23 Nisan çocuk bayramının, kendisinin unutturulması için
koyulduğu ve çocukların masumiyetinin de kendisine kurban edildiği 24 Nisan
Ermeni Katliamının yıl dönümü yine geliyor.
Sol veya Sosyalist örgütler, artık kendilerinin bile “görücüye
çıkmak” diye tanımladıkları, 1 Mayıs gösterileri için toplantılar, kimin nerede
nasıl yürüyeceğine, nasıl güçlü ve etkili görüneceklerine ilişkin ince hesaplar
ve pazarlıklar yaptıkları toplantıları sürdürüyorlar. Ama 24 Nisan bunların
içinde hiçbir yer tutmuyor. Belki bir iki küçük sol örgütün ve birkaç bireyin
bir uğraşı olarak kalıyor.
Aslında Türkiyeli sosyalistlerin ve İşçilerin, 1 Mayıs’ın da
tıpkı 23 Nisan gibi, 24 Nisan’ı unutturmanın, gizlemenin, gündemden düşürmenin
ve bizzat 1 Mayıs’ın kendisini anlamsızlaştırmanın bir aracı haline dönüştüğünü
görüp, 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaları ve 1 Mayıs’ı gerçek 1 Mayıs’ın özünde
bulunan mesaja tekrar kavuşturmaları beklenirdi. Ama onlar böyle “milliyetçi”
dalaşmalarla uğraşmayacak kadar derin “Enternasyonalist”tirler.
Marksizm’e göre gerçeklik somuttur. Bu her şeyin her an
kendi zıddına döneceği, bugün doğru olanın bir anda en büyük yanlış olacağı
veya olabileceği anlamına gelir.
Artık 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak, kendi zıddına dönmüş,
Türkiye’deki demokrasi, hak ve eşitlik mücadelesine hizmet etmekten çıkmış
bulunuyor. 1 Mayıs artık açıkça 24 Nisan’ı örtmenin, gündemden düşürmenin,
bilinçlerden uzak tutmanın bir aracına dönüşmüşken; 24 Nisan egemenler ve anti
demokratik güçler için 1 Mayıs’tan bin kere daha patlayıcı bir özelliğe
sahipken; 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamakta ısrar etmek, bu politikanın basit bir
aracı olmaktan başka bir sonuç vermez.
1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmalı. En azından demokratlar,
sosyalistler, “24 Nisan Ermeni Katliamı en azından vicdanlarda mahkum edilmedikçe, bu
topraklarda bir matem ve utanç günü olarak anılmadıkça, 1 mayıs’ı 1 Mayıs’ta
kutlamak bizlere haram olsun” diyerek 1 Mayıs’a gerçek politik
anlamını, işlevini; enternasyonalist, demokratik ve eşitlikçi anlamını tekrar
kazandırabilirler.
Bu vesileyle tüm Türkiye’nin sosyalistlerini bu konuyu
tartışmaya, gündeme almaya ve böyle davranmaya davet ediyorum.
Şu an belki çok geç. Ama hala yapılabilecek bir şeyler
olabilir.
Örneğin bu 1 Mayıs’ta 1 Mayıs’ın bütün sloganları, 24 Nisan
katliamı üzerine yapılabilir. Örneğin, “Bugün 1 Mayıs değil 24 Nisan!” diye
bir slogan bu 1 Mayıs’a damgasını vurabilir. Ve gelecek yıllardan itibaren 1
Mayıs gösterileri 24 Nisan’larda yapılabilir.
*
Ermeni katliamı, kimin ne ölçüde demokrat olduğunu anlamak
ve ölçmek için en sağlam ve şaşmaz mihenk taşıdır. Bu nedenle, Türkiye’deki
demokrasi mücadelesi, ancak bu katliamın damarı üzerinden yürüyebilir.
Tarih tarihle ilgili değildir. İnsanlar Tarih aracılığıyla
bugünün mücadelelerini yürütürler ve geleceğin toplumunu kurarlar. Ermeni
katliamını gündeme taşımadan, onun nedenlerini açıklamadan ve bunları mahkum
etmeden, böyle bir tarih okullarda okunur bir tarih olmadan Türkiye’de
demokrasiden söz etmek, bir kandırmacaya katılmaktan veya alet olmaktan başka
bir anlama gelmez.
O demokratik ülkede ve tarihte, örneğin Türkiye’de Sosyalist
ve Komünist hareketin tarihi 1920’de TKP’nin Bakü Kongresi’nde başlamayacaktır,
Taşnak, Hıncak, Selanik İşçiler Birliği vs. nin kuruluşu ile başlayacaktır.
Mustafa Suphi’lerin yerini Balkanlı sosyalistler, Varteks Efendi’ler, Tigran
Zevan’lar alacaktır. Modernleşme ile gelen Demokratikleşme mücadelesi Şinası,
Namık Kemal, Ziya Paşa vs. ile değil; Velensinli Rigas ile başlayacaktır
örneğin. İlk roman, ilk tiyatro, ilk sinema, Müslümanlık ve Türklük üzerinden
değil; Osmanlı’da en azından Tanzimat’tan beri, tüm yurttaşlar kanun önünde eşit
olduğuna göre, İlk Rum veya Ermeni veya Balkanlı yazarların eserleri ile
başlayacaktır.
Böyle bir Tarih olmadan, bir demokrasi hareketi ve
demokratik bir ülke düşünülemez ve de Kürt ve Türklerin birbirini
boğazlamasının önüne geçilemez. Türkler ancak birer Türk olmaktan çıkıp birer Demokrat
haline dönüştüklerinde Türkiye denen yerlerde Demokrasi olabilir.
Bunun ilk koşulu da, Türklerin kendi Türklüklerine karşı
mücadelesidir. Hz. Muhammet’in dediği gibi, kendi nefsine karşı savaş,
savaşların en kutsalıdır ve en zorudur. Türklerin kendi Türklüklerine karşı
savaş ta böyle kutsal ve zor bir savaştır. Ve bu savaş, her şeydin önce Tarih
ve Kavramlarda verilir. Türkler Türklüğe karşı bir savaş içinde demokrat olabilirler.
Ve bu savaş sadece Tarih’te olmaz. Kavramlarda da yürütülmek
zorundadır. Evet kavramlarda.
O tarih ile birlikte dilin ve kavramların da değişmesi
gerekir.
Ermeni Katliamı, Ermeni Katliamı değil, İttihat Terakki’nin
Babıali Darbesi ile (hatta Askeri Bürokratik oligarşinin 1908 ile) başlayan
Demokrasinin yok edilmesi savaşının en zirve noktasıdır, demokrasinin son
kalıntılarının ve toplumsal dayanağının katledilmesidir. Yani sadece bir
katliam değil, bir karşı devrimin; halk hareket ve örgütlenmelerinin ezilişinin
zirvesidir. O zaman Tarih: 1908, Babıali Darbesi, Ermeni Katliamı şeklindeki
bir karşı devrimler zinciri olarak görülür. Buna bağlı olarak, bir karşı devrim
olarak tanımlanmaya başlar örneğin.
“Ermeni Diyasporası” “Ermeni Diyasporası” değil; Anadolu’nun
Diyasporası’dır, bizlerin, bugünkü Türkiye’nin diyasporasıdır örneğin. Her
sözün, her kavramın yeniden tanımlanması gerekecektir.
Sosyalistler tekrar eski itibarlarına ve toplumun gündemini
belirleme güçlerine ancak böyle radikal bir demokrasinin teorik ve kavramsal
öncüleri olarak; politik öncüleri olarak yeniden kavuşabilirler. Ama bütün
bunları yapabilmeleri için de önce Türklüklerine karşı mücadeleye girip,
demokrat olmaya başlamaları gerekiyor. Sanılanın aksine, Türkiye’nin
anarsiştleri de, komünistleri de, kendi öznel yargıları ve özlemleri öyle olsa
bile, nesnel olarak demokrat bile değillerdir. Hepsi Türk milliyetçisidir.
Onlar öylesine gerici bir milliyetçilik anlayışına
sahiplerdir ki, örneğin Ermeni katliamının tanınmasını veya Kürtlerin ayrı
devlet kurmalarının veya bireysel haklarının tanınmasının veya bir Türk
tarafından savunulmasının milliyetçilik olmadığını düşünürler.
Onların anlamadıkları şu basit gerçektir, uzun vadeli Türk
ulusunun genel çıkarlarını düşünen bir Türk milliyetçisi de pek ala Kürtlerin haklarını
savunabilir ve bunun için mücadeleye girebilir. Bunun milliyetçilikle çelişen hiçbir
yanı yoktur. Bir ulusun çoklarlarının daha akıllıca savunusundan başka bir şey
değildir bu. Bu henüz demokrat olmak bile değildir. Demokrat olmak için önce
ulusun veya ulusların bir dille, bir dinle, bir soyla tanımlanmasına karşı
mücadele etmek gerekir. Yani Demokrat olmak için Kürtlerin haklarını veya
Kürtlerin ayrı bir devlet kurmasını savunmak yetmez; Türklüğün politik bir
anlamı olmaktan çıkmasını; yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir
mücadele içinde olmak ve bunu reddetmek gerekir.
Böylesi yok. Bu nedenle Türkiye’de demokrasi ve demokrat da yok. Bu nedenle sosyalistler de Anarşistler de aslında birer milliyetçidirler.
Böylesi yok. Bu nedenle Türkiye’de demokrasi ve demokrat da yok. Bu nedenle sosyalistler de Anarşistler de aslında birer milliyetçidirler.
Bunu somut bir örnekle görelim. Ama önce olgular ve
belgeler.
*
Sarkis Hatspanian’ı Türkiye Sosyalistlerinden pek fazla
tanıyan olduğunu sanmıyorum. Çünkü nerede söz ettiysem, hep hiç bilinmediğini
gördüm. İşin doğrusu ben de tanımazdım.
Kim olduğu hakkında Ragıp Zarakolu’nun “Uzak Yakın Ükeden Gelen Mektup” başlıklı yazısından bir fikir
edinilebilir:
“Bu coğrafya’da Ermeni olmanın yükü ağırdır.
Ama hem Ermeni hem solcu iseniz bu yük daha da ağırlaşır. Ocak ayında
Ermenistan’ın Vardaşen Mahpushanesi’nden “Acı Bir Kayıp” bir mektup ulaştı
elime. Bir “Çınar”, bir “Eski Tüfek”, “Deli” namıyla maruf Kevork Yoldaş,
sonsuzluğa doğru yelken açan bir tekneyle ayrılmıştı aramızdan.
Hapisliğin en kötü
anlarından biri, hep yeniden buluşmayı, kucaklaşmayı hayal ettiğiniz bir
sevdiğinizi yitirdiğinizi öğrendiğiniz andır. Sanki ağır bir tokat yemiş gibi
olursunuz, olduğunuz yerde sallanırken. Hayal ettiğiniz o kavuşma anının asla
gerçekleşmeyeceği dank eder kafanıza. Bir yandan da bir suçluluk duygusu kaplar
içini. Keşkeler kovalar birbirini.
İşte o an gerçek
mahpusluğun başladığı andır.
12 Eylül sonrasından
ve onu izleyen Kürt savaşında az insan yaşamadı bu duyguyu zindanda…
Oğul, yoldaşı saydığı
babasının sonsuza intikal edişini şu satırlarla duyuruyordu bizlere:
“Kevork Yoldaş, TKP
tevkifatlarından nasibini almış bir hem Ermeni ve hem komünisttir. Hiç bir
koşulda Ermeniliğini de ve komünistliğini de saklamamış, her iki kimliğiyle
iftihar etmiş ve bu niteliklerinden ötürü “T.C” işkencehanelerinden ve
cezaevlerinden geçmiş, 1974 “affı” ile “özgürlüğüne” kavuşmuş bir
yoldaşımızdır. Anısı ışığımız olsun!
Sireliner, 1915’te
durdurulmak istenen saatimizi tik-tak...tik-tak yeniden çalıştırma görevini
yerine getirmiş neslin temsilcisi, “T.C” mahpusanelerinde Ermeni kimliğini başı
dimdik bir direniş örneğiyle omuzlamayı kader bilmiş, “Düşmana inat bir gün
fazla yaşamak” amacıyla baskı, zulüm ve hakarete maruz kalmayı tek bir defa
bile sineye çekmeden hep insanlık onuruna sadık kalma şerefine nail olarak
yaşadığı 81 eziyet dolu senelerine, bir de “Der-Zor’a ertelenmiş sürgün” 3 göçü
sığdırmak zorunda kalmış olan, Kilikya Ermenilerince
“Deli Kevork”, diğer
halktan olanlarca “Gavuroğlu” olarak tanımlanmış sevgili babam Kevork Dzeruni
HATSPANİAN, 28 Ocak 2010 günü Köln’de vefat etmiştir. Doğup büyüdüğü
anavatanından uzak ve bize yabancı yerlerde toprağa verilme acısıyla dünyevi
yaşama veda eden babamın ruhu eminim şimdi Adıyaman’dan İskenderun’a uzanan
sıradağlarda özgürce kanatlanıp uçmaktadır. Dürüst, namuslu, onur dolu, hep
insanca yaşama arzu ve özlemiyle çarpmış koskoca bir yürek taşımış babamın
anısını yaşatacak, gerçekleştiremediği tüm rüyalarının da “deli” mırasçısı
olmaya çalışacağım ! Sarkis HATSPANIAN “Vardaşen” Mahpusanesi, Ermenistan – 29
Ocak 2010.””
Yani Sarkis Hatspanian, Komünist bir babanın oğluydu.
Zarakolu, aynı yazıda Sarkis Hatspanian hakkında yazılan ve
kendisinin imzaladığı bir mektubu da aktarıyordu orada da Sarkis Hatspanian
hakkında şu bilgiler bulunuyordu:
“(…) Sarkis Hatspanian Türkiye devrimci hareketi
içinde yetişmiş, 1980 cuntasından sonra kovuşturmaya uğramış, tutuklanıp 12
Eylül tezgahında işkence görmüştür. Bunun ardından, kaçak yollardan ulaştığı ve
mülteci olarak yaşadığı Fransa’da kendini geliştirmiş, sanat dünyasında isim
yapmıştı. Ne ki, Ermeni halkının bu yiğit evladı, ülkesinin ve halkının
çağrısıyla Fransa’daki koşullarına sırtını dönüp, Ermenistan’ın kuruluşuna
katılmak üzere halkının yanına koşmuştur. Bu konuda hiçbir özveriden
kaçınmadığı da malumunuzdur.”
Bu kısa bilgi, bundan sonra anlatılacakların daha iyi
kavranabilmesi bakımından gereklidir.
4 Ağustos 2010 tarihinde şöyle bir e-mail geldi:
“Sayın Demir
Küçükaydın, 2008'den beri Ermenistan'da politik tutuklu olarak bulunan, Garbis
Altunoğlu ile aynı okulda okumuş, Kilikya doğumlu Sarkis Hatspanian
"Ermeni-Türk ilişkileri ve İsmail Beşikçi" konulu bir yazı hazırlamaktayken, sayın Sait
Çetinoğlu'ndan sizin "Tersinden Kemalizm" adli çalışmanız hakkında
duymuş olduğundan, eğer mümkünse
çalışmanızla tanışmak ister. E-mail adresiniz bize sayın Çetinoğlu tarafından
ulaştırılmıştır.”
Bunun üzerine kendisine istediği yazıları ilettim. Bu
vesileyle Sarkis Hatspanian’ın çalışmaları varsa okumak istediğimi bildirdim.
Bunun üzerine bana bazı yazıları iletildi. Bu yazıları Köxüz sitesinde
yayınlamak istediğimi ilettim. Bu iletime gelen cevap şöyleydi:
“(…) Sarkis yazısının
sitenizde yayınlanmasını ister mi, istemez mi onu ancak kendisinden öğrenip,
cevabını size iletirim. Hiç tanımadığım sitenizle merak edip tanıştım, orada
"Demokratik bir Türkiye için" yazıyordu. Sarkis'i oldukça yakinen
tanıdığımdan söylüyorum, onun tırnak içerisine alınmadan Türkiye ifadesini
kullanan kişilere karşı özel bir "sevgisi" olmadığını biliyorum,
hatta Türk ve Kürt soluna mensup insanların da hep "sol gösterip sağ
vuranlardan" olduğunu, bir yerine yüz defa şahsen ondan duymuş biriyim.
Neyse, isteğinizi gerektiği gibi ona ileteceğime emin olabilirsiniz.”
Ben de bu aracılık yapan kişiye şu açıklamayı yolladım:
“Cevabınız için
teşekkür ederim. Ama bir dikkatsizlik, önyargı veya yanlış anlama sonucu
olduğunu düşündüğüm bir noktayı düzeltmek isterim.
Diyorsunuz ki: "Hiç tanımadığım sitenizle merak edip
tanıştım, orada "Demokratik bir Türkiye için" yazıyordu."
Köxüz sitesinin
logosunda "Türkiye"
ifadesi bulunmamaktadır. Türkiye diye okuduğunuz yerde "Cumhuriyet" sözcüğü bulunmaktadır.
Biz burada “Cumhuriyet” sözcüğünü bilinçli olarak
kullandık ve “Türkiye” sözcüğünü de
bilinçli olarak kullanmadık. Çünkü biz demokrasinin ancak ulusu hiçbir dile,
dine, soya, tarihe, etniye, ırka hatta bölgeye göre tanımlamamış, aksine
bunlarla tanımlamaya karşı tanımlamış, bunların hiçbir politik anlamının
bulunmadığı bir cumhuriyette olacağına inanıyoruz ve bu nedenle her hangi
birini eşitsiz kılacak veya öyle bir anlama gelecek bir ifadeyi oraya koymadık.
Aslında bu proje yeni
değildir ve Tigran Zevan veya Velensinli Rigas veya Tevfik Fikret gibi
aydınlanmacı veya sosyalistlerin de idealiydi. Bir anlamda bu yenilmiş geleneği
yeniden canlandırıp bu günün dünyasında yeniden savunmaya çalışıyoruz.
Benim yazılarımı
okursanız bu konunun çok açık olarak savunulduğunu görürsünüz. Elbette sitenin
yazarlarının hepsinin açık olarak böyle bir duruşu yoktur. Ama böyle bir duruşa
kapalı değillerdir.
Ben özellikle uluslar
ve ulusçuluk teorileriyle de çok ilgileniyorum ve yazıyorum. Yazılarımı
okursanız bilinenlerden çok farklı bir duruşla karşılaşacağınızı düşünüyorum.
Selam ve Saygılarımla”
Bunun üzerine aracılık yapan bu kişiden şu maili aldım:
“Sayın Demir
Küçükaydın, Tekrar merhabalar,
Koxuz web sitesi hakkındaki aydınlatıcı
bilgilendirmeniz için çok teşekkürler. Ancak, soyu kırılmış, köksüzleştirilmiş
bir ulusun evlatlarını, Türkiye ya da adı olmayan bir ütopik demokratik
cumhuriyet farklılığına inandırmanız hiç de kolay değil. Yazılarınızın,
Sarkis'e ulaştırılmış olduğunu az önce onu ziyaretinden dönen eşinden öğrendim,
size çok teşekkür edip, postayla size yazı yollayabileceği bir adresinizin ona
bildirilmesini rica etmiş. Bu arada, ben de onun bulunduğu cezaevinin posta
adresini öğrendim. (…)”
Ezilen bir ulustan, ırktan, dinden, cinsten insanların bu
kuşkuculuğu anladığım ve hatta belli bir dereceye kadar sağlıklı da bulduğumdan
bu tartışmaya devam etmedim. Ancak “soyu
kırılmış” “köksüzleşterilmiş”
uluslardan söz etmesinin benim açıkladığım ulus teorisi açısından, ulusların
soya, köke dayandığı bir ulus anlayışını yansıtıyordu ki, bu da en gerici
ulusçuluk anlayışlarından biriydi.
Bu vesileyle, şu farka dikkat çekmek isterim. Ulusçuluk konusunda
pek ala demokratik özlem ve programınız olabilir ama aynı zamanda
kavramlarınızla hiç de o demokratik ulusçuluğa uymayan gerici bir ulusçuluk
anlayışına dayanabilirsiniz. Yani örneğin, Türkiye’de diyelim, ulusun her hangi
bir dil, din, etni, soy vs. ile tanımlanmasına karşı olabilirsiniz. Ama bunu
“Ulus devletin aşılması” veya sonu veya ulusçuluğun aşılması olarak
tanımladığınız an, en gerici ulusçuluk
anlayışını, ifade etmiş ve ona dayanmış olursunuz. Çünkü, ancak, ulusların
dile, dine, tarihe vs. dayanan birimler olduğu anlayışına sahipseniz bunlara
dayanmayan bir ulusçuluğun ulusçuluğun aşılması olduğunu söyleyebilirsiniz.
Yani insan aynı zamanda programatik olarak demokratik bir
ulusçuluğu savunurken veya bunun için mücadele ederken, aynı zamanda gerici bir
ulusçuluğa dayanabilir, bunu savunabilir ve yeniden üretebilir.
Aşağı yukarı bütün Türk solu, hatta dünya solu, hatta esas
olarak Marksizm bu çelişkiyle maluldür.
Bunun nedeni de ulusların ne olduğuna dair tutarlı ve Marksist
bir teorinin olmamasıdır. Ulusçuluğun, ulusal
olanla politik olanın çakışması anlamına geldiği türünden bir tanıma
ulaştığınızda, yani ulusçuluğun ne olduğunu anladığınızda; yukarıdaki ulusçuluk
anlayışının, ulusal olanın nasıl tanımlanacağı açısından bir fark olduğunu
anladığınızda ancak ulusçu olmaktan çıkmaya başlarsınız.
Bu nedenle, kişinin kendine sosyalist, enternasyonalist,
Marksist ve de Leninist, (ve hatta) Maoist veya Anarşist veya Müslüman demesi
hiçbir şekilde o kişiyi ulusçuluktan azade kılmaz.
Bu kısa nottan sonra, benim niye aynı zamanda, Köxüz
sitesinde aslında benim dayandığım ölçülere göre milliyetçi ve hatta gerici
milliyetçi yazarlara yer verdiğim, hatta neredeyse bütün yazarların böyle
olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Yazarların hepsi, bu satırlarının yazarının ulus ve
ulusçuluk teorisini bilmediğinden, okumadığından veya kabul etmediğinden dolayı
fiilen en gerici ulus ve ulusçuluk tanımlarına dayanırlar ve onu yeniden
üretirler. Ama aynı zamanda bu yazarlar, kendilerinin ulusçu olmadığını;
ulusçuluğa karşı olduklarını düşünürler ve önlerine demokratik bir ulusçuluğa
dayanan bir somut program koyulsa bunu kabul edip savunmaya eğilimlidirler. Ama
bu kabul edip savunmaya eğilimli oldukları şeyin, artık ulusçuluk olmadığını
düşündükleri için de aynı zamanda birer gerici ulusçudurlar.
İşte bu anlayışla, bu demokratik bir özlem içindeki gerici
ulusçuların mücadele içinde; birbirlerini dengeleyerek ve nötralize ederek,
fiilen demokratik bir ulusçuluğun oluşumuna katkıda bulunmalarını; yani her
biri gerici ulusçuluğa dayanan demokratik özlemlerin gerici ulusçuluklarının
birbirini nötralize edip, demokratik özlemin ortada biricik artı olarak kalması
için Köxüz sitesinde bütün bunlar yer alır. Bu bir anlamda, yokluk içinden bir
demokratik ve politik bir hareket ve eğilim ortaya çıkarma çabasıdır. Elde var
olanla bir şeyler yapmaya çalışmaktır.
İşte bu çerçevede Sarkis Hatspanian’ın da yazılarını
yayınlamak talebimizi iletmiştik. Bizim açımızdan, Köxüz’ün diğer yazarları
gibi muhtemelen o da kendisinin milliyetçi olmadığını düşünen, ama bizce yine
bütün diğer yazarlar gibi aslında gerici milliyetçiliğe dayanan biriydi. Ama
hem Ermeni hem de Hapiste olması nedeniyle, egemen ulusun sosyalist ve
milliyetçi olanlarına göre bin kat daha fazla destek gösterilmesi gerekiyordu.
Bu nedenle kendisinin yazılarını Köxüz sitesinde yayınlamak için izin
istiyorduk.
Bu yazışmalardan sonra Köxüz sitesinde sayın Hatspanian’ın
hem de çok önemli ve çok güzel yazılarını yayınladık. Bunlar içinde Doğan
Akhanlı’ya bir moral hediyesi olarak yazılmış, bir Başiktaşlı olarak
Beşiktaşlılara bir türlü yayınlatamadığım, nefis “Beşiktaşlı Mehdi’nin Öyküsü” (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/node/6862);
Ermeni sosyalistleri veya solcuları arasındaki strateji tartışmalarını yansıtan
“Hrant’ı Anmak” (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/node/7466);
Türkiyeli sosyalistlerin, 12 Eyül’ün idam ettikleri arasında saymadığı, bunu
eleştiren ve Levon Ekmekciyan’ı anlatan
çok önemli “ “Unutulan” Adam” (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/node/7481)
başlıklı yazı; Orhan Bakır’ı ve Türk sosyalist hareketi içindeki Ermeni
devrimcilerin dünyasını anlattığı “Hayali
Gönlümde Yadigar Kalan” (http://www.armenieninfo.net/sarkis-hatspanian/1231-sarkis-hatspanian-armenak-bakirciyan-ermeni-devrimci.html)
başlıklı yazılara özellikle dikkati çekmek isterim.
Bu kısa arka plandan sonra şimdi “Hocalı Katliamı” ve Gün Zileli’nin milliyetçiliği konusuna
gelebiliriz.
Ama önce “Hocalı Katliamı”
*
27 Şubat 2012 tarihinde Sarkis Hatspanian, “yayınlanması” ricasıyla “26-27 Şubat 1992: Hocalı Katliamı” Yalanının
Anatomisi” başlıklı yazıyı yolladı.
Bu yazıyı, önüne küçük bir not koyarak aynen Köxüz sitesinde
yayınladık (Yazı şu adreste: http://koxuz.net/anasayfa/2012/02/28/26-27-subat-1992-hocali-katliami-yalaninin-anatomisi-sarkis-hatspanian/).
Notu ve yazıyı (Yazı çok uzun olduğundan bu yazının sonunda Ek 1 olarak
bulunuyor) aynen aktarıyorum. Çünkü “Hocalı
Katliamı” konusunun da Türkiye’deki kamuoyu tarafından bilinmesi çok önemli
ve bu konuda Hatspaniyan bir çok ezber bozucu bilgi vermektedir. Not ise, hem
kısa hem de bundan sonraki bölümlerin konusu olduğu için burada.
Yazının önüne koyduğumuz not şöyleydi:
“Köxüz’ün notu:
Sayın Sarkis Hatspanian’dan
aşağıdaki yazıyı yayınlanması ricasıyla aldık. Yayınlıyoruz.
Hatspanian bir Ermeni
milliyetçisi olmasına rağmen halklara karşı düşmanlık yapmamaktadır. Türklerden
veya başkalarından gelecek yazıları da, aynı şekilde haklara karşı bir
düşmanlık yapmadığı; bir nefret söylemi geliştirmediği; bu yazıda olduğu gibi
olgular ve çıkarsamalarla iknaya yönelik olduğu takdirde tartışmanın bir
parçası olarak yayınlarız.
Böylece umarız
Hocalı’da ne olduğu konusu da en azından olgular düzeyinde tartışılır.
Sayın Hatspanian’ın anlattıklarından
çıkacak sonuç Hocalı’da aslında Türk faşistlerinin kaçmak isteyenleri
katlettiği, Hocalı’nın kaybının da faşistlerin planını bozduğudur. Bu çok
önemli bir bilgi ve sonuçtur. Ergenekon, Azerbaycan ve Kıbrıs’ta gerçekte neler
olduğu anlaşılmadan anlaşılamaz.
Biz her türlü görüşün açıkça ifade
edilmesinden ve birbirlerini delillerle, mantıki çıkarsamalarla eleştirmesinden
ve çürütmesinden yanayız.
Köxüz sitesi”
Böylece aynı zamanda Hükümet ve liberallerin sözümona
Ergenekon derken sadece, sivil hükümete karşı darbe yapanları ve gerçek
Ergenekon’a hiçbir şekilde dokunmadığını da teşhir etmiş de oluyorduk. Çünkü
Ergenekon’un gerçek kökleri yerinde durmaktadır ve bunların üzerine gitmek ne
kelime, Hükümet bizzat bu köklerin politikasını savunmaktadır. Bizzat “Hocalı”
mitingi ve bizzat Hükümet’in en önemli bakanlarından biri olan İçişleri
Bakanı’nın bu mitinge katılması, Hükümet ile Ergenekon arasındaki bu ittifakın
ve iş birliğinin bir ifadesidir.
(Sarkis Hatspanian’ın yazısını konuyu dağıtmaması için bu
yazının arkasına ek belge olarak bulunuyor. Okuyucunun burada arkaya atlayıp bu
yazıyı okumasını öneririz.)
Hatspanian’ın yazısı ve Mitingten kısa bir süre sonra Sendika Org sitesinde Kemal Erdem imzalı
““Azerbaycan Darbesi” ve “Gazi Katliamı”
arasındaki bağlantı üzerine (Bir “Devlet Sırrı”nın ya da “Devlet Terörü”nün
anatomisi)” (http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=43587)
yazı yayınlandı. Bu yazıya da dikkatimizi çeken, Sayın Hatspanian oldu.
Bu yazılar Ergenekon’un Azerbeycan ve Türkiye’deki faaliyetlerini
çok net bir biçimde açıklamaktadırlar. Aslında aynı zamanda bu günkü hükümetin,
darbecilere karşı tutuklamalar yapar ve kendi iktidarını emniyete alırken, aynı zamanda en gerici faşist ve ırkçı
milliyetçilerle, yani gerçek Ergenekon’la nasıl fiili bir ittifak içine
girdiğini ve Hocalı Mitingi’nin aslında tam da bir kırılma noktası ve bu ittifakı
onaylayan ve mühürleyen bir miting olduğunun en açık belgelerini sunuyorlar[1].
Yani Ergenekon’a
karşı mücadele her şeyden önce Kıbrıs ve Azerbaycan ve de Kerkük ve Musul, ya
da Kuzey Iraktaki yuvalar ve oradaki Türk devletinin varlığı ve politikaları üzerinden
yapılabilir. Buralara dokunmak ise bu hükümetin yapabileceği veya yapmak
istediği bir iş değildir. Sol ve demokrat kamuoyunun, esas eleştirisini
buralara yöneltmesi gerekir. Sol ve demokrat muhalefet, kamuoyunun dikkatini
buraya çekerek, buradan hem ulusalcıların tuzağına, hem de liberallerin ve
hükümetin tuzağına düşmeyen gerçek demokratik bir muhalefet geliştirebilir.
Bu nedenle bu yazının sonuna koyulan yazılar bir başlangıç olabilir.
Bu nedenle bu yazının sonuna koyulan yazılar bir başlangıç olabilir.
*
Bu kısa nottan sonra şimdi yazının önüne koyulmuş bu kısa
nota yönelik eleştirilere ve sosyalistlerin milliyetçiliği konusuna gelelim.
Bu kısa nota ilk eleştiri bizzat Sarkis Hatspanian’ın
kendisinden geldi.
Yazıyı Facebook’ta
da paylaşmıştık, orada kendisi şu eleştiriyi yaptı:
“Sayın Demir
Küçükaydın, yazımı Köxüz sitesinde yayınladığınız için size çok teşekkür
ediyorum, bu davranışınız ile bana bir kez daha gerçek bir aydın ve demokrat
olduğunuzu göstermiş oldunuz. Ancak, bana hayatımda (sadece iki hafta önce 50
yaşıma girdim) ilk defa birisi, yani siz (bir Ermeni milliyetçisi) demiş
olduğuna da çok şaşırdığımı bilmenizi isterdim. Sizi sadece şahane analitik
yazılarınızdan tanıyor ve beğeniyorum, beğenip-beğenmediğinizi bilmesem dahi...
siz de beni yazılarımdan tanıyorsunuz diye biliyorum. Eğer benim sizin de
yayınlayıp-yaygınlaştırdığınız yazılarımda milliyetçilik yaptığım yerleri
gösterebilirseniz size müteşekkir olurum da, mahpusluğumda gösterdiğiniz ve
bende hayranlık uyandıran insani davranışınıza duyduğum çok ama çok büyük bir
saygıyla, YURTSEVER olmayı MİLLİYETÇİ olmaktan ayırt edebilsek daha iyi olur
düşüncesinde olduğumu belirtiyor, duyarlı vicdanınıza, dürüst bilincinize
güvendiğimi de peşinen ilan ediyorum. İyi olunuz !”
Biz de sayın Hatspanian’ın itirazına karşı Milliyetçiliğin
ne olduğuna ilişkin şu açıklamayı yaptık.
“Sayın Hatspanian,
Size ilk kez birinin
“Ermeni Milliyetçisi” demesine şaşırdığınızı ve “Yurtsever olmayı Milliyetçi
olmaktan” ayırmak gerekitğini yazıyorsunuz.
Aslında böyle bir
itirazı beklemiyor değildim. Çünkü son yıllarda bu konu (Milletler ve
Milliyetçilik) üzerine neredeyse küçük bir kütüphane oluşturacak kadar yazmama
rağmen, maalesef bu yazılarım okunmadığı ve kimi okuyanlarca da anlaşılmadığı
için (çünkü milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar) bu tür “milliyetçilik” eleştirilerim çoğu
kişi için şaşırtıcı oluyor. Ancak şunu bilmenizi isterim ki bu öyle geçer ayak
söylenmiş bir eleştiri değildir.
Milliyetçiler
milliyetçiliği, aşağı yukarı, başka milletlerin varlığını ve haklarını inkar
etmek, onları baskı altına almak şeklinde anlarlar. Böyle olmayanları da onlar
genellikle “Yurtsever” hatta “Enternasyonalist” olarak tanımlarlar.
Yani ben tam da sizin
de katıldığınız milliyetçilik tanımının milliyetçilerin milliyetçilik tanımı
olduğunu söylüyorum.
Peki, benim
milliyetçilik tanımım ne?
Buna geçmeden önce bir
iki küçük açıklama yapayım.
Ben Marks, Engels,
Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi büyük enternasyonalistleri; hatta
enternasyonalizmin kendisini bile milliyetçilik olarak görüyor ve tanımlıyorum.
(Bu durumda size de Milliyetçi dememi her halde yadırgamamanız gerekir.)
(Marks’ı milliyetçi
olarak tanımladığım yazı: (http://www.akintiya-karsi.org/anasayfa/icerik/marks-nicin-ve-nasil-bir-milliyetciydi-milletler-ve-miliyetcilik-uezerine-01
)
Engels’i Milliyetçi
olarak tanımladığım yazı: (http://www.akintiya-karsi.org/anasayfa/icerik/engels-tarihsiz-halklar-inin-ve-elestirilerinin-elestirisi-milletler-ve-miliyetcilik-uezerine)
Lenin, Kıvılcımlı,
Troçki’nin milliyetçiliği üzerine “Marksizmin Marksist Eleştirisi”nde geniş
bölümler var. Gariptir ki, bu güne kadar ne bir “Marksist”, ne bir “Leninist”,
ne bir “Troçkist”, ne bir “Doktorcu” çıkıp bu eleştirilerime cevap verebilmiş
değildir. Tam bir suskunluk var.)
Bunların milliyetçilik
anlayışına göre, sınıfsal çıkarı değil; ulusun çıkarını öne alan milliyetçidir;
sınıfsal çıkarı öne alan da sosyalist veya enternasyonalist.
Ben ise sorunu tam da
böyle koymanın milliyetçilik olduğunu söylüyorum.
Neden ve nasıl?
Somut örneklerle
açıklamayı deneyeyim. Örneğin Marks, “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz”
dediğinde, enternasyonalist bir tanım yapmıştır deniyor. Ben ise sapına kadar
milliyetçi ve hem de gerici milliyetçi bir tanım yapmıştır diyorum.
Neden ve nasıl?
Örneğin şimdi bir Türk
çıksa, “bizler 1915’te Ermenileri, Süryanileri kestik; Rumları kestik ve
sürdük; Kürtlerin haklarını inkar ettik ve ezdik” dese ve örneğin, Ermeni,
Saüryani ve Rumlardan özür dilemek; Kürtlerin haklarını vermek gerektiğini,
hatta isterlerse ayrılabileceklerini söylese, Türk Milliyetçisi olmaktan çıkar
mı?
Hayır çıkmaz.
Aksine Türk milletinin
çıkarlarını daha akıllıca ve uzun vadeli
olarak savunmuş olur.
Çünkü bu aslında Türk
milletinin çıkarlarını daha uzun vadeli ve akıllıca savunmaktır. Öte yandan, bu
diğer ulusların varlığını ve haklarını inkar etmediğinden, Marks’ın tanımına
göre, sosyalistlik ve enternasyonalistliktir de. Yani bir ulusun çıkarlarını uzun vadeli ve akıllıca savunmak ile
Enternasyonalizm arasında bir fark yoktur.
Bunun milliyetçilik
olmadığını söyleyenler sadece bunların kendileri değil, aynı zamanda
Marksistler hatta bunu satılmışlık olarak, ihanet olarak gören Türk
faşistleridir.
Demek ki Faşistler,
Marksistler ve Milliyetçiler aynı
milliyetçilik tanımında anlaşmaktadırlar.
Sadece buna yükledikleri değer farklıdır. Marksistler ve milliyetçiler, bir
milletin çıkarlarını uzun vadeli olarak, daha akıllıca savunmanın milliyetçilik
olmadığını söylerken (Milliyetçiler bunun yurtseverlik; Marksistler
Enternasyonalizm olduğunu söylerler) ona olumlu bir değer yüklerler, faşistler
olumsuz bir değer. Yüklenen değerler farklıdır, ama milliyetçiliğin ne olduğu
konusunda anlayışlarda esas olarak fark yoktur. Yani aslında milliyetçiliğin ne olduğu konusunda,
Faşistler, Milliyetçiler ve Marksistler arasında bir fark da yoktur.
Yani aslında, başka
ulusların varlığını kabul etmek; onları baskı altına almayı reddetmek;
milliyetçilikle çelişmez, aksine tamı tamına milliyetçilik budur. “Başka
ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” önermesi veya “Ulusların kendi kaderini
tayin hakkı” tamı tamına bu ilkenin savunusu ve ifadesidir.
Bana göre bu ilke ve
ifade bütünüyle gerici milliyetçilikle
bile tam bir uyum halindedir. (Tabii “gerici milliyetçilik” derken ne
kastettiğim de ayrıca aşağıda var.)
Şimdi gelelim benim
milliyetçilik tanımıma. Ben milliyetçiliği, “Ulusal olanla politik olanın çakışması” yani “her milletin bir
devleti olmalı” ilkesini savunmak olarak anlıyor ve tanımlıyorum. (Bu tanım da
aslında benim değil. Bu tanımı yapan Ernst Gellner ve Benedict Anderson, E.
Hobsbawm gibilerince de paylaşılıyor. Ben sadece bu önermeyi mantık
sonuçlarına, programatik sonuçlara götürmüş ve daha sonra bu önermenin
analiziyle de Marksist bir din ve üstyapılar teorisi şekillendirmiş
bulunuyorum.)
Tabii burada “ulusal
olan ne?” sorusu gündeme geliyor. “Ulusal olan”ı gerici ulusçular farklı
biçimlerde tanımlarlar. Örneğin kimi dine göre (Pakistan), kimi dile göre, kimi
bunların bir kombinasyonuna göre (Örneğin Ermeni ve Türk Milliyetçilikleri
büyük ölçüde böyle), kimi soya göre, kimi ırka göre, kimi kültüre göre
tanımlarlar. Ama bütün bunların hepsinin ortak özelliği ulusların bir tarihi
olduğunu söylemek ve bir tarihe göre tanımlamaktır. (Bana göre Ulusların tarihi yoktur. Dünyanın en
eski ulusu Amerika’dır ve tarihsizdir.)
İşte ulusal olanı,
böyle bir din, bir dil, bir tarih, bir soy, bir ırk, bir kültür üzerinden
tanımlamalara ben “gerici milliyetçilik” diyorum. Elbette bu gericilikler
içinde de bir gericilik hiyerarşisi vardır. Bir ulusu bir ırka göre tanımlamak
ile (Örneğin Türklerin Orta Asya’dan geldiği) bir kültür’e göre tanımlamak
arasındaki fark. (Örneğin Türklerin esas olarak aslında önce Müslüman sonra
oradan Türk olmuş, hafızasını kaybetmiş Rum ve Ermeniler olduğunu söyleyen ve
Türk Tarihinin bir parçası olarak Bizans ve Ermeni tarihlerini okutan bir Türk
milliyetçiliği de mümkündür –ki böylesi olgulara da daha denk düştüğü için daha
az şizofrenik olur - ve böyle bir kültürel olarak tanımlanmış bir Türk
milliyetçiliği de gerici bir milliyetçiliktir, sadece bir ırka göre tanımlamaya
nispetle daha esnek olduğu söylenebilir.)
Peki “demokratik bir
milliyetçilik” nedir?
Demokratik bir
milliyetçilik, ulusal olanla politik
olanın çakışmasını reddetmez, bu nedenle milliyetçidir, ama ulusal olanı demokratik olarak tanımlar.
Yani gerici milliyetçilerin ulusal olanı tanımlarkenki kriterlerinin hepsini
kişilerin özel sorunu olarak görür. Yani, Türk., Kürt, Müslüman, beyaz, siyah,
şu veya bu kültürden olmak, kişilerin özel bir sonunu olur. Ulusu bunlarla tanımlamaya karşı tanımlar.
Yani örneğin, bu ulus, hiç bir tarihsel, dinsel, kavimsel göndermede bulunmaz.
Yani ulusun bir dili, dini, tarihi, kültürü olmaz. Pratik olarak örneklemek gerekirse,
herkesin ana dilinde eğitim hakkı olur. Tarih derslerinde, Ermeni, Türk, Kürt
tarihleri değil, ulusların tarihlerinin olmadığına dair bir tarih okutulur.
Herkes kendi ana dilinde, aynı okulda ama bu ulusların tarihi olmadığına dair
tarihi okur.
Ama elbette okuldan
çıkınca, nasıl gerçekten laik bir ülkede, okulda DNA’ları, Darvin yasalarını
okuyan, isterse din dersine gidip, özel hayatında İnsanı Tanrı’nın yarattığını
öğrenebilirse, elbette, örneğin Türkler Türklerin Orta Asyadan geldiğine veay insanlığı
tohumlamak üzere başka dünyalardan gönderildiklerine veya Türklerin hafızasını
yitirmiş Rum ve Ermeniler olduğuna dair tarihler okuyabilirler; bunları
araştıracak birlikler kurabilirler, yayınlar yapabilirler, aralarında
tartışabilirler. Bu bütün “uluslar” için de böyledir. Ama bunların hepsi
kişilerin özel sorunu olur.
Böyle bir düzeni savunmak da milliyetçiliktir, ama
bu demokratik bir milliyetçiliktir. Ya da ben böyle tanımlıyorum. Gerici
milliyetçilerin milliyetçilik tanımına göre ise, bu milliyetçiliğin ötesi gibi
bir şeydir.
Peki, milliyetçilik olmayan nedir?
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanla politik olanın çakışması
ilkesine karşı olmak milliyetçi olmamak demektir. Yani uluslara karşı
(dikkat edin, ulusçulara demiyorum, uluslara diyorum), ulusal devlet ve sınırlara karşı savaşı en acil görev olarak önüne koyanlar ulusçu olmaktan çıkabilirler.
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın özel, yani politik dışı olmasını
savunmak, ulusçu olmamak, olabilir.
Göreceğiniz gibi
alışılmış paradigmalar ve tartışmaların hepsini boş düşüren, bambaşka bir bakış
bu. Kavramak ise, aynı zamanda hem çok basit hem de çok zor.
Bu konuda çok yazdım.
Bu yazılarımın çoğu eski Köxüz sitesinde var (Kitaplarım ücretsiz
indirilebilir: http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/).
Özellikle Marksizmin Marksist Eleştirisi içindeki, Sosyalizmin Milliyetçilikle
İmtihanı başlıklı yazımı öneririm dediklerimin daha iyi anlaşılması için. (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/marksizmin-marksist-elestirisi-genisletilmis-ikinci-baski)
Ayrıca Ermeni katliamı konusunda yazılarımın da bir derlemesi var: (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/ermeni-katliami-ve-sorunu-uezerine-yazilar)
Hasılı fazla dert
etmeyin, fazla gönül koymayın, Marks’a bile milliyetçi diyen; Marks’ın sözünü,
“ulusal olanı, bir din, bir dil, bir tarih vs. ile tanımlayan ulusları ezen bir
ulus ancak özgür (demokratik)bir ulus olabilir” şeklinde formüle eden birisi
size “ulusçu” dedi.
Selam ve saygılarımla
Demir Küçükaydın 29
Şubat 2012 Çarşamba”
Sayın Hatspanian ile tartışmamız burada bitti.
*
Ama bu tartışmada sayın Hatspanian’a “Milliyetçi” derken, bu
yazının başında da dediğim gibi, Köxüz’ün diğer yazarlarının milliyetçi
olmadığını söylemiş olmuyordum. Aksine, tüm yazılarım hem mantık sonuçlarıyla
bunu içerir (Marks’a bile “gerici milliyetçi” dediğim göz önüne getirilsin) hem
de bunu zaman zaman yazılarımda açıkça yazmıştım.
Ama ben milliyetçi derken başka şey anlıyordum,
milliyetçiler milliyetçi derken başka şey anlıyorlardı.
Şimdi, burada sadece Sarkis Hatspnian’ın milliyetçiliğinden
söz etmemiz elbette adaletsiz bir davranış olur. Hatta diğer Gün Zileli gibi
yazarların çoğu, Türk olduklarından (Onlar kendilerinin Türk olmadığını
söyleyeceklerdir ama bunun mümkün olamayacağı da okumadıkları kitaplarımızda ve
yazılarımızda uzun uzadıya açıklanmaktadır.) ve bizzat bu satırların yazarı da
Türk olduğundan, yani egemen ulustan olduğundan, çite kavrulmuş gerici bir
milliyetçilik olur.
Onun için, Gün Zileli örneği ile, bu Türk milliyetçiliğinin
nasıl bir Enternasyonalizm (Bu Anarşizm, Marksizm, Troçkizm, hatta İslam,
Alevilik vs. de olabilir) biçiminde hem de bir egemen ulus milliyetçiliği
biçiminde ortaya çıktığını görelim.
*
Yukarıda aktarılan Hatspanian’ın yazısının Köxüz imzasıyla
yayınlanan sunuşuna bir eleştiri de Gün Zileli’den geldi.
Gün Zileli, bir mail ile, şöyle bir eleştiri yapmıştı:
“ya demir be, şu
"ergenekon" söylemini bırakın artık. Ergenekon diye bir şeyin AKP ve
liberaller tarafından uydurulduğu artık ayan beyan ortaya çıkmadı mı?”
Ben kendisine kısaca şu cevabı verdim:
“Gün,
Kontrgerilla’nın adı,
bunlar Ergenekon davası açmadan önce de Ergenekon’du. Onlar ordudaki cuntalara
Ergenekon diyorlar diye Ergenekon yok olmadı. Özel Savaş Dairesi Ergenekon’dur.
Sarkis’in yazısını da
o sitede de yayınlamanı dilerim. Bu konuyu tartışmaya sokturmalı kanımca.
Selamlar
Demir”
Bu vesileyle “o site”
ve öncesi hakkında kısa bir açıklama yapmak gerekiyor. Önce öncesi.
Bu satırların yazarı neredeyse 2005 yılından beri kurulmuş Köxüz sitesini yönetir. Gün Zileli de,
yine bu yazının başında açıklanan nedenlerle bu sitenin bir yazarıdır.
Yıllardır yazdığı bütün yazılar Köxüz sitesinde yayınlanmıştır.
Köxüz sitesi birisine yazarlık teklif ettiğinde, o kişi
yazmayı kabul etmişse, o kişinin yazılarına karşı hiçbir denetim uygulamaz. Zaten
normal olanı da budur. Birisine yazarlık teklif etmek onun görüşleri hakkında
bir fikir edinildiği anlamına gelir, yani birisine yazarlık teklif edilmemekle
bir denetim zaten uygulanmış olur.
Bu sıradan, her olağan uygar ilişkide olması gereken bir
davranıştır. Buna öyle devrimcilik, demokratlık, çoğulculuk gibi sıfatlar
vermek bile anlamsızdır.
Ama bu anlayış ve davranış, Türkiye’de hemen hemen hiç
yoktur ve aksi davranışlar bile normal karşılanmaktadır. Bu hem genel kültüre,
hem de solcuların, sosyalistlerin politik kültürüne de sinmiştir.
İşin ilginci, bunları yapanlar da en çok özgürlükçülükten,
demokratlıktan, çoğulculuktan vs. söz edenlerdir.
Bunu tecrübelerle biliyorum. Birçok kez başıma gelmiştir.
Benden yazı veya söyleşi istenmiştir. Yazdıklarım veya söyleşi, benden yazı
isteyenlerin bir eleştirisi olduğu veya onların görüşleriyle uyuşmadığı için
yayınlamamışlardır.
Hâlbuki yapılması gereken, o yazıyı yayınlamak, ama bir
yanlış yaptık, biz bu kişinin başka görüşler söyleyeceğini sanıyorduk diye bir
açıklama veya o yazının eleştirisini de yayınlamak olabilir. Yani dergi
sayfalarında yayınlanır ve fikir fikirle eleştirilir, idari bir kararla
yayınlamayarak “eleştiril”mez. Bir daha da o kişiden yazı veya söyleşi
istenmez. Ama istenmişse, oyunun ortasında kural değiştirilmez.
Tekrar edeyim, bu gibi davranışların devrimcilik,
çoğulculuk, demokratlık gibi böyle kutsal kavramlarla da tanımlanması gerekmez.
Bu normal uygar bir insani ilişkidir. Örneğin, otomatik kapanan kapılar varsa,
arkanızdakine çarpmaması için kapıyı açık tutmanız ve arkanızdakinin kapıyı
tuttuktan veya geçtikten sonra kapıyı bırakmanız ve arkanızdakinin de size
teşekkür etmesi gibi, günlük, sıradan, otomatikleşmiş bir davranış ve
anlayıştır veya olağan uygar şehir hayatında böyle olması gerekir. Ama kimse
kapıyı tutmadığı gibi kapıyı tutar gibi yapanlar da tam geçerken kapıyı salıp
yüzünüze çarpmasına yol açıyorlar ve bunu normal bir davranış olarak
karşılamanızı, “Burasının Türkiye” olduğunu söylüyorlar.
Bu en son Dipnot
dergisinde başıma gelmiş ve bu konuyu belgeleriyle ve uzun bir yazıyla
paylaşmıştım. Ancak bu yazıya gelen kimi yankılar Dipnot’un yayın kurulunun (benim görüşlerimi bilmelerine ve ısrarla
benden yazı istemelerine rağmen) yazıyı yayınlamamasını son derece normal
karşılıyorlardı. Bunlardan biri bana “sen
Avrupa’da mı yaşadın, onlar böyle şeyler beklerler, burası Türkiye” diye
bir eleştiri ile safiyane bir şekilde Dipnot
yayın kurulunun davranışını onayladığını belirtince bunun bilincine varmıştım.
(Bu aynen toplantılarda ve onların tartışma bölümlerinde de sık sık yaşadığım
bir problem.)
Bu kısa açıklamaları yapmamın nedeni anlayışımın veya olması
gereken anlayışın ne olduğunun iyice kavranması, çünkü anlatacağım hikayenin
bundan sonrasının anlaşılması için bu gerekli.
İkinci nokta da şu, Gün Zileli bu arada kendi kişisel
sitesinden ayrı Toplumsal Devrim diye
bir site kurmuş (Adresi: http://www.toplumsaldevrim.com/).
Benden bu sitede yazmamı istedi. Ben de özel olarak yazı yazamayacağımı,
yazılarımı Köxüz’de ve kişisel sayfamda yayınladığımı, isterse oradan alıp
yayınlayabileceğini söyledim. (Zaten, Köxüz sitesinde de sitedeki yazıların
kaynak gösterilerek alınıp yayınlanabileceği yazar.)
Bu vesileyle, Gün Zileli’nin politik tutumuna ilişkin
görüşlerimi de belirteyim. Bunları özel olarak Günün görüşleri bağlamında
sanırım hiç ifade etmedim, ama her zaman her yerde ifade ettiğim görüşlerdir ve
onları mantık sonuçlarına veya Gün’ün görüş ve tavırlarına uygulayanlar otomatik
olarak bu sonuçları zaten çıkarabilirler. (Son zamanlarda Özgür Üniversite’deki
bir iki seminerde birkaç kez sözlü kendisine karşı da kısmen ifade ettim
sanırım.)
Gün bugün kendisini anarşist olarak tanımlamaktadır. (Ancak
kişisel kanım Anarşist bir kabuk içinde hala “Beyaz Aydınlıkçı” olduğudur. Şaka
yollu dediğim gibi: “bir kere Beyaz Aydınlıkçı her zaman Beyaz Aydınlıkçı”)
Gün’ün görüşleri ve açıklamalarına dayanarak, son derece
zengin ve çok farklılıklar içeren geniş anarşist görüşleri mahkum etmek gibi
bir yola girmek istemem. Bir görüşü onun en kaliteli temsilcileri üzerinden
eleştirmek ve eğer o yoksa bu işi de üstlenip eleştirmek gerekir kanımca.
Gün’ün yazı ve konuşmalarına bakınca aslında son derece
basit bir açıklama şemasına ve her derde deva ebegümecine sahip olduğu görülür.
Eskiden sosyalistler, her sorunu, “temel neden ekonomiktir”, “temel neden
sınıfsaldır” diyerek, her kapıyı açan bir maymuncuk veya her derde deva bir
ebegümeci ile açıklarlardı. Gün’de de bu artık anarşizme uygun bir forma
bürünmüş bulunuyor.
Aynı temel metodolojik yanlış yerli yerinde duruyor, sadece
o yanlıştaki “rakamlar” değişmiş bulunuyor. Ekonomi veya sınıfların yerini bu
sefer otorite veya hiyerarşi ebegümeci/maymuncuğu almış bulunuyor.
Ancak bu o kadar masum bir pozisyon değildir. Bu,
Türkiye’deki somut toplumsal mücadeleler içinde, can alıcı sorunlardan uzak
durma, dolayısıyla fiilen tarafsızlık veya uzaklıkla zımnen egemenlerin yanında
yer alma; ama aynı zamanda, politik terminolojiyle Radikalliği de elden
bırakmamanın bir yoludur. Son yıllarda, özellikle orta sınıf gençler arasında,
TKP’den Anarşistlere kadar çok keskin ve de devrimci namlı akımların epey
popüler olmasının ardında bu vardır.
Anarşizm (Aynı işlevi, Komünizm, Leninizm, Troçkizm de
görüyor yerine göre), ona demokratik bir politikadan ve mücadeleden uzak durup
fiilen o mücadele eden güçler karşısında tarafsızlığı ile egemen ve güçlü
olanın politikasına fiili bir destek verme olanağı sunmaktadır.
Gün’ün politik pozisyonu da aşağı yukarı böyledir. Örneğin
Kürt sorunu mu? “Zaten PKK’da hiyerarşik ve anti demokratiktir”, “benim
milliyetim yok, ben milletlere ve milliyetçiliğe karşıyım” diyerek; bu günlük
politikanın “bataklıklarına” ve “pisliklerine” bulaşmayarak, İstanbul gibi “bin
kocadan arta kalan”, politik bekaretini sürdürmektedir yıllardır.
Benzer işlevi Marksistlerde “Sınıf” veya “anti emperyalizm”
vs. görmektedir.
Anarşistlerin değil ama Marksistlerin şahsında bu pozisyonun
fiilen ulusalcılıkla sonuçlandığını defalarca yazıp eleştirmişimdir. Hatta
Marksist ve sosyalistlere “Marksistliği., sosyalistliği bırakın, biraz demokrat
olun o zaman daha iyi ve çok Marksist olursunuz” derim veya “Türkiye’de sosyalist
çokluğu ile demokrat yokluğu arasında bir bağ olduğundan” söz ederim.
Ancak son yıllarda, şöyle bir değişim oldu, AKP’nin iktidara
gelmesi ve Kürt Özgürlük hareketinin bir güç olarak kurumlarıyla ortaya
çıkmasıyla birlikte, eskiden Kürt özgürlük hareketine uzak duran şehir orta
sınıfları ona yakınlaşma eğilimleri göstermeye başladı. Kürt özgürlük hareketi
de yalıtılmışlığı içinde ittifaklara ihtiyaç duyduğundan ve şimdilerde çok kötü
bir durumda bulunduğundan bu yakınlaşma çabalarına duyarsız kalmadı ve
kalmıyor. Böylece belli bir değişim ortaya çıktı.
Bu toplumsal değişim, yer ve yön değiştirme, bizzat Gün’ün
yazılarında da yansımasını bulmaya başladı. Daha günlük politikaya yönelik
yazılar yazmaya, bin kocadan arta kalan bekaretini yitirmeye başladı. Ancak
günlük politika alanına girdikçe, onun ardındaki ulusalcı bir duruşla
sonuçlanan öz daha açık ve seçik olarak da ortaya çıkıyordu.
İşte şimdi daha iyi seziliyor ki, bu Toplumsal Devrim sitesi, bir bakıma bu eğilimin bir adım daha ileri
gidişiymiş bir bakıma. Bunu sitenin havasına bakınca fark ettim.0
İşin doğrusu bazı okuyucular beni, bu ulusalcıların ve eski
Aydınlıkçıların arasında ne arıyorsun diye eleştirdilerse de, benim yazılarımın
içeriği o sitenin mesajıyla ve benim
için en karşı saflara bile görüşlerimi iletmek ve oralardaki insanların
kafasına bir iki soru takmak her zaman çok önemli olduğundan sorun etmedim.
Oyunu kuralları içinde oynadıkları takdirde, onlar kendi
ulusalcı mesajlarını yaymak için belki adımdan ve okuyucularımdan
yararlanacaklar ama ben de aynı şekilde sitenin mesajına karşı mesajlarımı ve
görüşlerimi daha geniş kesimlere iletme imkanı bulacaktım.
Yani, benim için izolasyondan kurtulmak, yazılarımı
olabildiğince geniş bir okuyucu kitlesine ulaştırmak temel sorunlardan biri
olduğundan, sitede adımın anılması, bunun bir kefaretiydi. Yazılarımın içeriklerinin
sevabı ulusalcı bir tonu olan bir sitede
de yayınlanmanın günahını fazlasıyla götürürdü[2].
Eh site bildirisinde “Özgürlük
ve Devrim” için başlığı altında “Toplumsal
devrimin iki önemli bileşeni, devrimde ve özgürlükte ısrar eden Anarşistler ve
Marksistlerdir. Özgürlüksüz bir devrim, aynı zamanda devrimin ölümü demektir.
Toplumsal devrimsiz bir özgürlük ise bir aldatmacadan öteye gidemez.
Anarşistlerle Marksistlerin devrim ve özgürlük için bir araya gelerek toplumsal
devrimci bir odak oluşturmaları zorunluluktur ve aynı zamanda bu ilginç bir
deney olacaktır.” Türünden bol bol özgürlük sözleri edip vaatlerinde
bulunduğuna göre, en azından yazılarımı sansür etmeyeceklerini umabilirdim.
Gerçi bu yazının başında da belirttiğim gibi kim en çok özgürlük ve demokrasi
sözü ediyorsa ondan daha çok kuşkulanmak gibi bir alışkanlığım vardır ama,
burjuva hukukunda bile kesin delil ve tarafsız bir mahkemenin kararı olmadıkça
herkes masum sayılacağından, kuşkuyu kafamın arkasında taşısam bile bu benim
davranışlarımı etkilemezdi ve etkilememeliydi.
Gerçi daha ilk adımda, bu yazıdan sonra birkaç yazı daha
yazmama rağmen[3] bu yazılarım siteye
alınmamıştı ama, olabilir gözden kaçmıştır, teknik bir aksaklık olmuştur
gibilerden, fazla da sorun etmedim.
İşte bu arka plana dayanarak, Gün’e “Sarkis’in yazısını o sitede” yayınlamasını öneriyordum.
Yani Bir bakıma, Gün’e ve siteye gerçekten demokrat ve
ulusalcı olmayan bir mesaj için bir imkan sunuyor bir fırsat vermek istiyordum.
Gün Zileli’nin cevabı şu oldu:
“Demir, yazıyı okudum. Senin de belirttiğin gibi
milliyetçi bir perspektifle yazılmış. Hem de çok, fazlasıyla. Yani ermeniler
tamamen masum, azeriler de faşist. Bu yazım tarzı bana, 1915 ermeni katliamını
yapan türk tarafının savunmalarını hatırlattı. Bu tür milliyetçi boğzlaşmalarda
taraf tutmayı doğru bulmuyorum. Milliyetçi olsa bile bana objektif olduğu
konusunda biraz güven verseydi yine basılmasını savunurdum yazının ama bu
haliyle olmaz. Basılmasını doğru bulmuyorum kısacası. sevgiler.”
Doğrusu cevap beni şaşırtmadı. Ben de kendisine şu cevabı
yazdım.
“Selam Gün,
Ben eskiden beri Ergenekon derim ve aslında bir çok kişi de yıllardır Ergenekon
der. Bu öyle uydurma bir isim değil bildiğim kadarıyla. Ben bunu yetmişli
yıllardan beri duyar ve bilirim ve zaman zaman da kullanırım. Onun şimdi
içeriğinin boşalmış olması gerçeği değiştirmez. Her neyse, kelimelere fazla
takmamalı. Devrimciler bundan AKP’nin içeri tıktıklarıya sınırlı bir kesimi
anlamıyorlar. Ben de esas olarak onlara yönelik yazıyorum.
Sarkis’in yazısına
gelince.
Sarkis’in yazısı bence Azerilere karşı nefret aşılayan bir
yazı değil, Azeri ve Türk faşistlerini eleştiren bir yazı.
Bunu yayınlamamanı
garip bulduğumu belirtmeliyim. “Türk”ler olarak bize böyle bir yazıyı
yayınlamak düşer kanımca. Aynen Garbis’in yazısı gibi. Ona da katılmıyorsun ama
yayınlıyorsun mesela.
Eleştirini de ayrıca
koyarsın. Ya da yazının önüne koyabilirsin.
İdari bir tedbirle
yayınlamamak benim için pek anlaşılabilir değil. Hele ki, olaya bambaşka bir
bakış açısı da getiren bir yazı olarak.
Yazar benim için de
milliyetçi ama Türk milliyetçilerinin bütün yazıları ortalığı doldurmuş ve
onlar Ermenileri toptan suçlarken, bir Ermeni’nin Türk ve Azeri düşmanlığı
yapmayan ve olayı başka türlü anlatan bir yazısı en azından bu eşitsizliği bir
parça dengeleyebilmek için yayınlanmalı kanımca. Neyse önemli değil. Ama ben
böyle Sosyalist gerekçelerle biz Türklerin (bana Türk olmadığını Milliyetinin
olmadığını söyleme. Bu devletin vatandaşı isen, bu devlete vergi veriyorsan,
kararlarını tanıyor ve uyguluyorsan, kanunlara uygun yaşıyorsan Türksündür.
Daha ayrıntılısı Marksizmin Marksist Eleştirisi’nin Sosyalizmin Milliyetçilikle
İmtihanı adlı bölümünde) böyle bir yazıyı yayınlamamasını şahsen daha tehlikeli
bir milliyetçilik olarak gördüğümü söylemeliyim.
Bu durumda başka bir yol önereyim yazının
yayınlanması için.
Sen benden yazı
istemiş ve bir yazımı sanırım aktarmıştın. Bu yazıyı Köxüz’ün notuyla birlikte
benim adıma yayınla istersen.
Eğer yayınlamazsan ben
de bunu benden gelen yazıları da elekten geçireceğin olarak algılayacağım.
Kendine iyi bak
Selamlar
Demir”
Gün’den Arkadaşlarına danışacağına dair bir cevap geldi
önce:
“Arkadaşlara danışıp
sana yeniden döneceğim Demir. Garbis'in yazısına yaptığımız gibi biz de kendi
özel notumuzu koyup yayımlayabilirim. Bu arada, ben türk vatandaşı değilim,
vergi de vermiyorum:)”
Daha sonra hemen ardından arkadaşlarıyla yazışmasını da
aktardı:
“Arkadaşlar, demir aşağıdaki yazıyı yayımlamamızda ısrar
ediyor. ben önce reddettim, yazarın ermeni milliyetçisi olduğu gerekçesiyle. siz
ne dersiniz. yazışmayı dikkatle okuyun da.”
Gelen cevaplar da şöyleydi:
Birinci Cevap:
“yayınlamayalım derim.
bu yazı
yayınlandığında, karşılığında bir türk ırkçısının da aynı milliyetçilikle
yazılmış yazısını da yayınlamak zorunda kalırız. demir küçükaydın, bu yazıdan
cevap hakkı doğacağını ya da türklerin milliyetçilik konusunda ne gibi
argümanlarla cevap verebileceğini unutmuş sanırım.
bunun sonucunda site,
her türlü farklı milletin birbirine "ırkçı-faşist" dediği bir sürü
yazıyla dolar. ve tabii bu yazılarda katliam savunuculuğu da yer alır.
milliyetçilerin
birbirine hakaret ettiği bir dizi yazı yayınlamak durumunda bırakılmak,
yayınlamadığında da milliyetçilikle suçlanmak da işin diğer boyutu.
ben kendimi türklük
üzerinden tanımlamıyorum, kendini türk olarak tanımlayıp (sanki bunun seçme
şansı varmış gibi) bir de bundan "utanç duymayı" ve bunu dayatmayı da
anlamıyorum.”
İkinci Cevap:
“Bence Köxsüz'ün notu
ve bizim de ekleyeceğimiz bir notla yayımlayalım.”
Üçüncü cevap hakkında ise önce şu maildeki bilgiler vardı:
“bu arkadaş yazıyı
henüz okumamış ama yazdığını sana da yolluyorum.
Sarkis Hatspanian'ın
yazısını henüz okumadım, birazdan bakacağım. Ama senin ve Demir Küçükaydın'ın
yazışmalarındaki tartışmaya dair benim tutumum şu:
Türk milliyetçisi
görüşlerin ortalığı kaplaması ve buna denge oluşturacak bir Ermeni milliyetçisi
görüşün yer bulmasına aracı olmak gibi bir durumumuz olmamalı. Biz kavga eden
milliyetçiliklerin tahterevallisi değiliz kanımca.
Eğer Hatspanian'ın
görüşleri ile Türk milliyetçilerininkiler arasında bir kıyas yapmak isteyen
olursa, oturup bu milliyetçilikleri analiz eden bir yazı hazırlayabilir. Ama
biz milliyetçiliklerin birbirine yanıt vermesine aracı olmayalım. Ayrıca da
bunun sonu gelmez.
Ergenekon tartışmasına
gelince, NATO'nun Türkiye'deki kontrgerilla yapılanması için kullanılan
isimlerden birinin de bu olduğu bilinen bir şey. Bugün yargılaması yapılan
Ergenekon'un ne olduğunu, nasıl tarif edildiğini, özel yetkili savcılığın
iddianamesinden anlamak lazım.
Kontrgerilla, devletin
kendisidir. Derin devlet falan diye ayrım yapmak da anlamsız. Hatta Ergenekon
kapsamında yargılanan bir generalin (Orgeneral Kemal Yavuz) dün davada
söylediği ve bugünkü gazetelerde yer alan sözleri de tam böyle. Aynı şeyi,
Ayhan Çarkın da söylemişti. Kendisiyle cezaevinde görüşen milletvekili (Hüseyin
Aygün), "infazları yapan Susurluk mu, Ergenekon mu vs." gibi bir şey
sormuştu Çarkın'a. Onun da yanıtı şuydu: "Hayır devlet. Milli Güvenlik
Kurulu talimatıyla Emniyet Genel Müdürlüğü."
Yani özel bir örgüt
aramanın lüzumu yok. O özel örgüt, devlet.
Bunu söylemek için bu
katiller sürüsünden alıntı yapmaya elbette lüzum yok ama parçası oldukları
yapıyı, gayet net tarif ediyorlar.
Gelelim bugün
yargılanan Ergenekon'un özel yetkili savcılık iddianamelerinde nasıl tarif
edildiğine: "Devletin içine sızmış çeteler."
Devlet iyi ve temiz
ama işte o namussuz çeteler yok mu? İşte artık o çeteler de tasfiye edildi ve
"Türkiye'nin bağırsakları temizlendi!"
Tabii Hrant Dink'in
katlinin yanıtına yetmiyor, bu özel yetkili kurgu.
Ayrıca da Ergenekon
diye içeride tutulan isimlerin epeyce bir kısmının da devlet ile bir suç
ortaklığı olmadığı kanaatindeyim. Her şeyin birbirine karıştırılıp, suyun
bulandırıldığı ve bugünün iktidarının ihtiyacına cevap verecek şekilde dizayn
edildiği bu Ergenekon meselesinde aynı dili kullanmama taraftarıyım. Benim
kanaatimce devlete bir kod isim vermeye lüzum yok. Tapu kadastro idaresi ile
emniyet müdürlüğünü birbirinden ayırt edecek bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç
duyuyorsak, "kontrgerilla" neyimize yetmiyor. Ben bu kanıdayım.
Sevgiler”
Burada ifade edilen görüşlerden de anlaşılacağı gibi, bu
kişinin de cevabı yayınlamama yönünde olmuş ki Gün’de son kararı bildiren mail
geldi:
“Demir, arkadaşların
da fikrini sordum. Çoğunluk benim gibi düşünüyor, milliyetçi dalaşmalarda taraf
olunamayacağı kanaatindeyiz. Garbis'in yazısını yayımlamakla bu aynı şey değil.
Garbis senin yazına karşı bir yazı yazdı ve sonuç olarak bu fikri bir
tartışmadır. Sarkis'in yazısı ise fikri bir tartışmanın ötesinde tamamen
milliyetçi güdülerle yazılmış bir yazıdır. Bunu yayımlarsak buna cevaben gelen
bir ermeni düşmanı faşistin yazısını da yayımlamak zorunda kalırız ki bunu hiç
ama hiç istemeyiz. Ama sen aynı konuda bir yazı yazıp yollarsan seve seve
basarız, diyelim ki katılmasak bile. (kaldı ki neden katılmayalım). Sevgiler.
Gün”
Ben de Gün’e şu cevabı verdim:
“Selam Gün,
Ben bunu benim yazım
gibi yayınlamanı önermiştim. Yani benim yazımı sansür etmiş oldun. Bundan sonra
o sitede yazmam söz konusu olamaz. Lütfen bundan sonra yazılarımı orada
yayınlama. Sen yine köxüz'de yazmaya devam edebilirsin. Köxüz birisini yazar
seçti mi, onun yazılarına karışmıyor.
Benim bakış açımdan
sen ve o arkadaşlar da milliyetçi. Hem de gerici milliyetçi. Çünkü
milliyetçilik tanımlarınız tam da gerici milliyetçilerin milliyetçilik
tanımlarıyla aynı.
Ne sen ne de
danıştığın arkadaşlar yıllardır yazdıklarımı okumamışsınız belli ki.
Aşağıda Sarkis için
yazdıklarımın sizler için de geçerli olduğunu düşünüyorum.
Kendine iyi bak
Demir”
Burada Sarkis’in kendisine milliyetçi denmesine şaşırması
vesilesiyle yazdığım ve yazının başında aktardığım yazıyı da ekledim.
Gün bana bunun üzerine şu cevabı verdi:
“Demir,
Tutumunu doğru bilmiyorum. Sen bize yazıyı
benim yazım diye yollamadın. Köxuz'ün notuyla birlikte Sarkis'in yazısı diye
yolladın. Ulusal konuda milliyetçi bir savunu olmasının ötesinde bu yazı,
Hocalı katliamında rol oynamış milislerde görevli alan birisinin yazısıdır ve
bu bakımdan savunusunun hiçbir değeri ve ikna edici yanı yoktur. Kısacası,
Sarkis'in yazısını basmakla, Topal Osman'ın yazısını basmak arasında özünde bir
fark yoktur. Yazmama kararına saygı duyuyorum ama yanlış da buluyorum.
Sütunlarımız sana her zaman açıktır. sevgilerimle.
Gün”
Ben buna önerimi tekrar alıntılayarak cevap verdim:
“Gün,
Aşağıda alıntı olarak
önerim bulunuyor. Yani benim adıma, benim yazım olarak, ama bütünüyle alıntıdan
ibaret bir yazı olarak yayınlanmasını öneriyordum.
Sanırım bu kısmı da
okumamışsın.
Kendine iyi bak”
Bunun üzerine Gün’den şu cevap geldi:
“Demir, sadece şu
koşulla yayımlayabiliriz. sen (koxuz'ün notunu falan bırak bir yana) bu konuda
bir yazı yazarsın. Sarkis'ten de alıntılar yaparsın, o zaman olur.
Katılmadığımız noktalar varsa belirterek yayımlarız. aynen Garbis'in yazısına
yaptığımız gibi. madem o kadar gönüllüsün, üşenme de bir yazı yaz bu konuda.
sevgiler. Gün”
Ben de şu cevabı verdim:
“Gün,
Ben yayınlanmaması
için yazmamıştım onu. Biliyorum artık yayınlamayacağınızı. Sadece hatırlatmak
içindi. Ama şimdi yazdığın benim yazımın içeriğini belirleme gibi bir anlama
geliyor ki, artık bu kadarına pes.
Demir”
Buna Gün’ün cevabı şuydu:
“yok canım, senin
yazının içeriğini nasıl belirleyebilirim ki. sadece bu konuda bir yazı yazmanı
önerdim. hiç olumlu bir sonuca varmak gibi bir niyetin yok, ben öyle anlıyorum.
Politik manevra yapıyorsun gibime geliyor. yapma bunu, bırak bu eski
alışkanlıkları. yazını bekliyoruz”
Ben de Bunun üzerine şu cevabı verip aşağıdaki öneriyi
yaptım:
“Ben yazım olarak, köxüz'ün sunuşuyla
birlikte Hatspanian'ın yazısını yolladım yani. Yani yazımın içeriğini böyle
belirledim. Bu çok açık. Sen bana hayır öyle değil otur ayrı yaz dersen yazımın
içeriğini belirlemiş olursun Gün. Bunu sen benden daha iyi bilirsin.
İkincisi, politik
manevra gibi bir sorunum yok. Aksine ben en azından başkalarından da köxüz'deki
serbestliği beklemiştim: köxüz'de biri yazar olarak seçilince, onun ne yazacağına
hiç bir şekilde karışılmazdı ve karışılmaz. Ben o siteyi de böyle sanmıştım.
Yanılmışım.
Neyse, bu ayrı ama bu
vesileyle ben bunca malzeme birikmişken, bu olayda milliyetçilik ve yapılanın
nasıl bir milliyetçilik olduğuna ilişkin bir yazı yazmak ve milliyetçilik
üzerine bir tartışma başlatmayı düşünüyorum. Ama senin ve danıştığın
arkadaşların cevapları özel bir yazışma olduğu için, ve onları da malzeme
olarak kullanmak istediğim için, bunları yazımda kaynak olarak kullanma izni
istiyorum.
Yani benim isteklerim,
sizin itirazlarınız vs. hepsini kamuoyu da bilecek tabii yazının akışı içinde.
Hatta önce bütün bu yazışmaları belge olarak koyup sonra da bunların analizini
yapmak istiyorum.
Hasılı sizin
itirazlarınız ve yazıya ilişkin yorumlarınız, benim yazdıklarım, Sarkis'in
yazısı, Facebook'teki Haspatiyanla tartışmalar vs. hepsi üzerinden bir yazı
yazmayı düşünüyorum.
Bunu elbette fiktiv
kişilerle de yapabilirim. bu kişi ve yazılanlar tamamen hayal mahsuludür diye
de bir not da ekleyebilirim. Benim için kişilerin önemi yok, fikirler önemli.
Ama sizlerin fikirlerinizin arkasında olduğunuzu düşünerek ve eğer gerçeğe
uymayan bir şey varsa itiraz hakkınız da olması ve gereğinde daha rahat itiraz
edebilmeniz için bu öneriyi yapıyorum.
Yani eğer izin
verirseniz, daha açık olur. Böylece sizlere olan eleştirilerimi kamuoyu ile
paylaşmış olurum. Ve sizin görüşlerinizi temel alarak sosyalistlerdeki
milliyetçiliği eleştiririm. Tabii sizler de isterseniz ayrı yazılar yazarsınız.
Böylece verimli bir tartışma da başlatılabilir.
Tabii sağlığım ve
zamanım elverirse.
Cevabını bekliyorum.
Demir”
Bunun üzerine Gün’den izin veren şu cevap geldi:
“tabii ki seviniriz.
istediğin gibi değerlendirebilirsin yazılanları da. yazını basarız. selamlar.”
*
Okuyucuya bu yazışmaları aktardıktan sonra, bu yazışmalarda
dile gelen görüşlerdeki milliyetçiliği, önermeleri tek tek analiz etmeyi
düşünüyordum başlangıçta. Ama bu konuda o kadar çok yazdım ve öylesine geniş
bir literatür vardır ki, içimden gelmiyordu. Kaldı ki milliyetçilere
milliyetçiliğin ne olduğunu göstermenin ne kadar zor olduğunu iyi
bilenlerdenim. Türklerin en ırkçı sözlere bile bizde ırkçılık yoktur diyerek
başlamaları; ibzzat yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, sosyalistlerin en milliyetçi tavırları
milliyetçiliğe karşı sözler ve gerekçelerle yapmaları o kadar çok ki, insan
çaresizlik içinde kalıyor.
Bu nedenle, somut bir örnek üzerinden gideyim bu belki çok
daha açıklayıcı olur.
Benim Hamburg’ta Ermeni bir arkadaşım vardı. O da bana bir
eleştiri yolladı. Ama bu sefer bir milliyetçi olmakla suçlanan bendim. Hem de
Türk milliyetçilerinin hiç de sorun görmediği noktadan beni milliyetçi olmakla
eleştiriyordu.
Aşağıda onun bu eleştirisini ve benim ona cevabımı aktarıyorum.
Bu örnek, kanımca bizlere işlemiş gerici milliyetçiliği kavramayı çok daha iyi
sağlayabilir belki.
Arkadaşımın bana eleştirisi şuydu:
“Demir merhaba,
(…) Sarkis’in yazısıyla ilgili notu okudum. Neden
onun milliyetçi olduğunu ille oraya yazmaya bir ihtiyaç duyduğunu anlamadım.
Köxüz'de yayımlanan diğer yazarlarla ilgili de mi milliyetçi mi değil mi diye
araştırıyorsun? Veya Sarkis’in dışında hiç bir "milliyetçi" yazar
bulunmuyor mu Köxüz sitesinde? Yani bir milliyetçi Ermeni’ye özel mir muamele
mi var?
Aslında bir not yazman
iyi ve yazdıkların da çok doğru. Sadece o "milliyetçidir ama neyse iyi
biri..." hiç yazmasaydın daha iyi olurdu. Tamam, Sarkis'de ulusal duygu
var. Kabul edelim. Ama kimde yok ki? Sen de biraz Etyen gibi bir
"milliyetçi" - "milliyetçi değil" ayrımı yapıyorsun. Hoşuna
gitmez bu benzetme ama bana böyle geliyor. Etyen de beğenmediği herkesi
"milliyetçi"likle suçluyor. Belki de korkuyor ki Türkler onu
"milliyetçi" Ermeni olarak görürler.
Hocalı üzerine de şunu
görmek lazım: Türkiye'de herkes hemfikir. Agos'tan, Eyten'den, Liberallerden,
Solcusu, Sağcısı herkes diyor ki Hocalı da Ermeniler Azerileri katletti! Hiç
biri kalkıp da senin notunda yazdığın gibi cesaret edip de der mi "yahu
hele bir araştıralım bakalim 20 yıl önce orada neler olmuş, ne gibi kanıt var
vs.." Hiç biri bir şey bilmediği halde "Hocalı Katliamı" (diye) bağrıyor.
Ermeni de, çünkü nasıl desin ki orada "katliam olmadı". Mümkün değil!
Hrant'ın durumundan daha da kötüsüne düşer.
Liberal-Solcu kesim de
"Hocalı da Katliam olmadı" der mi? Veya bir sorgu işareti en azından
koyar mı? Hayır! Nasıl da Ermeni soykırım dersiniz de Hocalı da katliam oldu mu
olmadı mı sorarsınız! Yani durum Türkiye’de böyle.
Dışarda da aynı.
Almanya'da hangi Türk (demokrat-solcu) 20 yıl önce neler olduğunu biliyor?
Bilmeyenin de "Katliam oldu" demesi garip değil mi? Nasıl Ermeni
soykırımı üzerine hiç bilgileri olmadığı halde "soykırım oldu"
diyorlar ya Hocalı’da da aynısı. Nedeni de açık.
Sen duydun veya okudum
mu Revanduz (Kürdistan'da bir şehir) da 1916 de Ermeniler 5000 Kürt’ü
katletmiş? O zaman şehri Rus birlikleri ele geçirmiş ve onunla birlikte Ermeniler
de gelmiş ve 5000 Kürdü vahşice katletmiş! Bunu Naci Kutlay yazıyor. Sen
inanıyor musun? Yani Halapçe boyutunda bir katliam işlemişler Ermeniler
Revanduz’da. 500 değil 5000 kadın, çoluk çocuk Ermeniler vadiye atmış! İnanıyor
musun?”
Bu eleştiriye yazdığım cevap da şuydu.
“Merhaba …,
(…) Eleştirine
gelince, soyut olarak haklısın derim. Ama somut olarak öyle değil.
Köxüz'ün yazarlarının
da milliyetçi olduğunu, Türklerin sosyalistlerinin de milliyetçi olduğunu, keza
Marks’ların falan da milliyetçi olduğunu yazdığım için sık sık, eğer öyle bir
not düşmeden yayınlarsam benim Sarkis'in yazısını sosyalist bir yazı olarak
yayınladığımı düşüneceklerinden (çünkü bu eleştiriyle çok sık karşılaşıyorum)
öyle bir not koydum. Köxüz’deki diğer yazıları da milliyetçi olmalarına rağmen
yayınladığımı da belirttiğim için (bunu bir çok kereler yazdım) pek fazla
düşünmeden koydum. Ayrıca Sarkis'in milliyetçiliği (Ki o buna yurtseverlik
diyor ve ben bunları ayırmıyorum. Bunu da kitabımda yazmıştım) kötü görmediğini
bildiğim için bir sorun görmedim.
Ama yine de, Sarkis'in Ermeni olması dolayısıyla daha da hassas
davranıp böyle bir not koymamam gerekirdi sanırım. Yani bir pozitif ayrımcılık
yapmam gerekirdi. Bu anlamda, pozitif bir ayrımcılık yapmadığım ve bunun yanlış
olduğu anlamında, eleştirini kabul ediyorum.
Öte yandan ben
milliyetçi derken, yazıyı okuduysan göreceğin gibi, çok farklı şey
kastediyorum: Ulusal olanla politik olanın çakışmasını savunmaktır
milliyetçilik benim dilimde. Bunu da bu anlamda son yıllarda kullanmaya
alıştığımdan biraz da bunun verdiği rahatlıkla yazmış da olabilir ve böyle
hassasiyet göstermemiş olabilirim.
Aslında ben Hocalı
hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Türklerin ne dediğini de bilmiyordum. Hatta
son günlere kadar adını bile duymamıştım. İlk kez konuyu Sarkis'in yazısından
öğrendim. Konu hakkında hiç bir şey bilmememe rağmen, kimsenin o yazıyı
yayınlamayacağını tahmin ettiğimden, Sarkis'in anlattıklarını temel alarak bir
tartışma başlatmayı denedim.
Ben daha önce de eski
Köxüz sitesinde, Sarkis'in hapisteyken yazdığı yazıları yayınladım. Daha sonra
-elimde delil yok ama şahsi kanaatim budur - site sanırım, bu yazılar
nedeniyle, özellikle de muhtemelen Ekmekciyanla ilgili yazı nedeniyle
Türkiye'de yasaklandı ve girilemiyor. Bu nedenle de sitenin adresini org'tan net'e
aktardık. Yine Sarkis'in yazısı nedeniyle bu sitenin de yine yasaklanacağını
düşünüyorum. Bu ara sanırım saldırılar da oluyor.
Sarkis'in yazısının
içeriği hakkında bir şey söyleyecek bir kesin bilgim de olmadığından (Şahsi
kanaatim Sarkis'in anlattıklarının büyük ölçüde ve esas olarak doğru olduğudur,
ama bu benim kanaatim, gerçekten konuyu bilmiyorum.) ama öte yandan bu yazının
yayınlanması gerektiğini düşündüğümden o notu koydum. Yoksa ben de biliyorum
kimsenin fikrinin değişmeyeceğini. Ve emin ol sağlık ve bürokrasi sorunlarından
hala vakit bulup da konuyu inceleyebilmiş değilim.
Öte yandan o notu
koyarak, konuyu tartışmaya açmanın daha kolay olacağını da düşündüm. Yani
birileri yalan yanlış cevap bile verseydi, konunun tartışılmasının kendisi
başlı başına bir ilerleme olurdu. Yani bir bakıma ileri sıçrayabilmek için bir
gerileme, hız alma, cepheyi genişletme taktiğinin bir parçası olarak da
algılamanı ve bu kaygımın asıl belirleyici olduğunu, bu kaygımın bir bakıma
pozitif ayrımcılık yapmamı gölgelediğini görmeni dilerim.
Bu yönde girişimim de
oldu. Ama başaramadım. Ama bu başarısızlığı konu ederek yine de konuyu tekrar
gündeme alma çabasına devam etmeyi düşünüyorum zamanım ve imkanım olursa.
Özetle şöyle. Gün Zileli,
bir site açmıştı ve benden yazı istemişti. Ben de yazı yazamayacağımı ama
yazılarımı alıp yayınlayabileceğimi söylemiştim. Bir yazımı da yayınlamıştı. Gün
kendine anarşist diyen bir Türk milliyetçisi bence. Gün'e Sarkis'in yazısını
yayınlamasını önerdim: Milliyetçi diye kabul etmedi. O Zaman benim yazım olarak
yayınla dedim yine kabul etmedi ve ben de onlara artık sitelerinde
yazmayacağımı söyledim. Ama bütün bunları, yani Sarkis'in eleştirisi ve cevabım
ile Gün ile yazışmaları ele alan bir yazı yazıp Türkiye'nin sol ortamını bu
tartışmanın içine çekmeyi ve bu vesileyle Sarkis'in yazısını da tekrar gündeme
getirmeyi düşünüyorum. Hem de bu vesileyle Türk solcularının milliyetçiliğiyle
mücadeleyi.
(…)
Sen de, benim egemen
ve hastalıklı ulustan bir insan olarak, onun içinde insanları bir tartışmaya
çekebilmek için yaptıklarımı naiflik olarak görme lütfen. Aksi takdirde herkes
kendi içinde ve dünyasında kalır.
Kendine iyi bak.
(…)
Selam ve sevgiler
Demir”
İşte aşağıdaki eklerde ve yukarıdaki satırlarda yapmaya
çalıştığım budur.
21 Nisan 2012 Cumartesi
Demir Küçükaydın
*
Ekler:
Ek 1:
26-27 şubat 1992: «Hocalı Katliamı» Yalanının Anatomisi !
Sarkis Hatspanian
”Ne kadar yalansız yaşarsak o
kadar iyi !” Can Yücel
1918’den beri Azerilerle Ermeniler arasında varolan
anlaşmazlığı silahlı mukavemete vardıran ilk adım, 12 şubat.1988’de Dağlık
Karabağ Özerk Bölgesi Sovyet Parlamentosu’nun, Sovyet Sosyalist Ermenistan
Cumhuriyeti Parlamentosu’na yaptığı «BİRLEŞME» isteğinin birkaç gün sonra
dönemin politik merkezi Sovyet Prezidyumu’na Moskova’da yapılan resmi
başvuruyla atıldı denilebilir.
1923’ten beri Sovyet Sosyalist Azerbaycan Cumhuriyeti’ne
bağlı, fakat o yıllarda toplumunun % 95’i, 1989 nüfus sayımındaysa % 75’ine
yakını etnik Ermeni olan Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi politik yönetimi, bu
başvuruyla «ulusların kendi kaderini özgürce kendileri tayin etme hakkından»
yararlanarak, artık Azerbaycan’a bağlı olarak yaşamak istemediğini resmen
belirtmiş oluyordu. SSCB’nin çöküşünü hızlandıran en güçlü hak ve halk
hareketinin yaratılmasıyla tarihe imzasını atan Karabağ Ermeniliği, bu sancılı
ulusal soruna Sovyet anayasasına harfi harfine uyan hukuki-politik bir çözüm
aramaktayken, 20.şubat.1988 günü başkent Stepanakert’te yapılan ve neredeyse
halkının tüm katmanlarının görülmemiş katılımıyla gerçekleştirilen yığınsal
mitinge cevap olarak Azerbaycan’ın ırkçı-faşistleri 27.şubat.1988 günü Hazar
denizi kıyısındaki endüstriyel Sumgait şehrinde yaşayan Ermenileri hedef alan
kanlı saldırılarda bulunarak, Sovyet yönetiminin suçlu sessizliğinden
yararlanarak üç gün süren bir pogromla cevap vermeyi yeğlemişlerdi. Hak arama
amaçlı pasiv bir mitingine cevaben vuku bulan Sumgait katliamında onlarca Ermeni
insanı vahşice öldürüldü, 600’e yakın insan ağır yaralandı, yüzlerce kadın
tecavüze uğradı.
Sumgait katliamının akabinde, Sovyet Azerbaycanı’nın değişik
şehirlerinde yaşayan Ermenilere karşı aynı türde kanlı saldırılarda bulunulması
sonrası (bunlardan en önemlileri başkent Bakü ve ikinci büyük şehir
Kirovabat’da yapılanlardır), 1989 ve 1990 yıllarında yaklaşık yarım milyon
Ermeni, mal ve can güvenliği bulunmadığından Ermenistan’a göç etmek zorunda
bırakılmıştı. Ancak Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’nde yaşayan Ermeniler
binyıllardır üzerinde yaşadıkları atatopraklarından uzaklaşmayı kabul
etmediklerinden, Bakü tarafından düzenlenen ve giderek daha da vahşi boyutlara
vardırılan baltalı-bıçaklı barbarca saldırılarına karşı halkın mal ve can
güvenliğini, yani insanca yaşam hakkını savunma amacıyla artık bir direniş
hareketinin örgütlenmesi ihtiyacını karşılama çabasına girişmişti.
1990 ilkbaharında temelli olarak yerleştiğim Sovyet
Ermenistanı’nda komşu Sovyet Azerbaycanı’nda yaşam güvenliği bulunmadığından zorla
yerinden-yurdundan edilmiş yüzbinlerce Ermeni göçmenin acısıyla yüz yüze gelip,
sülalemin Der-Zor artığı yaşlılarının 1915 ile ilgili anlattıklarını kendi
gözlerimle görme bahtsızlığını da yaşamıştım. 1988 aralığında yaşanan deprem
felaketinin ardından, şimdi de hemen hergün Dağlık Karabağ’ın şu veya bu Ermeni
köyünde, 24 saat sürekli baskı ve korku altında yaşamaktansa, insanca özgür bir
yaşamı yeğlemek dışında başka da hiç bir suçu olmayan 150 binden fazla masum
insana karşı yapılan taşlı, baltalı, kılıçlı saldırılarda kaydedilen kayıplara
maruz kalmayı sineye çekerek, ortaçağ barbarlığını aratmayan facianın neredeyse
günlük bir yaşam tarzına dönüşmesine DUR demek için hem Ermenistan, hem de
Karabağ’daki Ermeniliğin «1915:Bir daha asla» ortak hafızasının yeniden
canlanması ve ulusal bir uyanışın şafağını hatırlatan o günlerde, biri birinin
ardından, kendiliğinden organize edilen, gönüllü paramiliter direniş grupları
oluşmaya başlamıştı. Komutanlığını Radyo-Fizik dalında pek namlı bir bilim
adamı olan ve dedeleri Kars göçmeni değerli insan Leonide Azgaldian’ın
üstlendiği, «Kurtuluş Ordusu» adlı, yaklaşık yüz kişiden oluşan bir grubun
gönüllü askerlerinden biri de ben oldum.
1988 kışından başlamak üzere, 1992 kışına kadar geçen tam
dört yıllık dönemde neredeyse tek taraflı Azeri saldırılarına maruz kalan
Karabağ Ermenileri, sivil toplumun yaşam hakkını savunma amacıyla kurulan bu
gönüllü grupların varlığı ve desteğiyle yalnız olmadığını görüp, kardeşçe
dayanışmadan moral destek ve güç alarak kendi savunmasını da örgütlemeye
başlamıştı. Benim de içinde bulunduğum grup Karabağ’ın en kuzeyinde adını
tarihte önemli bir figür olan ve «Kafkasların Lenin’i» olarak tanınan Stepan
Şahumyan’dan alan (Dağlık Karabağ’ın başkenti 60 bin nüfuslu Stepanakert de bu
yiğit komünistin adını taşımaktadır) ŞAHUMYAN bölgesinde bulunmaktaydı. Orada
sadece altı ay gibi kısa bir zamanda Azat, Kamo, Getaşen, Mardunaşen adlı köy
ve kentleri Ermeni köylerini kuşatma altına alıp, Ermeni olmak dışında başkaca
bir suçu olmayan binlerce insanın silahlı saldırılara nasıl yiğitçe direnmekte
olduğunu gördüğüm halde, bölgedeki Sovyet askeri birliklerinin yandaşlığından
yararlanarak, tankı-topu olan karşı güçlere karşı ne kadar çaresiz ve umutsuz
bir kavga verdiğinin de şahidi oldum. Adını verdiğim bu köyler gibi daha
onlarca Ermeni köyü çok kısa bir zaman zarfında binyıllık sahiplerinden
boşaltılarak, yaklaşık 40 bin insanın Şahumyan bölgesinden zoraki göçe maruz
bırakılma, -kelimelerle anlatılması çok zor- acısını da onların çok uzaklardan
gelen bir soydaşı, aslında kader ortağı olarak günbegün yaşadım.
Dağlık Karabağ denilen bölgenin bir ada misali, dört tarafı
dıştan zaten Azerilerle çevrili olması yetmiyormuş gibi, içerisi de başta
başkenti Stepanakert olmak üzere tüm diğer şehirleri ve önemli kavşak
durumunda, stratejik değerdeki hemen tüm yollar mutlaka Azeri nüfusa sahip
yerleşim bölgelerinden oluşuyordu. Hocalı denilen yer de Karabağ’ın küçük ama
tek havaalanına yapışık küçücük bir köyken 1988-1992 arasındaki kısacık bir
zaman zarfında, (buna Azerilerle hiç bir ilgisi olmayan ve orta Asya
cumhuriyetlerinden “cennetlik iyi yaşam şartları” sözleriyle kandırılarak
temelli göç davetine tabi tutulup kandırılan Meskhetler de dahil olmak üzere)
Kuzey Kıbrıs misali, dışarıdan binlerce insanın getirilip yerleştirildiği bir
kasabaya dönüştürülen ve Bakü tarafından ileride Karabağ’ın yeni başkenti
yapılması arzulanan yerdi. Hocalı, aynı zamanda sadece Ermenilerin yaşadığı
başkent Stepanakert’i Şuşi ile beraber iki taraftan abluka altına alarak yerle
bir etmeyi öngören haince bir planın aylardan beri gerçekleştirilmesinin
merkezi iniydi de !…
Ben 1991-1992 arası iki kez Hocalı’dan arabayla geçmiş biri
olarak etraf-tarafta başka da hiçbir yerde görmemiş olduğum çaplarda
gerçekleştirilen inanılmaz bir inşaat çalışmasının da şahidi olmuştum, çevre
köylerdeki Ermeniler “orada gece-gündüz hiç durmadan çalışıp yeni binalar
yapıldığını” anlatırken kendileri için hazırlandığı besbelli bu mezar
kazıcılarının giderek çoğalmasından haklı olarak dehşete kapılıyorlardı. Niyet,
sözüm meclisten dışarı, «aptala bile malum olan» cinstendi, HOCALI çok yoğun
bir Ermeni nüfusun yaşadığı Stepanakert’in celladı olmaya hazırlanıyordu ve bu
durum zaten 1991 sonbaharından 1992 kışına dek başkent Stepanakert’in her gün
Şuşi ve Hocalı’dan bombardıman altına alınarak tüm halkın korku içerisinde
bodrum katlarına sığınarak yaşamaya zorlandığı yıllara mukabil ettiğinden
reddedilmez bir gerçek olarak gün gibi ortada duruyordu.
Karabağ Ermenilerinin başlattığı özgürlük hareketinin
başarıya ulaşması için Hocalı ve Şuşi’de yığılan askeri cephane ve savaş gücü
mutlaka bertaraf edilmeliydi ve ben bu amaca sadece üç aylık bir hazırlık
sonrası dört ay gibi kısa bir zaman içerisinde ulaşılmasının iahitlerinden
oldum. 1992 yılının, 26 şubatını 27’sine bağlayan gece Hocalı, 8 mayısı 9’una
bağlayan sabahı da Şuşi, Ermeni gönüllü birliklerince kurtarıldı. Bu
anlatımımı, o zaman zarfında Dağlık Karabağ Özerk Bölgesinde yaşanan durumun
Polaroid bir fotoğrafı olarak resmetmenizi öneririm.
Ancak, durumun çok daha iyi anlaşılması için o zaman
Azerbaycan’da birkaç yıldan beri gövde gösterisinde bulunan, ırkçı-faşist Halk
Cephesi örgütünün kafatasçı başı Ebülfez Aliev (Elçibey) adlı bir Adolf Hitler
benzerinin “T.C.” destekli bir darbe girişiminin hazırlıklarını bitirmekte
olduğunu da görmek zorundayız. 1988 kışından beri Azerbaycan’ın yığınsal Ermeni
nüfusa sahip değişik şehir ve köylerinde her tür saldırı ve katliamı
gerçekleştirerek, lafta bile olsa “70 yıl boyunca sosyalist geçinen” bir
yönetim zamanında sadece “dostlar alışverişte görsün” diye büfe vitrininde
bulundurulan kullanılmaz eşya misali varolan içeriği boşaltılmış «YAŞASIN
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ» türü ajitasyon ve propagandasından bile payını alamamış,
karanlık ortaçağ cahillerinin seviyesinde kalakalmış, ırkçı-faşist ideolojinin
arkasına takılmaya hazır bir toplum içerisinde, “yağmur sonrası bitiveren
mantar gibi” etraf-tarafta bitmeyi başaranların aslında kimler olduğunun iyice
anlaşılması gerekiyor.
Ankara tarafından beslenen bu insanlık düşmanı faşist
ideoloji yandaşlarının, Bakü’deki komünist etiketli politik yönetimi
devirmeleri için gerekli her türlü sinsi planın bir değil muhtemel birkaç
varyasyonlarından biri çerçevesinde gerçekleştirilmesi amacıyla varedilmek
istenen yalanların en kuyruklusu «Hocalı katliamı» denen olayda üstlendiği
başrolün bilinip-bellenmesi ve iyice anlaşılması çok ama çok önemlidir. Siyasal
erki elde etmeye hazırlanan bu ırkçı-faşist örgütlenmenin toplum gözünde
meşruluk ve güven kazanması için anlı-şanlı Goebels faşistinin «Yalan söyle,
bir daha söyle, daha da inanılmazını söyle ve yay, yayabildiğin kadar yay,
yalanının izi mutlaka kalır» diye bildiğimiz ve dünyayı ne tür bir felakete
sürüklediği hepimizce malüm denenmiş bu yönteminin “OLMAZSA OLMAZI” olmaya aday
bir vukuatın olması, gerçekleşmesi gerekiyordu. Bu olay için hemen her şartın
oluşturulduğu en uygun yerin, yani çekilmesi gereken film için planlanan
sahneler için en ideal mekanın Hocalı olması aslında hiç de tesadüfi falan
değil, iyice düşünülerek seçilmişti. Hocalı’nın geçmişinde onyıllığına bile
olsa üzerinde yaşayan yerli bir halkı olmadığı gibi, şimdiki “sakinlerinin”
sadece son birbuçuk-iki sene zarfında Orta Asya cumhuriyetlerinden getirilip
oraya yerleştirilen Meskhet toplumundan oluşuyor olması, gerçekleştirilmesine
hazırlanılan plan için aslında “bulunmaz Hint kumaşıydı” !
1991 ağustos sonu, kaşarlı faşist Ebulfez ALİEV (Elçibey)’in
doğum yeri olan Nakhiçevan’ın Ordubat kentinden getirilme, kendisine en sadık
ALİEVLER aşiretinin, “T.C.” ordusu subaylarınca üç aylık özel komando
eğitimlerinden geçirilerek “alıştırılma Bozkurtlarından” 500’ün üzerinde
fanatik iki grubunun, Hocalı ve Şuşi’ye yerleştirilmesiyle başlatılan “İKTİDARA
DOĞRU İLK ADIM” operasyonu, kasım ayından şubat sonuna kadar Karabağ’ın başkentini
tam dört ay boyunca bombardıman ateşine tutmasıyla, yaklaşık 60 bin Ermeni
insanını sürekli abluka altında yaşamaya mecbur etmişti. Başkent halkının
herhangi bir yere kıpırdayabilme olanağı yoktu, elektrik, su, en temel gıda
maddeleri, tuz, şeker ve en önemlisi ilaç sıkıntısının had safhaya ulaşmış
olduğu halde, total abluka altında yaşam savaşı veren bu insanlara yavaş
soykırım tatbik edilirken, «SU BAŞINI DEVLER TUTMUŞ» olduğundan, kuzey ve
güneye giden tüm yollar Hocalı ve Şuşi’den geçmek anlamına geldiğinden
kullanılamaz hale getirilmişti. Baharda yapılması planlanan büyük taarruz
planlarını Ulusal Cephe’nin Bozkurtları adına bizzat yönetmek için
Azerbaycan’ın üçüncü büyük şehri olan Karabağ’a yapışık Hocalı’dan sadece on
kilometre uzaklıkta bulunan Ağdam şehrine üs kuran Ebulfez Aliev Elçibey,
“T.C.”-nin hafif eliyle, oraya olağanüstü çaplarda askeri teçhizat ve cephane
yığılmasını da örgütleyebilmişti. Eğer herşey planlandığı gibi
gerçekleştirilecek olsa «bir taşla iki kuş vurulacak», Karabağ Ermenileri kan
ve ateş içerisinde yok edilirken, Bakü’de iktidar «tereyağından kıl
çekercesine» bir kolaylıkla, ırkçı-faşistlerin eline geçecekti. Elçibey,
iktidara giden yolun Hocalı-Ağdam’dan geçtiğiyle ilgili rüyasını
gerçekleştirmek için tüm hazırlıklarını tamamlamış olduğundan, 20 şubattan
itibaren Stepanakert’e yapılan Alazan tipi uzun menzilli roket saldırıları, 24
saatlik yoğunlukla hiç durmaksızın sürdürülmekteydi. Eğer panturancı Elçibey’in
kafatasçı planları, yani korkunç rüyası gerçekleşebilseydi, ardından her
fırsatta bas-bas bağırılan «Bir millet, iki devlet» yerine “T.C.” ile tek
vücut, yani «Bir millet, bir devlet» olduklarını beyan etmesi gelecekti !
Sovyetler Birliği’ne saldıran Alman faşistlerinin 1941
eylülünde başlatılarak 1944’ün ocak ayı sonuna kadar abluka altında tuttuğu
Leningrad şehri halkının yiğit direnişini daha okul sıralarından bilen
Stepanakert şehri ve civarındaki 20’den fazla köyde yaşayan Ermenilerin, 4
aydan fazla bir zaman akılalmaz zorluklara göğüs gererek dayanmaya çalıştıkları
gayr-ı insani bu faşist karakterli ablukayı kırıp, planlanan vahşetten
kurtulabilmeleri için yapılacak tek şey, maruz kaldıkları saldırı ateşlerinin
ocaklarını söndürmek, her ne pahasına olursa olsun tehlikeyi bertaraf etmekti.
Hocalı’da, çoğunluğu Orta Asya’dan getirilme Meskhet
göçmenler olmak üzere yaklaşık olarak 2 bin civarında sivil insan ve 600’ün
üstünde muhalif Ebulfez Elçibey’in emrindeki Azeri faşistleri bulunmaktaydı.
Ermenilerin hazırlandığı kurtuluş operasyonuna katılacak tüm gönüllü birliklerindeki
insan sayısı 500’ü bile bulmazken, ellerindeki otomatik tüfeklerle, gerekenin
de çok altında kurşun ve cephane yetersizliği sıkıntısından duydukları başka da
tasaları yoktu. 24 şubat gecesi bir kolu Stepanakert, diğer kolu Baluca
yakınlarından Hocalı’ya giden iki yol üzerindeki kontrolü ellerine geçiren
Ermeni gönüllü grupları, aynı zamanda kuzeyden Askeran’dan Ağdam’a giden yolun
Azeriler tarafından kullanılmasını da engellemeyi başarmışlardı. Ermenilerin bu
kadar az insanla bir karşı atağa geçip, Hocalı’yı neredeyse ablukaya alan bir
kuşatmayı becermelerinden paniğe kapılan halk, aylardan beri kendilerinin
Stepanakert ve civarı Ermeniliğine uyguladığı kuşatmanın bir benzerine
uğramaktan korktukları için köyden uzaklaşmak ve bir an evvel Ağdam’a ulaşmak
için alelacele kamyon ve otobüslere doluşmaya başlamıştı bile !…
Sivil halkın korkup paniğe kapılarak Hocalı’yı terketmek
istemesinden rahatsız olan Elçibey’in Halk Cephesi’ne ait askeri mangaları,
köyden dışarı çıkan dört yol ağzına barikatlarla kurmuş, Ermenilere karşı
“kutsal cihada” katılmaktan korkanları alenen kendilerinin infaz edip
öldürecekleri tehdidinde bulunup, korkutmaya çalışmışlardı. 25 şubat günü,
Ermeni güçleri radyo telsizlerle sürekli olarak Hocalı’da kent sorumlusu
yöneticiler ve silahlı grup şefleriyle görüşüyor ve “Sivil halkın sorunsuz
olarak şehri terkederek Ağdam’a gitmeleri gerektiği ve bunun için insani bir
koridorun açık olduğunu” bildirdikleri halde, karşılığında hakaret ve küfürler
duyuyorlardı. Bir taraftan Ermeni güçlerinin ardı arkası kesilmeyen
üstelemesiyle, tüm gün boyunca süren görüşmelerde masum insanların kirli savaş
nedeniyle mağdur olmasını engelleme yönlü hümanist çabalardaki ısrarı, diğer
taraftan aynı zamanda Azerbaycan Parlamentosunda milletvekili de olan Hocalı
belediye başkanı Elman Mamedov’un sağduyulu davranma kararlılığı sayesinde,
beklenen sonuca ulaşılmıştı. Himayesi altında bulunan sivil halkın can
güvenliğiyle ilgili kaygıları sonucu, Bakü’deki merkezi yönetimle ilişkiye
girmesinin akabinde, Stepanakert’in önerdiği insani koridordan yararlanılarak
sivil halkın kenti terketmeye hazırlanmasında mutabık kalınmıştı. Bakü’deki
yönetimin Ermenilerin insani teklifini büyük bir sağduyu ile olumlu ve hümanist
bir adım olarak değerlendirerek, Hocalı sakinlerinin kenti terketmesine karar
kılınmasına kudurduğu için, sinsi planlarının suya düştüğünü hisseden merkezi
yönetim düşmanı muhalif Halk Cephesi’nin ırkçı-faşist militanlarınca
silahlandırılan gözü dönmüş fanatikler, gruplar halinde Hocalı sakinlerini
encide eden, kışkırtma ve provokasyonlara başvuruyorlardı. Bu esnada Ağdam’da
bulunan askeri komutanlıkta görevli bazı üst subayların emirlerine de karşı
gelip, itaatsizlik gösteren bu kesimle, halktan insanlar arasında ciddi
sorunlar yaşanmış ve halka gözdağı verme kararlısı bu fanatikler zavallı
köylülerden kendilerine karşı koymaya cesaret eden birkaç insanı, herkesin gözü
önünde kurşunlayarak delik-deşik edip, güç gösterisinde bulunmuşlardı.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen, 26 şubat günü onlarca kamyon,
otobüs, minibüs ve otomobillerle çoğunluğu yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan
birkaç yüz insanın bulunduğu konvoy, Hocalı’dan kuzeyde Ermenilerin Askeran
kentinden geçen otoyolunu rahatça kullanarak, yani Ermenilerce bırakılan insani
koridordan yararlanarak, Azerilerin ikamet ettiği Ağdam’a ulaşmıştı. Bir gece
öncesindeyse, ellerinde beyaz bayraklar taşıyan küçük gruplar halinde yaklaşık
kırk kadar Meskhet ve Azeri, Baluca keni tarafındaki tepelerde siperlenmiş
Ermeni savunma güçlerine gönüllü olarak teslim olmayı tercih etmiş, Şuşi veya
Ağdam’a nakledilmek istediklerini bildirmişlerdi (Stepanakert’e ulaştığım
28.şubat.1992 günü, bu «gönüllü esirlerden» altısıyla şahsen tanışma ve görüşme
imkanına sahip olmuş ve 3 mart günü onların da içinde bulunduğu 34 kişilik bir
grup insanın Ağdam’a yollanmasının şahidi de olmuştum).
26 şubat sabahı şafak vakti, Hocalı’daki fanatik silahlı
grupların Ağdam’a doğru kuşatmayı yarma amacıyla beklenmedik bir saldırıya
geçmesine karşılık veren Ermeni özsavunma güçleri ağır kayıplar verdikleri
halde, yardıma gelen diğer gönüllü birimlerin de yardımıyla kentin kuzey
mahallelerinden birini ele geçirebilmişlerdi. Beklenmedik bu haber her iki
tarafı da şaşkınlık içerisinde bıraksa bile, Azerilerden sayıca çok az olan
Ermeni gönüllüler için bu başarı büyük bir moral kaynağı olmuştu.
Stepanakert’teki askeri özsavunma komitesi, Bakü ve Ağdam’daki devlet
yöneticileriyle yeniden ilişkiye girerek, «sivil halkın insani koridordan
yararlanarak kenti acilen terketmesi koşulunun hemen yerine getirilmemesi
halinde, askeri operasyon gerçekleştirileceğini ve masum halktan olası can
kaybı için Azerbaycan tarafının sorumlu olacağını» bildirmiş, hatta Hocalı’nın
boşaltılması için «köye yapışık havaalanından yararlanılması, halkın helikopter
ve uçaklarla taşınması» önerisinde bile bulunmuştu. Tam dört yıldan beri
Azerbaycan ve Karabağ Ermenilerine karşı tek taraflı barbarca saldırılarda
bulunmuş Azerbaycan iktidarına yapılan bu uyarıdan sadece dakikalar sonra,
Stepanakert şehri güneyden Şuşi, kuzeyden Hocalı olmak üzere aralıksız dört
saat süren uzun menzilli roketli saldırı ve top atışına tutulmuştu.
Stepanakert’te askeri operasyonları koordine eden merkezi ÖZSAVUNMA KOMİTESİ,
üç saat boyunca radyo yayını ve telsizlerle Hocalı’ya taarruzun başlayacağı
haberinin olası tüm adreslere bildirilmesinin hemen ardından da saldırıya geçme
emrini alan hal-i hazır bekleyen Ermeni gönüllü birlikleri Hocalı’nın kurtuluşu
için üç yönden eyleme geçmişlerdi. Kentin en doğusundaki dördüncü yön
istikametinde bekleyen birliklerin orada sadece sivil halk için bırakılan
insani koridorun denetim altında tutulmasını sağlamak görevi olduğundan, bu
operasyona katılması özel bir emirle engellenmişti.
26 şubat akşam saatlerine doğru, köyden çıkarak asfalt yol
yerine, köyün hemen yanından geçen çayın öte yanındaki eski toprak yoldan
Ağdam’a doğru yollanan binden fazla sivil insanın Hocalı’dan ayrılmakta olduğu
haberinin alındığı andan başlamak üzere sadece 9 saat sonra, yani 27 şubat
sabahının ilk saatlerinde, köyün en doğusundaki mahallesi dışında hemen tümü
Ermeni güçlerinin eline geçmişti. Günün aydınlanmasıyla Azeri tarafının bire
beş fazla kayıp verdiği ve insan kaybının 60 civarında olduğu ancak öğle
saatlerinde öğrenilebilmişti. Ermeni tarafından değişik ağırlıkta elliye yakın
yaralı varken, Azeri tarafındaki yaralı sayısının bilinmemesi, onların son
barınağı olan Hocalı’nın doğu mahallesine sığınmış olmalarıyla açıklanabilirdi.
Başarılı geçen askeri operasyonun ardından Stepanakert’ten edinilen yeni bir
emirle Hocalı doğu mahallesinin sadece ses bombalarıyla taciz edilmesi
sayesinde kalanları kaçmaya teşvik etmeye paralel olarak, köye getirilen bir
kamyona yerleştirilen hoparlörle, evlerin bodrumlarına sığınmış, korku
içerisinde ölümü beklemekte olan masum insanlara, Azerice ve Rusça «bir gün
evvel köyü terkedenlerin güvenlik içerisinde Ağdam’a ulaştıkları» söyleniyor ve
«bu bilgiyi doğrulamak için Ağdam’dakilerle telefon bağlantısı kurmaları ve
gereksiz yere insan kaybına sebep olmamak için köyü acilen terketmeleri» telkin
ediliyordu. Ne iyi ki bu propaganda arzulanan meyvesini vermiş ve artık Halk
Cephesi’ne ait silahlı cengaverlerin tehditlerine kulak vermeyip, onlara isyan
eden köylüler, ellerine geçirdikleri telsizlerle doğrudan Ermenilerle bağlanıp,
«önümüzdeki 12 saat için ateşkes yapılması halinde köyde kalanların toplu halde
Ağdam’a gideceklerini» belirtilmişti. Bu görüşmelerden sadece bir saat kadar
sonra da, Hocalı’nın doğu mahallesine sığınmış olan bu insanlar kendilerinden
bir gün evvel, çayın öte tarafındaki eski toprak yolu tercih ederek Orta
Asya’dan jkandırılarak getirildikleri bu uğursuz yeri, bir daha geri dönmemek
üzere terketmişlerdi.
Bu askeri operasyon sonrası HOCALI köyünden çıkan akılalmaz
çaplardaki askeri techizat ve cephane sayesinde, Karabağ Direniş Birliklerinin kurulabilmiş
olduğunu neredeyse bir itiraf olarak ifade ederken, Merkezi ÖZSAVUNMA
KOMİTESİ’nin o günden sadece 2,5 ay sonra, ele geçirilmesi imkansız sayılan
kale şehir Şuşi’yi, 8.mayıs.1992’de akılları durduran bir operasyonla
kurtarmasını belirtmek de övgüye değer olmasının yanında çok yerindedir. Bu
bağlamda, günümüze dek varolan Dağlık Karabağ Savunma Kuvvetlerinin «asıl
kurucusu o dönemde Bakü’deki politik iktidara karşı muhalif olan Halk Cephesi
adlı o ırkçı-faşist harekettir» demeye kalksak çok yanılmış olmayız sanıyorum…
Hocalı askeri operasyonunun hikayesi işte bundan ibaret olup, Ermeniler
açısından düzenli bir savunma ordusu kurulmasının da en önemli temelini teşkil
etme özelliğine sahip olmasından dolayı bir o kadar da öğreticidir !
Burada, kısa bir parantez açarak 27 şubat sonrası, Hocalı
dışında vuku bulan vahşetten de kısa olarak bahsetmek gerekir düşüncesindeyim,
çünkü, 20 yıldan beri Azerbaycan tarafından tüm dünyaya söylenen modern tarihin
herhalde en kuyruklu yalanlarından birinin uydurulmasına sebep teşkil eden bu
sahtekarlığın temeli, işte o zaman ve Ağdam yakınlarında Azeri askeri
güçlerinin kontrolü altında bulunan tepelere kazılı çukurlarda atılmış
olduğunu, elini vicdanına koymayı becerebilen her insanın öğrenmesi ve bilmesi
bir insanlık görevidir düşüncesinin de inatçı bir savunucusuyum. Bence, tırnak
içerisine alarak bahsedilmesi gereken «Hocalı Katliamı» ile ilgili günümüze
kadar tüm dünyaya sözümona reddedilmez ispat olarak gösterilen her çeşit
fotoğraf ve video filmlerinde görülen en primitif türden bir zaman ve mekan
uyuşmazlığı dışında, bahsedilen katliamın mağduru olarak gösterilen kurbanların
bazen Hocalı’dan binlerce kilometre ötedeki Bosna, bazen biraz daha yakında
bulunan Van, bazen Kosovo, bazen de dünyanın başka bir ülkesinde vuku bulan
çatışmalar, doğal afet veya başka bir insani felaketten kopyalanan
“Copy-Paste”, yani «KOPYALA-YAPIŞTIR» metoduyla sunulmaya yeltenilen bir
yutturmacadan başka birşey olmamasının traji-komikliği bile, o haltı yiyenler
tarafından örnek alınan tek değerin, 1933-1945 faşist Almanya’sında Hitler’in
yamağı, Halkın Eğitimi ve Propaganda’dan sorumlu Bakanı, totaliter rejimler
arası kıyaslamada dahi, dünyanın gelmiş-geçmiş en büyük halk yığınlarının nasıl
manipülasyona uğratılması konusunda BİR NUMARALI uzmanı, ne duyulmuş-ne de
görülmüş olan her türden demagojilerin «eline su dökülmez» ustası olarak
bilinen, Dr. Paul Joseph GOEBBELS olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Tarihin
çöplüğünü intihar ederek çoktan boylamış olan insanlık düşmanı bu faşistin, «Yalan
söyle, tekrarla ve yay… izi kalır mutlaka !» yöntemini örnek alarak, en iyi
şekilde uygulayan ülke olmakta Azerbaycan’la kim yarışabilir bilebilmek oldukça
zor olsa dahi, o devletle suç ortaklığında bulunmuş “T.C.”-nin «Hocalı
katliamı» yalanının beslenip-büyütülmesindeki rolü, 1992 haziranında Bakü’de
Halk Cephesi tarafından yapılan darbe sonrası, iktidarı elde etmesi örneğinde
olduğu gibi yadsınmaz bir gerçektir.
Ve Dağlık Karabağ’ın Hocalı köyünde işlerine çok geldiği
halde, Ermeniler tarafından yapılmasını planlayıp çok arzuladıkları pek kanlı
bir katliamın gerçekleşmesini sağlayıp da beceremediklerini anladıktan sonra
bile, insanlıkdışı sinsi amaçlarından vazgeçmeyen Halk Cephesi faşistlerinin
sağ-salim Ağdam’a varan masum insanları, yedekte sakladıkları daha da iğrenç
bir Plan B gereği, kirli oyunlarına alet ve kurban ederek, ellerini soydaş
kanına bulamaktan bile çekinmedikleri de bir o kadar gerçektir.
Yukarıda belirtilen iğrençliği açıklayanların Ermeni
tarafını temsil edenler kişilerden değil de, o dönem Azerbaycan hükümetinin en
sorumlu yerlerinde bulunan politik şahsiyetlerden oluşuyor olması da
reddedilmez bir gerçektir. Bu konuda kuşkusu olan herkesin, benim de naçizane
katkım olan sadece iki kaynakla tanışmasını / HOCALI: A show of unseen forgery
and falsifications ) www.xocali.net ve
HOCALI DOKÜMANTASYONU http://www.youtube.com/watch?v=7ef3f5Ngkck / ve asrın sahtekarlığının ne kadar ilkel bir
düzmece olduğunu kendi gözleriyle görmelerini öneriyorum. Bu kaynaklarda,
Azerbaycan’ın ilk Devlet Başkanı Ayaz Mutalibov, Parlamento Başkanı Yakup
Mamedov, Hocalı Belediye Başkanı ve Milletvekili Elman Mamedov, Hocalı
Olaylarını Araştırma Komisyonu Başkanı Ramiz Fataliyev, İnsan Hakları
Savunucusu Arif Yunusov, “Memorial” adlı İnsan Hakları Merkezi Örgütü’nün
28.mart.1992 Bildirgesi, politik tutuklu ve muhalif gazeteci Eynullah
Fatullayev, 26-27.şubat günleri sıradan bir sakini olarak Hocalı’da yaşayan
Salman Abbasov ve daha onlarca kişinin şahitliklerini görüp, öğrendikten sonra
şapkanızı önünüze koyup da, başkasının değil, kendi vicdanınızın sesini
dinleyeceğinize inanıyorum.
Yazıma, değerli şair Can Yücel’den bir sözle başlamıştım,
onu yine o değerli insanın «ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin, bunu da
öğren» sözüyle noktalamak isterim. “Her gece iki gündüz arasındadır”
doğrusundan hareketle, bu dünyayı hep ve sadece HERŞEYİ ÖĞRENMEK İSTEYEN
insanoğlu insanların elleri üzerinde tuttuğuna olan samimi inancımdan zerre
kadar geri adım atmadan, hiç ödün vermeden, 21.inci yüzyıl Goebbels’leriyle
aynı safta bulunmadığıma şükrettiğime de inanmanızı diliyorum.
Saygılarımla,
Sarkis HATSPANIAN (1991-1994) Karabağ Kurtuluş Mücadelesi
Muharibi
26-27.şubat.2012 – DOĞU ERMENİSTAN
P.S.: Yazım,
mahpusane yıllarımda kaleme almaya başladığım hatıralarımın «Dağlık Karabağ
Gerçeği» yazı serisinin üçüncüsüdür.
Yazar: SarkisHatspanianTarih:28. Şubat 2012
*
Ek 2:
“"Azerbaycan Darbesi" ve "Gazi Katliamı" (Gazi Katliamı'nın 17.yılı dolayısıyla) - Kemal Erdem
12 Mart 2012 -
Bu makale bundan iki yıl önce yine bu sitede daha uzun bir
haliyle yayınlandı. Şimdiki hali daha kısa olup bazı yerlerini okunması kolay
olsun diye dışarıda bıraktım. Amacım Gazi Katliamı'nın arka planına ışık tutmak
ve bu devlet terörünün sorumlularını teşhir ederek, bu noktada toplumsal
bilinçlenmeye bir nebze de olsun katkı yapmaktır.
Bu makaleyi ikinci defa yayınlamak istememe neden olan bir
olayı da burada okuyucu ile paylaşmak istiyorum. Geçenlerde CNN TURK'te Mehmet
Ali Birand'ın hazırlamış olduğu ve 28 Şubat darbesini konu alan “Son Darbe” belgeselini
izlerken, özellikle dikkatimi çeken durum, olayları 1993'ten 2003'e kadar olan
zaman dilimi içerisinde ele alan belgeselin, Azerbaycan Darbesi'ni dışarıda
bırakmış olmasıydı ve Gazi Katliamı'nı anlatan bölümde de olayın arka planına
hiç değinmemesiydi.
M.A.Birand gibi deneyimli bir gazetecinin bu durumu
özellikle, bilerek es geçtiğini ve değinmediğini düşünüyorum. Ama onlardan önce
devrimci ve demokratik kamuoyunun kendisi bu durumu es geçmektedir ve dolaylı
olarak aslında bu devlet terörünün gizlenmesine sessizlikleri ile katkı
sunmaktadırlar. Halbuki Türkiye devrimci ve demokratik kamuoyunun tarihinde
Gazi Katliamı ve sonrasında ortaya konulan kitlesel direniş, 12 Eylül'den
sonra, Kürdistan'ı saymazsak, faşizme karşı ortaya konulan en kitlesel ve
radikal tepkiyi oluşturmaktaydı.
I-Giriş
1995 yılının Mart ayında (tam olarak 12-15 Mart 1995)
gerçekleşen Gazi katliamı, Türkiye’nin Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı ve
Genelkurmay Başkanlığı tarafından, Azerbaycan’da işbirlikçiler aracılığı ile
yürütülen ve gerçekleştirilmek istenen darbenin başarısızlığa uğramasının
sonucunda devreye sokulan ve “TC devletinin itibarını kurtarma planı”nın önemli
bir parçasını teşkil etmiştir. Gazi katliamı aracılığı ile devlet hem kendi
kamuoyundan hem de dünya kamuoyundan kendi rolünü gizlemeyi başarmıştır ve bu
haliyle yürütülen psikolojik hareket başarıyla sonuçlanmıştır.
Gazi katliamı benim bildiğim kadarıyla bugüne kadar TC
devletinin yapmış olduğu gelmiş geçmiş en büyük “Psikolojik Operasyon”dur.
Çünkü bu operasyon, Türkiye ve dünyanın gündeminde Azerbaycan darbesini ve bu
darbe içerisinde TC devletinin rolünü ustaca gizlemiş ve bütün dikkatlerin Gazi
katliamına çevrilmesine neden olmuştur.
Türkiye’nin Azerbaycan’da Haydar Aliyev yönetimine karşı
gerçekleştirmiş olduğu darbe girişimi çok kanlı olmuştur. Dört yüzden fazla
insan bu darbe girişimi sırasında ölmüştür. Geçerken belirtelim ki, bu darbe
girişimini Rus istihbarat servisi KGB (şimdi FSB) ve CİA dikkatlice yakından
izlemişler ve olayları dolaylı olarak etkilemeye çalışmışlardır.
SSCB'nin çöküşünden sonra Rusya, 1994 yılına gelene kadar
Kafkaslar’da nüfuzunu Ermenistan’dan Gürcistan’a ve Azerbaycan’a kadar tekrar
arttırmış ve bunu da Güney Kafkasya’daki ülkeleri birbirine karşı kullanarak
yapmıştır.
Türkiye 1992 yılında E.Elçibey'i deviren H. Aliyev darbesine
1994'te bir darbe ile karşılık vermek istedi. Ancak bunun olabilmesi için
Türkiye’de Türk milliyetçiliğine politik olarak ihtiyaç vardı. Azerbaycan’da
güçlü olan politik hareket MHP’ydi ve ancak o ve benzeri politik eğilimler ile
Türkiye Azerbaycan’da politik olarak tekrar etkinleşebilirdi.
II-DYP içerisinde MHP kadrolaşması
1991 seçimleriyle birlikte bir çok MHP kadrosunun DYP
içerisine yoğun bir şekilde aktığı görüldü. Bunlardan en önemlilerinden birisi
Mayıs 1990 tarihinde Alparslan Türkeş tarafından MHP ile ilişkisi kesilen Ayvaz
Gökdemir’di. Muhtemelen A. Türkeş, A. Gökdemir’i, ordu ile olan “derin ve
karanlık bağlantıları”ndan dolayı MHP’den uzaklaştırdı. 12 Eylül’den sonra
MHP’nin eskisi gibi ordunun özel harp planları doğrultusunda kullanılmasını
istemiyordu (bugün de Devlet Bahçeli buna dikkat ediyor) ve bu tür bağlantıları
olanları MHP’den uzaklaştırıyordu.
Ayvaz Gökdemir, Tansu Çiller döneminde ve Azerbaycan darbesi
sırasında hükümette Türki Cumhuriyetleri’nden sorumlu devlet bakanı olarak
görev yapıyordu ve Azerbaycan ve Özbekistan’daki darbe girişimlerinin
organizasyonuna katılmıştı ve bu iki devlet tarafından resmi olarak istenmeyen
adam olarak ilan edilmişti. Yine bu dönemde Meral Akşener, Mehmet Ağar, İbrahim
Şahin, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Alaatin Çakıcı, Tevfik Ağansoy vs. gibi
birçok milliyetçi ve eski ülkücü ya DYP içerisinde ya da bazı gizli işlerde yer
almışlardır. Yine bu dönemde DYP içerisinde Korkut Eken gibi Özel Harp kadroları
cirit atmıştır.
Hiç kuşkusuz DYP’nin bu şekilde “sarılıp sarmalanması”nı
isteyen Genelkurmay’dır. Bu dönemde Genelkurmay’ın başında Doğan Güreş vardır
ve aslında üstü örtülü darbenin baş aktörü o ve etrafındaki dönemin kuvvet
komutanlarıdır. Onun Genelkurmay Başkanlığı döneminde Özel Harp Dairesi (ÖHD)
Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK)’na dönüştürülmüştür.
1992-1995 arası ÖHD (ÖKK)’nin pislikleri o kadar çoğaldı ki,
Doğan Güreş emekli olduktan sonra DYP’den Kilis milletvekili seçilerek
dokunulmazlık zırhına bürünmek zorunda kaldı. Çünkü T. Özal’ın, Eşref
Bitlis’in, Uğur Mumcu’nun, 33 askerin katliamı, Sivas katliamı, bir çok Kürt iş
adamının ölümü ve binlerce faili meçhul cinayet belirli bir doktrine göre
oluyordu. Bu doktrin 1992 yılında kabul edilmiş ve devreye sokulmuştu. 1992
yılında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) yenilenmiş ve bu yenilenme
sırasında Kürt ulusuna karşı topyekün savaş kararı alınmıştır. Bunun ardından
da operasyonlar, suikastlar, tasfiyeler dalgası yaşanmıştır.
Bu doktrin devreye sokulduğunda SHP’nin başında Erdal İnönü
vardı ve bu doktrinin kendi “mizacına uygun düşmediği” gerekçesiyle istifa etti
ve bu planlar T. Çiller-Murat Karayalçın hükümeti tarafından gerçekleştirildi.
III- Türkiye’nin Azerbaycan darbe planı ve bunun politik ve örgütsel araçları
Azerbaycan darbesini Çiller-Karayalçın hükümetinin eline
tutuşturan Genelkurmay’dı. Bu dönemde bu tür politikaların planlandığı yer
hükümet değil Genelkurmay’dı.
Türkiye’nin Azerbaycan’da darbe girişimi, Rusya’nın
Çeçenistan’da şiddetli bir savaş içerisinde bulunduğu bir döneme denk
geliyordu. Bundan dolayı Türkiye Rusya’nın daha az bir refleks göstereceğini
tahmin ediyordu. Bu darbeyi KGB (şimdi FSB) ve CİA yakından izliyordu ve
Rusya-ABD-İngiltere bu darbenin başarısını istemiyordu ve Türkiye onlara rağmen
orada bir darbe gerçekleştirmeye çalışıyordu.
Devletin zirvesi darbeyi itinayla ama acemice hazırlamıştı.
Bu darbede her kurumun bir rolü vardı. Hükümet kendisine bağlı kurumlar ile
Azerbaycan’da yaygın ilişkilere sahipti ve bu yaygın ilişkiler sayesinde
işbirlikçiler aracılığı ile politik güçlerin toparlanması işini yürütüyordu ve
darbenin operasyonel yanını o yürütüyordu.
Darbe planında Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay’a (aslında bu
sonuncusu darbe planını yapmış ve hükümeti ve Cumhurbaşkanı’nı öne sürmüştür)
da büyük işler düşüyordu. Darbe planı bütün olasılıkları öngörmüştü.
Başarısızlık anında ne yapılması yani bir “B planı”nın ne olması gerektiği
konusunda gerçekten profesyonelce ve iyi bir hesap-kitap işinin yürütüldüğü daha
sonra yaşananlarla ortaya çıktı. Darbenin gerçekleştirilmesinde acemi oldukları
ortaya çıktı ama “B Planı”nda oldukça usta oldukları görüldü.
Darbenin yürütülmesinin operasyonelliğini hükümet yaparken,
başarısızlığı anında Cumhurbaşkanı’na da bir rol biçilmişti. Buna göre darbenin
başarısız olduğu politik kararı alındığı andan itibaren, Cumhurbaşkanı devreye
girerek Haydar Aliyev’i uyaracak ve böylece devletin başı olarak “Türkiye’nin
devlet olarak bu işin içinde olmadığı” belirtilerek, “ilişkilerin zarar
görmemesi” sağlanacaktı.
Peki Türkiye ve dünya kamuoyundan Türkiye’nin bu darbedeki
rolü nasıl gizlenecekti?
İşte bu andan itibaren de Genelkurmay ve ÖKK (eski adıyla
ÖHD) devreye girecek (ki darbe sırasında arka planda bütün lojistik desteği
onlar veriyordu) ve büyük bir psikolojik hareket ile ülke ve dünya kamuoyunun
gözleri önünde bir “kaptı kaçtı” yapacaktı.
Plan buydu. Peki nasıl işledi?
Azerbaycan darbesi, Azerbaycan Halk Cephesi ve onun lideri
Ebufelz Elçibey (darbe sırasında Nahçıvan’daydı) etrafında örüldü. Türkiye bu
darbenin örgütlenmesinde kendi devlet kadroları aracılığı ile gizlice yer
alıyordu ve darbeyi arka planda yönetiyordu.
Azerbaycan’daki darbenin örgütlenmesini bizzat TC
hükümetinin ve onun kadrolarının yaptığı Kutlu Savaş’ın “Susurluk Raporu”nda
açıkça belirtilmiştir.
Türkiye H. Aliyev’e karşı, E. Elçibey’in etrafında bütün
Azeri muhalifleri birleştirmeye çalışmıştır. Eski Cumhurbaşkanı Ayaz
Muttalibov;Elçibey’in devrilmesinde H. Aliyev ile birlikte hareket eden ve
sonra araları açılan Süret Hüseynov;İçişleri Bakan Yardımcısı ve Omon
birlikleri komutanı Ruşen Cevadov, Elçibey’in etrafında ve Aliyev’e karşı
birleştirilmeye çalışılmıştır.
Türkiye bir çok devlet kadrosu ve ajanıyla bu darbeye
katılmış ve yönetmiştir: Azerbaycan Büyükelçisi Altan Karamanoğlu, MİT
müsteşarı Ertuğrul Güven, Elçilik Din Müşaviri Abdülkadir Sezgin. Sonraları ÖKK
komutanı olacak olan ve şimdi Balyoz Operasyonu ile gözaltına alınan ve
tutuklanan ve darbe sırasında Askeri Ataşe olarak görev yapan Engin Alan. O
zamanlar ÖKK'nin başında 2004 yılında emekli olan Fevzi Türkeri
bulunuyordu.Azerbaycan Milli Meclis Danışmanı olan ve MİT ajanı olan Ferman
Demirkol. MİT Dış istihbarat Daire Başkanı Yalçın Ertan. Başbakan Müsteşarı Ali
Naci Tuncer (Bu ikili özel bir uçak ile gidip Ferman Demirkol’u getirdiler).
Türki Cumhuriyetlerden Sorumlu Devlet Bakanı Ayvaz Gökdemir. Yine Acar Okan ve
Kamil Yüceoral adlı kişiler. Mehmet Eymür’ün Atin. org sitesinde belirttiği
üzere 12 Aralık 1994 tarihinde özel bir ekiple Korkut Eken bu ülkeye gitmiştir.
Yine Abdullah Çatlı’nın da darbe sırasında orada olduğu daha sonra ortaya çıkan
bilgiler arasındadır. Bunlar bugüne kadar bilinenler. Elbette bir de
bilenmeyenler var.
Türkiye Özel Hareket Polisi aracılığı ile Azerbaycan’daki
özel polis kuvvetleri olan Omon birliklerini eğitiyordu ve bu birliklerin
başında Ruşen Cevadov vardı. Darbe sırasında Omon birlikleri darbenin silahlı
gücü olarak düşünülmüştü ve darbe sırasında Azerbaycan devlet güçleri ile
çatışan bunlar oldu ve komutanı R. Cevadov öldürüldü. İşin ilginç tarafı Omon
birliklerini eğiten Türk Öze Hareket Polisi’nin başında, ÖKK’nın polis içindeki
uzantısı ve ÖKK’nın çok parlak bir elemanı olan ve Ergenekon soruşturmasında
yakalanan İbrahim Şahin bulunuyordu. Yani o da bu darbede hiç kuşkusuz rol
almıştı.
Türkiye Azerbaycan’daki darbenin finansmanını ise kurduğu
Azerbaycan Hizmet Vakfı aracılığı ile yürütüyordu. Yine burada finansman ile
ilgili olarak bir başka noktaya dikkat çekmek gerekir. Daha sonraları yine
“Derin Devlet” tarafından öldürülen Ömer Lütfü Topal ve onun gibi işadamlarının
da bu darbelerin finansmanında rol aldığını belirtmek gerekir. Böylece Hükümet,
MİT (başında Sönmez Köksal vardı) ile birlikte Emniyet ve Engin Alan aracılığı
ile de Genelkurmay Azerbaycan darbesini üç-dört koldan yürütüyorlardı.
Türkiye, Hükümet, Genelkurmay ve Cumhurbaşkanlığı tarafından
yürüttüğü darbe girişiminin başarısızlığı karşısında, devleti aklamak için,
“darbeyi bazı devlet kadrolarının devletten habersiz yaptığı” imajı vererek
kurtulmaya çalıştı ve sürekli bu yönde propaganda yürüttü. Hala daha da bu
propaganda yürürlüktedir ve olaylara katılanlar (örneğin Ferman Demirol gibi)
papağan gibi şunu tekrarlarlar: “Hükümet ve Cumhurbaşkanı’nın haberleri
sonradan oldu. Darbe olayı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e 10 Mart 1995
tarihinde haber verildi ve o da Haydar Aliyev’e haber vererek, onu darbeden
haberdar etti”
Tamamen yalan.
Ferman Demirkol, devletin darbeye katılan ajanlara
yaklaşımını çok doğru olarak şöyle belirtmiştir: ”Eğer Aliyev’e karşı yapılan
hareket başarılı olsaydı, bana sahip çıkılacaktı, bizim gençlerdendi
denilecekti. Hareket başarısız olursa, bana hiç sahip çıkılmayacak, beni hiç
tanımayacaklar ve sonuçta darbeci deyip uzak duracaklardı. Nitekim sonuncusu
oldu.”
Ferman Demirkol’un burada belirttiği şey aslında MİT’in
onlarla yaptığı bir anlaşmadır. Bu işe girişilen ajanlar ile MİT bu tür bir
anlaşmalar yapmıştır ve bu şahıslar da kanımca bu durumu baştan kabul
etmişlerdir. Aynı prensibi “Susurluk Kazası”ndan sonra bir özel televizyon
kanalına bağlanan ve Abdullah Çatlı’nın yakın arkadaşı olan Haluk Kırcı,
1996-1997 yılında belirtmiştir ve bunu belirtirken de “Görevimiz Tehlike” adlı
filmi örnek göstermiş ve durumlarının biraz buna benzediğini ima etmiştir.
Kutlu Savaş, “Susurluk Raporu”nda, devlet sırrı olduğu
gerekçesiyle yayınlanmayan ama daha sonraları basına sızdırılan Azerbaycan
darbesi ile ilgili olan bölümde bu darbede Türkiye’nin rolünü şöyle
belirtmiştir:
“Öte taraftan
Azerbaycan’a uzanmak için de fırsat doğmuş, bu ülkedeki kargaşaya rağmen petrol
kaynakları pek çok kişiyi, siyasiler başta olmak üzere tahrik etmiştir.
MİT’in Azerbaycan’daki darbe girişimi başlıklı notu uzun
olduğu için EK-8’de sunulmuştur. Bu notun tetkikinden görüleceği üzere ve
özetle darbe Azerbaycan’ın karışıklığından kaynaklanmış, Ayvaz Gökdemir’in
zımni desteği sağlanarak Acar Okan, Kamil Yüceoral’ın Türkiye’den katkısıyla
Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov, eski Başbakan Suret Huseyinov ve
OMON birlikleri kumandanı Ruşen Cevadov ve Elçibey'in iştirakiyle yapılacak
ihtilal, Azerbaycan'daki Türk görevlilerinden MİT Baku Temsilcisi Ertuğrul
Güven'in TİKA görevlisi Ferman Demirkol'un ve Din Hizmetleri Muşaviri
Abdulkadir Sezgin'in ihmali, kusuru veya tertibi ile oluşmuştur.
MİT ise 10 Mart 1995'te gelişmeleri haber almış, Sayın
Cumhurbaşkanı vasıtasıyla Haydar Aliyev'i ikaz etmiştir.
Ferman Demirkol'un kime bağlı olduğu sualimize cevaben Sayın
Müsteşar, adı geçenin MiT elemanı olduğunu teyit etmiştir.
Sayın Başbakan'a tarafımızdan açıklama yapılmış ve kısaca;
hazırlanan darbede Türk tarafının da yer aldığını, Cevadov ve taraftarlarının
Türkiye'den destek gördüğünü, MiT'in yanı sıra Emniyet'in de devrede olduğunu,
Özel Harekat mensuplarının Azerbaycan'ın muhtelif bölgelerinde gruplara eğitim
verdiğini, patlayıcı ve silah taşıdıklarını, Ferman Demirkol'un muhtelif
toplantılarda Rus Büyükelçisi ile tartıştığı, Bakü'den yola çıkıp Elçibey'le
görüşmeye gittiğini, yoldaki güvenlik tedbirlerinin sıklığını rapor ettiğini,
ancak kendisinin engellenmemesini dikkate alacak basireti gösteremediğini,
Elçibey'le yeni yönetimde görev alacak kişileri tartışıp bir liste
oluşturduğunu, kendisinin de Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacağını, kendilerine
göre her şeyi belirlediklerini, fakat darbe tarihi yaklaştığında vaziyetin
vahametini fark ettiklerini ve Cumhurbaşkanımızı devreye sokup, sözde Aliyev'i
ikaz edip işin içinden sıyrılmaya çalıştıklarını, gerçekte ise Aliyev'in her
şeyin farkında olduğunu, Cevadov'un çok yakınındakilerin KGB'nin eski mensupları
ve Aliyev'in adamı olduğu, olayların Aliyev'in izni ve bilgisi ile kendi lehine
olacak şekilde yönlendirilmiş bulunduğunu, MiT ve Türkiye açısından acı bir
komedi biçiminde cereyan ettiğini açıklamamız üzerine Sayın Sönmez Köksal,
sadece komedi ifadesine itirazda bulunmuştu.
Olaylar sonrasında Ferman Demirkol'un ortada kaldığını, Türk
Büyükelçisi'nin `Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacaktı. Bu tip işlere girmesini kim
söyledi? Ne hali varsa görsün' diyerek Büyükelçiliğe almadığını, Din Hizmetleri
Muşaviri Abdulkadir Sezgin'in kendisini evinde sakladığını, Aliyev yönetiminin
Demirkol'u sorgulayıp serbest bırakmak için ısrarla istediğini, ancak
Ankara'dan gelen talimatla buna izin verilmediğini, sonunda Başbakanlık
Müsteşari Ali Naci Tuncer'in MiT'ten bir daire başkanı ile ve özel bir uçakla
Bakü'ye gönderildiğini, bu iki yetkilinin Aliyev'e altı saat adeta yalvararak
kendisini ikna ettiklerini ve Ferman Demirkol'u Türkiye'ye getirdiklerini,
sözde işadamı Kenan Gürel'in ise feda edilip mahkum olduğunu da Sayın Başbakan'a
aynı toplantıda anlatmak fırsatı olmuştur. Açıkça ortaya çıkmıştır ki; Türkiye
dost bir ülkede ihtilal yapmaya teşebbüs etmiştir. MiT, resmi temsilcisi
Ertuğrul Güven'in büyükelçimizle birlikte Aliyev'e, Cevadov'a iltifat etmesi,
kuşkularının giderilmesi gerektiği yönünde telkinde bulununca kendisine sert
bir tepki göstermiştir. `Karargaha bilgi vermeden ve onayını almadan' cümlesi
tepkinin gerekçesini açıklamaktadır.
Oysa Bakü'deki politikayı Dişişleri ve Büyükelçi
yürütmektedir. MiT'in bu doğrultunun dışına çıktığı bellidir. » (abç)(Kutlu
Savaş, Susurluk Raporu)
Kutlu Savaş’ın raporunda Cumhurbaşkanı’nın rolü ile ilgili
olan bölüm oldukça ilginç ve muğlaktır:
"Başbakanlık Müsteşarı'nın Bakü'ye yollanması, olayın
siyasi iradenin desteğiyle ve gizlice yürütüldüğünü de göstermektedir. Konunun
Cumhurbaşkanımıza aktarıldığı hususu tarafımızdan özellikle araştırılmamış ve
sorulmamıştır. Ancak işin sonunda Cumhurbaşkanımızın devreye sokularak
olayların kamufleedilmesi incelemeye değer görülmektedir. Konu tüm yönleriyle
ve hatta kamuoyundan gizlenmeden soruşturmaya tabi tutulmalıdır. Azerbaycan
konuyu zaten olanca açıklığı ile tartışmaktadır. " (Kutlu Savaş, age)
(abç)
Kutlu Savaş aslında olayların içerisinde Hükümet’in ve
Cumhurbaşkanı’nın olduğunu bildiği halde onları aklayacak bir rapor
hazırlamıştır. Çünkü olayın devlet sırrı olması ve kendisine bunun telkin
edilmesi nedeniyle onları aklayıcı bir rapor hazırlamıştır. Ama raporun
satırları arasında çok ince bir şekilde devletin « devlet olarak » bu işin
içerisinde yer aldığı açıkça belirtilmektedir.
Darbe sırasında Omon birlikleri komutanı Cevadov öldürülmüş
ve bununla birlikte de 400’ün üzerinde insan ölmüştür. Darbenin başarısızlığa
uğradığı 1995’in Mart ayının başlarında görülmüş ve 10 Mart 1995 tarihinde “B
Planı”na geçilmiştir. O “B Planı” Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın bizzat devreye
girerek H. Aliyev’i arayıp sözde “darbe ihbarı”nda bulunmaları ve TC’nin bu
işin içinde olmadığını göstermeleriydi. 10 Mart 1995 tarihinde hem
Cumhurbaşkanı hem de Başbakan telefon ile arayarak Aliyev’e darbeyi sözde ihbar
ettiler. Yukarıda Kutlu Savaş’ın raporunda da belirttiği gibi H. Aliyev’in
herşeyden haberi vardı.
Peki Genelkurmay (o zaman başında İsmail Hakkı Karadayı
vardı) ne yapıyordu bu sırada?
O da ÖKK aracılığı ile psikolojik harekat hazırlamakla
meşguldü. Devletin “B Planı” devreye konulduktan iki gün sonra yani 12 Mart
1995 tarihinde, İstanbul Gazi Mahallesi’nde devrimci ve Aleviler’in yoğun
olduğu yerlerde bulunan üç kahvehane tarandı ve halk tahrik edildi.
IV- Gazi Katliamı ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın rolü
Genelkurmay’ın gerek devlet içerisinde gerekse de toplum
içerisinde gizli ve örümcek ağı şeklinde yayılması ÖKK aracılığı ile
olmaktadır. ÖKK Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde tümenden
kolorduya dönüştürüldü. Bu dönüşüm dahi onun son yıllarda faaliyetlerinin
yoğunluğu hakkında fikir vermektedir.
ÖKK aracılığı ile Genelkurmay, bürokrasi içerisine, polis
teşkilatı içerisine, yargı içerisine, siyasi partiler içerisine, MİT içerisine,
Sivil Toplum kuruluşları içerisine, Hükümet içerisine vs. yayılmakta ve böylece
arka planda devleti ve toplumu yakından takip etmekte ve gerektiği zamanda da
belirli eylemlerde bulunmaktadır.
Ergenekon soruşturması sırasında, aslında Azerbaycan darbesi
ile Gazi katliamı arasındaki bağlantıyı somut olarak sağlayacak bazı bilgiler
ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlisi, 22 kişi ile birlikte yakalanan ve
sorgulanan ve halen cezaevinde bulunan Osman Gürbüz adlı kişidir. Sorgu
sırasında bu şahısın Gazi olaylarını organize eden kilit kişi olduğu ortaya
çıkmıştır.
Soruşturma sırasında ortaya çıkan bilgilere göre Osman
Gürbüz, sözde ordudan atılan Binbaşı Bülent Öztürk (bu kişi aslında ordudan
atılmamıştır, “atılma” görünümü altında gizlice “yetaltına indirilmiş”tir)
“seçilmiş” ve ne hikmetse ordudan atılmasına rağmen Osman Gürbüz’e “Özel Harp
ve Psikolojik Savaş” eğitimi verdirmiş ve 12 Mart 1995 tarihinde de Gazi
mahallesine katliam yapmak için gönderilmiştir.
Bu noktada sorulması gereken şudur: Bu Osman Gürbüz ve
adamları Gazi Mahallesi’nde hiç tanımadıkları adamlar ile alıp-veremediği
neydi? Bu adamlar delimi dirler ki hiç tanımadıkları adamları rastgele
öldürsünler? Onları oraya birileri gönderdi ama hangi politik amaç
doğrultusunda bunu yaptılar? Kimsenin aklına bu soruyu sormak gelmemiştir.
Onları Gazi Mahalesine katliam yapmaları için kim ve niçin
gönderdi?
Onları Gazi’ye ÖKK aracılığı ile devlet gönderdi. Devlet
orada devrimci hareketin güçlü olduğunu çok iyi biliyordu ve ani refleks
vereceğini de çok iyi biliyordu. Gazi’deki kahvehaneleri tarayan Osman Gürbüz
ve adamları, oradaki halkı devrimci hareket aracılığı ile harekete geçirdi ve
daha sonra polis ile karşı karşıya gelmesini sağladı. Polis içerisindeki “özel
elemenlar” aracılığı ile kitleye ateş açılarak fazla ölü vermesi sağlandı.
Ölüler arttıkça kitle daha tahrik oldu ve gösteriler başka yerlere sıçradı
(örneğin Mustafa Kemal Mahallesine ve buradaki gösteriler sırasında da beş kişi
öldürüldü) ve böylece bütün ülkenin ve dünyanın gündemi bu olaylara çevrildi ve
ülke ve dünya kamuoyu, TC devletinin Azerbaycan darbesindeki rolünü görmedi. Bu
darbede Türkiye’nin rolü sadece istihbarat servislerinin raporlarında mevcut
oldu.
Ama bu psikolojik hareketin devlet ve özellikle Genelkurmay
açısından başka “kazanımları” yine oldu:
Devrimci hareketin gücünü ölçtü ve bir kitlesel tahrik
anında ne yapacağını ve ne kadar kitleyi harekete geçireceğini gördü. Yine aynı
şekilde devrimci hareketin gizli kadrolarının deşifre olmasını sağladı ve daha
sonra gerek faili meçhul cinayetlerle (Örneğin Hasan Ocak) ya da operasyonlar
ile tasfiye olması sağlandı.
Gazi katliamı ve daha sonrasında yaşanan olaylar, 1997’de
kabul edilen EMASYA (Emniyet Asayiş Yardımlaşma) Protokolünün hazırlanmasına
pratik katkı sağladı. Bilindiği gibi Gazi’de polisin yetersiz kalması sonucu
askeri birlikler devreye girdi ve kontrolü sağladı. Bu deneyim ışığında kanımca
Emasya Protokolü hazırlanmıştır.
V-Gazi Katliamı ve “Resmi Devlet Terörü”
Gazi katliamı, Azerbaycan darbesinin planlanmasına sıkı
sıkıya bağlı olduğu için ve bu darbenin planlanması aşamasında düşünüldüğü için
ve bundan dolayı devletin zirvesinin resmi onayı ile gerçekleştirildiği için
resmi bir devlet terörüdür.
Devletin zirvesi, kendi halkının bir kısmını, sözde
“devletin ve milletin yüksek çıkarları” doğrultusunda feda etmiş ya da bozuk
para gibi harcamıştır. Onları bir vatandaştan ziyade, farklı amaçlar
doğrultusunda kullanılacak bir malzeme gibi görmüştür.
Gazi katliamı, TC devletinin Azerbaycan darbesindeki
pisliklerini örten başarılı bir psikolojik operasyon olmuştur. Çünkü hala daha
da kimse bu bağlantıyı kurmamaktadır ve bunları yapanlar bırakın yargılanmayı
“saygın” kişiler olarak görülmektedir. Bu psikolojik operasyonun başarılı
oluşu, onun itina ile hazırlanmış ve düşünülmüş olmasına bağlıdır. Şayet devlet
Gazi’de başarılı bir istihbarat çalışması yapmamış olsaydı ve oradaki sosyal ve
politik durumu iyi analiz etmemiş olsaydı böyle bir başarı elde edemezdi.
Gazi’deki gibi resmi bir devlet terörü yani kendi halkına
karşı organizeli bir terör eylemini gerçekleştirme anlayışı ancak faşist
rejimlerde (Hitler, Mussolini, Franko, Salazar vs.) görülen bir anlayış ve
pratiktir. Devlet kendi resmi hukukunu (bugün AKP hükümeti ile elden gitti
yaygarası yapılan o hukuku) bizzat kendisi ayaklar altına almış ve paspas
yapmıştır.
Aslında Azerbaycan darbesi ile Gazi katliamı arasındaki
bağlantıyı devlet içerisinde birçok kimse bilmektedir. Örneğin Kutlu Savaş ve
bugün Ergenekon savcıları yine hükümet vs. bir çok kesim bunu bilmektedir ama
bilerek susmaktadırlar.
Devrimci ve demokrat kamuoyu, başta İsmail Hakkı Karadayı,
Tansu Çiller ve Süleyman Demirel olmak üzere, bu katliama katılan devlet
kadrolarının yargılanması ve mahkum olması için kamuoyu oluşturmalı ve bu
temelde kitlesel eylemleri teşvik etmelidir. Özellikle Ergenekon davası ile
bütün pisliklerin halkın gözü önüne döküldüğü bu dönemde bu fırsattan
yararlanmalı ve Gazi ve 1 Mayıs Mahallesi’nde katledilen 23 devrimci ve
demokrata karşı bu sorumluluklarını yerine getirmelidirler.”
[1]
20 Nisan 2012 tarihli Radikal’de Orhan Kemal Cengiz “Ergenekon İncirlik”
baylıklı yazısında, son dört aydır Kiliselere ve Hıristiyanlara yapılan
saldırıların arttığından söz ediyor. Bu hiç de bir rastlantı değildir.
[2]
Bu sitede bir tek yazımı alıp yayınladılar. O da tam Anarşist ve Troçkist
ittifakına uygun bir başlıkla: “Sosyalizmin
Muaviye’si Stalin’dir”. Bu başlığı Müslümanların atması anlamlıydı onların
paradigması içinde bir formülasyon olurdu. Ama Marksist ve Anarşistlerin
sitesinin, en azından Muaviye İslam’ın Stalin’idir demesi çok daha doğru
olurdu. Çünkü ben bir çok yazımda, Muaviye, Stalin, Bonapart’ın aynı tarihsel
tipin farklı devrimlerdeki karşılıkları olduğu yönünde bir tahlil yaparım.
[3]
Yazılar şunlardı: “Theo Angelopoulos’un
Ölümü ve “Dedemin İnsanları” Filmi Vesilesiyle Dedemin Anılarının ve Adının
Peşindeki Arayışlar”; “Marksizm’in
Krizinin Temeli: Yapı - Özne İlişkisi Sorunu ve Sorunun Çözümü” . Şu
adreste görülebilir: http://demirden-kapilar.blogspot.com/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder