bir ulusun çoklarlarının daha akıllıca savunusundan başka bir şey değildir bu. Bu henüz demokrat olmak bile değildir. Demokrat olmak için önce ulusun veya ulusların bir dille, bir dinle, bir soyla tanımlanmasına karşı mücadele etmek gerekir. Yani Demokrat olmak için Kürtlerin haklarını veya Kürtlerin ayrı bir devlet kurmasını savunmak yetmez; Türklüğün politik bir anlamı olmaktan çıkmasını; yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir mücadele içinde olmak ve bunu reddetmek gerekir.
Böylesi yok. Bu nedenle Türkiye’de demokrasi ve demokrat da yok. Bu nedenle sosyalistler de Anarşistler de aslında birer milliyetçidirler.
Bunu somut bir örnekle görelim. Ama önce olgular ve belgeler.
*
Sarkis Hatspanian’ı Türkiye Sosyalistlerinden pek fazla tanıyan olduğunu sanmıyorum. Çünkü nerede söz ettiysem, hep hiç bilinmediğini gördüm. İşin doğrusu ben de tanımazdım.
Kim olduğu hakkında Ragıp Zarakolu’nun “Uzak Yakın Ükeden Gelen Mektup” başlıklı yazısından bir fikir edinilebilir:
 “Bu coğrafya’da Ermeni olmanın yükü ağırdır. Ama hem Ermeni hem solcu iseniz bu yük daha da ağırlaşır. Ocak ayında Ermenistan’ın Vardaşen Mahpushanesi’nden “Acı Bir Kayıp” bir mektup ulaştı elime. Bir “Çınar”, bir “Eski Tüfek”, “Deli” namıyla maruf Kevork Yoldaş, sonsuzluğa doğru yelken açan bir tekneyle ayrılmıştı aramızdan.
Hapisliğin en kötü anlarından biri, hep yeniden buluşmayı, kucaklaşmayı hayal ettiğiniz bir sevdiğinizi yitirdiğinizi öğrendiğiniz andır. Sanki ağır bir tokat yemiş gibi olursunuz, olduğunuz yerde sallanırken. Hayal ettiğiniz o kavuşma anının asla gerçekleşmeyeceği dank eder kafanıza. Bir yandan da bir suçluluk duygusu kaplar içini. Keşkeler kovalar birbirini.
İşte o an gerçek mahpusluğun başladığı andır.
12 Eylül sonrasından ve onu izleyen Kürt savaşında az insan yaşamadı bu duyguyu zindanda…
Oğul, yoldaşı saydığı babasının sonsuza intikal edişini şu satırlarla duyuruyordu bizlere:
“Kevork Yoldaş, TKP tevkifatlarından nasibini almış bir hem Ermeni ve hem komünisttir. Hiç bir koşulda Ermeniliğini de ve komünistliğini de saklamamış, her iki kimliğiyle iftihar etmiş ve bu niteliklerinden ötürü “T.C” işkencehanelerinden ve cezaevlerinden geçmiş, 1974 “affı” ile “özgürlüğüne” kavuşmuş bir yoldaşımızdır. Anısı ışığımız olsun!
Sireliner, 1915’te durdurulmak istenen saatimizi tik-tak...tik-tak yeniden çalıştırma görevini yerine getirmiş neslin temsilcisi, “T.C” mahpusanelerinde Ermeni kimliğini başı dimdik bir direniş örneğiyle omuzlamayı kader bilmiş, “Düşmana inat bir gün fazla yaşamak” amacıyla baskı, zulüm ve hakarete maruz kalmayı tek bir defa bile sineye çekmeden hep insanlık onuruna sadık kalma şerefine nail olarak yaşadığı 81 eziyet dolu senelerine, bir de “Der-Zor’a ertelenmiş sürgün” 3 göçü sığdırmak zorunda kalmış olan, Kilikya Ermenilerince
“Deli Kevork”, diğer halktan olanlarca “Gavuroğlu” olarak tanımlanmış sevgili babam Kevork Dzeruni HATSPANİAN, 28 Ocak 2010 günü Köln’de vefat etmiştir. Doğup büyüdüğü anavatanından uzak ve bize yabancı yerlerde toprağa verilme acısıyla dünyevi yaşama veda eden babamın ruhu eminim şimdi Adıyaman’dan İskenderun’a uzanan sıradağlarda özgürce kanatlanıp uçmaktadır. Dürüst, namuslu, onur dolu, hep insanca yaşama arzu ve özlemiyle çarpmış koskoca bir yürek taşımış babamın anısını yaşatacak, gerçekleştiremediği tüm rüyalarının da “deli” mırasçısı olmaya çalışacağım ! Sarkis HATSPANIAN “Vardaşen” Mahpusanesi, Ermenistan – 29 Ocak 2010.””
Yani Sarkis Hatspanian, Komünist bir babanın oğluydu.
Zarakolu, aynı yazıda Sarkis Hatspanian hakkında yazılan ve kendisinin imzaladığı bir mektubu da aktarıyordu orada da Sarkis Hatspanian hakkında şu bilgiler bulunuyordu:
“(…)  Sarkis Hatspanian Türkiye devrimci hareketi içinde yetişmiş, 1980 cuntasından sonra kovuşturmaya uğramış, tutuklanıp 12 Eylül tezgahında işkence görmüştür. Bunun ardından, kaçak yollardan ulaştığı ve mülteci olarak yaşadığı Fransa’da kendini geliştirmiş, sanat dünyasında isim yapmıştı. Ne ki, Ermeni halkının bu yiğit evladı, ülkesinin ve halkının çağrısıyla Fransa’daki koşullarına sırtını dönüp, Ermenistan’ın kuruluşuna katılmak üzere halkının yanına koşmuştur. Bu konuda hiçbir özveriden kaçınmadığı da malumunuzdur.”
Bu kısa bilgi, bundan sonra anlatılacakların daha iyi kavranabilmesi bakımından gereklidir.
4 Ağustos 2010 tarihinde şöyle bir e-mail geldi:
“Sayın Demir Küçükaydın, 2008'den beri Ermenistan'da politik tutuklu olarak bulunan, Garbis Altunoğlu ile aynı okulda okumuş, Kilikya doğumlu Sarkis Hatspanian "Ermeni-Türk ilişkileri ve İsmail Beşikçi"  konulu bir yazı hazırlamaktayken, sayın Sait Çetinoğlu'ndan sizin "Tersinden Kemalizm" adli çalışmanız hakkında duymuş olduğundan,  eğer mümkünse çalışmanızla tanışmak ister. E-mail adresiniz bize sayın Çetinoğlu tarafından ulaştırılmıştır.”
Bunun üzerine kendisine istediği yazıları ilettim. Bu vesileyle Sarkis Hatspanian’ın çalışmaları varsa okumak istediğimi bildirdim. Bunun üzerine bana bazı yazıları iletildi. Bu yazıları Köxüz sitesinde yayınlamak istediğimi ilettim. Bu iletime gelen cevap şöyleydi:
“(…) Sarkis yazısının sitenizde yayınlanmasını ister mi, istemez mi onu ancak kendisinden öğrenip, cevabını size iletirim. Hiç tanımadığım sitenizle merak edip tanıştım, orada "Demokratik bir Türkiye için" yazıyordu. Sarkis'i oldukça yakinen tanıdığımdan söylüyorum, onun tırnak içerisine alınmadan Türkiye ifadesini kullanan kişilere karşı özel bir "sevgisi" olmadığını biliyorum, hatta Türk ve Kürt soluna mensup insanların da hep "sol gösterip sağ vuranlardan" olduğunu, bir yerine yüz defa şahsen ondan duymuş biriyim. Neyse, isteğinizi gerektiği gibi ona ileteceğime emin olabilirsiniz.”
Ben de bu aracılık yapan kişiye şu açıklamayı yolladım:
Cevabınız için teşekkür ederim. Ama bir dikkatsizlik, önyargı veya yanlış anlama sonucu olduğunu düşündüğüm bir noktayı düzeltmek isterim.
Diyorsunuz ki: "Hiç tanımadığım sitenizle merak edip tanıştım, orada "Demokratik bir Türkiye için" yazıyordu."
Köxüz sitesinin logosunda "Türkiye" ifadesi bulunmamaktadır. Türkiye diye okuduğunuz yerde "Cumhuriyet" sözcüğü bulunmaktadır.
Biz burada “Cumhuriyet” sözcüğünü bilinçli olarak kullandık ve “Türkiye” sözcüğünü de bilinçli olarak kullanmadık. Çünkü biz demokrasinin ancak ulusu hiçbir dile, dine, soya, tarihe, etniye, ırka hatta bölgeye göre tanımlamamış, aksine bunlarla tanımlamaya karşı tanımlamış, bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı bir cumhuriyette olacağına inanıyoruz ve bu nedenle her hangi birini eşitsiz kılacak veya öyle bir anlama gelecek bir ifadeyi oraya koymadık.
Aslında bu proje yeni değildir ve Tigran Zevan veya Velensinli Rigas veya Tevfik Fikret gibi aydınlanmacı veya sosyalistlerin de idealiydi. Bir anlamda bu yenilmiş geleneği yeniden canlandırıp bu günün dünyasında yeniden savunmaya çalışıyoruz.
Benim yazılarımı okursanız bu konunun çok açık olarak savunulduğunu görürsünüz. Elbette sitenin yazarlarının hepsinin açık olarak böyle bir duruşu yoktur. Ama böyle bir duruşa kapalı değillerdir.
Ben özellikle uluslar ve ulusçuluk teorileriyle de çok ilgileniyorum ve yazıyorum. Yazılarımı okursanız bilinenlerden çok farklı bir duruşla karşılaşacağınızı düşünüyorum.
Selam ve Saygılarımla
Bunun üzerine aracılık yapan bu kişiden şu maili aldım:
“Sayın Demir Küçükaydın, Tekrar merhabalar,
Koxuz  web sitesi hakkındaki aydınlatıcı bilgilendirmeniz için çok teşekkürler. Ancak, soyu kırılmış, köksüzleştirilmiş bir ulusun evlatlarını, Türkiye ya da adı olmayan bir ütopik demokratik cumhuriyet farklılığına inandırmanız hiç de kolay değil. Yazılarınızın, Sarkis'e ulaştırılmış olduğunu az önce onu ziyaretinden dönen eşinden öğrendim, size çok teşekkür edip, postayla size yazı yollayabileceği bir adresinizin ona bildirilmesini rica etmiş. Bu arada, ben de onun bulunduğu cezaevinin posta adresini öğrendim. (…)”
Ezilen bir ulustan, ırktan, dinden, cinsten insanların bu kuşkuculuğu anladığım ve hatta belli bir dereceye kadar sağlıklı da bulduğumdan bu tartışmaya devam etmedim. Ancak “soyu kırılmış” “köksüzleşterilmiş” uluslardan söz etmesinin benim açıkladığım ulus teorisi açısından, ulusların soya, köke dayandığı bir ulus anlayışını yansıtıyordu ki, bu da en gerici ulusçuluk anlayışlarından biriydi.
Bu vesileyle, şu farka dikkat çekmek isterim. Ulusçuluk konusunda pek ala demokratik özlem ve programınız olabilir ama aynı zamanda kavramlarınızla hiç de o demokratik ulusçuluğa uymayan gerici bir ulusçuluk anlayışına dayanabilirsiniz. Yani örneğin, Türkiye’de diyelim, ulusun her hangi bir dil, din, etni, soy vs. ile tanımlanmasına karşı olabilirsiniz. Ama bunu “Ulus devletin aşılması” veya sonu veya ulusçuluğun aşılması olarak tanımladığınız an,  en gerici ulusçuluk anlayışını, ifade etmiş ve ona dayanmış olursunuz. Çünkü, ancak, ulusların dile, dine, tarihe vs. dayanan birimler olduğu anlayışına sahipseniz bunlara dayanmayan bir ulusçuluğun ulusçuluğun aşılması olduğunu söyleyebilirsiniz.
Yani insan aynı zamanda programatik olarak demokratik bir ulusçuluğu savunurken veya bunun için mücadele ederken, aynı zamanda gerici bir ulusçuluğa dayanabilir, bunu savunabilir ve yeniden üretebilir.
Aşağı yukarı bütün Türk solu, hatta dünya solu, hatta esas olarak Marksizm bu çelişkiyle maluldür.
Bunun nedeni de ulusların ne olduğuna dair tutarlı ve Marksist bir teorinin olmamasıdır. Ulusçuluğun, ulusal olanla politik olanın çakışması anlamına geldiği türünden bir tanıma ulaştığınızda, yani ulusçuluğun ne olduğunu anladığınızda; yukarıdaki ulusçuluk anlayışının, ulusal olanın nasıl tanımlanacağı açısından bir fark olduğunu anladığınızda ancak ulusçu olmaktan çıkmaya başlarsınız.
Bu nedenle, kişinin kendine sosyalist, enternasyonalist, Marksist ve de Leninist, (ve hatta) Maoist veya Anarşist veya Müslüman demesi hiçbir şekilde o kişiyi ulusçuluktan azade kılmaz.
Bu kısa nottan sonra, benim niye aynı zamanda, Köxüz sitesinde aslında benim dayandığım ölçülere göre milliyetçi ve hatta gerici milliyetçi yazarlara yer verdiğim, hatta neredeyse bütün yazarların böyle olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Yazarların hepsi, bu satırlarının yazarının ulus ve ulusçuluk teorisini bilmediğinden, okumadığından veya kabul etmediğinden dolayı fiilen en gerici ulus ve ulusçuluk tanımlarına dayanırlar ve onu yeniden üretirler. Ama aynı zamanda bu yazarlar, kendilerinin ulusçu olmadığını; ulusçuluğa karşı olduklarını düşünürler ve önlerine demokratik bir ulusçuluğa dayanan bir somut program koyulsa bunu kabul edip savunmaya eğilimlidirler. Ama bu kabul edip savunmaya eğilimli oldukları şeyin, artık ulusçuluk olmadığını düşündükleri için de aynı zamanda birer gerici ulusçudurlar.
İşte bu anlayışla, bu demokratik bir özlem içindeki gerici ulusçuların mücadele içinde; birbirlerini dengeleyerek ve nötralize ederek, fiilen demokratik bir ulusçuluğun oluşumuna katkıda bulunmalarını; yani her biri gerici ulusçuluğa dayanan demokratik özlemlerin gerici ulusçuluklarının birbirini nötralize edip, demokratik özlemin ortada biricik artı olarak kalması için Köxüz sitesinde bütün bunlar yer alır. Bu bir anlamda, yokluk içinden bir demokratik ve politik bir hareket ve eğilim ortaya çıkarma çabasıdır. Elde var olanla bir şeyler yapmaya çalışmaktır.
İşte bu çerçevede Sarkis Hatspanian’ın da yazılarını yayınlamak talebimizi iletmiştik. Bizim açımızdan, Köxüz’ün diğer yazarları gibi muhtemelen o da kendisinin milliyetçi olmadığını düşünen, ama bizce yine bütün diğer yazarlar gibi aslında gerici milliyetçiliğe dayanan biriydi. Ama hem Ermeni hem de Hapiste olması nedeniyle, egemen ulusun sosyalist ve milliyetçi olanlarına göre bin kat daha fazla destek gösterilmesi gerekiyordu. Bu nedenle kendisinin yazılarını Köxüz sitesinde yayınlamak için izin istiyorduk.
Bu yazışmalardan sonra Köxüz sitesinde sayın Hatspanian’ın hem de çok önemli ve çok güzel yazılarını yayınladık. Bunlar içinde Doğan Akhanlı’ya bir moral hediyesi olarak yazılmış, bir Başiktaşlı olarak Beşiktaşlılara bir türlü yayınlatamadığım, nefis “Beşiktaşlı Mehdi’nin Öyküsü” (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/node/6862); Ermeni sosyalistleri veya solcuları arasındaki strateji tartışmalarını yansıtan “Hrant’ı Anmak” (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/node/7466); Türkiyeli sosyalistlerin, 12 Eyül’ün idam ettikleri arasında saymadığı, bunu eleştiren ve  Levon Ekmekciyan’ı anlatan çok önemli “ “Unutulan” Adam” (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/node/7481) başlıklı yazı; Orhan Bakır’ı ve Türk sosyalist hareketi içindeki Ermeni devrimcilerin dünyasını anlattığı “Hayali Gönlümde Yadigar Kalan” (http://www.armenieninfo.net/sarkis-hatspanian/1231-sarkis-hatspanian-armenak-bakirciyan-ermeni-devrimci.html) başlıklı yazılara özellikle dikkati çekmek isterim.
Bu kısa arka plandan sonra şimdi “Hocalı Katliamı” ve Gün Zileli’nin milliyetçiliği konusuna gelebiliriz.
Ama önce “Hocalı Katliamı”
*
27 Şubat 2012 tarihinde Sarkis Hatspanian, “yayınlanması” ricasıyla “26-27 Şubat 1992: Hocalı Katliamı” Yalanının Anatomisi” başlıklı yazıyı yolladı.
Bu yazıyı, önüne küçük bir not koyarak aynen Köxüz sitesinde yayınladık (Yazı şu adreste:  http://koxuz.net/anasayfa/2012/02/28/26-27-subat-1992-hocali-katliami-yalaninin-anatomisi-sarkis-hatspanian/). Notu ve yazıyı (Yazı çok uzun olduğundan bu yazının sonunda Ek 1 olarak bulunuyor) aynen aktarıyorum. Çünkü “Hocalı Katliamı” konusunun da Türkiye’deki kamuoyu tarafından bilinmesi çok önemli ve bu konuda Hatspaniyan bir çok ezber bozucu bilgi vermektedir. Not ise, hem kısa hem de bundan sonraki bölümlerin konusu olduğu için burada.
Yazının önüne koyduğumuz not şöyleydi:
“Köxüz’ün notu:
Sayın Sarkis Hatspanian’dan aşağıdaki yazıyı yayınlanması ricasıyla aldık. Yayınlıyoruz.
Hatspanian bir Ermeni milliyetçisi olmasına rağmen halklara karşı düşmanlık yapmamaktadır. Türklerden veya başkalarından gelecek yazıları da, aynı şekilde haklara karşı bir düşmanlık yapmadığı; bir nefret söylemi geliştirmediği; bu yazıda olduğu gibi olgular ve çıkarsamalarla iknaya yönelik olduğu takdirde tartışmanın bir parçası olarak yayınlarız.
Böylece umarız Hocalı’da ne olduğu konusu da en azından olgular düzeyinde tartışılır.
Sayın Hatspanian’ın anlattıklarından çıkacak sonuç Hocalı’da aslında Türk faşistlerinin kaçmak isteyenleri katlettiği, Hocalı’nın kaybının da faşistlerin planını bozduğudur. Bu çok önemli bir bilgi ve sonuçtur. Ergenekon, Azerbaycan ve Kıbrıs’ta gerçekte neler olduğu anlaşılmadan anlaşılamaz.
 Biz her türlü görüşün açıkça ifade edilmesinden ve birbirlerini delillerle, mantıki çıkarsamalarla eleştirmesinden ve çürütmesinden yanayız.
Köxüz sitesi
Böylece aynı zamanda Hükümet ve liberallerin sözümona Ergenekon derken sadece, sivil hükümete karşı darbe yapanları ve gerçek Ergenekon’a hiçbir şekilde dokunmadığını da teşhir etmiş de oluyorduk. Çünkü Ergenekon’un gerçek kökleri yerinde durmaktadır ve bunların üzerine gitmek ne kelime, Hükümet bizzat bu köklerin politikasını savunmaktadır. Bizzat “Hocalı” mitingi ve bizzat Hükümet’in en önemli bakanlarından biri olan İçişleri Bakanı’nın bu mitinge katılması, Hükümet ile Ergenekon arasındaki bu ittifakın ve iş birliğinin bir ifadesidir.
(Sarkis Hatspanian’ın yazısını konuyu dağıtmaması için bu yazının arkasına ek belge olarak bulunuyor. Okuyucunun burada arkaya atlayıp bu yazıyı okumasını öneririz.)
Hatspanian’ın yazısı ve Mitingten kısa bir süre sonra Sendika Org sitesinde Kemal Erdem imzalı ““Azerbaycan Darbesi” ve “Gazi Katliamı” arasındaki bağlantı üzerine (Bir “Devlet Sırrı”nın ya da “Devlet Terörü”nün anatomisi)” (http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=43587) yazı yayınlandı. Bu yazıya da dikkatimizi çeken, Sayın Hatspanian oldu.
Bu yazılar Ergenekon’un Azerbeycan ve Türkiye’deki faaliyetlerini çok net bir biçimde açıklamaktadırlar. Aslında aynı zamanda bu günkü hükümetin, darbecilere karşı tutuklamalar yapar ve kendi iktidarını emniyete alırken, aynı zamanda en gerici faşist ve ırkçı milliyetçilerle, yani gerçek Ergenekon’la nasıl fiili bir ittifak içine girdiğini ve Hocalı Mitingi’nin aslında tam da bir kırılma noktası ve bu ittifakı onaylayan ve mühürleyen bir miting olduğunun en açık belgelerini sunuyorlar[1].
Yani Ergenekon’a karşı mücadele her şeyden önce Kıbrıs ve Azerbaycan ve de Kerkük ve Musul, ya da Kuzey Iraktaki yuvalar ve oradaki Türk devletinin varlığı ve politikaları üzerinden yapılabilir. Buralara dokunmak ise bu hükümetin yapabileceği veya yapmak istediği bir iş değildir. Sol ve demokrat kamuoyunun, esas eleştirisini buralara yöneltmesi gerekir. Sol ve demokrat muhalefet, kamuoyunun dikkatini buraya çekerek, buradan hem ulusalcıların tuzağına, hem de liberallerin ve hükümetin tuzağına düşmeyen gerçek demokratik bir muhalefet geliştirebilir.
Bu nedenle bu yazının sonuna koyulan yazılar bir başlangıç olabilir.
*
Bu kısa nottan sonra şimdi yazının önüne koyulmuş bu kısa nota yönelik eleştirilere ve sosyalistlerin milliyetçiliği konusuna gelelim.
Bu kısa nota ilk eleştiri bizzat Sarkis Hatspanian’ın kendisinden geldi.
Yazıyı Facebook’ta da paylaşmıştık, orada kendisi şu eleştiriyi yaptı:
“Sayın Demir Küçükaydın, yazımı Köxüz sitesinde yayınladığınız için size çok teşekkür ediyorum, bu davranışınız ile bana bir kez daha gerçek bir aydın ve demokrat olduğunuzu göstermiş oldunuz. Ancak, bana hayatımda (sadece iki hafta önce 50 yaşıma girdim) ilk defa birisi, yani siz (bir Ermeni milliyetçisi) demiş olduğuna da çok şaşırdığımı bilmenizi isterdim. Sizi sadece şahane analitik yazılarınızdan tanıyor ve beğeniyorum, beğenip-beğenmediğinizi bilmesem dahi... siz de beni yazılarımdan tanıyorsunuz diye biliyorum. Eğer benim sizin de yayınlayıp-yaygınlaştırdığınız yazılarımda milliyetçilik yaptığım yerleri gösterebilirseniz size müteşekkir olurum da, mahpusluğumda gösterdiğiniz ve bende hayranlık uyandıran insani davranışınıza duyduğum çok ama çok büyük bir saygıyla, YURTSEVER olmayı MİLLİYETÇİ olmaktan ayırt edebilsek daha iyi olur düşüncesinde olduğumu belirtiyor, duyarlı vicdanınıza, dürüst bilincinize güvendiğimi de peşinen ilan ediyorum. İyi olunuz !”
Biz de sayın Hatspanian’ın itirazına karşı Milliyetçiliğin ne olduğuna ilişkin şu açıklamayı yaptık.
Sayın Hatspanian,
Size ilk kez birinin “Ermeni Milliyetçisi” demesine şaşırdığınızı ve “Yurtsever olmayı Milliyetçi olmaktan” ayırmak gerekitğini yazıyorsunuz.
Aslında böyle bir itirazı beklemiyor değildim. Çünkü son yıllarda bu konu (Milletler ve Milliyetçilik) üzerine neredeyse küçük bir kütüphane oluşturacak kadar yazmama rağmen, maalesef bu yazılarım okunmadığı ve kimi okuyanlarca da anlaşılmadığı için (çünkü milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar)  bu tür “milliyetçilik” eleştirilerim çoğu kişi için şaşırtıcı oluyor. Ancak şunu bilmenizi isterim ki bu öyle geçer ayak söylenmiş bir eleştiri değildir.
Milliyetçiler milliyetçiliği, aşağı yukarı, başka milletlerin varlığını ve haklarını inkar etmek, onları baskı altına almak şeklinde anlarlar. Böyle olmayanları da onlar genellikle “Yurtsever” hatta “Enternasyonalist” olarak tanımlarlar.
Yani ben tam da sizin de katıldığınız milliyetçilik tanımının milliyetçilerin milliyetçilik tanımı olduğunu söylüyorum.
Peki, benim milliyetçilik tanımım ne?
Buna geçmeden önce bir iki küçük açıklama yapayım.
Ben Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi büyük enternasyonalistleri; hatta enternasyonalizmin kendisini bile milliyetçilik olarak görüyor ve tanımlıyorum. (Bu durumda size de Milliyetçi dememi her halde yadırgamamanız gerekir.)
Lenin, Kıvılcımlı, Troçki’nin milliyetçiliği üzerine “Marksizmin Marksist Eleştirisi”nde geniş bölümler var. Gariptir ki, bu güne kadar ne bir “Marksist”, ne bir “Leninist”, ne bir “Troçkist”, ne bir “Doktorcu” çıkıp bu eleştirilerime cevap verebilmiş değildir. Tam bir suskunluk var.)
Bunların milliyetçilik anlayışına göre, sınıfsal çıkarı değil; ulusun çıkarını öne alan milliyetçidir; sınıfsal çıkarı öne alan da sosyalist veya enternasyonalist.
Ben ise sorunu tam da böyle koymanın milliyetçilik olduğunu söylüyorum.
Neden ve nasıl?
Somut örneklerle açıklamayı deneyeyim. Örneğin Marks, “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” dediğinde, enternasyonalist bir tanım yapmıştır deniyor. Ben ise sapına kadar milliyetçi ve hem de gerici milliyetçi bir tanım yapmıştır diyorum.
Neden ve nasıl?
Örneğin şimdi bir Türk çıksa, “bizler 1915’te Ermenileri, Süryanileri kestik; Rumları kestik ve sürdük; Kürtlerin haklarını inkar ettik ve ezdik” dese ve örneğin, Ermeni, Saüryani ve Rumlardan özür dilemek; Kürtlerin haklarını vermek gerektiğini, hatta isterlerse ayrılabileceklerini söylese, Türk Milliyetçisi olmaktan çıkar mı?
Hayır çıkmaz.
Aksine Türk milletinin çıkarlarını daha akıllıca ve uzun vadeli olarak savunmuş olur.
Çünkü bu aslında Türk milletinin çıkarlarını daha uzun vadeli ve akıllıca savunmaktır. Öte yandan, bu diğer ulusların varlığını ve haklarını inkar etmediğinden, Marks’ın tanımına göre, sosyalistlik ve enternasyonalistliktir de. Yani bir ulusun çıkarlarını uzun vadeli ve akıllıca savunmak ile Enternasyonalizm arasında bir fark yoktur.
Bunun milliyetçilik olmadığını söyleyenler sadece bunların kendileri değil, aynı zamanda Marksistler hatta bunu satılmışlık olarak, ihanet olarak gören Türk faşistleridir.
Demek ki Faşistler, Marksistler ve Milliyetçiler aynı milliyetçilik tanımında anlaşmaktadırlar. Sadece buna yükledikleri değer farklıdır. Marksistler ve milliyetçiler, bir milletin çıkarlarını uzun vadeli olarak, daha akıllıca savunmanın milliyetçilik olmadığını söylerken (Milliyetçiler bunun yurtseverlik; Marksistler Enternasyonalizm olduğunu söylerler) ona olumlu bir değer yüklerler, faşistler olumsuz bir değer. Yüklenen değerler farklıdır, ama milliyetçiliğin ne olduğu konusunda anlayışlarda esas olarak fark yoktur. Yani aslında milliyetçiliğin ne olduğu konusunda, Faşistler, Milliyetçiler ve Marksistler arasında bir fark da yoktur.
Yani aslında, başka ulusların varlığını kabul etmek; onları baskı altına almayı reddetmek; milliyetçilikle çelişmez, aksine tamı tamına milliyetçilik budur. “Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” önermesi veya “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” tamı tamına bu ilkenin savunusu ve ifadesidir.
Bana göre bu ilke ve ifade bütünüyle gerici milliyetçilikle bile tam bir uyum halindedir. (Tabii “gerici milliyetçilik” derken ne kastettiğim de ayrıca aşağıda var.)
Şimdi gelelim benim milliyetçilik tanımıma. Ben milliyetçiliği, “Ulusal olanla politik olanın çakışması” yani “her milletin bir devleti olmalı” ilkesini savunmak olarak anlıyor ve tanımlıyorum. (Bu tanım da aslında benim değil. Bu tanımı yapan Ernst Gellner ve Benedict Anderson, E. Hobsbawm gibilerince de paylaşılıyor. Ben sadece bu önermeyi mantık sonuçlarına, programatik sonuçlara götürmüş ve daha sonra bu önermenin analiziyle de Marksist bir din ve üstyapılar teorisi şekillendirmiş bulunuyorum.)
Tabii burada “ulusal olan ne?” sorusu gündeme geliyor. “Ulusal olan”ı gerici ulusçular farklı biçimlerde tanımlarlar. Örneğin kimi dine göre (Pakistan), kimi dile göre, kimi bunların bir kombinasyonuna göre (Örneğin Ermeni ve Türk Milliyetçilikleri büyük ölçüde böyle), kimi soya göre, kimi ırka göre, kimi kültüre göre tanımlarlar. Ama bütün bunların hepsinin ortak özelliği ulusların bir tarihi olduğunu söylemek ve bir tarihe göre tanımlamaktır. (Bana göre Ulusların tarihi yoktur. Dünyanın en eski ulusu Amerika’dır ve tarihsizdir.)
İşte ulusal olanı, böyle bir din, bir dil, bir tarih, bir soy, bir ırk, bir kültür üzerinden tanımlamalara ben “gerici milliyetçilik” diyorum. Elbette bu gericilikler içinde de bir gericilik hiyerarşisi vardır. Bir ulusu bir ırka göre tanımlamak ile (Örneğin Türklerin Orta Asya’dan geldiği) bir kültür’e göre tanımlamak arasındaki fark. (Örneğin Türklerin esas olarak aslında önce Müslüman sonra oradan Türk olmuş, hafızasını kaybetmiş Rum ve Ermeniler olduğunu söyleyen ve Türk Tarihinin bir parçası olarak Bizans ve Ermeni tarihlerini okutan bir Türk milliyetçiliği de mümkündür –ki böylesi olgulara da daha denk düştüğü için daha az şizofrenik olur - ve böyle bir kültürel olarak tanımlanmış bir Türk milliyetçiliği de gerici bir milliyetçiliktir, sadece bir ırka göre tanımlamaya nispetle daha esnek olduğu söylenebilir.)
Peki “demokratik bir milliyetçilik” nedir?
Demokratik bir milliyetçilik, ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddetmez, bu nedenle milliyetçidir, ama ulusal olanı demokratik olarak tanımlar. Yani gerici milliyetçilerin ulusal olanı tanımlarkenki kriterlerinin hepsini kişilerin özel sorunu olarak görür. Yani, Türk., Kürt, Müslüman, beyaz, siyah, şu veya bu kültürden olmak, kişilerin özel bir sonunu olur. Ulusu bunlarla tanımlamaya karşı tanımlar. Yani örneğin, bu ulus, hiç bir tarihsel, dinsel, kavimsel göndermede bulunmaz. Yani ulusun bir dili, dini, tarihi, kültürü olmaz. Pratik olarak örneklemek gerekirse, herkesin ana dilinde eğitim hakkı olur. Tarih derslerinde, Ermeni, Türk, Kürt tarihleri değil, ulusların tarihlerinin olmadığına dair bir tarih okutulur. Herkes kendi ana dilinde, aynı okulda ama bu ulusların tarihi olmadığına dair tarihi okur.
Ama elbette okuldan çıkınca, nasıl gerçekten laik bir ülkede, okulda DNA’ları, Darvin yasalarını okuyan, isterse din dersine gidip, özel hayatında İnsanı Tanrı’nın yarattığını öğrenebilirse, elbette, örneğin Türkler Türklerin Orta Asyadan geldiğine veay insanlığı tohumlamak üzere başka dünyalardan gönderildiklerine veya Türklerin hafızasını yitirmiş Rum ve Ermeniler olduğuna dair tarihler okuyabilirler; bunları araştıracak birlikler kurabilirler, yayınlar yapabilirler, aralarında tartışabilirler. Bu bütün “uluslar” için de böyledir. Ama bunların hepsi kişilerin özel sorunu olur.
Böyle bir düzeni savunmak da milliyetçiliktir, ama bu demokratik bir milliyetçiliktir. Ya da ben böyle tanımlıyorum. Gerici milliyetçilerin milliyetçilik tanımına göre ise, bu milliyetçiliğin ötesi gibi bir şeydir.
Peki, milliyetçilik olmayan nedir?
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı olmak milliyetçi olmamak demektir. Yani uluslara karşı (dikkat edin, ulusçulara demiyorum, uluslara diyorum), ulusal devlet ve sınırlara karşı savaşı en acil görev olarak önüne koyanlar ulusçu olmaktan çıkabilirler. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın özel, yani politik dışı olmasını savunmak, ulusçu olmamak, olabilir.
Göreceğiniz gibi alışılmış paradigmalar ve tartışmaların hepsini boş düşüren, bambaşka bir bakış bu. Kavramak ise, aynı zamanda hem çok basit hem de çok zor.
Bu konuda çok yazdım. Bu yazılarımın çoğu eski Köxüz sitesinde var (Kitaplarım ücretsiz indirilebilir: http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/). Özellikle Marksizmin Marksist Eleştirisi içindeki, Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı başlıklı yazımı öneririm dediklerimin daha iyi anlaşılması için. (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/marksizmin-marksist-elestirisi-genisletilmis-ikinci-baski) Ayrıca Ermeni katliamı konusunda yazılarımın da bir derlemesi var: (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/ermeni-katliami-ve-sorunu-uezerine-yazilar)
Hasılı fazla dert etmeyin, fazla gönül koymayın, Marks’a bile milliyetçi diyen; Marks’ın sözünü, “ulusal olanı, bir din, bir dil, bir tarih vs. ile tanımlayan ulusları ezen bir ulus ancak özgür (demokratik)bir ulus olabilir” şeklinde formüle eden birisi size “ulusçu” dedi.
Selam ve saygılarımla
Demir Küçükaydın 29 Şubat 2012 Çarşamba”
Sayın Hatspanian ile tartışmamız burada bitti.
*
Ama bu tartışmada sayın Hatspanian’a “Milliyetçi” derken, bu yazının başında da dediğim gibi, Köxüz’ün diğer yazarlarının milliyetçi olmadığını söylemiş olmuyordum. Aksine, tüm yazılarım hem mantık sonuçlarıyla bunu içerir (Marks’a bile “gerici milliyetçi” dediğim göz önüne getirilsin) hem de bunu zaman zaman yazılarımda açıkça yazmıştım.
Ama ben milliyetçi derken başka şey anlıyordum, milliyetçiler milliyetçi derken başka şey anlıyorlardı.
Şimdi, burada sadece Sarkis Hatspnian’ın milliyetçiliğinden söz etmemiz elbette adaletsiz bir davranış olur. Hatta diğer Gün Zileli gibi yazarların çoğu, Türk olduklarından (Onlar kendilerinin Türk olmadığını söyleyeceklerdir ama bunun mümkün olamayacağı da okumadıkları kitaplarımızda ve yazılarımızda uzun uzadıya açıklanmaktadır.) ve bizzat bu satırların yazarı da Türk olduğundan, yani egemen ulustan olduğundan, çite kavrulmuş gerici bir milliyetçilik olur.
Onun için, Gün Zileli örneği ile, bu Türk milliyetçiliğinin nasıl bir Enternasyonalizm (Bu Anarşizm, Marksizm, Troçkizm, hatta İslam, Alevilik vs. de olabilir) biçiminde hem de bir egemen ulus milliyetçiliği biçiminde ortaya çıktığını görelim.
*
Yukarıda aktarılan Hatspanian’ın yazısının Köxüz imzasıyla yayınlanan sunuşuna bir eleştiri de Gün Zileli’den geldi.
Gün Zileli, bir mail ile, şöyle bir eleştiri yapmıştı:
ya demir be, şu "ergenekon" söylemini bırakın artık. Ergenekon diye bir şeyin AKP ve liberaller tarafından uydurulduğu artık ayan beyan ortaya çıkmadı mı?
Ben kendisine kısaca şu cevabı verdim:
“Gün,
Kontrgerilla’nın adı, bunlar Ergenekon davası açmadan önce de Ergenekon’du. Onlar ordudaki cuntalara Ergenekon diyorlar diye Ergenekon yok olmadı. Özel Savaş Dairesi Ergenekon’dur.
Sarkis’in yazısını da o sitede de yayınlamanı dilerim. Bu konuyu tartışmaya sokturmalı kanımca.
Selamlar
Demir”
Bu vesileyle “o site” ve öncesi hakkında kısa bir açıklama yapmak gerekiyor. Önce öncesi.
Bu satırların yazarı neredeyse 2005 yılından beri kurulmuş Köxüz sitesini yönetir. Gün Zileli de, yine bu yazının başında açıklanan nedenlerle bu sitenin bir yazarıdır. Yıllardır yazdığı bütün yazılar Köxüz sitesinde yayınlanmıştır.
Köxüz sitesi birisine yazarlık teklif ettiğinde, o kişi yazmayı kabul etmişse, o kişinin yazılarına karşı hiçbir denetim uygulamaz. Zaten normal olanı da budur. Birisine yazarlık teklif etmek onun görüşleri hakkında bir fikir edinildiği anlamına gelir, yani birisine yazarlık teklif edilmemekle bir denetim zaten uygulanmış olur.
Bu sıradan, her olağan uygar ilişkide olması gereken bir davranıştır. Buna öyle devrimcilik, demokratlık, çoğulculuk gibi sıfatlar vermek bile anlamsızdır.
Ama bu anlayış ve davranış, Türkiye’de hemen hemen hiç yoktur ve aksi davranışlar bile normal karşılanmaktadır. Bu hem genel kültüre, hem de solcuların, sosyalistlerin politik kültürüne de sinmiştir.
İşin ilginci, bunları yapanlar da en çok özgürlükçülükten, demokratlıktan, çoğulculuktan vs. söz edenlerdir.
Bunu tecrübelerle biliyorum. Birçok kez başıma gelmiştir. Benden yazı veya söyleşi istenmiştir. Yazdıklarım veya söyleşi, benden yazı isteyenlerin bir eleştirisi olduğu veya onların görüşleriyle uyuşmadığı için yayınlamamışlardır.
Hâlbuki yapılması gereken, o yazıyı yayınlamak, ama bir yanlış yaptık, biz bu kişinin başka görüşler söyleyeceğini sanıyorduk diye bir açıklama veya o yazının eleştirisini de yayınlamak olabilir. Yani dergi sayfalarında yayınlanır ve fikir fikirle eleştirilir, idari bir kararla yayınlamayarak “eleştiril”mez. Bir daha da o kişiden yazı veya söyleşi istenmez. Ama istenmişse, oyunun ortasında kural değiştirilmez.
Tekrar edeyim, bu gibi davranışların devrimcilik, çoğulculuk, demokratlık gibi böyle kutsal kavramlarla da tanımlanması gerekmez. Bu normal uygar bir insani ilişkidir. Örneğin, otomatik kapanan kapılar varsa, arkanızdakine çarpmaması için kapıyı açık tutmanız ve arkanızdakinin kapıyı tuttuktan veya geçtikten sonra kapıyı bırakmanız ve arkanızdakinin de size teşekkür etmesi gibi, günlük, sıradan, otomatikleşmiş bir davranış ve anlayıştır veya olağan uygar şehir hayatında böyle olması gerekir. Ama kimse kapıyı tutmadığı gibi kapıyı tutar gibi yapanlar da tam geçerken kapıyı salıp yüzünüze çarpmasına yol açıyorlar ve bunu normal bir davranış olarak karşılamanızı, “Burasının Türkiye” olduğunu söylüyorlar.
Bu en son Dipnot dergisinde başıma gelmiş ve bu konuyu belgeleriyle ve uzun bir yazıyla paylaşmıştım. Ancak bu yazıya gelen kimi yankılar Dipnot’un yayın kurulunun (benim görüşlerimi bilmelerine ve ısrarla benden yazı istemelerine rağmen) yazıyı yayınlamamasını son derece normal karşılıyorlardı. Bunlardan biri bana “sen Avrupa’da mı yaşadın, onlar böyle şeyler beklerler, burası Türkiye” diye bir eleştiri ile safiyane bir şekilde Dipnot yayın kurulunun davranışını onayladığını belirtince bunun bilincine varmıştım. (Bu aynen toplantılarda ve onların tartışma bölümlerinde de sık sık yaşadığım bir problem.)
Bu kısa açıklamaları yapmamın nedeni anlayışımın veya olması gereken anlayışın ne olduğunun iyice kavranması, çünkü anlatacağım hikayenin bundan sonrasının anlaşılması için bu gerekli.
İkinci nokta da şu, Gün Zileli bu arada kendi kişisel sitesinden ayrı Toplumsal Devrim diye bir site kurmuş (Adresi: http://www.toplumsaldevrim.com/). Benden bu sitede yazmamı istedi. Ben de özel olarak yazı yazamayacağımı, yazılarımı Köxüz’de ve kişisel sayfamda yayınladığımı, isterse oradan alıp yayınlayabileceğini söyledim. (Zaten, Köxüz sitesinde de sitedeki yazıların kaynak gösterilerek alınıp yayınlanabileceği yazar.)
Bu vesileyle, Gün Zileli’nin politik tutumuna ilişkin görüşlerimi de belirteyim. Bunları özel olarak Günün görüşleri bağlamında sanırım hiç ifade etmedim, ama her zaman her yerde ifade ettiğim görüşlerdir ve onları mantık sonuçlarına veya Gün’ün görüş ve tavırlarına uygulayanlar otomatik olarak bu sonuçları zaten çıkarabilirler. (Son zamanlarda Özgür Üniversite’deki bir iki seminerde birkaç kez sözlü kendisine karşı da kısmen ifade ettim sanırım.)
Gün bugün kendisini anarşist olarak tanımlamaktadır. (Ancak kişisel kanım Anarşist bir kabuk içinde hala “Beyaz Aydınlıkçı” olduğudur. Şaka yollu dediğim gibi: “bir kere Beyaz Aydınlıkçı her zaman Beyaz Aydınlıkçı”)
Gün’ün görüşleri ve açıklamalarına dayanarak, son derece zengin ve çok farklılıklar içeren geniş anarşist görüşleri mahkum etmek gibi bir yola girmek istemem. Bir görüşü onun en kaliteli temsilcileri üzerinden eleştirmek ve eğer o yoksa bu işi de üstlenip eleştirmek gerekir kanımca.
Gün’ün yazı ve konuşmalarına bakınca aslında son derece basit bir açıklama şemasına ve her derde deva ebegümecine sahip olduğu görülür. Eskiden sosyalistler, her sorunu, “temel neden ekonomiktir”, “temel neden sınıfsaldır” diyerek, her kapıyı açan bir maymuncuk veya her derde deva bir ebegümeci ile açıklarlardı. Gün’de de bu artık anarşizme uygun bir forma bürünmüş bulunuyor.
Aynı temel metodolojik yanlış yerli yerinde duruyor, sadece o yanlıştaki “rakamlar” değişmiş bulunuyor. Ekonomi veya sınıfların yerini bu sefer otorite veya hiyerarşi ebegümeci/maymuncuğu almış bulunuyor.
Ancak bu o kadar masum bir pozisyon değildir. Bu, Türkiye’deki somut toplumsal mücadeleler içinde, can alıcı sorunlardan uzak durma, dolayısıyla fiilen tarafsızlık veya uzaklıkla zımnen egemenlerin yanında yer alma; ama aynı zamanda, politik terminolojiyle Radikalliği de elden bırakmamanın bir yoludur. Son yıllarda, özellikle orta sınıf gençler arasında, TKP’den Anarşistlere kadar çok keskin ve de devrimci namlı akımların epey popüler olmasının ardında bu vardır.
Anarşizm (Aynı işlevi, Komünizm, Leninizm, Troçkizm de görüyor yerine göre), ona demokratik bir politikadan ve mücadeleden uzak durup fiilen o mücadele eden güçler karşısında tarafsızlığı ile egemen ve güçlü olanın politikasına fiili bir destek verme olanağı sunmaktadır.
Gün’ün politik pozisyonu da aşağı yukarı böyledir. Örneğin Kürt sorunu mu? “Zaten PKK’da hiyerarşik ve anti demokratiktir”, “benim milliyetim yok, ben milletlere ve milliyetçiliğe karşıyım” diyerek; bu günlük politikanın “bataklıklarına” ve “pisliklerine” bulaşmayarak, İstanbul gibi “bin kocadan arta kalan”, politik bekaretini sürdürmektedir yıllardır.
Benzer işlevi Marksistlerde “Sınıf” veya “anti emperyalizm” vs. görmektedir.
Anarşistlerin değil ama Marksistlerin şahsında bu pozisyonun fiilen ulusalcılıkla sonuçlandığını defalarca yazıp eleştirmişimdir. Hatta Marksist ve sosyalistlere “Marksistliği., sosyalistliği bırakın, biraz demokrat olun o zaman daha iyi ve çok Marksist olursunuz” derim veya “Türkiye’de sosyalist çokluğu ile demokrat yokluğu arasında bir bağ olduğundan” söz ederim.
Ancak son yıllarda, şöyle bir değişim oldu, AKP’nin iktidara gelmesi ve Kürt Özgürlük hareketinin bir güç olarak kurumlarıyla ortaya çıkmasıyla birlikte, eskiden Kürt özgürlük hareketine uzak duran şehir orta sınıfları ona yakınlaşma eğilimleri göstermeye başladı. Kürt özgürlük hareketi de yalıtılmışlığı içinde ittifaklara ihtiyaç duyduğundan ve şimdilerde çok kötü bir durumda bulunduğundan bu yakınlaşma çabalarına duyarsız kalmadı ve kalmıyor. Böylece belli bir değişim ortaya çıktı.
Bu toplumsal değişim, yer ve yön değiştirme, bizzat Gün’ün yazılarında da yansımasını bulmaya başladı. Daha günlük politikaya yönelik yazılar yazmaya, bin kocadan arta kalan bekaretini yitirmeye başladı. Ancak günlük politika alanına girdikçe, onun ardındaki ulusalcı bir duruşla sonuçlanan öz daha açık ve seçik olarak da ortaya çıkıyordu.
İşte şimdi daha iyi seziliyor ki, bu Toplumsal Devrim sitesi, bir bakıma bu eğilimin bir adım daha ileri gidişiymiş bir bakıma. Bunu sitenin havasına bakınca fark ettim.0
İşin doğrusu bazı okuyucular beni, bu ulusalcıların ve eski Aydınlıkçıların arasında ne arıyorsun diye eleştirdilerse de, benim yazılarımın içeriği o sitenin mesajıyla  ve benim için en karşı saflara bile görüşlerimi iletmek ve oralardaki insanların kafasına bir iki soru takmak her zaman çok önemli olduğundan sorun etmedim.
Oyunu kuralları içinde oynadıkları takdirde, onlar kendi ulusalcı mesajlarını yaymak için belki adımdan ve okuyucularımdan yararlanacaklar ama ben de aynı şekilde sitenin mesajına karşı mesajlarımı ve görüşlerimi daha geniş kesimlere iletme imkanı bulacaktım.
Yani, benim için izolasyondan kurtulmak, yazılarımı olabildiğince geniş bir okuyucu kitlesine ulaştırmak temel sorunlardan biri olduğundan, sitede adımın anılması, bunun bir kefaretiydi. Yazılarımın içeriklerinin sevabı ulusalcı bir tonu olan bir sitede  de yayınlanmanın günahını fazlasıyla götürürdü[2].
Eh site bildirisinde “Özgürlük ve Devrim” için başlığı altında “Toplumsal devrimin iki önemli bileşeni, devrimde ve özgürlükte ısrar eden Anarşistler ve Marksistlerdir. Özgürlüksüz bir devrim, aynı zamanda devrimin ölümü demektir. Toplumsal devrimsiz bir özgürlük ise bir aldatmacadan öteye gidemez. Anarşistlerle Marksistlerin devrim ve özgürlük için bir araya gelerek toplumsal devrimci bir odak oluşturmaları zorunluluktur ve aynı zamanda bu ilginç bir deney olacaktır.” Türünden bol bol özgürlük sözleri edip vaatlerinde bulunduğuna göre, en azından yazılarımı sansür etmeyeceklerini umabilirdim. Gerçi bu yazının başında da belirttiğim gibi kim en çok özgürlük ve demokrasi sözü ediyorsa ondan daha çok kuşkulanmak gibi bir alışkanlığım vardır ama, burjuva hukukunda bile kesin delil ve tarafsız bir mahkemenin kararı olmadıkça herkes masum sayılacağından, kuşkuyu kafamın arkasında taşısam bile bu benim davranışlarımı etkilemezdi ve etkilememeliydi.
Gerçi daha ilk adımda, bu yazıdan sonra birkaç yazı daha yazmama rağmen[3] bu yazılarım siteye alınmamıştı ama, olabilir gözden kaçmıştır, teknik bir aksaklık olmuştur gibilerden, fazla da sorun etmedim.
İşte bu arka plana dayanarak, Gün’e “Sarkis’in yazısını o sitede” yayınlamasını öneriyordum.
Yani Bir bakıma, Gün’e ve siteye gerçekten demokrat ve ulusalcı olmayan bir mesaj için bir imkan sunuyor bir fırsat vermek istiyordum.
Gün Zileli’nin cevabı şu oldu:
“Demir, yazıyı okudum. Senin de belirttiğin gibi milliyetçi bir perspektifle yazılmış. Hem de çok, fazlasıyla. Yani ermeniler tamamen masum, azeriler de faşist. Bu yazım tarzı bana, 1915 ermeni katliamını yapan türk tarafının savunmalarını hatırlattı. Bu tür milliyetçi boğzlaşmalarda taraf tutmayı doğru bulmuyorum. Milliyetçi olsa bile bana objektif olduğu konusunda biraz güven verseydi yine basılmasını savunurdum yazının ama bu haliyle olmaz. Basılmasını doğru bulmuyorum kısacası. sevgiler.”
Doğrusu cevap beni şaşırtmadı. Ben de kendisine şu cevabı yazdım.
Selam Gün,
 Ben eskiden beri Ergenekon derim ve  aslında bir çok kişi de yıllardır Ergenekon der. Bu öyle uydurma bir isim değil bildiğim kadarıyla. Ben bunu yetmişli yıllardan beri duyar ve bilirim ve zaman zaman da kullanırım. Onun şimdi içeriğinin boşalmış olması gerçeği değiştirmez. Her neyse, kelimelere fazla takmamalı. Devrimciler bundan AKP’nin içeri tıktıklarıya sınırlı bir kesimi anlamıyorlar. Ben de esas olarak onlara yönelik yazıyorum.
Sarkis’in yazısına gelince.
Sarkis’in yazısı  bence Azerilere karşı nefret aşılayan bir yazı değil, Azeri ve Türk faşistlerini eleştiren bir yazı.
Bunu yayınlamamanı garip bulduğumu belirtmeliyim. “Türk”ler olarak bize böyle bir yazıyı yayınlamak düşer kanımca. Aynen Garbis’in yazısı gibi. Ona da katılmıyorsun ama yayınlıyorsun mesela.
Eleştirini de ayrıca koyarsın. Ya da yazının önüne koyabilirsin.
İdari bir tedbirle yayınlamamak benim için pek anlaşılabilir değil. Hele ki, olaya bambaşka bir bakış açısı da getiren bir yazı olarak.
Yazar benim için de milliyetçi ama Türk milliyetçilerinin bütün yazıları ortalığı doldurmuş ve onlar Ermenileri toptan suçlarken, bir Ermeni’nin Türk ve Azeri düşmanlığı yapmayan ve olayı başka türlü anlatan bir yazısı en azından bu eşitsizliği bir parça dengeleyebilmek için yayınlanmalı kanımca. Neyse önemli değil. Ama ben böyle Sosyalist gerekçelerle biz Türklerin (bana Türk olmadığını Milliyetinin olmadığını söyleme. Bu devletin vatandaşı isen, bu devlete vergi veriyorsan, kararlarını tanıyor ve uyguluyorsan, kanunlara uygun yaşıyorsan Türksündür. Daha ayrıntılısı Marksizmin Marksist Eleştirisi’nin Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı adlı bölümünde) böyle bir yazıyı yayınlamamasını şahsen daha tehlikeli bir milliyetçilik olarak gördüğümü söylemeliyim.
 Bu durumda başka bir yol önereyim yazının yayınlanması için.
Sen benden yazı istemiş ve bir yazımı sanırım aktarmıştın. Bu yazıyı Köxüz’ün notuyla birlikte benim adıma yayınla istersen.
Eğer yayınlamazsan ben de bunu benden gelen yazıları da elekten geçireceğin olarak algılayacağım.
Kendine iyi bak
Selamlar
Demir
Gün’den Arkadaşlarına danışacağına dair bir cevap geldi önce:
“Arkadaşlara danışıp sana yeniden döneceğim Demir. Garbis'in yazısına yaptığımız gibi biz de kendi özel notumuzu koyup yayımlayabilirim. Bu arada, ben türk vatandaşı değilim, vergi de vermiyorum:)”
Daha sonra hemen ardından arkadaşlarıyla yazışmasını da aktardı:
“Arkadaşlar, demir aşağıdaki yazıyı yayımlamamızda ısrar ediyor. ben önce reddettim, yazarın ermeni milliyetçisi olduğu gerekçesiyle. siz ne dersiniz. yazışmayı dikkatle okuyun da.”
Gelen cevaplar da şöyleydi:
Birinci Cevap:
 “yayınlamayalım derim.
bu yazı yayınlandığında, karşılığında bir türk ırkçısının da aynı milliyetçilikle yazılmış yazısını da yayınlamak zorunda kalırız. demir küçükaydın, bu yazıdan cevap hakkı doğacağını ya da türklerin milliyetçilik konusunda ne gibi argümanlarla cevap verebileceğini unutmuş sanırım.
bunun sonucunda site, her türlü farklı milletin birbirine "ırkçı-faşist" dediği bir sürü yazıyla dolar. ve tabii bu yazılarda katliam savunuculuğu da yer alır.
milliyetçilerin birbirine hakaret ettiği bir dizi yazı yayınlamak durumunda bırakılmak, yayınlamadığında da milliyetçilikle suçlanmak da işin diğer boyutu.
ben kendimi türklük üzerinden tanımlamıyorum, kendini türk olarak tanımlayıp (sanki bunun seçme şansı varmış gibi) bir de bundan "utanç duymayı" ve bunu dayatmayı da anlamıyorum.”
İkinci Cevap:
“Bence Köxsüz'ün notu ve bizim de ekleyeceğimiz bir notla yayımlayalım.”
Üçüncü cevap hakkında ise önce şu maildeki bilgiler vardı:
“bu arkadaş yazıyı henüz okumamış ama yazdığını sana da yolluyorum.
Sarkis Hatspanian'ın yazısını henüz okumadım, birazdan bakacağım. Ama senin ve Demir Küçükaydın'ın yazışmalarındaki tartışmaya dair benim tutumum şu:
Türk milliyetçisi görüşlerin ortalığı kaplaması ve buna denge oluşturacak bir Ermeni milliyetçisi görüşün yer bulmasına aracı olmak gibi bir durumumuz olmamalı. Biz kavga eden milliyetçiliklerin tahterevallisi değiliz kanımca.
Eğer Hatspanian'ın görüşleri ile Türk milliyetçilerininkiler arasında bir kıyas yapmak isteyen olursa, oturup bu milliyetçilikleri analiz eden bir yazı hazırlayabilir. Ama biz milliyetçiliklerin birbirine yanıt vermesine aracı olmayalım. Ayrıca da bunun sonu gelmez.
Ergenekon tartışmasına gelince, NATO'nun Türkiye'deki kontrgerilla yapılanması için kullanılan isimlerden birinin de bu olduğu bilinen bir şey. Bugün yargılaması yapılan Ergenekon'un ne olduğunu, nasıl tarif edildiğini, özel yetkili savcılığın iddianamesinden anlamak lazım.
Kontrgerilla, devletin kendisidir. Derin devlet falan diye ayrım yapmak da anlamsız. Hatta Ergenekon kapsamında yargılanan bir generalin (Orgeneral Kemal Yavuz) dün davada söylediği ve bugünkü gazetelerde yer alan sözleri de tam böyle. Aynı şeyi, Ayhan Çarkın da söylemişti. Kendisiyle cezaevinde görüşen milletvekili (Hüseyin Aygün), "infazları yapan Susurluk mu, Ergenekon mu vs." gibi bir şey sormuştu Çarkın'a. Onun da yanıtı şuydu: "Hayır devlet. Milli Güvenlik Kurulu talimatıyla Emniyet Genel Müdürlüğü."
Yani özel bir örgüt aramanın lüzumu yok. O özel örgüt, devlet.
Bunu söylemek için bu katiller sürüsünden alıntı yapmaya elbette lüzum yok ama parçası oldukları yapıyı, gayet net tarif ediyorlar.
Gelelim bugün yargılanan Ergenekon'un özel yetkili savcılık iddianamelerinde nasıl tarif edildiğine: "Devletin içine sızmış çeteler."
Devlet iyi ve temiz ama işte o namussuz çeteler yok mu? İşte artık o çeteler de tasfiye edildi ve "Türkiye'nin bağırsakları temizlendi!"
Tabii Hrant Dink'in katlinin yanıtına yetmiyor, bu özel yetkili kurgu.
Ayrıca da Ergenekon diye içeride tutulan isimlerin epeyce bir kısmının da devlet ile bir suç ortaklığı olmadığı kanaatindeyim. Her şeyin birbirine karıştırılıp, suyun bulandırıldığı ve bugünün iktidarının ihtiyacına cevap verecek şekilde dizayn edildiği bu Ergenekon meselesinde aynı dili kullanmama taraftarıyım. Benim kanaatimce devlete bir kod isim vermeye lüzum yok. Tapu kadastro idaresi ile emniyet müdürlüğünü birbirinden ayırt edecek bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç duyuyorsak, "kontrgerilla" neyimize yetmiyor. Ben bu kanıdayım.
Sevgiler”
Burada ifade edilen görüşlerden de anlaşılacağı gibi, bu kişinin de cevabı yayınlamama yönünde olmuş ki Gün’de son kararı bildiren mail geldi:
Demir, arkadaşların da fikrini sordum. Çoğunluk benim gibi düşünüyor, milliyetçi dalaşmalarda taraf olunamayacağı kanaatindeyiz. Garbis'in yazısını yayımlamakla bu aynı şey değil. Garbis senin yazına karşı bir yazı yazdı ve sonuç olarak bu fikri bir tartışmadır. Sarkis'in yazısı ise fikri bir tartışmanın ötesinde tamamen milliyetçi güdülerle yazılmış bir yazıdır. Bunu yayımlarsak buna cevaben gelen bir ermeni düşmanı faşistin yazısını da yayımlamak zorunda kalırız ki bunu hiç ama hiç istemeyiz. Ama sen aynı konuda bir yazı yazıp yollarsan seve seve basarız, diyelim ki katılmasak bile. (kaldı ki neden katılmayalım). Sevgiler.
Gün
Ben de Gün’e şu cevabı verdim:
Selam Gün,
Ben bunu benim yazım gibi yayınlamanı önermiştim. Yani benim yazımı sansür etmiş oldun. Bundan sonra o sitede yazmam söz konusu olamaz. Lütfen bundan sonra yazılarımı orada yayınlama. Sen yine köxüz'de yazmaya devam edebilirsin. Köxüz birisini yazar seçti mi, onun yazılarına karışmıyor.
Benim bakış açımdan sen ve o arkadaşlar da milliyetçi. Hem de gerici milliyetçi. Çünkü milliyetçilik tanımlarınız tam da gerici milliyetçilerin milliyetçilik tanımlarıyla aynı.
Ne sen ne de danıştığın arkadaşlar yıllardır yazdıklarımı okumamışsınız belli ki.
Aşağıda Sarkis için yazdıklarımın sizler için de geçerli olduğunu düşünüyorum.
Kendine iyi bak
Demir
Burada Sarkis’in kendisine milliyetçi denmesine şaşırması vesilesiyle yazdığım ve yazının başında aktardığım yazıyı da ekledim.
Gün bana bunun üzerine şu cevabı verdi:
Demir,
 Tutumunu doğru bilmiyorum. Sen bize yazıyı benim yazım diye yollamadın. Köxuz'ün notuyla birlikte Sarkis'in yazısı diye yolladın. Ulusal konuda milliyetçi bir savunu olmasının ötesinde bu yazı, Hocalı katliamında rol oynamış milislerde görevli alan birisinin yazısıdır ve bu bakımdan savunusunun hiçbir değeri ve ikna edici yanı yoktur. Kısacası, Sarkis'in yazısını basmakla, Topal Osman'ın yazısını basmak arasında özünde bir fark yoktur. Yazmama kararına saygı duyuyorum ama yanlış da buluyorum. Sütunlarımız sana her zaman açıktır. sevgilerimle.
Gün
Ben buna önerimi tekrar alıntılayarak cevap verdim:
Gün,
Aşağıda alıntı olarak önerim bulunuyor. Yani benim adıma, benim yazım olarak, ama bütünüyle alıntıdan ibaret bir yazı olarak yayınlanmasını öneriyordum.
Sanırım bu kısmı da okumamışsın.
Kendine iyi bak
Bunun üzerine Gün’den şu cevap geldi:
Demir, sadece şu koşulla yayımlayabiliriz. sen (koxuz'ün notunu falan bırak bir yana) bu konuda bir yazı yazarsın. Sarkis'ten de alıntılar yaparsın, o zaman olur. Katılmadığımız noktalar varsa belirterek yayımlarız. aynen Garbis'in yazısına yaptığımız gibi. madem o kadar gönüllüsün, üşenme de bir yazı yaz bu konuda. sevgiler. Gün
Ben de şu cevabı verdim:
Gün,
Ben yayınlanmaması için yazmamıştım onu. Biliyorum artık yayınlamayacağınızı. Sadece hatırlatmak içindi. Ama şimdi yazdığın benim yazımın içeriğini belirleme gibi bir anlama geliyor ki, artık bu kadarına pes.
Demir
Buna Gün’ün cevabı şuydu:
yok canım, senin yazının içeriğini nasıl belirleyebilirim ki. sadece bu konuda bir yazı yazmanı önerdim. hiç olumlu bir sonuca varmak gibi bir niyetin yok, ben öyle anlıyorum. Politik manevra yapıyorsun gibime geliyor. yapma bunu, bırak bu eski alışkanlıkları. yazını bekliyoruz
Ben de Bunun üzerine şu cevabı verip aşağıdaki öneriyi yaptım:
Ben yazım olarak, köxüz'ün sunuşuyla birlikte Hatspanian'ın yazısını yolladım yani. Yani yazımın içeriğini böyle belirledim. Bu çok açık. Sen bana hayır öyle değil otur ayrı yaz dersen yazımın içeriğini belirlemiş olursun Gün. Bunu sen benden daha iyi bilirsin.
İkincisi, politik manevra gibi bir sorunum yok. Aksine ben en azından başkalarından da köxüz'deki serbestliği beklemiştim: köxüz'de biri yazar olarak seçilince, onun ne yazacağına hiç bir şekilde karışılmazdı ve karışılmaz. Ben o siteyi de böyle sanmıştım. Yanılmışım.
Neyse, bu ayrı ama bu vesileyle ben bunca malzeme birikmişken, bu olayda milliyetçilik ve yapılanın nasıl bir milliyetçilik olduğuna ilişkin bir yazı yazmak ve milliyetçilik üzerine bir tartışma başlatmayı düşünüyorum. Ama senin ve danıştığın arkadaşların cevapları özel bir yazışma olduğu için, ve onları da malzeme olarak kullanmak istediğim için, bunları yazımda kaynak olarak kullanma izni istiyorum.
Yani benim isteklerim, sizin itirazlarınız vs. hepsini kamuoyu da bilecek tabii yazının akışı içinde. Hatta önce bütün bu yazışmaları belge olarak koyup sonra da bunların analizini yapmak istiyorum.
Hasılı sizin itirazlarınız ve yazıya ilişkin yorumlarınız, benim yazdıklarım, Sarkis'in yazısı, Facebook'teki Haspatiyanla tartışmalar vs. hepsi üzerinden bir yazı yazmayı düşünüyorum.
Bunu elbette fiktiv kişilerle de yapabilirim. bu kişi ve yazılanlar tamamen hayal mahsuludür diye de bir not da ekleyebilirim. Benim için kişilerin önemi yok, fikirler önemli. Ama sizlerin fikirlerinizin arkasında olduğunuzu düşünerek ve eğer gerçeğe uymayan bir şey varsa itiraz hakkınız da olması ve gereğinde daha rahat itiraz edebilmeniz için bu öneriyi yapıyorum.
Yani eğer izin verirseniz, daha açık olur. Böylece sizlere olan eleştirilerimi kamuoyu ile paylaşmış olurum. Ve sizin görüşlerinizi temel alarak sosyalistlerdeki milliyetçiliği eleştiririm. Tabii sizler de isterseniz ayrı yazılar yazarsınız. Böylece verimli bir tartışma da başlatılabilir.
Tabii sağlığım ve zamanım elverirse.
Cevabını bekliyorum.
Demir”
Bunun üzerine Gün’den izin veren şu cevap geldi:
tabii ki seviniriz. istediğin gibi değerlendirebilirsin yazılanları da. yazını basarız. selamlar.”
*
Okuyucuya bu yazışmaları aktardıktan sonra, bu yazışmalarda dile gelen görüşlerdeki milliyetçiliği, önermeleri tek tek analiz etmeyi düşünüyordum başlangıçta. Ama bu konuda o kadar çok yazdım ve öylesine geniş bir literatür vardır ki, içimden gelmiyordu. Kaldı ki milliyetçilere milliyetçiliğin ne olduğunu göstermenin ne kadar zor olduğunu iyi bilenlerdenim. Türklerin en ırkçı sözlere bile bizde ırkçılık yoktur diyerek başlamaları; ibzzat yukarıdaki örneklerde olduğu gibi,  sosyalistlerin en milliyetçi tavırları milliyetçiliğe karşı sözler ve gerekçelerle yapmaları o kadar çok ki, insan çaresizlik içinde kalıyor.
Bu nedenle, somut bir örnek üzerinden gideyim bu belki çok daha açıklayıcı olur.
Benim Hamburg’ta Ermeni bir arkadaşım vardı. O da bana bir eleştiri yolladı. Ama bu sefer bir milliyetçi olmakla suçlanan bendim. Hem de Türk milliyetçilerinin hiç de sorun görmediği noktadan beni milliyetçi olmakla eleştiriyordu.
Aşağıda onun bu eleştirisini ve benim ona cevabımı aktarıyorum. Bu örnek, kanımca bizlere işlemiş gerici milliyetçiliği kavramayı çok daha iyi sağlayabilir belki.
Arkadaşımın bana eleştirisi şuydu:
“Demir merhaba,
(…)  Sarkis’in yazısıyla ilgili notu okudum. Neden onun milliyetçi olduğunu ille oraya yazmaya bir ihtiyaç duyduğunu anlamadım. Köxüz'de yayımlanan diğer yazarlarla ilgili de mi milliyetçi mi değil mi diye araştırıyorsun? Veya Sarkis’in dışında hiç bir "milliyetçi" yazar bulunmuyor mu Köxüz sitesinde? Yani bir milliyetçi Ermeni’ye özel mir muamele mi var?
Aslında bir not yazman iyi ve yazdıkların da çok doğru. Sadece o "milliyetçidir ama neyse iyi biri..." hiç yazmasaydın daha iyi olurdu. Tamam, Sarkis'de ulusal duygu var. Kabul edelim. Ama kimde yok ki? Sen de biraz Etyen gibi bir "milliyetçi" - "milliyetçi değil" ayrımı yapıyorsun. Hoşuna gitmez bu benzetme ama bana böyle geliyor. Etyen de beğenmediği herkesi "milliyetçi"likle suçluyor. Belki de korkuyor ki Türkler onu "milliyetçi" Ermeni olarak görürler.
Hocalı üzerine de şunu görmek lazım: Türkiye'de herkes hemfikir. Agos'tan, Eyten'den, Liberallerden, Solcusu, Sağcısı herkes diyor ki Hocalı da Ermeniler Azerileri katletti! Hiç biri kalkıp da senin notunda yazdığın gibi cesaret edip de der mi "yahu hele bir araştıralım bakalim 20 yıl önce orada neler olmuş, ne gibi kanıt var vs.." Hiç biri bir şey bilmediği halde "Hocalı Katliamı" (diye) bağrıyor. Ermeni de, çünkü nasıl desin ki orada "katliam olmadı". Mümkün değil! Hrant'ın durumundan daha da kötüsüne düşer.
Liberal-Solcu kesim de "Hocalı da Katliam olmadı" der mi? Veya bir sorgu işareti en azından koyar mı? Hayır! Nasıl da Ermeni soykırım dersiniz de Hocalı da katliam oldu mu olmadı mı sorarsınız! Yani durum Türkiye’de böyle.
Dışarda da aynı. Almanya'da hangi Türk (demokrat-solcu) 20 yıl önce neler olduğunu biliyor? Bilmeyenin de "Katliam oldu" demesi garip değil mi? Nasıl Ermeni soykırımı üzerine hiç bilgileri olmadığı halde "soykırım oldu" diyorlar ya Hocalı’da da aynısı. Nedeni de açık.
Sen duydun veya okudum mu Revanduz (Kürdistan'da bir şehir) da 1916 de Ermeniler 5000 Kürt’ü katletmiş? O zaman şehri Rus birlikleri ele geçirmiş ve onunla birlikte Ermeniler de gelmiş ve 5000 Kürdü vahşice katletmiş! Bunu Naci Kutlay yazıyor. Sen inanıyor musun? Yani Halapçe boyutunda bir katliam işlemişler Ermeniler Revanduz’da. 500 değil 5000 kadın, çoluk çocuk Ermeniler vadiye atmış! İnanıyor musun?”
Bu eleştiriye yazdığım cevap da şuydu.
Merhaba …,
(…) Eleştirine gelince, soyut olarak haklısın derim. Ama somut olarak öyle değil.
Köxüz'ün yazarlarının da milliyetçi olduğunu, Türklerin sosyalistlerinin de milliyetçi olduğunu, keza Marks’ların falan da milliyetçi olduğunu yazdığım için sık sık, eğer öyle bir not düşmeden yayınlarsam benim Sarkis'in yazısını sosyalist bir yazı olarak yayınladığımı düşüneceklerinden (çünkü bu eleştiriyle çok sık karşılaşıyorum) öyle bir not koydum. Köxüz’deki diğer yazıları da milliyetçi olmalarına rağmen yayınladığımı da belirttiğim için (bunu bir çok kereler yazdım) pek fazla düşünmeden koydum. Ayrıca Sarkis'in milliyetçiliği (Ki o buna yurtseverlik diyor ve ben bunları ayırmıyorum. Bunu da kitabımda yazmıştım) kötü görmediğini bildiğim için bir sorun görmedim.
Ama yine de, Sarkis'in Ermeni olması dolayısıyla daha da hassas davranıp böyle bir not koymamam gerekirdi sanırım. Yani bir pozitif ayrımcılık yapmam gerekirdi. Bu anlamda, pozitif bir ayrımcılık yapmadığım ve bunun yanlış olduğu anlamında, eleştirini kabul ediyorum.
Öte yandan ben milliyetçi derken, yazıyı okuduysan göreceğin gibi, çok farklı şey kastediyorum: Ulusal olanla politik olanın çakışmasını savunmaktır milliyetçilik benim dilimde. Bunu da bu anlamda son yıllarda kullanmaya alıştığımdan biraz da bunun verdiği rahatlıkla yazmış da olabilir ve böyle hassasiyet göstermemiş olabilirim.
Aslında ben Hocalı hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Türklerin ne dediğini de bilmiyordum. Hatta son günlere kadar adını bile duymamıştım. İlk kez konuyu Sarkis'in yazısından öğrendim. Konu hakkında hiç bir şey bilmememe rağmen, kimsenin o yazıyı yayınlamayacağını tahmin ettiğimden, Sarkis'in anlattıklarını temel alarak bir tartışma başlatmayı denedim.
Ben daha önce de eski Köxüz sitesinde, Sarkis'in hapisteyken yazdığı yazıları yayınladım. Daha sonra -elimde delil yok ama şahsi kanaatim budur - site sanırım, bu yazılar nedeniyle, özellikle de muhtemelen Ekmekciyanla ilgili yazı nedeniyle Türkiye'de yasaklandı ve girilemiyor. Bu nedenle de sitenin adresini org'tan net'e aktardık. Yine Sarkis'in yazısı nedeniyle bu sitenin de yine yasaklanacağını düşünüyorum. Bu ara sanırım saldırılar da oluyor.
Sarkis'in yazısının içeriği hakkında bir şey söyleyecek bir kesin bilgim de olmadığından (Şahsi kanaatim Sarkis'in anlattıklarının büyük ölçüde ve esas olarak doğru olduğudur, ama bu benim kanaatim, gerçekten konuyu bilmiyorum.) ama öte yandan bu yazının yayınlanması gerektiğini düşündüğümden o notu koydum. Yoksa ben de biliyorum kimsenin fikrinin değişmeyeceğini. Ve emin ol sağlık ve bürokrasi sorunlarından hala vakit bulup da konuyu inceleyebilmiş değilim.
Öte yandan o notu koyarak, konuyu tartışmaya açmanın daha kolay olacağını da düşündüm. Yani birileri yalan yanlış cevap bile verseydi, konunun tartışılmasının kendisi başlı başına bir ilerleme olurdu. Yani bir bakıma ileri sıçrayabilmek için bir gerileme, hız alma, cepheyi genişletme taktiğinin bir parçası olarak da algılamanı ve bu kaygımın asıl belirleyici olduğunu, bu kaygımın bir bakıma pozitif ayrımcılık yapmamı gölgelediğini görmeni dilerim.
Bu yönde girişimim de oldu. Ama başaramadım. Ama bu başarısızlığı konu ederek yine de konuyu tekrar gündeme alma çabasına devam etmeyi düşünüyorum zamanım ve imkanım olursa.
Özetle şöyle. Gün Zileli, bir site açmıştı ve benden yazı istemişti. Ben de yazı yazamayacağımı ama yazılarımı alıp yayınlayabileceğimi söylemiştim. Bir yazımı da yayınlamıştı. Gün kendine anarşist diyen bir Türk milliyetçisi bence. Gün'e Sarkis'in yazısını yayınlamasını önerdim: Milliyetçi diye kabul etmedi. O Zaman benim yazım olarak yayınla dedim yine kabul etmedi ve ben de onlara artık sitelerinde yazmayacağımı söyledim. Ama bütün bunları, yani Sarkis'in eleştirisi ve cevabım ile Gün ile yazışmaları ele alan bir yazı yazıp Türkiye'nin sol ortamını bu tartışmanın içine çekmeyi ve bu vesileyle Sarkis'in yazısını da tekrar gündeme getirmeyi düşünüyorum. Hem de bu vesileyle Türk solcularının milliyetçiliğiyle mücadeleyi.
(…)
Sen de, benim egemen ve hastalıklı ulustan bir insan olarak, onun içinde insanları bir tartışmaya çekebilmek için yaptıklarımı naiflik olarak görme lütfen. Aksi takdirde herkes kendi içinde ve dünyasında kalır.
Kendine iyi bak.
(…)
Selam ve sevgiler
Demir
İşte aşağıdaki eklerde ve yukarıdaki satırlarda yapmaya çalıştığım budur.
21 Nisan 2012 Cumartesi
Demir Küçükaydın
*

Ekler:

Ek 1:

26-27 şubat 1992: «Hocalı Katliamı» Yalanının Anatomisi !


Sarkis Hatspanian
 ”Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi !” Can Yücel
1918’den beri Azerilerle Ermeniler arasında varolan anlaşmazlığı silahlı mukavemete vardıran ilk adım, 12 şubat.1988’de Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi Sovyet Parlamentosu’nun, Sovyet Sosyalist Ermenistan Cumhuriyeti Parlamentosu’na yaptığı «BİRLEŞME» isteğinin birkaç gün sonra dönemin politik merkezi Sovyet Prezidyumu’na Moskova’da yapılan resmi başvuruyla atıldı denilebilir.
1923’ten beri Sovyet Sosyalist Azerbaycan Cumhuriyeti’ne bağlı, fakat o yıllarda toplumunun % 95’i, 1989 nüfus sayımındaysa % 75’ine yakını etnik Ermeni olan Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi politik yönetimi, bu başvuruyla «ulusların kendi kaderini özgürce kendileri tayin etme hakkından» yararlanarak, artık Azerbaycan’a bağlı olarak yaşamak istemediğini resmen belirtmiş oluyordu. SSCB’nin çöküşünü hızlandıran en güçlü hak ve halk hareketinin yaratılmasıyla tarihe imzasını atan Karabağ Ermeniliği, bu sancılı ulusal soruna Sovyet anayasasına harfi harfine uyan hukuki-politik bir çözüm aramaktayken, 20.şubat.1988 günü başkent Stepanakert’te yapılan ve neredeyse halkının tüm katmanlarının görülmemiş katılımıyla gerçekleştirilen yığınsal mitinge cevap olarak Azerbaycan’ın ırkçı-faşistleri 27.şubat.1988 günü Hazar denizi kıyısındaki endüstriyel Sumgait şehrinde yaşayan Ermenileri hedef alan kanlı saldırılarda bulunarak, Sovyet yönetiminin suçlu sessizliğinden yararlanarak üç gün süren bir pogromla cevap vermeyi yeğlemişlerdi. Hak arama amaçlı pasiv bir mitingine cevaben vuku bulan Sumgait katliamında onlarca Ermeni insanı vahşice öldürüldü, 600’e yakın insan ağır yaralandı, yüzlerce kadın tecavüze uğradı.
Sumgait katliamının akabinde, Sovyet Azerbaycanı’nın değişik şehirlerinde yaşayan Ermenilere karşı aynı türde kanlı saldırılarda bulunulması sonrası (bunlardan en önemlileri başkent Bakü ve ikinci büyük şehir Kirovabat’da yapılanlardır), 1989 ve 1990 yıllarında yaklaşık yarım milyon Ermeni, mal ve can güvenliği bulunmadığından Ermenistan’a göç etmek zorunda bırakılmıştı. Ancak Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’nde yaşayan Ermeniler binyıllardır üzerinde yaşadıkları atatopraklarından uzaklaşmayı kabul etmediklerinden, Bakü tarafından düzenlenen ve giderek daha da vahşi boyutlara vardırılan baltalı-bıçaklı barbarca saldırılarına karşı halkın mal ve can güvenliğini, yani insanca yaşam hakkını savunma amacıyla artık bir direniş hareketinin örgütlenmesi ihtiyacını karşılama çabasına girişmişti.
1990 ilkbaharında temelli olarak yerleştiğim Sovyet Ermenistanı’nda komşu Sovyet Azerbaycanı’nda yaşam güvenliği bulunmadığından zorla yerinden-yurdundan edilmiş yüzbinlerce Ermeni göçmenin acısıyla yüz yüze gelip, sülalemin Der-Zor artığı yaşlılarının 1915 ile ilgili anlattıklarını kendi gözlerimle görme bahtsızlığını da yaşamıştım. 1988 aralığında yaşanan deprem felaketinin ardından, şimdi de hemen hergün Dağlık Karabağ’ın şu veya bu Ermeni köyünde, 24 saat sürekli baskı ve korku altında yaşamaktansa, insanca özgür bir yaşamı yeğlemek dışında başka da hiç bir suçu olmayan 150 binden fazla masum insana karşı yapılan taşlı, baltalı, kılıçlı saldırılarda kaydedilen kayıplara maruz kalmayı sineye çekerek, ortaçağ barbarlığını aratmayan facianın neredeyse günlük bir yaşam tarzına dönüşmesine DUR demek için hem Ermenistan, hem de Karabağ’daki Ermeniliğin «1915:Bir daha asla» ortak hafızasının yeniden canlanması ve ulusal bir uyanışın şafağını hatırlatan o günlerde, biri birinin ardından, kendiliğinden organize edilen, gönüllü paramiliter direniş grupları oluşmaya başlamıştı. Komutanlığını Radyo-Fizik dalında pek namlı bir bilim adamı olan ve dedeleri Kars göçmeni değerli insan Leonide Azgaldian’ın üstlendiği, «Kurtuluş Ordusu» adlı, yaklaşık yüz kişiden oluşan bir grubun gönüllü askerlerinden biri de ben oldum.
1988 kışından başlamak üzere, 1992 kışına kadar geçen tam dört yıllık dönemde neredeyse tek taraflı Azeri saldırılarına maruz kalan Karabağ Ermenileri, sivil toplumun yaşam hakkını savunma amacıyla kurulan bu gönüllü grupların varlığı ve desteğiyle yalnız olmadığını görüp, kardeşçe dayanışmadan moral destek ve güç alarak kendi savunmasını da örgütlemeye başlamıştı. Benim de içinde bulunduğum grup Karabağ’ın en kuzeyinde adını tarihte önemli bir figür olan ve «Kafkasların Lenin’i» olarak tanınan Stepan Şahumyan’dan alan (Dağlık Karabağ’ın başkenti 60 bin nüfuslu Stepanakert de bu yiğit komünistin adını taşımaktadır) ŞAHUMYAN bölgesinde bulunmaktaydı. Orada sadece altı ay gibi kısa bir zamanda Azat, Kamo, Getaşen, Mardunaşen adlı köy ve kentleri Ermeni köylerini kuşatma altına alıp, Ermeni olmak dışında başkaca bir suçu olmayan binlerce insanın silahlı saldırılara nasıl yiğitçe direnmekte olduğunu gördüğüm halde, bölgedeki Sovyet askeri birliklerinin yandaşlığından yararlanarak, tankı-topu olan karşı güçlere karşı ne kadar çaresiz ve umutsuz bir kavga verdiğinin de şahidi oldum. Adını verdiğim bu köyler gibi daha onlarca Ermeni köyü çok kısa bir zaman zarfında binyıllık sahiplerinden boşaltılarak, yaklaşık 40 bin insanın Şahumyan bölgesinden zoraki göçe maruz bırakılma, -kelimelerle anlatılması çok zor- acısını da onların çok uzaklardan gelen bir soydaşı, aslında kader ortağı olarak günbegün yaşadım.
Dağlık Karabağ denilen bölgenin bir ada misali, dört tarafı dıştan zaten Azerilerle çevrili olması yetmiyormuş gibi, içerisi de başta başkenti Stepanakert olmak üzere tüm diğer şehirleri ve önemli kavşak durumunda, stratejik değerdeki hemen tüm yollar mutlaka Azeri nüfusa sahip yerleşim bölgelerinden oluşuyordu. Hocalı denilen yer de Karabağ’ın küçük ama tek havaalanına yapışık küçücük bir köyken 1988-1992 arasındaki kısacık bir zaman zarfında, (buna Azerilerle hiç bir ilgisi olmayan ve orta Asya cumhuriyetlerinden “cennetlik iyi yaşam şartları” sözleriyle kandırılarak temelli göç davetine tabi tutulup kandırılan Meskhetler de dahil olmak üzere) Kuzey Kıbrıs misali, dışarıdan binlerce insanın getirilip yerleştirildiği bir kasabaya dönüştürülen ve Bakü tarafından ileride Karabağ’ın yeni başkenti yapılması arzulanan yerdi. Hocalı, aynı zamanda sadece Ermenilerin yaşadığı başkent Stepanakert’i Şuşi ile beraber iki taraftan abluka altına alarak yerle bir etmeyi öngören haince bir planın aylardan beri gerçekleştirilmesinin merkezi iniydi de !…
Ben 1991-1992 arası iki kez Hocalı’dan arabayla geçmiş biri olarak etraf-tarafta başka da hiçbir yerde görmemiş olduğum çaplarda gerçekleştirilen inanılmaz bir inşaat çalışmasının da şahidi olmuştum, çevre köylerdeki Ermeniler “orada gece-gündüz hiç durmadan çalışıp yeni binalar yapıldığını” anlatırken kendileri için hazırlandığı besbelli bu mezar kazıcılarının giderek çoğalmasından haklı olarak dehşete kapılıyorlardı. Niyet, sözüm meclisten dışarı, «aptala bile malum olan» cinstendi, HOCALI çok yoğun bir Ermeni nüfusun yaşadığı Stepanakert’in celladı olmaya hazırlanıyordu ve bu durum zaten 1991 sonbaharından 1992 kışına dek başkent Stepanakert’in her gün Şuşi ve Hocalı’dan bombardıman altına alınarak tüm halkın korku içerisinde bodrum katlarına sığınarak yaşamaya zorlandığı yıllara mukabil ettiğinden reddedilmez bir gerçek olarak gün gibi ortada duruyordu.
Karabağ Ermenilerinin başlattığı özgürlük hareketinin başarıya ulaşması için Hocalı ve Şuşi’de yığılan askeri cephane ve savaş gücü mutlaka bertaraf edilmeliydi ve ben bu amaca sadece üç aylık bir hazırlık sonrası dört ay gibi kısa bir zaman içerisinde ulaşılmasının iahitlerinden oldum. 1992 yılının, 26 şubatını 27’sine bağlayan gece Hocalı, 8 mayısı 9’una bağlayan sabahı da Şuşi, Ermeni gönüllü birliklerince kurtarıldı. Bu anlatımımı, o zaman zarfında Dağlık Karabağ Özerk Bölgesinde yaşanan durumun Polaroid bir fotoğrafı olarak resmetmenizi öneririm.
Ancak, durumun çok daha iyi anlaşılması için o zaman Azerbaycan’da birkaç yıldan beri gövde gösterisinde bulunan, ırkçı-faşist Halk Cephesi örgütünün kafatasçı başı Ebülfez Aliev (Elçibey) adlı bir Adolf Hitler benzerinin “T.C.” destekli bir darbe girişiminin hazırlıklarını bitirmekte olduğunu da görmek zorundayız. 1988 kışından beri Azerbaycan’ın yığınsal Ermeni nüfusa sahip değişik şehir ve köylerinde her tür saldırı ve katliamı gerçekleştirerek, lafta bile olsa “70 yıl boyunca sosyalist geçinen” bir yönetim zamanında sadece “dostlar alışverişte görsün” diye büfe vitrininde bulundurulan kullanılmaz eşya misali varolan içeriği boşaltılmış «YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ» türü ajitasyon ve propagandasından bile payını alamamış, karanlık ortaçağ cahillerinin seviyesinde kalakalmış, ırkçı-faşist ideolojinin arkasına takılmaya hazır bir toplum içerisinde, “yağmur sonrası bitiveren mantar gibi” etraf-tarafta bitmeyi başaranların aslında kimler olduğunun iyice anlaşılması gerekiyor.
Ankara tarafından beslenen bu insanlık düşmanı faşist ideoloji yandaşlarının, Bakü’deki komünist etiketli politik yönetimi devirmeleri için gerekli her türlü sinsi planın bir değil muhtemel birkaç varyasyonlarından biri çerçevesinde gerçekleştirilmesi amacıyla varedilmek istenen yalanların en kuyruklusu «Hocalı katliamı» denen olayda üstlendiği başrolün bilinip-bellenmesi ve iyice anlaşılması çok ama çok önemlidir. Siyasal erki elde etmeye hazırlanan bu ırkçı-faşist örgütlenmenin toplum gözünde meşruluk ve güven kazanması için anlı-şanlı Goebels faşistinin «Yalan söyle, bir daha söyle, daha da inanılmazını söyle ve yay, yayabildiğin kadar yay, yalanının izi mutlaka kalır» diye bildiğimiz ve dünyayı ne tür bir felakete sürüklediği hepimizce malüm denenmiş bu yönteminin “OLMAZSA OLMAZI” olmaya aday bir vukuatın olması, gerçekleşmesi gerekiyordu. Bu olay için hemen her şartın oluşturulduğu en uygun yerin, yani çekilmesi gereken film için planlanan sahneler için en ideal mekanın Hocalı olması aslında hiç de tesadüfi falan değil, iyice düşünülerek seçilmişti. Hocalı’nın geçmişinde onyıllığına bile olsa üzerinde yaşayan yerli bir halkı olmadığı gibi, şimdiki “sakinlerinin” sadece son birbuçuk-iki sene zarfında Orta Asya cumhuriyetlerinden getirilip oraya yerleştirilen Meskhet toplumundan oluşuyor olması, gerçekleştirilmesine hazırlanılan plan için aslında “bulunmaz Hint kumaşıydı” !
1991 ağustos sonu, kaşarlı faşist Ebulfez ALİEV (Elçibey)’in doğum yeri olan Nakhiçevan’ın Ordubat kentinden getirilme, kendisine en sadık ALİEVLER aşiretinin, “T.C.” ordusu subaylarınca üç aylık özel komando eğitimlerinden geçirilerek “alıştırılma Bozkurtlarından” 500’ün üzerinde fanatik iki grubunun, Hocalı ve Şuşi’ye yerleştirilmesiyle başlatılan “İKTİDARA DOĞRU İLK ADIM” operasyonu, kasım ayından şubat sonuna kadar Karabağ’ın başkentini tam dört ay boyunca bombardıman ateşine tutmasıyla, yaklaşık 60 bin Ermeni insanını sürekli abluka altında yaşamaya mecbur etmişti. Başkent halkının herhangi bir yere kıpırdayabilme olanağı yoktu, elektrik, su, en temel gıda maddeleri, tuz, şeker ve en önemlisi ilaç sıkıntısının had safhaya ulaşmış olduğu halde, total abluka altında yaşam savaşı veren bu insanlara yavaş soykırım tatbik edilirken, «SU BAŞINI DEVLER TUTMUŞ» olduğundan, kuzey ve güneye giden tüm yollar Hocalı ve Şuşi’den geçmek anlamına geldiğinden kullanılamaz hale getirilmişti. Baharda yapılması planlanan büyük taarruz planlarını Ulusal Cephe’nin Bozkurtları adına bizzat yönetmek için Azerbaycan’ın üçüncü büyük şehri olan Karabağ’a yapışık Hocalı’dan sadece on kilometre uzaklıkta bulunan Ağdam şehrine üs kuran Ebulfez Aliev Elçibey, “T.C.”-nin hafif eliyle, oraya olağanüstü çaplarda askeri teçhizat ve cephane yığılmasını da örgütleyebilmişti. Eğer herşey planlandığı gibi gerçekleştirilecek olsa «bir taşla iki kuş vurulacak», Karabağ Ermenileri kan ve ateş içerisinde yok edilirken, Bakü’de iktidar «tereyağından kıl çekercesine» bir kolaylıkla, ırkçı-faşistlerin eline geçecekti. Elçibey, iktidara giden yolun Hocalı-Ağdam’dan geçtiğiyle ilgili rüyasını gerçekleştirmek için tüm hazırlıklarını tamamlamış olduğundan, 20 şubattan itibaren Stepanakert’e yapılan Alazan tipi uzun menzilli roket saldırıları, 24 saatlik yoğunlukla hiç durmaksızın sürdürülmekteydi. Eğer panturancı Elçibey’in kafatasçı planları, yani korkunç rüyası gerçekleşebilseydi, ardından her fırsatta bas-bas bağırılan «Bir millet, iki devlet» yerine “T.C.” ile tek vücut, yani «Bir millet, bir devlet» olduklarını beyan etmesi gelecekti !
Sovyetler Birliği’ne saldıran Alman faşistlerinin 1941 eylülünde başlatılarak 1944’ün ocak ayı sonuna kadar abluka altında tuttuğu Leningrad şehri halkının yiğit direnişini daha okul sıralarından bilen Stepanakert şehri ve civarındaki 20’den fazla köyde yaşayan Ermenilerin, 4 aydan fazla bir zaman akılalmaz zorluklara göğüs gererek dayanmaya çalıştıkları gayr-ı insani bu faşist karakterli ablukayı kırıp, planlanan vahşetten kurtulabilmeleri için yapılacak tek şey, maruz kaldıkları saldırı ateşlerinin ocaklarını söndürmek, her ne pahasına olursa olsun tehlikeyi bertaraf etmekti.
Hocalı’da, çoğunluğu Orta Asya’dan getirilme Meskhet göçmenler olmak üzere yaklaşık olarak 2 bin civarında sivil insan ve 600’ün üstünde muhalif Ebulfez Elçibey’in emrindeki Azeri faşistleri bulunmaktaydı. Ermenilerin hazırlandığı kurtuluş operasyonuna katılacak tüm gönüllü birliklerindeki insan sayısı 500’ü bile bulmazken, ellerindeki otomatik tüfeklerle, gerekenin de çok altında kurşun ve cephane yetersizliği sıkıntısından duydukları başka da tasaları yoktu. 24 şubat gecesi bir kolu Stepanakert, diğer kolu Baluca yakınlarından Hocalı’ya giden iki yol üzerindeki kontrolü ellerine geçiren Ermeni gönüllü grupları, aynı zamanda kuzeyden Askeran’dan Ağdam’a giden yolun Azeriler tarafından kullanılmasını da engellemeyi başarmışlardı. Ermenilerin bu kadar az insanla bir karşı atağa geçip, Hocalı’yı neredeyse ablukaya alan bir kuşatmayı becermelerinden paniğe kapılan halk, aylardan beri kendilerinin Stepanakert ve civarı Ermeniliğine uyguladığı kuşatmanın bir benzerine uğramaktan korktukları için köyden uzaklaşmak ve bir an evvel Ağdam’a ulaşmak için alelacele kamyon ve otobüslere doluşmaya başlamıştı bile !…
Sivil halkın korkup paniğe kapılarak Hocalı’yı terketmek istemesinden rahatsız olan Elçibey’in Halk Cephesi’ne ait askeri mangaları, köyden dışarı çıkan dört yol ağzına barikatlarla kurmuş, Ermenilere karşı “kutsal cihada” katılmaktan korkanları alenen kendilerinin infaz edip öldürecekleri tehdidinde bulunup, korkutmaya çalışmışlardı. 25 şubat günü, Ermeni güçleri radyo telsizlerle sürekli olarak Hocalı’da kent sorumlusu yöneticiler ve silahlı grup şefleriyle görüşüyor ve “Sivil halkın sorunsuz olarak şehri terkederek Ağdam’a gitmeleri gerektiği ve bunun için insani bir koridorun açık olduğunu” bildirdikleri halde, karşılığında hakaret ve küfürler duyuyorlardı. Bir taraftan Ermeni güçlerinin ardı arkası kesilmeyen üstelemesiyle, tüm gün boyunca süren görüşmelerde masum insanların kirli savaş nedeniyle mağdur olmasını engelleme yönlü hümanist çabalardaki ısrarı, diğer taraftan aynı zamanda Azerbaycan Parlamentosunda milletvekili de olan Hocalı belediye başkanı Elman Mamedov’un sağduyulu davranma kararlılığı sayesinde, beklenen sonuca ulaşılmıştı. Himayesi altında bulunan sivil halkın can güvenliğiyle ilgili kaygıları sonucu, Bakü’deki merkezi yönetimle ilişkiye girmesinin akabinde, Stepanakert’in önerdiği insani koridordan yararlanılarak sivil halkın kenti terketmeye hazırlanmasında mutabık kalınmıştı. Bakü’deki yönetimin Ermenilerin insani teklifini büyük bir sağduyu ile olumlu ve hümanist bir adım olarak değerlendirerek, Hocalı sakinlerinin kenti terketmesine karar kılınmasına kudurduğu için, sinsi planlarının suya düştüğünü hisseden merkezi yönetim düşmanı muhalif Halk Cephesi’nin ırkçı-faşist militanlarınca silahlandırılan gözü dönmüş fanatikler, gruplar halinde Hocalı sakinlerini encide eden, kışkırtma ve provokasyonlara başvuruyorlardı. Bu esnada Ağdam’da bulunan askeri komutanlıkta görevli bazı üst subayların emirlerine de karşı gelip, itaatsizlik gösteren bu kesimle, halktan insanlar arasında ciddi sorunlar yaşanmış ve halka gözdağı verme kararlısı bu fanatikler zavallı köylülerden kendilerine karşı koymaya cesaret eden birkaç insanı, herkesin gözü önünde kurşunlayarak delik-deşik edip, güç gösterisinde bulunmuşlardı.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen, 26 şubat günü onlarca kamyon, otobüs, minibüs ve otomobillerle çoğunluğu yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan birkaç yüz insanın bulunduğu konvoy, Hocalı’dan kuzeyde Ermenilerin Askeran kentinden geçen otoyolunu rahatça kullanarak, yani Ermenilerce bırakılan insani koridordan yararlanarak, Azerilerin ikamet ettiği Ağdam’a ulaşmıştı. Bir gece öncesindeyse, ellerinde beyaz bayraklar taşıyan küçük gruplar halinde yaklaşık kırk kadar Meskhet ve Azeri, Baluca keni tarafındaki tepelerde siperlenmiş Ermeni savunma güçlerine gönüllü olarak teslim olmayı tercih etmiş, Şuşi veya Ağdam’a nakledilmek istediklerini bildirmişlerdi (Stepanakert’e ulaştığım 28.şubat.1992 günü, bu «gönüllü esirlerden» altısıyla şahsen tanışma ve görüşme imkanına sahip olmuş ve 3 mart günü onların da içinde bulunduğu 34 kişilik bir grup insanın Ağdam’a yollanmasının şahidi de olmuştum).
26 şubat sabahı şafak vakti, Hocalı’daki fanatik silahlı grupların Ağdam’a doğru kuşatmayı yarma amacıyla beklenmedik bir saldırıya geçmesine karşılık veren Ermeni özsavunma güçleri ağır kayıplar verdikleri halde, yardıma gelen diğer gönüllü birimlerin de yardımıyla kentin kuzey mahallelerinden birini ele geçirebilmişlerdi. Beklenmedik bu haber her iki tarafı da şaşkınlık içerisinde bıraksa bile, Azerilerden sayıca çok az olan Ermeni gönüllüler için bu başarı büyük bir moral kaynağı olmuştu. Stepanakert’teki askeri özsavunma komitesi, Bakü ve Ağdam’daki devlet yöneticileriyle yeniden ilişkiye girerek, «sivil halkın insani koridordan yararlanarak kenti acilen terketmesi koşulunun hemen yerine getirilmemesi halinde, askeri operasyon gerçekleştirileceğini ve masum halktan olası can kaybı için Azerbaycan tarafının sorumlu olacağını» bildirmiş, hatta Hocalı’nın boşaltılması için «köye yapışık havaalanından yararlanılması, halkın helikopter ve uçaklarla taşınması» önerisinde bile bulunmuştu. Tam dört yıldan beri Azerbaycan ve Karabağ Ermenilerine karşı tek taraflı barbarca saldırılarda bulunmuş Azerbaycan iktidarına yapılan bu uyarıdan sadece dakikalar sonra, Stepanakert şehri güneyden Şuşi, kuzeyden Hocalı olmak üzere aralıksız dört saat süren uzun menzilli roketli saldırı ve top atışına tutulmuştu. Stepanakert’te askeri operasyonları koordine eden merkezi ÖZSAVUNMA KOMİTESİ, üç saat boyunca radyo yayını ve telsizlerle Hocalı’ya taarruzun başlayacağı haberinin olası tüm adreslere bildirilmesinin hemen ardından da saldırıya geçme emrini alan hal-i hazır bekleyen Ermeni gönüllü birlikleri Hocalı’nın kurtuluşu için üç yönden eyleme geçmişlerdi. Kentin en doğusundaki dördüncü yön istikametinde bekleyen birliklerin orada sadece sivil halk için bırakılan insani koridorun denetim altında tutulmasını sağlamak görevi olduğundan, bu operasyona katılması özel bir emirle engellenmişti.
26 şubat akşam saatlerine doğru, köyden çıkarak asfalt yol yerine, köyün hemen yanından geçen çayın öte yanındaki eski toprak yoldan Ağdam’a doğru yollanan binden fazla sivil insanın Hocalı’dan ayrılmakta olduğu haberinin alındığı andan başlamak üzere sadece 9 saat sonra, yani 27 şubat sabahının ilk saatlerinde, köyün en doğusundaki mahallesi dışında hemen tümü Ermeni güçlerinin eline geçmişti. Günün aydınlanmasıyla Azeri tarafının bire beş fazla kayıp verdiği ve insan kaybının 60 civarında olduğu ancak öğle saatlerinde öğrenilebilmişti. Ermeni tarafından değişik ağırlıkta elliye yakın yaralı varken, Azeri tarafındaki yaralı sayısının bilinmemesi, onların son barınağı olan Hocalı’nın doğu mahallesine sığınmış olmalarıyla açıklanabilirdi. Başarılı geçen askeri operasyonun ardından Stepanakert’ten edinilen yeni bir emirle Hocalı doğu mahallesinin sadece ses bombalarıyla taciz edilmesi sayesinde kalanları kaçmaya teşvik etmeye paralel olarak, köye getirilen bir kamyona yerleştirilen hoparlörle, evlerin bodrumlarına sığınmış, korku içerisinde ölümü beklemekte olan masum insanlara, Azerice ve Rusça «bir gün evvel köyü terkedenlerin güvenlik içerisinde Ağdam’a ulaştıkları» söyleniyor ve «bu bilgiyi doğrulamak için Ağdam’dakilerle telefon bağlantısı kurmaları ve gereksiz yere insan kaybına sebep olmamak için köyü acilen terketmeleri» telkin ediliyordu. Ne iyi ki bu propaganda arzulanan meyvesini vermiş ve artık Halk Cephesi’ne ait silahlı cengaverlerin tehditlerine kulak vermeyip, onlara isyan eden köylüler, ellerine geçirdikleri telsizlerle doğrudan Ermenilerle bağlanıp, «önümüzdeki 12 saat için ateşkes yapılması halinde köyde kalanların toplu halde Ağdam’a gideceklerini» belirtilmişti. Bu görüşmelerden sadece bir saat kadar sonra da, Hocalı’nın doğu mahallesine sığınmış olan bu insanlar kendilerinden bir gün evvel, çayın öte tarafındaki eski toprak yolu tercih ederek Orta Asya’dan jkandırılarak getirildikleri bu uğursuz yeri, bir daha geri dönmemek üzere terketmişlerdi.
Bu askeri operasyon sonrası HOCALI köyünden çıkan akılalmaz çaplardaki askeri techizat ve cephane sayesinde, Karabağ Direniş Birliklerinin kurulabilmiş olduğunu neredeyse bir itiraf olarak ifade ederken, Merkezi ÖZSAVUNMA KOMİTESİ’nin o günden sadece 2,5 ay sonra, ele geçirilmesi imkansız sayılan kale şehir Şuşi’yi, 8.mayıs.1992’de akılları durduran bir operasyonla kurtarmasını belirtmek de övgüye değer olmasının yanında çok yerindedir. Bu bağlamda, günümüze dek varolan Dağlık Karabağ Savunma Kuvvetlerinin «asıl kurucusu o dönemde Bakü’deki politik iktidara karşı muhalif olan Halk Cephesi adlı o ırkçı-faşist harekettir» demeye kalksak çok yanılmış olmayız sanıyorum… Hocalı askeri operasyonunun hikayesi işte bundan ibaret olup, Ermeniler açısından düzenli bir savunma ordusu kurulmasının da en önemli temelini teşkil etme özelliğine sahip olmasından dolayı bir o kadar da öğreticidir !
Burada, kısa bir parantez açarak 27 şubat sonrası, Hocalı dışında vuku bulan vahşetten de kısa olarak bahsetmek gerekir düşüncesindeyim, çünkü, 20 yıldan beri Azerbaycan tarafından tüm dünyaya söylenen modern tarihin herhalde en kuyruklu yalanlarından birinin uydurulmasına sebep teşkil eden bu sahtekarlığın temeli, işte o zaman ve Ağdam yakınlarında Azeri askeri güçlerinin kontrolü altında bulunan tepelere kazılı çukurlarda atılmış olduğunu, elini vicdanına koymayı becerebilen her insanın öğrenmesi ve bilmesi bir insanlık görevidir düşüncesinin de inatçı bir savunucusuyum. Bence, tırnak içerisine alarak bahsedilmesi gereken «Hocalı Katliamı» ile ilgili günümüze kadar tüm dünyaya sözümona reddedilmez ispat olarak gösterilen her çeşit fotoğraf ve video filmlerinde görülen en primitif türden bir zaman ve mekan uyuşmazlığı dışında, bahsedilen katliamın mağduru olarak gösterilen kurbanların bazen Hocalı’dan binlerce kilometre ötedeki Bosna, bazen biraz daha yakında bulunan Van, bazen Kosovo, bazen de dünyanın başka bir ülkesinde vuku bulan çatışmalar, doğal afet veya başka bir insani felaketten kopyalanan “Copy-Paste”, yani «KOPYALA-YAPIŞTIR» metoduyla sunulmaya yeltenilen bir yutturmacadan başka birşey olmamasının traji-komikliği bile, o haltı yiyenler tarafından örnek alınan tek değerin, 1933-1945 faşist Almanya’sında Hitler’in yamağı, Halkın Eğitimi ve Propaganda’dan sorumlu Bakanı, totaliter rejimler arası kıyaslamada dahi, dünyanın gelmiş-geçmiş en büyük halk yığınlarının nasıl manipülasyona uğratılması konusunda BİR NUMARALI uzmanı, ne duyulmuş-ne de görülmüş olan her türden demagojilerin «eline su dökülmez» ustası olarak bilinen, Dr. Paul Joseph GOEBBELS olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Tarihin çöplüğünü intihar ederek çoktan boylamış olan insanlık düşmanı bu faşistin, «Yalan söyle, tekrarla ve yay… izi kalır mutlaka !» yöntemini örnek alarak, en iyi şekilde uygulayan ülke olmakta Azerbaycan’la kim yarışabilir bilebilmek oldukça zor olsa dahi, o devletle suç ortaklığında bulunmuş “T.C.”-nin «Hocalı katliamı» yalanının beslenip-büyütülmesindeki rolü, 1992 haziranında Bakü’de Halk Cephesi tarafından yapılan darbe sonrası, iktidarı elde etmesi örneğinde olduğu gibi  yadsınmaz bir gerçektir.
Ve Dağlık Karabağ’ın Hocalı köyünde işlerine çok geldiği halde, Ermeniler tarafından yapılmasını planlayıp çok arzuladıkları pek kanlı bir katliamın gerçekleşmesini sağlayıp da beceremediklerini anladıktan sonra bile, insanlıkdışı sinsi amaçlarından vazgeçmeyen Halk Cephesi faşistlerinin sağ-salim Ağdam’a varan masum insanları, yedekte sakladıkları daha da iğrenç bir Plan B gereği, kirli oyunlarına alet ve kurban ederek, ellerini soydaş kanına bulamaktan bile çekinmedikleri de bir o kadar gerçektir.
Yukarıda belirtilen iğrençliği açıklayanların Ermeni tarafını temsil edenler kişilerden değil de, o dönem Azerbaycan hükümetinin en sorumlu yerlerinde bulunan politik şahsiyetlerden oluşuyor olması da reddedilmez bir gerçektir. Bu konuda kuşkusu olan herkesin, benim de naçizane katkım olan sadece iki kaynakla tanışmasını / HOCALI: A show of unseen forgery and falsifications ) www.xocali.net  ve HOCALI DOKÜMANTASYONU http://www.youtube.com/watch?v=7ef3f5Ngkck  / ve asrın sahtekarlığının ne kadar ilkel bir düzmece olduğunu kendi gözleriyle görmelerini öneriyorum. Bu kaynaklarda, Azerbaycan’ın ilk Devlet Başkanı Ayaz Mutalibov, Parlamento Başkanı Yakup Mamedov, Hocalı Belediye Başkanı ve Milletvekili Elman Mamedov, Hocalı Olaylarını Araştırma Komisyonu Başkanı Ramiz Fataliyev, İnsan Hakları Savunucusu Arif Yunusov, “Memorial” adlı İnsan Hakları Merkezi Örgütü’nün 28.mart.1992 Bildirgesi, politik tutuklu ve muhalif gazeteci Eynullah Fatullayev, 26-27.şubat günleri sıradan bir sakini olarak Hocalı’da yaşayan Salman Abbasov ve daha onlarca kişinin şahitliklerini görüp, öğrendikten sonra şapkanızı önünüze koyup da, başkasının değil, kendi vicdanınızın sesini dinleyeceğinize inanıyorum.
Yazıma, değerli şair Can Yücel’den bir sözle başlamıştım, onu yine o değerli insanın «ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin, bunu da öğren» sözüyle noktalamak isterim. “Her gece iki gündüz arasındadır” doğrusundan hareketle, bu dünyayı hep ve sadece HERŞEYİ ÖĞRENMEK İSTEYEN insanoğlu insanların elleri üzerinde tuttuğuna olan samimi inancımdan zerre kadar geri adım atmadan, hiç ödün vermeden, 21.inci yüzyıl Goebbels’leriyle aynı safta bulunmadığıma şükrettiğime de inanmanızı diliyorum.
Saygılarımla,
Sarkis HATSPANIAN (1991-1994) Karabağ Kurtuluş Mücadelesi Muharibi
26-27.şubat.2012 – DOĞU ERMENİSTAN
 P.S.: Yazım, mahpusane yıllarımda kaleme almaya başladığım hatıralarımın «Dağlık Karabağ Gerçeği» yazı serisinin üçüncüsüdür.
Yazar: SarkisHatspanianTarih:28. Şubat 2012
*
Ek 2:

“"Azerbaycan Darbesi" ve "Gazi Katliamı" (Gazi Katliamı'nın 17.yılı dolayısıyla) - Kemal Erdem           

  12 Mart 2012 - 

Bu makale bundan iki yıl önce yine bu sitede daha uzun bir haliyle yayınlandı. Şimdiki hali daha kısa olup bazı yerlerini okunması kolay olsun diye dışarıda bıraktım. Amacım Gazi Katliamı'nın arka planına ışık tutmak ve bu devlet terörünün sorumlularını teşhir ederek, bu noktada toplumsal bilinçlenmeye bir nebze de olsun katkı yapmaktır.
Bu makaleyi ikinci defa yayınlamak istememe neden olan bir olayı da burada okuyucu ile paylaşmak istiyorum. Geçenlerde CNN TURK'te Mehmet Ali Birand'ın hazırlamış olduğu ve 28 Şubat darbesini konu alan “Son Darbe” belgeselini izlerken, özellikle dikkatimi çeken durum, olayları 1993'ten 2003'e kadar olan zaman dilimi içerisinde ele alan belgeselin, Azerbaycan Darbesi'ni dışarıda bırakmış olmasıydı ve Gazi Katliamı'nı anlatan bölümde de olayın arka planına hiç değinmemesiydi.
M.A.Birand gibi deneyimli bir gazetecinin bu durumu özellikle, bilerek es geçtiğini ve değinmediğini düşünüyorum. Ama onlardan önce devrimci ve demokratik kamuoyunun kendisi bu durumu es geçmektedir ve dolaylı olarak aslında bu devlet terörünün gizlenmesine sessizlikleri ile katkı sunmaktadırlar. Halbuki Türkiye devrimci ve demokratik kamuoyunun tarihinde Gazi Katliamı ve sonrasında ortaya konulan kitlesel direniş, 12 Eylül'den sonra, Kürdistan'ı saymazsak, faşizme karşı ortaya konulan en kitlesel ve radikal tepkiyi oluşturmaktaydı.

I-Giriş

1995 yılının Mart ayında (tam olarak 12-15 Mart 1995) gerçekleşen Gazi katliamı, Türkiye’nin Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı tarafından, Azerbaycan’da işbirlikçiler aracılığı ile yürütülen ve gerçekleştirilmek istenen darbenin başarısızlığa uğramasının sonucunda devreye sokulan ve “TC devletinin itibarını kurtarma planı”nın önemli bir parçasını teşkil etmiştir. Gazi katliamı aracılığı ile devlet hem kendi kamuoyundan hem de dünya kamuoyundan kendi rolünü gizlemeyi başarmıştır ve bu haliyle yürütülen psikolojik hareket başarıyla sonuçlanmıştır.
Gazi katliamı benim bildiğim kadarıyla bugüne kadar TC devletinin yapmış olduğu gelmiş geçmiş en büyük “Psikolojik Operasyon”dur. Çünkü bu operasyon, Türkiye ve dünyanın gündeminde Azerbaycan darbesini ve bu darbe içerisinde TC devletinin rolünü ustaca gizlemiş ve bütün dikkatlerin Gazi katliamına çevrilmesine neden olmuştur.
Türkiye’nin Azerbaycan’da Haydar Aliyev yönetimine karşı gerçekleştirmiş olduğu darbe girişimi çok kanlı olmuştur. Dört yüzden fazla insan bu darbe girişimi sırasında ölmüştür. Geçerken belirtelim ki, bu darbe girişimini Rus istihbarat servisi KGB (şimdi FSB) ve CİA dikkatlice yakından izlemişler ve olayları dolaylı olarak etkilemeye çalışmışlardır.
SSCB'nin çöküşünden sonra Rusya, 1994 yılına gelene kadar Kafkaslar’da nüfuzunu Ermenistan’dan Gürcistan’a ve Azerbaycan’a kadar tekrar arttırmış ve bunu da Güney Kafkasya’daki ülkeleri birbirine karşı kullanarak yapmıştır.
Türkiye 1992 yılında E.Elçibey'i deviren H. Aliyev darbesine 1994'te bir darbe ile karşılık vermek istedi. Ancak bunun olabilmesi için Türkiye’de Türk milliyetçiliğine politik olarak ihtiyaç vardı. Azerbaycan’da güçlü olan politik hareket MHP’ydi ve ancak o ve benzeri politik eğilimler ile Türkiye Azerbaycan’da politik olarak tekrar etkinleşebilirdi.

II-DYP içerisinde MHP kadrolaşması

1991 seçimleriyle birlikte bir çok MHP kadrosunun DYP içerisine yoğun bir şekilde aktığı görüldü. Bunlardan en önemlilerinden birisi Mayıs 1990 tarihinde Alparslan Türkeş tarafından MHP ile ilişkisi kesilen Ayvaz Gökdemir’di. Muhtemelen A. Türkeş, A. Gökdemir’i, ordu ile olan “derin ve karanlık bağlantıları”ndan dolayı MHP’den uzaklaştırdı. 12 Eylül’den sonra MHP’nin eskisi gibi ordunun özel harp planları doğrultusunda kullanılmasını istemiyordu (bugün de Devlet Bahçeli buna dikkat ediyor) ve bu tür bağlantıları olanları MHP’den uzaklaştırıyordu.
Ayvaz Gökdemir, Tansu Çiller döneminde ve Azerbaycan darbesi sırasında hükümette Türki Cumhuriyetleri’nden sorumlu devlet bakanı olarak görev yapıyordu ve Azerbaycan ve Özbekistan’daki darbe girişimlerinin organizasyonuna katılmıştı ve bu iki devlet tarafından resmi olarak istenmeyen adam olarak ilan edilmişti. Yine bu dönemde Meral Akşener, Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Alaatin Çakıcı, Tevfik Ağansoy vs. gibi birçok milliyetçi ve eski ülkücü ya DYP içerisinde ya da bazı gizli işlerde yer almışlardır. Yine bu dönemde DYP içerisinde Korkut Eken gibi Özel Harp kadroları cirit atmıştır.
Hiç kuşkusuz DYP’nin bu şekilde “sarılıp sarmalanması”nı isteyen Genelkurmay’dır. Bu dönemde Genelkurmay’ın başında Doğan Güreş vardır ve aslında üstü örtülü darbenin baş aktörü o ve etrafındaki dönemin kuvvet komutanlarıdır. Onun Genelkurmay Başkanlığı döneminde Özel Harp Dairesi (ÖHD) Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK)’na dönüştürülmüştür.
1992-1995 arası ÖHD (ÖKK)’nin pislikleri o kadar çoğaldı ki, Doğan Güreş emekli olduktan sonra DYP’den Kilis milletvekili seçilerek dokunulmazlık zırhına bürünmek zorunda kaldı. Çünkü T. Özal’ın, Eşref Bitlis’in, Uğur Mumcu’nun, 33 askerin katliamı, Sivas katliamı, bir çok Kürt iş adamının ölümü ve binlerce faili meçhul cinayet belirli bir doktrine göre oluyordu. Bu doktrin 1992 yılında kabul edilmiş ve devreye sokulmuştu. 1992 yılında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) yenilenmiş ve bu yenilenme sırasında Kürt ulusuna karşı topyekün savaş kararı alınmıştır. Bunun ardından da operasyonlar, suikastlar, tasfiyeler dalgası yaşanmıştır.
Bu doktrin devreye sokulduğunda SHP’nin başında Erdal İnönü vardı ve bu doktrinin kendi “mizacına uygun düşmediği” gerekçesiyle istifa etti ve bu planlar T. Çiller-Murat Karayalçın hükümeti tarafından gerçekleştirildi.

III- Türkiye’nin Azerbaycan darbe planı ve bunun politik ve örgütsel araçları

Azerbaycan darbesini Çiller-Karayalçın hükümetinin eline tutuşturan Genelkurmay’dı. Bu dönemde bu tür politikaların planlandığı yer hükümet değil Genelkurmay’dı.
Türkiye’nin Azerbaycan’da darbe girişimi, Rusya’nın Çeçenistan’da şiddetli bir savaş içerisinde bulunduğu bir döneme denk geliyordu. Bundan dolayı Türkiye Rusya’nın daha az bir refleks göstereceğini tahmin ediyordu. Bu darbeyi KGB (şimdi FSB) ve CİA yakından izliyordu ve Rusya-ABD-İngiltere bu darbenin başarısını istemiyordu ve Türkiye onlara rağmen orada bir darbe gerçekleştirmeye çalışıyordu.
Devletin zirvesi darbeyi itinayla ama acemice hazırlamıştı. Bu darbede her kurumun bir rolü vardı. Hükümet kendisine bağlı kurumlar ile Azerbaycan’da yaygın ilişkilere sahipti ve bu yaygın ilişkiler sayesinde işbirlikçiler aracılığı ile politik güçlerin toparlanması işini yürütüyordu ve darbenin operasyonel yanını o yürütüyordu.
Darbe planında Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay’a (aslında bu sonuncusu darbe planını yapmış ve hükümeti ve Cumhurbaşkanı’nı öne sürmüştür) da büyük işler düşüyordu. Darbe planı bütün olasılıkları öngörmüştü. Başarısızlık anında ne yapılması yani bir “B planı”nın ne olması gerektiği konusunda gerçekten profesyonelce ve iyi bir hesap-kitap işinin yürütüldüğü daha sonra yaşananlarla ortaya çıktı. Darbenin gerçekleştirilmesinde acemi oldukları ortaya çıktı ama “B Planı”nda oldukça usta oldukları görüldü.
Darbenin yürütülmesinin operasyonelliğini hükümet yaparken, başarısızlığı anında Cumhurbaşkanı’na da bir rol biçilmişti. Buna göre darbenin başarısız olduğu politik kararı alındığı andan itibaren, Cumhurbaşkanı devreye girerek Haydar Aliyev’i uyaracak ve böylece devletin başı olarak “Türkiye’nin devlet olarak bu işin içinde olmadığı” belirtilerek, “ilişkilerin zarar görmemesi” sağlanacaktı.
Peki Türkiye ve dünya kamuoyundan Türkiye’nin bu darbedeki rolü nasıl gizlenecekti?
İşte bu andan itibaren de Genelkurmay ve ÖKK (eski adıyla ÖHD) devreye girecek (ki darbe sırasında arka planda bütün lojistik desteği onlar veriyordu) ve büyük bir psikolojik hareket ile ülke ve dünya kamuoyunun gözleri önünde bir “kaptı kaçtı” yapacaktı.
Plan buydu. Peki nasıl işledi?
Azerbaycan darbesi, Azerbaycan Halk Cephesi ve onun lideri Ebufelz Elçibey (darbe sırasında Nahçıvan’daydı) etrafında örüldü. Türkiye bu darbenin örgütlenmesinde kendi devlet kadroları aracılığı ile gizlice yer alıyordu ve darbeyi arka planda yönetiyordu.
Azerbaycan’daki darbenin örgütlenmesini bizzat TC hükümetinin ve onun kadrolarının yaptığı Kutlu Savaş’ın “Susurluk Raporu”nda açıkça belirtilmiştir.
Türkiye H. Aliyev’e karşı, E. Elçibey’in etrafında bütün Azeri muhalifleri birleştirmeye çalışmıştır. Eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov;Elçibey’in devrilmesinde H. Aliyev ile birlikte hareket eden ve sonra araları açılan Süret Hüseynov;İçişleri Bakan Yardımcısı ve Omon birlikleri komutanı Ruşen Cevadov, Elçibey’in etrafında ve Aliyev’e karşı birleştirilmeye çalışılmıştır.
Türkiye bir çok devlet kadrosu ve ajanıyla bu darbeye katılmış ve yönetmiştir: Azerbaycan Büyükelçisi Altan Karamanoğlu, MİT müsteşarı Ertuğrul Güven, Elçilik Din Müşaviri Abdülkadir Sezgin. Sonraları ÖKK komutanı olacak olan ve şimdi Balyoz Operasyonu ile gözaltına alınan ve tutuklanan ve darbe sırasında Askeri Ataşe olarak görev yapan Engin Alan. O zamanlar ÖKK'nin başında 2004 yılında emekli olan Fevzi Türkeri bulunuyordu.Azerbaycan Milli Meclis Danışmanı olan ve MİT ajanı olan Ferman Demirkol. MİT Dış istihbarat Daire Başkanı Yalçın Ertan. Başbakan Müsteşarı Ali Naci Tuncer (Bu ikili özel bir uçak ile gidip Ferman Demirkol’u getirdiler). Türki Cumhuriyetlerden Sorumlu Devlet Bakanı Ayvaz Gökdemir. Yine Acar Okan ve Kamil Yüceoral adlı kişiler. Mehmet Eymür’ün Atin. org sitesinde belirttiği üzere 12 Aralık 1994 tarihinde özel bir ekiple Korkut Eken bu ülkeye gitmiştir. Yine Abdullah Çatlı’nın da darbe sırasında orada olduğu daha sonra ortaya çıkan bilgiler arasındadır. Bunlar bugüne kadar bilinenler. Elbette bir de bilenmeyenler var.
Türkiye Özel Hareket Polisi aracılığı ile Azerbaycan’daki özel polis kuvvetleri olan Omon birliklerini eğitiyordu ve bu birliklerin başında Ruşen Cevadov vardı. Darbe sırasında Omon birlikleri darbenin silahlı gücü olarak düşünülmüştü ve darbe sırasında Azerbaycan devlet güçleri ile çatışan bunlar oldu ve komutanı R. Cevadov öldürüldü. İşin ilginç tarafı Omon birliklerini eğiten Türk Öze Hareket Polisi’nin başında, ÖKK’nın polis içindeki uzantısı ve ÖKK’nın çok parlak bir elemanı olan ve Ergenekon soruşturmasında yakalanan İbrahim Şahin bulunuyordu. Yani o da bu darbede hiç kuşkusuz rol almıştı.
Türkiye Azerbaycan’daki darbenin finansmanını ise kurduğu Azerbaycan Hizmet Vakfı aracılığı ile yürütüyordu. Yine burada finansman ile ilgili olarak bir başka noktaya dikkat çekmek gerekir. Daha sonraları yine “Derin Devlet” tarafından öldürülen Ömer Lütfü Topal ve onun gibi işadamlarının da bu darbelerin finansmanında rol aldığını belirtmek gerekir. Böylece Hükümet, MİT (başında Sönmez Köksal vardı) ile birlikte Emniyet ve Engin Alan aracılığı ile de Genelkurmay Azerbaycan darbesini üç-dört koldan yürütüyorlardı.
Türkiye, Hükümet, Genelkurmay ve Cumhurbaşkanlığı tarafından yürüttüğü darbe girişiminin başarısızlığı karşısında, devleti aklamak için, “darbeyi bazı devlet kadrolarının devletten habersiz yaptığı” imajı vererek kurtulmaya çalıştı ve sürekli bu yönde propaganda yürüttü. Hala daha da bu propaganda yürürlüktedir ve olaylara katılanlar (örneğin Ferman Demirol gibi) papağan gibi şunu tekrarlarlar: “Hükümet ve Cumhurbaşkanı’nın haberleri sonradan oldu. Darbe olayı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e 10 Mart 1995 tarihinde haber verildi ve o da Haydar Aliyev’e haber vererek, onu darbeden haberdar etti”
Tamamen yalan.
Ferman Demirkol, devletin darbeye katılan ajanlara yaklaşımını çok doğru olarak şöyle belirtmiştir: ”Eğer Aliyev’e karşı yapılan hareket başarılı olsaydı, bana sahip çıkılacaktı, bizim gençlerdendi denilecekti. Hareket başarısız olursa, bana hiç sahip çıkılmayacak, beni hiç tanımayacaklar ve sonuçta darbeci deyip uzak duracaklardı. Nitekim sonuncusu oldu.”
Ferman Demirkol’un burada belirttiği şey aslında MİT’in onlarla yaptığı bir anlaşmadır. Bu işe girişilen ajanlar ile MİT bu tür bir anlaşmalar yapmıştır ve bu şahıslar da kanımca bu durumu baştan kabul etmişlerdir. Aynı prensibi “Susurluk Kazası”ndan sonra bir özel televizyon kanalına bağlanan ve Abdullah Çatlı’nın yakın arkadaşı olan Haluk Kırcı, 1996-1997 yılında belirtmiştir ve bunu belirtirken de “Görevimiz Tehlike” adlı filmi örnek göstermiş ve durumlarının biraz buna benzediğini ima etmiştir.

Kutlu Savaş, “Susurluk Raporu”nda, devlet sırrı olduğu gerekçesiyle yayınlanmayan ama daha sonraları basına sızdırılan Azerbaycan darbesi ile ilgili olan bölümde bu darbede Türkiye’nin rolünü şöyle belirtmiştir:
 “Öte taraftan Azerbaycan’a uzanmak için de fırsat doğmuş, bu ülkedeki kargaşaya rağmen petrol kaynakları pek çok kişiyi, siyasiler başta olmak üzere tahrik etmiştir.
MİT’in Azerbaycan’daki darbe girişimi başlıklı notu uzun olduğu için EK-8’de sunulmuştur. Bu notun tetkikinden görüleceği üzere ve özetle darbe Azerbaycan’ın karışıklığından kaynaklanmış, Ayvaz Gökdemir’in zımni desteği sağlanarak Acar Okan, Kamil Yüceoral’ın Türkiye’den katkısıyla Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov, eski Başbakan Suret Huseyinov ve OMON birlikleri kumandanı Ruşen Cevadov ve Elçibey'in iştirakiyle yapılacak ihtilal, Azerbaycan'daki Türk görevlilerinden MİT Baku Temsilcisi Ertuğrul Güven'in TİKA görevlisi Ferman Demirkol'un ve Din Hizmetleri Muşaviri Abdulkadir Sezgin'in ihmali, kusuru veya tertibi ile oluşmuştur.
MİT ise 10 Mart 1995'te gelişmeleri haber almış, Sayın Cumhurbaşkanı vasıtasıyla Haydar Aliyev'i ikaz etmiştir.
Ferman Demirkol'un kime bağlı olduğu sualimize cevaben Sayın Müsteşar, adı geçenin MiT elemanı olduğunu teyit etmiştir.
Sayın Başbakan'a tarafımızdan açıklama yapılmış ve kısaca; hazırlanan darbede Türk tarafının da yer aldığını, Cevadov ve taraftarlarının Türkiye'den destek gördüğünü, MiT'in yanı sıra Emniyet'in de devrede olduğunu, Özel Harekat mensuplarının Azerbaycan'ın muhtelif bölgelerinde gruplara eğitim verdiğini, patlayıcı ve silah taşıdıklarını, Ferman Demirkol'un muhtelif toplantılarda Rus Büyükelçisi ile tartıştığı, Bakü'den yola çıkıp Elçibey'le görüşmeye gittiğini, yoldaki güvenlik tedbirlerinin sıklığını rapor ettiğini, ancak kendisinin engellenmemesini dikkate alacak basireti gösteremediğini, Elçibey'le yeni yönetimde görev alacak kişileri tartışıp bir liste oluşturduğunu, kendisinin de Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacağını, kendilerine göre her şeyi belirlediklerini, fakat darbe tarihi yaklaştığında vaziyetin vahametini fark ettiklerini ve Cumhurbaşkanımızı devreye sokup, sözde Aliyev'i ikaz edip işin içinden sıyrılmaya çalıştıklarını, gerçekte ise Aliyev'in her şeyin farkında olduğunu, Cevadov'un çok yakınındakilerin KGB'nin eski mensupları ve Aliyev'in adamı olduğu, olayların Aliyev'in izni ve bilgisi ile kendi lehine olacak şekilde yönlendirilmiş bulunduğunu, MiT ve Türkiye açısından acı bir komedi biçiminde cereyan ettiğini açıklamamız üzerine Sayın Sönmez Köksal, sadece komedi ifadesine itirazda bulunmuştu.
Olaylar sonrasında Ferman Demirkol'un ortada kaldığını, Türk Büyükelçisi'nin `Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacaktı. Bu tip işlere girmesini kim söyledi? Ne hali varsa görsün' diyerek Büyükelçiliğe almadığını, Din Hizmetleri Muşaviri Abdulkadir Sezgin'in kendisini evinde sakladığını, Aliyev yönetiminin Demirkol'u sorgulayıp serbest bırakmak için ısrarla istediğini, ancak Ankara'dan gelen talimatla buna izin verilmediğini, sonunda Başbakanlık Müsteşari Ali Naci Tuncer'in MiT'ten bir daire başkanı ile ve özel bir uçakla Bakü'ye gönderildiğini, bu iki yetkilinin Aliyev'e altı saat adeta yalvararak kendisini ikna ettiklerini ve Ferman Demirkol'u Türkiye'ye getirdiklerini, sözde işadamı Kenan Gürel'in ise feda edilip mahkum olduğunu da Sayın Başbakan'a aynı toplantıda anlatmak fırsatı olmuştur. Açıkça ortaya çıkmıştır ki; Türkiye dost bir ülkede ihtilal yapmaya teşebbüs etmiştir. MiT, resmi temsilcisi Ertuğrul Güven'in büyükelçimizle birlikte Aliyev'e, Cevadov'a iltifat etmesi, kuşkularının giderilmesi gerektiği yönünde telkinde bulununca kendisine sert bir tepki göstermiştir. `Karargaha bilgi vermeden ve onayını almadan' cümlesi tepkinin gerekçesini açıklamaktadır.
Oysa Bakü'deki politikayı Dişişleri ve Büyükelçi yürütmektedir. MiT'in bu doğrultunun dışına çıktığı bellidir. » (abç)(Kutlu Savaş, Susurluk Raporu)
Kutlu Savaş’ın raporunda Cumhurbaşkanı’nın rolü ile ilgili olan bölüm oldukça ilginç ve muğlaktır:
"Başbakanlık Müsteşarı'nın Bakü'ye yollanması, olayın siyasi iradenin desteğiyle ve gizlice yürütüldüğünü de göstermektedir. Konunun Cumhurbaşkanımıza aktarıldığı hususu tarafımızdan özellikle araştırılmamış ve sorulmamıştır. Ancak işin sonunda Cumhurbaşkanımızın devreye sokularak olayların kamufleedilmesi incelemeye değer görülmektedir. Konu tüm yönleriyle ve hatta kamuoyundan gizlenmeden soruşturmaya tabi tutulmalıdır. Azerbaycan konuyu zaten olanca açıklığı ile tartışmaktadır. " (Kutlu Savaş, age) (abç)
Kutlu Savaş aslında olayların içerisinde Hükümet’in ve Cumhurbaşkanı’nın olduğunu bildiği halde onları aklayacak bir rapor hazırlamıştır. Çünkü olayın devlet sırrı olması ve kendisine bunun telkin edilmesi nedeniyle onları aklayıcı bir rapor hazırlamıştır. Ama raporun satırları arasında çok ince bir şekilde devletin « devlet olarak » bu işin içerisinde yer aldığı açıkça belirtilmektedir.
Darbe sırasında Omon birlikleri komutanı Cevadov öldürülmüş ve bununla birlikte de 400’ün üzerinde insan ölmüştür. Darbenin başarısızlığa uğradığı 1995’in Mart ayının başlarında görülmüş ve 10 Mart 1995 tarihinde “B Planı”na geçilmiştir. O “B Planı” Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın bizzat devreye girerek H. Aliyev’i arayıp sözde “darbe ihbarı”nda bulunmaları ve TC’nin bu işin içinde olmadığını göstermeleriydi. 10 Mart 1995 tarihinde hem Cumhurbaşkanı hem de Başbakan telefon ile arayarak Aliyev’e darbeyi sözde ihbar ettiler. Yukarıda Kutlu Savaş’ın raporunda da belirttiği gibi H. Aliyev’in herşeyden haberi vardı.
Peki Genelkurmay (o zaman başında İsmail Hakkı Karadayı vardı) ne yapıyordu bu sırada?
O da ÖKK aracılığı ile psikolojik harekat hazırlamakla meşguldü. Devletin “B Planı” devreye konulduktan iki gün sonra yani 12 Mart 1995 tarihinde, İstanbul Gazi Mahallesi’nde devrimci ve Aleviler’in yoğun olduğu yerlerde bulunan üç kahvehane tarandı ve halk tahrik edildi.

IV- Gazi Katliamı ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın rolü

Genelkurmay’ın gerek devlet içerisinde gerekse de toplum içerisinde gizli ve örümcek ağı şeklinde yayılması ÖKK aracılığı ile olmaktadır. ÖKK Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde tümenden kolorduya dönüştürüldü. Bu dönüşüm dahi onun son yıllarda faaliyetlerinin yoğunluğu hakkında fikir vermektedir.

ÖKK aracılığı ile Genelkurmay, bürokrasi içerisine, polis teşkilatı içerisine, yargı içerisine, siyasi partiler içerisine, MİT içerisine, Sivil Toplum kuruluşları içerisine, Hükümet içerisine vs. yayılmakta ve böylece arka planda devleti ve toplumu yakından takip etmekte ve gerektiği zamanda da belirli eylemlerde bulunmaktadır.
Ergenekon soruşturması sırasında, aslında Azerbaycan darbesi ile Gazi katliamı arasındaki bağlantıyı somut olarak sağlayacak bazı bilgiler ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlisi, 22 kişi ile birlikte yakalanan ve sorgulanan ve halen cezaevinde bulunan Osman Gürbüz adlı kişidir. Sorgu sırasında bu şahısın Gazi olaylarını organize eden kilit kişi olduğu ortaya çıkmıştır.
Soruşturma sırasında ortaya çıkan bilgilere göre Osman Gürbüz, sözde ordudan atılan Binbaşı Bülent Öztürk (bu kişi aslında ordudan atılmamıştır, “atılma” görünümü altında gizlice “yetaltına indirilmiş”tir) “seçilmiş” ve ne hikmetse ordudan atılmasına rağmen Osman Gürbüz’e “Özel Harp ve Psikolojik Savaş” eğitimi verdirmiş ve 12 Mart 1995 tarihinde de Gazi mahallesine katliam yapmak için gönderilmiştir.
Bu noktada sorulması gereken şudur: Bu Osman Gürbüz ve adamları Gazi Mahallesi’nde hiç tanımadıkları adamlar ile alıp-veremediği neydi? Bu adamlar delimi dirler ki hiç tanımadıkları adamları rastgele öldürsünler? Onları oraya birileri gönderdi ama hangi politik amaç doğrultusunda bunu yaptılar? Kimsenin aklına bu soruyu sormak gelmemiştir.
Onları Gazi Mahalesine katliam yapmaları için kim ve niçin gönderdi?
Onları Gazi’ye ÖKK aracılığı ile devlet gönderdi. Devlet orada devrimci hareketin güçlü olduğunu çok iyi biliyordu ve ani refleks vereceğini de çok iyi biliyordu. Gazi’deki kahvehaneleri tarayan Osman Gürbüz ve adamları, oradaki halkı devrimci hareket aracılığı ile harekete geçirdi ve daha sonra polis ile karşı karşıya gelmesini sağladı. Polis içerisindeki “özel elemenlar” aracılığı ile kitleye ateş açılarak fazla ölü vermesi sağlandı. Ölüler arttıkça kitle daha tahrik oldu ve gösteriler başka yerlere sıçradı (örneğin Mustafa Kemal Mahallesine ve buradaki gösteriler sırasında da beş kişi öldürüldü) ve böylece bütün ülkenin ve dünyanın gündemi bu olaylara çevrildi ve ülke ve dünya kamuoyu, TC devletinin Azerbaycan darbesindeki rolünü görmedi. Bu darbede Türkiye’nin rolü sadece istihbarat servislerinin raporlarında mevcut oldu.
Ama bu psikolojik hareketin devlet ve özellikle Genelkurmay açısından başka “kazanımları” yine oldu:
Devrimci hareketin gücünü ölçtü ve bir kitlesel tahrik anında ne yapacağını ve ne kadar kitleyi harekete geçireceğini gördü. Yine aynı şekilde devrimci hareketin gizli kadrolarının deşifre olmasını sağladı ve daha sonra gerek faili meçhul cinayetlerle (Örneğin Hasan Ocak) ya da operasyonlar ile tasfiye olması sağlandı.
Gazi katliamı ve daha sonrasında yaşanan olaylar, 1997’de kabul edilen EMASYA (Emniyet Asayiş Yardımlaşma) Protokolünün hazırlanmasına pratik katkı sağladı. Bilindiği gibi Gazi’de polisin yetersiz kalması sonucu askeri birlikler devreye girdi ve kontrolü sağladı. Bu deneyim ışığında kanımca Emasya Protokolü hazırlanmıştır.

V-Gazi Katliamı ve “Resmi Devlet Terörü”


Gazi katliamı, Azerbaycan darbesinin planlanmasına sıkı sıkıya bağlı olduğu için ve bu darbenin planlanması aşamasında düşünüldüğü için ve bundan dolayı devletin zirvesinin resmi onayı ile gerçekleştirildiği için resmi bir devlet terörüdür.
Devletin zirvesi, kendi halkının bir kısmını, sözde “devletin ve milletin yüksek çıkarları” doğrultusunda feda etmiş ya da bozuk para gibi harcamıştır. Onları bir vatandaştan ziyade, farklı amaçlar doğrultusunda kullanılacak bir malzeme gibi görmüştür.
Gazi katliamı, TC devletinin Azerbaycan darbesindeki pisliklerini örten başarılı bir psikolojik operasyon olmuştur. Çünkü hala daha da kimse bu bağlantıyı kurmamaktadır ve bunları yapanlar bırakın yargılanmayı “saygın” kişiler olarak görülmektedir. Bu psikolojik operasyonun başarılı oluşu, onun itina ile hazırlanmış ve düşünülmüş olmasına bağlıdır. Şayet devlet Gazi’de başarılı bir istihbarat çalışması yapmamış olsaydı ve oradaki sosyal ve politik durumu iyi analiz etmemiş olsaydı böyle bir başarı elde edemezdi.
Gazi’deki gibi resmi bir devlet terörü yani kendi halkına karşı organizeli bir terör eylemini gerçekleştirme anlayışı ancak faşist rejimlerde (Hitler, Mussolini, Franko, Salazar vs.) görülen bir anlayış ve pratiktir. Devlet kendi resmi hukukunu (bugün AKP hükümeti ile elden gitti yaygarası yapılan o hukuku) bizzat kendisi ayaklar altına almış ve paspas yapmıştır.
Aslında Azerbaycan darbesi ile Gazi katliamı arasındaki bağlantıyı devlet içerisinde birçok kimse bilmektedir. Örneğin Kutlu Savaş ve bugün Ergenekon savcıları yine hükümet vs. bir çok kesim bunu bilmektedir ama bilerek susmaktadırlar.
Devrimci ve demokrat kamuoyu, başta İsmail Hakkı Karadayı, Tansu Çiller ve Süleyman Demirel olmak üzere, bu katliama katılan devlet kadrolarının yargılanması ve mahkum olması için kamuoyu oluşturmalı ve bu temelde kitlesel eylemleri teşvik etmelidir. Özellikle Ergenekon davası ile bütün pisliklerin halkın gözü önüne döküldüğü bu dönemde bu fırsattan yararlanmalı ve Gazi ve 1 Mayıs Mahallesi’nde katledilen 23 devrimci ve demokrata karşı bu sorumluluklarını yerine getirmelidirler.”



[1] 20 Nisan 2012 tarihli Radikal’de Orhan Kemal Cengiz “Ergenekon İncirlik” baylıklı yazısında, son dört aydır Kiliselere ve Hıristiyanlara yapılan saldırıların arttığından söz ediyor. Bu hiç de bir rastlantı değildir.
[2] Bu sitede bir tek yazımı alıp yayınladılar. O da tam Anarşist ve Troçkist ittifakına uygun bir başlıkla: “Sosyalizmin Muaviye’si Stalin’dir”. Bu başlığı Müslümanların atması anlamlıydı onların paradigması içinde bir formülasyon olurdu. Ama Marksist ve Anarşistlerin sitesinin, en azından Muaviye İslam’ın Stalin’idir demesi çok daha doğru olurdu. Çünkü ben bir çok yazımda, Muaviye, Stalin, Bonapart’ın aynı tarihsel tipin farklı devrimlerdeki karşılıkları olduğu yönünde bir tahlil yaparım.
[3] Yazılar şunlardı: “Theo Angelopoulos’un Ölümü ve “Dedemin İnsanları” Filmi Vesilesiyle Dedemin Anılarının ve Adının Peşindeki Arayışlar”; “Marksizm’in Krizinin Temeli: Yapı - Özne İlişkisi Sorunu ve Sorunun Çözümü” . Şu adreste görülebilir: http://demirden-kapilar.blogspot.com/

Hiç yorum yok: