2 Ekim 2011 Pazar

Jiyan ve Köxüz Siteleri Birleşti

Jiyan ve Köxüz siteleri bugünden itibaren (1 Ekim 2011) Jiyan sitesinin adresinde (www.Jiyan.org) birleşmeye ve Jiyan-Köxüz adıyla devam etmeye karar vermiş bulunuyor.
Bu birleşmenin bütün demokratik ve ezilenlerden yana olanların güçlerini ve imkanlarını birleştirmeleri için bir örnek olmasını dileriz.
Köxüz sitesi, 2005 yılı baharından beri yayındaydı. Saldırılar ve teknik zorluklar ve gelişmeler nedeniyle çeşitli Köxüz adreslerinde yayınını sürdürmüştü. Ne var ki, son zamanlarda yasaklar, teknik olanaksızlıklar ve saldırılar nedeniyle kendini yenileyemez durumda gelmişti ve bu durumdan bir çıkış yolu arıyordu.
Jiyan’a katılma önerisinde bulundu ve Jiyan bir birleşmeyi kabul etti.
Bunun üzerine birleşmenin en kısa zamanda gerçekleşebilmesi için gerekli olan hazırlıklara başlandı. Birleşmenin ilan edileceği ve gerçekleşeceği gün olarak da 1.Ekim.2011 tarihi belirlendi.
Bu iki site de gerek biçim gerek içerikçe elbet bir çok farklılıklar barındırıyordu.
Bunların ilk akla gelenleri söyle sıralanabilir.
·         Jiyan daha dinamik ve canlı; Köxüz daha sakin ve ihtiyatlıydı.
·         Jiyan daha genç ve hareketli bir yazar ve okuyucu profiline; Köxüz daha yaşlı ve istikrarlı bir yazar ve okuyucu profiline sahipti.
·         Jiyan’ın okuyucusunun çoğunluğu şehirli ve aydın kesimlerdi; Köxüz’ün okuyucusunun önemli bir bölümü Kürtler ve bunların içinden de aydın gençlerdi.
·         Jiyan aktüaliteyi yakından izlemeye ve ona hemen bir tepki göstermeye büyük ağırlık veriyordu; Köxüz daha uzun vadeli ve genel olana dikkatini yönetmişti.
·         Jiyan’da haberler ve haber yorumlar daha büyük bir ağırlığı varken, Köxüz’de neredeyse hiçbir haber bulunmuyor ve olguların bilindiği varsayımından hareket ile onların anlaşılması ve yorumlanmasına ağırlık veriliyordu.
·         Jiyan’da haberler canlı ve bol resimlerle desteklenerek veriliyordu. Köxüz’de ise neredeyse resim bulunmuyordu.
Dikkatli bir analizle bu farklılıklar listesi elbette daha da uzatılabilir.

Kavrambaz'ın ilk yazısı - Kavrambaz Hakkında

Sevan Nişanyan, Taraf’ta yazdığı “Kelimebaz” ile Etimoloji veya Linguistik ile nasıl politika yapılabileceğinin dünyada belki de eşi benzeri bulunmayan nefis bir örneğini sunmuştu.
Sevan Nişanyan’ın bu ülkede yaşayan insanların şanssızlığı olan şansı vardı: Türkiye gibi, Türk Dil ve Tarih kurumlarıyla, birkaç yönden hafızasını yitirmiş veya yitirmeye zorlanmış bir ülkede yazıyordu.
Birinci şansı, bir Türk ulusu yaratabilmek için, Alman Emperyalizminin Hint yolunu açma hedefleri için yaratılmış Orta Asya ve oralardan gelen Türk ulusuna dair bir uydurulmuş bir resmi ve egemen Tarih anlatısını doğru kabul etmiş insanlara yazıyordu. Bu insanlar, eski uygarlıkları feth eden fatihlerin, hiçbir yerde, nüfusun yüzde beşinden veya onundan fazlasını oluşturmadığını; fatihleringenleri aynı kalsa bile; kültürel kotlarıyla feth ettikleri tarafından fethedildiklerini; yani Orta Asyadaki göçebelerin değil; kültürel ve genetik olarak binlerce yıldır bu topraklarda yaşamış insanların torunları olduklarını bilmiyorlardı. Yüzde doksanıyla genetik ve kültürel “soydaş”ları Azeriler, Özbekler veya Türkmenler değil, bugün düşman blledikleri Rum ve Ermenilerdi. Bu soydaşlık en sıradan, dolayısıyla en az değişen, en bildik kelimelerde en çarpıcı biçimlerde ortaya çıkıyordu.
Birinciye bağlı İkinci şansı, yüzyılın başlarında katliamlar ve sürgünlerle yok olmuş çoğu Hıristiyan halkların bu yok oluşunu unutmaya çalışmış ve hafıza kaybına uğramış insanlara yazıyordu.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Blok Vekilleri Meclise Nasıl Dönmeli?

Blok vekillerinin meclise dönüp dönmeyeceği tartışılıyor. Bu tartışmalarda, BDP’lilerin de yüzünü çizdirmeyecek bir dönüş için, hükümetin de adım atması gerektiğinden söz ediliyor. Buna bağlı olarak da örneğin Erdoğan’ın “Biz terörle mücadele ederiz, siyasi irade ile de müzakere ederiz Siyasete gelenle konuşuruz ama gelmeyenle konuşmayız” şeklindeki sözleri, Hükümetin bir adımı olarak yorumlanıyor ve BDP’ye “bakın işte Hükümet “PKK’ile aranıza mesafe koymadan görüşmeyiz”den, bu koşulu kaldırarak sizlerin siyasi olarak muhatap alınacağınız noktasına gelmiş” diye yorumlanıyor ve “haydi ne duruyorsunuz, dönün” sonucu çıkarılıyor.
Meclis’e dönüşü desteklemeyenler de buna karşılık “ya dönerler ya da…” şeklindeki tehditler ve burun sürtmeye yönelik diğer beyanları öne çıkararak dönmenin doğru olmayacağını söylüyorlar.
Bizce sorunu bu biçimde tartışmak daha baştan yanlıştır ve Blok vekillleri ve BDP sorunun bu yanlış biçimde tartışılmasına bizzat kendisi yol açmıştır.
Şimdi bunun neden ve nasıl bir yanlış olduğunu ve bu temel yanlışa nasıl son verilebileceğini ele alalım.
Savaşın birinci kuralı, düşmanın istediği şartlarda savaşı kabul etmemektir[1].
Siz tavrınızı karşı tarafın tavrına bağlı olarak tanımladığınız anda, mücadelenin koşullarını belirleme hakkını bizzat kendi ellerinizle karşı tarafa vermiş olursunuz.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Mısır Tahrir’e Uzaktan Yorumlar ve Öngörüler

Uzaktan Yorumlar (01)

Mısır’da şu an (21.15) devrimin kaderi çiziliyor. Televizyonlardaki görüntülerden çıkarabildiğim kadarıyla, alandaki muhalifler hala çok az, hatta sayıları bile azalıyor ve Kahire Halkı o alana akmış ve feth etmiş değil.
Eğer sonraki saatlerde durumda bir değişme olmazsa, devrimin bu ilk dalgası acı bir yenilgiyle son bulacak demektir. O alandaki gençleri büyük bir olasılıklar öldürüp, derdest edecekler ve ibreti alem için cezalandıracaklar. Sonra da sıra bütün diğer muhaliflere gelecek.
Sabahleyin, alandaki direniş, Mubarek’in polislerinden ve lumpenlerden derlenmiş saldırganlarını püskürttü ve alının dışına sürdü. Ama onları peşine düşüp yok edemedi. Çünkü peşine düşecek gücü de yoktu kararlılığı da.
Bu devrimi alanda savunmaya ve alanı korumaya zorladı. Bir devrimin intiharıdır savunmaya geçmek. Alanı savunmak bir bakıma devrimin savunmaya geçmesi demekti.
Bu gidişi, ancak Kahire halkının Meydana akın akın gelmesi ve Mubarek’in adamlarını sokaklardan silip süpürmesi durdurabilir ve tersine çevirebilirdi.
Belli ki Mısır halkı hala çok korkuyor, bir kaç günlük gösteriler onun yeterince güç ve kendine güven kazanmasını sağlayamamış olmalı. Kendine güvenini kazanacak kadar bir gösteriler dizisi yaşamadan, birden bire tayin edici muharebi ile akrşı karşıya kaldı.
Mubarek akıllıca bir hamle yaptı, çekileceğim ama sonra dedi ve böylece tarafsız orduyu kendi yanına çekmek için esas hamleyi yaptı.
Ordu bir gün önce Mubarek’in çekileceğim mesajı üzerine , ite çekiliyor artık gösteriler dursun diyerek, bu kayışı ifade etmişti.
Ama bugün bile henüz karışmadı sabahki direnişin tahrir meydanını mubarek’in adamlarına teslim etmeyip onları püskürtmesi üzerine. Tarafsız tavrını sürdürüp, güç dengelerini kollamaya devam etti. Yanlış ata oynamak istemedi.
Eğer alana büyük bir halk desteği aksaydı, ordu da ilk gösterilerde yaptığı gibi, göstericilerin emniyetini sağlayacağım diye, tekrar göztericilerden yana ağırlığını koyar ve Mubarek’in ülkeyi terk etmesini isteyebilirdi.
Gerçi ordunun böyle bir davranışı, uzun vadede, devrimin izleyeceği yol ve kaderini belirlemekte ordunun ağırlığını arttırır ve bu da muhtemelen, ordunun kontrolünde, biraz Türkiye’de olduğu gibi birs liberal reformlar dönemini açar, bu da bir demokratikleyşme değil ama belli bir liberalleşme sağlardı.
Ama şu saatlere kadar Kurtuluş Meydanı hala bomboş. Hala gençler var ve koca alanda küçük ve dağınık kümeler halindeler.
Meydanı savunmaya geçiş aynı zamanda devrim yasalarının sembolik bir ifadesi de.
Marks, Engel bavunmanın veya duraksamanın bir devrimin ölümü demek olduğunu defalarca yazmışlardı yaşadıkları ve daha önce yaşanmış devrim deneylerinden çıkardıkları sonuçlarla.
Meydan’ı savunma bir bakıma devrimin ya da ayaklanmanın savunmaya geçmesi demekti.
Ve savunma’da kalma etkisini göstermeye, Mubarek’in güçlerini toplamasını ve karşı saldırıya hazırlanmasını sağlayacak zaman ve morali bulmasını sağladı.
Şu an gazeteler İnternette, başkan yardımcısı Ömer süleyman’ın, Güsterilerin son bulmasını, diyalogun koşulu olarak koyan bir beyanat verdiğini yazdı.
Yani bu şu demektir, akşamdan beri korktuğum başa geliyor. İsyan yenildi. Karşı taraf koşul öne sürecek cesareti buluduğuna göre artık kendini toparladı.
Bu şu demektir: devrim yenildi ve şimdi gösterilere katılanları katletme ve tutuklama dalgası başlayacaktır. Cuma günü de hiç bir şey olmaz. Hatta Cuma gösterisi, terörden sinmiş halkın evlerine kapanıp, Cuma gösterisini Mubarek’in adamlarının yapmasına bile yol açar.
Şu an yeni bir haber düştü, Alandan silah sesleri geliyormuş. Karşı devrim alanı ele geçirmlek için saldırıya geçti. Alandaki çocukları öldürecekler.
Ama her zaman olduğu gibi devrimin katilleri onun vasiyetini yerine getirirler.
Yani Prusya yolundan bir demokratikleşme değil, liberalleşme.
Eğer devrimin ikinci bir dalgası gelmezse, bu yenilgi kolay atlatılamazsa, Mısır’da Ordu’nun kontrolünde, Türkiye’deki gibi bir sistem oturur.
Gerçi devrim başarıya da ulaşsa sonuç aynı olabilir.
Ama bir devrim, amaçlarına ulaşamazsa bile, onun halkın ruhunda ve bilincinde yapacağı değişikliklerin değeri hiç bir şeyle ölçülemez.

02.02.2011 21:51:35
Demir Küçükaydın


Uzaktan Yorumlar (02) - Devrim Hala Ölmedi


Sabah oldu ve meyden hala göstericilerin elinde. Hiç destek gelmedi. Buna rağmen sabaha kadar  Mubarek’in bindirilmiş kıtalarına meydanı terk etmediler.
Az öncve El cezire, Twitter ve internet üzerinden haberleşmek için yeni bir yol bulunduğunu açıkladı. Bir telefon numarası verdi ve twitter mesajlarını oraya yollayın dedi. Videolarınızı yollayın dedi.
İlk verdiği mesajlardan biri, alandaki bir kadının yardım çağrısıydı, Kahire halkını meydana çağırıyordu.
Meydandakiler durumun bilincinde.
Belli ki el Cezire tehlikenin farkında, sadece haberciliği bırakıp, habercilik yapıyormuş gibi yapıp, devrimin yaşaması için bir haberleşme kanalı açmak istiyor.
Akşamki, başkan yardımcısının, gösteriler bitmeden görüşme yok tehdidine rağmen, hala askerler duruma müdahale etmiş değil.
Belli ki ordunun tabanında, alt rütbeli subaylarda rejime duyulan rahatsızlık, tepedeki generalleri şimdilik oyunun dışında gibi durmaya zorluyor.
Ayrıca bu ordunun kontrolünde bir değişiklik için de işlerine geliyordur.
Bu durum da birden bire sokaktaki, hatta o meydandaki gelişmeleri kilit bir öneme getiriyor.
Sokağa hakim olamazsa halk kitleleri ve süremezse Mubarek’in bindirilmiş kıtalarını, kaybeder. Hala zaman var. Belki gün ışıkları, Kahirelilerin üzerindeki korkuyu atmalarına yardımcı olur.
El Cezire’nin geçtiği haberler Mubarek yanlılarının toplanmaya başladığını yazıyor.
Kahire halkı 30 yıllık diktatörlüğün üzerinde biriktirdiği korkuyu atıp Tahrir alanına dolacak mı?
Burada derinden bir kendiliğindenlik, yaratıcılık, inisiyatif ğerekir. Halkın derinlerinden gelecek bir şeyler.
Bütün devrimler bunların üzerinde yükselir zaten.
Ama şu ana kadar henüz bir şey görünmüyor. O çok kıymetli saatler su gibi akıp gidiyor.
Bu ayaklanma hala yaşarsa bir mucize demektir.
Avrupa’nın daha başından beri öne çıkarmaya çalıştığı ve muhtemelen de zorlayarak Mısır’a yolladığı El Baradey gibi liberaller böyle zamanlarda hiç bir şey yapamazlar.
Adam Cumaya kadar mühlet verdi, gidinceye kadar sürekli gösteri çağrısı yapacak yerde.
Sonra da Mubarek’in bindirilmiş kıtaları saldırınca orduya Yönetime el koy çağrısı yaptı.
Halkı sokağa çağırmadı.
Halktan korkan burjuvaziyi bundan daha iyi ne gösterebilir.
Türkiye’nin liberalleri de öyledir. Avrupa birliğine bağlanacak irlerden, kazıklardan medet umarlar. En büyük demokrasi gücü olan Kürt Özgürlük hareketi’ne karşı düşmanca bir korku duyarlar.




Uzaktan yorumlar (03) - Kontrollü Geçiş ya da Sezaryen


İki gün boyunca Tahrir meydanındaki bir kaç bin gencin orayı canla başla ve yapayanlız savunmalarını gördük. Neredeyse hiç bir yardım gelmedi, Kahire halkı alana koşup, o alanı doldurarak ve Mubarek’in bindirilmiş kıtalarını sürmek için o gençlere yardım etmedi.
Alandan El Cezire-Twitter kanalı aracılığıyla mesaj yollayıp yardım isteyen kızın çağrısı yankısız kaldı.
O yardım isteyen kız, El Cezire’nin yayın merkezinde alanın savunulmasını isteyenlerin hayallerinin ürünü de olabilir. Çünkü bütün devrimlerin değişmez bir kuralı vardır: Devrimlerde kadın sokağa çıkar ve ayaklanmanın başını çeker.
Tahrir alanını savunanlar içinde neredeyse hiç kadın görünmüyordu. Şehirli genç ve yoksul delikanlılardı oradakiler.
Tahrir alanında kadınsız bir savunmanın yapıldığı aynı gün ve saatlerde ise İskenderiye’de binlerce kadın yürüyordu El Cezire’nin haberine göre.
Kimbilir belki de ayaklanmanın motoru olan şehir Kahire değil, İskenderiye’dir.
Türkiye’de İstanbul ile Ankara, Rusya’da Petersburg ile Moskova ne ise Mısır’da İskenderiye ile Kahire aynı durumda olabilir.
Başkent’in memur dolu ortamından uzak olmanın; bir liman dolayısıyla dünyaya daha açık, daha özgür ruhlu olmanın etkisi olamaz mı bu?
Modern toplumun sinir düğümleri şehirlerdir. Şehirler içinde de, ekonomi, politika ve Kültür’ün merkezi olan şehirler, ki bunlar genellikle de baş şehirlerdir, en önemlileridir.
Ama bazan bu üçü aynı şehirde birleşmez. Türkiye’de olduğu gibi, Ekonomi’nin ve Kültür’in merkezi (İstanbul-Leningrad) ile Politika’nın merkezi (Ankara-Moskova) ayrı şehirlerde bulunabilir. Böyle yerlerde, devrim iki merkezi de ele geçirmelidir.
Ama tarih genellikle, ekonomi ve kültürün merkezi olanların, politikanın merkezi olanlardan daha hızlı ve daha ileri gitme eğiliminde olduğunu göstermiştir.
Büyük olasılıkla benzer bir farklılık Mısır’da da var. Bu fark, Kahire Tahrir alanında kadın ve savunmacı yokluğunda; İskenderiye’de kadınların sokakları feth etmesinde kendini dışa vurmuş olabilir.
Ama o sinir düğümlerinin de sinir düğümü, o şehirlerin merkezlerindeki alanlardır. İstanbul’da Taksim, Kadıköy, Aksaray, Mecidiyeköy; Ankara’da Kızılay ve Ulus gibi alanlar hayati önemdedir. Tahrir meydanı da benzer bir durumdaydı. Coğrafi konumuyla ve biçim olarak Aksaray gibi, politik anlamı ve şehrin yapısındaki işleviyle Taksim gibi; Aksaray ve Taksim’in (hatta Mecidiyeköy’ün) özelliklerini kendinde toplamış bir alandı.
Böylesine kritik hayati noktayı yeterince güçlü ve kararlı savunmadı Mubarek karşıtları.
Ancak Mubarek’in adamları yeni destek alarak saldıramadıği gibi, ordu birlikleri adeta bir boks ya da futbol maçı hakemi gibi davranarak, hatta Mubarek’in adamlarına zaman zaman daha sert davranarak, Mubarek karşıtlarına adeta moral verdi ve isyanın ezilmesini engelledi.
Böylece Ordu başından beri, önce ateyş etmeyerek, sonra mitinge emniyet garantisi vererek, değişimin ebesi; doğamayan çocuğun doğmasına sezeryanla yardım eden doktor işlevinin sürdürdü.
Bu elbette yığınlardaki genel memnuniyetsizlikle, genç askerlerin ve subayların Mitingçilere sempatisi ile de bağlantılıdır ama Mısır’ın Firavunlar ve Kölemenlerden beri gelen Devletçilik geleneğinin tecrübesi ve sezişleriyle ilgili olduğu kadar, ABD’nin ve Avrupa’nın kontrollü bir geçiş arzuları ve bu anlamdaki yönlendirmeleri ve mesajlarıyla da.
Bu devrimin şimdiki bu gücü, yani ordunun tarafsız ve hayırhah tavrı, bu devrimin en büyük zaafı olacaktır. Tarih hiç bir şeyi karşılıksız vermez.
*
Quemada diye bir film vardı. Evaristo Marquez ve Marlon Brando’nun oynadığı, 12 Mart döneminde, o en sıkı terör günlerinde, Adada İsyan adıyla yanlışlıkla sinemalarda oynamıştı bir süre. O filmde, eski sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe geçiş ve bunu bir İngiliz ajanının örgütlemesi konu edilir.
Adanın egemeni şeker kamışı plantasyonu sahipleridir ve halkı da oralarda çalışan köle ve yarı köle siyahlardan oluşmaktadır. Adada eski sömürgecilere karşı siyahların bir isyanını örgütlemek isteyen yeni sömürgeciliğin sembolü, hayallerini yitirmiş, pragmatik İngiliz ajanı Sir Willam Walker, siyahların içinden bir önder bulmaya çalışır.
Ama siyahları kölelik öylesine yıldırmıştır ki, beyaz adama karşı çıkmayı akıllarından bile geçiremez durumdadırlar. Sadece bir tanesi cesaret edemese de aklından geçirir.
Ajan bu aklından geçirebileni alır ve adeta zorla ona beyaz adamın da ölebileceğini gösterir. Sonra bu siyah önder, mücadele ve devrim tarafından eğitilecek ve kontrolden çıkacaktır. Bu sefer de ilk kendisinin keşfettiği ve yetiştirdiği bu siyah önderin isyanını bastırmak için gelir tekrar adaya bu sefer İngiliz Hükümeti adına. Bastırır da. Ama bu sefer giderken, siyahlar artık onu bıçaklayarak öldürecek tecrübe ve cesareti edinmişlerdir.
Köleciliğin siyahların ruhunda bıraktığı derin izlerden çok söz edilir, ama beş bin yıllık Şark devletçiliğinin o insanların ruhunda yarattığı derin tahribatın, neredeyse genlere işlemiş korkuların pek sözü edilmez.
Binlerce yıllık şark devletçiliğinin ve o devletçiliğin sembolü Nemrutlar (Dicle Fırat balçıklarının Firavunları) Firavunların (Nil balçıklarının Nemrutları), onların  modern biçimi olan otuzbeş yıllık Mubarek diktatörlüğünün yüreklerde yarattığı korkuyu silmeye yetmemişti Tunus örneği ve son bir haftadaki gösteriler.
Mubarek’in adamları bir kaç bin kişi daha sürebilseydi eğer, alanı ele geçirirler ve tam bir yenilgi ve yılgınlık havası yaratabilirlerdi. Böylesine kritik bir süreç yaşandı şu iki günde.
Bunun yapılmamasının nedeni muhtemelen ABD ve Avrupa’lıların işlerin kontroldern çıkıp radikal islamcıların iktidara gelmesi korkularından kaynaklanan baskısı olabilir.
Böyle bir davrınışın bütün yumuşak ve kontrollü geçiş olarnaklarını yok edeceğini görerek, Mubarekin adamlarının saldırısını engellediği ilerde ağırlığını korumak ve kontrollü geçişi düzenlemek için ordunun tarafsız kalmasını sağladığı tahmin edilebilir.
Ordu tarafsızlığı ile adeta ölmek üzere olan devrimin yaşamasını ve bugünkü büyük gösterileri sağladı.
Zaten başından beri Ordu’nun tarafsız kalması, aynı zamanda birlerce yıllık şark devletçiliğininin kendini yenileme yeteneğinin yeni bir tezahürü olarak da görülebilir. Ordu ateş etmeyeceğini söyleyerek adeta korkmadan miting alanına gelebilirsiniz dedi.
Kan dökülmeden, ordunun koruması ve desteğinde devrim!..
Ordu ölecek çocuğu kurtardı, sezaryan yaptı adeta.
Ve bundan sonraki gelişmeleri ordu belirleyecek.
Politik olarak Mısır’ın AKP’si ordu olacak gibi görünüyor. Ama Türkiye’nin askeri bürokratik oligarşisinin sınıfsal yapısı ve ağırlığıyla.
Aynı esnekliği Türkiye’de de gösteriyor bu tabaka.
Şimdi AKP giderek tutucu ve anti demokratik bir çehre kazanırken, Askeri Bürokratik oligarşi, AKP aracılğıyla kendi içindeki fosilleri, inkarcıları tasfiye edip, kendini yeniliyor.
Baykal’ın gitmesinden Radikal’deki değişime kadar her şey bu cephelerdeki dönüşü gösteriyor.
04 Şubat 2011 Cuma
Demir Küçükaydın

Uzaktan yorumlar (04) – Uzun Bir Çocukluk


Geçen yazıda Mısır’da İskenderiye’nin Kahire’den daha önde olabileceğini, Kahire halkı o kritik günlerde meydanı doldurmazken, İskenderiye’de sokakların kadınlar tarafından doldurulduğunu, İskenderiye-Kahire farkının Moskova-Leningrad, Ankara-İstanbul gibi bir farka denkliğin ifadesi olduğunu yazmıştık. Bir kaç gün önce İskenderiye’den gelen bir tanıdık bu uzaktan değerlendirmeyi doğrulayan doğrudan gözlemler ve değerlendirmeler anlatmış. Devrimini esas motorunun, İskenderiye olduğunu söylemiş.
İskenderiye’nin haberlerde Tahrir alanı kadar yer almaması, bir yanıyla konuya istikrar ve güvenlik açısından bakan gericiliğin devrimden, onun ileri gitmesinden korkularını yansıtmaktadır. İskenderiye’den söz etmeyerek “deliye taşı andırmak” istememektedirler.
Ama artık çok geç, korktukları başlarına gelecektir.
İlk günlerde alanana gelip onu savunmakta tereddüt eden Kahire halkı, o cumadan beri yavaş yavaş kendine güvenini kazandı hızla kendini eğitmeye başladı. Devrimin ayakları üzerinde durabilmek için biraz zamana ihtiyacı vardı. Ordunun hangi gerekçeyle olursa olsun, tarafsızlığı devrim bebeğinin ayakları üzerinde durmayı öğrenecek, kendine güveni kazanacak, derine işlemiş korkulardan kurtulacak zamanı bulmasını sağladı.
Devrim artık ayakları üzerinde yürüyor. Tahrir alanını gece gündüz bırakmayan; alan dolduğu için mecburen geri dönen Kahire halkı bunun en güzel göstergesi.
Şu saatler ve bu gün en kritik gün olacak. Mubarek akşam İstifa’yı reddetti. Neredeyse bütün Mısır halkı ayakta. Yüz milyonluk Mısır’da bugün yirmi otuz milyonun sokaklarda olacağı düşünülüyor. Zaten son günlerde milyonlarcası sürekli sokaklardaydı. Bütün Mısır bir Tahrir Alalnı’na dönüşmüş bulunuyor.
Eğer arada önemli bir gelişme olmazsba, bugün Cuma’dan sonra, milyonlarca insan Tahrir Alanına akacak ve oradan da başkanlık sarayına doğru yürüyüp bu rejimi devirmek isteyecek.
Bu bir kaç saat içinde devrimin nasıl bir yol izleyeceği belli olacak. Artık bu halkı bir rejim değişikliği olmadıkça kimse tutamaz.
İlk olasılık, ordunun bu sefer de, belki de kendi içindeki farklılık ve bölünmelerden dolayı, kararsız kalması, ne halktan ne de Mubarekten yana bir tavır almayıp, şimdiye kadarki pozisyonunun sürdürmesi olabilir.
Bu durumda halk meydandan Başkanlık Sarayına yürür. Bu sarayı Mubarek’in kendine bağlı özel birlikler korumakta.
Burada şu olasılıklar öne çıkıyor.
Bu birlikler ya halkla kardeşleşir, Mubarek kaçar; ya da halka ateş açarlar bu ise Halkın öfkesini daha da arttırıp ordunun bölünmesine ve rejimin bütün bülük devrimlerdeki gibi bir ayaklanmayla çöküşüne yol açabilir.
Ancak muhtemelen, ordu daha bunlar olmadan idareyi alıp, Mubarek’i yollar ve kontrollü bir geçiş denemesinde bulunur. Şu saatlerde bu olasılık öne çıkmış görünüyordu.
Bu devrimin hızını kısmen keserse de aynı zamanda ona daha da büyümek için daha da çok zaman ve olanak sağlar. Devrim böylece henüz yürüyen bir çocuk olmaktan ergenliğe geçebilir.
Ve ergenliğe ulaşan devrim ilerde, doğumuna şimdiye kadar şu veya bu nedenle tarafsız kalarak “babalık” etmiş ordu ile karşı karşıya gelebilecek, “baba katili” olabilecek zaman ve gücü bulabilir.
Galiba Mısır’da daha yavaş ama daha sağlam bir gelişim gösteren bir devrim görüyoruz.
Bazı devrimler 100 metre koşucuları gibidir, hızlı gider ama çabuk yorulur. Biriktirdiği güçler uzun menzilli bir koşuya izin vermez. Bazı devrimler bir maraton koşusu gibidir, belki biraz yavaş ama daha uzun soluklu. Mısır Devrimi bu ikincisinin özelliklerini gösteriyor gibi.
Tabii bu yavaş gelişen devrim, aynı zamanda diğer ülkelerdeki devrimleri tetikleyeceği, onlara cesaret vereceği gibi, aynı zamanda hızı tükenmiş, gücü azalmış Tunus’taki devrim gibi devrimlere yeni bir güç ve rüzgar da verebilir.
İşte o zaman, devrimlerin birbirlerinin ateşini güçlendirdiği, her devrimin diğerlerinde yeni güçleri ve daha derin tabakaları harekete geçirdiği, kendini besleyen, eşi benzeri az görülen bir muazzam devrimci kabarış dönemi yaşayacağız demektir.
Şimdilerde Türkiye Modeli önerilir oldu. Eğer böyle bir süreç harekete geçerse, bir kaç ay sonra Türkiye modeli de eskir, bütün anlamsızlığı ve bayağılığı ile ortaya çıkar.
Mısır ya da Arap Modeli, tüm dünyaya örnek olur.
İnşallah Türkiye’ye de
11.02.2011 09:12:55
Demir Küçükaydın



Uzaktan yorumlar (05) – Bir Devrimi Yaşamak!..


Yarım yüzyıldır sadece boş zamanlarını değil, bütün ömrünü devrimci mücadeleye adamış ama hiç devrim yaşamamış bir devrimci olarak Mısır halkına imreniyorum.
“Devrim ne olacak? Gerçek başarıya gidicek mi, yani var olan binlerce yıllık firvunlardan kalma, merkezi, keyfi devlet cihazını parçalayabilecek mi? Başarılı olursa devrimin önderliğini kim ele geçirebilir?” gibi soruların zamanı değil şimdi.
Şimdi bu devrim sarhoşluğunu, o bir kaç günden daha fazla sürmeyen, ama yaşanması çok nadir zamanlarda, çok nadir yerlerde, çok nadir kuşaklara kısmet olan o kardeşleşmeyi, o toplu sarhoşluğu yaşamanın ve tadını çıkarmanın zamanı.
Herkese ve her zaman kısmet olacak bir mutluluk değildir bu. Bazan her kaygıyı bir yana bırakıp, o anı yaşamayı bilmek gerekir. Tıpkı uzun bir mücadeleden sonra birbirine kavuşmuş iki sevgili gibi. O anı yaşamak ve tadını çıkarmak gerekir.
Sonra? Sonra zaten hep zorlu mücadeleler, genellikle yenilgiler, yılgınlıklar, kan ve gözyaşı izleyecektir, o kısa mutluluk günlerini, o aşıkların günlük hayatın bayağılıkları ve zorlukları içinde o aşklarının ilk heyecanını yitirecekleri gibi.
Önemli olan bunu başarmış olabilminin o halkın ruhunda yarattığı büyük değişimdir. Bir şeyleri değiştirebileceğini ilk kez görmüştür. Kardeşliğin, özgürlüğün, polissiz, ordusuz, bürokratik ve silahlı adamlardan oluşmayan bir aygıtsız da bu toplu yaşamanın gereklerini kendisinin örgütleyebileceğini görmüştür. Önemli olan budur. Devrimin esas kazancı budur.
Bu nedenle Marks, İşçi Sınıfının devrime, önce kendini değiştirebilmek için büyük ihtiyacı olduğunu söyler.
Bu bilgi, en korkunç yenilgilerde bile bir yerlerde, derinlerde varlığını sürdürmeye devam eder. Halktın bilincinin, ağulardarn süzülmüş tarihsel tecrübesinin derinlerine ve devrimcilerin ve teorisyenlerin kitaplarında, unutulmuş, tozlu raflarda var olmaya devam eder.
Zaten ben de bu satırlara dökülen düşünceleri, 1789’u anlatan Michelet, 1848’i yaşayan ve anlatan Marks-Engels, 1905 ve 1917’yi hem en önde yaşayan ve anlatan Troçki’nin kitaplarından, İran devriminin başarısını yaşamış İran’lı dostların anlattıklarından ve İran sinemasının filimlerine sinmiş o derin duyarlıktan ve benzeri büyük devrimlerin derslerini anlatan, o artık okunmayan ve unutulmuş kitaplardan ögrenmedim mi?
Bu nedenlerle, şu bir kaç günün mutluluk sarhoşluğunu, yarın ne olacak diye düşünmeden yaşasın, anın tadını çıkarsın Mısır halkı.
Herşey nasıl olsa hep kötüye gidecek.
İşin kötüsü bütün veriler her şeyin daha da kötüye gideceğini gösteriyor.
*
Bir devrim yaşamadım ama sanırım öyle bir atmosferi ve başarıyı 1968’de, Üniversite İşgallerinde yaşadım.
Faşistlerin işgalindeki Fen-Edebiyat Fakültelerinin bulunduğu binanın, öğrenci kitlesi ve Merkez Bina’dan gelen ve daha sonra Devrimci Öğrenci Birliği’ni oluşturacakların katılımıyla ele geçirildiği gün böyle bir gündü.
Her yer cam kırıklarıyla, faşistlerin kaçarken bıraktıklarıyla ve zaferlerine inanamayan ellerinde bir sopa, bir taşla dolaşan binlerce öğrenciyle doluydu. O saatlerde yaşadığım mutluluğu bir daha hiç bir zaman hiç bir yerde yaşamadım.
Şimdiki Mısır ordusu gibi, tecrübeli eski dernekciler (Uğur Büke vs.), yüksek bir masaya çıkıp konuşarak inisiyatifi ele geçirip bazı şeyleri yönlendirebiliyorlardı henüz. Bu sözler bizim sözlerimiz değildi ama henüz bunlarla nasıl mücadele edileceğini bilmiyorduk, kimseyi tanımıyorduk. Mısır devrimindeki arkada duran ama büyük bir örgütlü güç olan Müslüman Kardeşler gibi, o zamanki FKF (Şimdi bilinen isimler Nabi Yağcı ve Veysi Sarısözen) hep itidal tavsiye etmiş, bir öncülük yapmamış, bizleri hayal kırıklığına uğratmıştı. (Ama işgalden sonra, şimdi Mısır’da olacağı gibi, o örgütlülüğüyle giderek artan bir şekilde ağırlığını koyacaktı.)
Ama ne olursa olsun yüzlerce, binlerce öğrenci, başarılarını kutluyorlardı. Bir daha hayatım boyunca o günkü gibi bir durum yaşamadım. Mısır’dakilerin şimdi bizlerin o minyatür ölçülerdeki küçük devrimde yaşadıklarımızın binlerce kez daha büyüğünü yaşadıklarını düşünüyorum.
*
Bu duygu yoğunluğunu ilk dersler ve hayal kırıklıkları izlemişti.
Gündüzleri muhasebecide çalışıyor geceleri gelip nöbet tutuyordum. Tahrir alanındaki gençler gibiydik. Faşitlerin saldıracağı haberleri geliyordu hep. Sonuna kadar dövüşmek ve savunmak gerekiyordu. İki üç gün sonra yorgunluktan ayakta duramaz olmuş, sanırım dekanlıkta bir geniş salonda, yeşil halıların üzerine elimde sopamla yatmışıtım, başkalarının da orada yattığını görünce.
Bir süre sonra, FKF’nin yönetici takımı geldi (Yani daha sonra Partizan’ı çıkarıp da TKP’yi 1974 sonrasında Türkiye’de TKP yapacak olanlar) ve toplantı yapacaklarını ve orayı boşaltmamız gerektiğini söylediler. Biz de boşalttık. Bir süre dolaştıktan sonra yorgunluktan ayakta duramadığımdan, tekrar gidip bakayım dedim belki toplantı bitmiştir, bir iki saat olsun uyuyayım diye, kapıyı açtığımda, toplantı yapacaklarını söyleyerek bizi oradan çıkaran  FKF’nin yönetici kastının Rahmi Saltuk ile birlikte, yiyip içip türküler söylediğini gördüm. Biz sıradan öğrenciler uzanacak bir yer bulamazken.
Benim için FKF orada bitti, o ilk günlerin sarhoşluğu ve hayalleri de. Kazandığım kaybettiğimdi, çocuksu hayaller. Devrim böyle eğitiyordu.
Ondan sonra bir daha faşistlerin elinden binayı ele geçirdiğimiz günün duygularını yaşamadım hiç. Zaten sonrası hep bir yenilgiler, bölünmeler dizisidir. Bir tek 1974’te Vietnam ve Portekiz ve bunlara bağlı zincirleme devrimlerin bir kısa süren mutluluğu vardır. Arada ve sonrasında hep yenilgiler: 12 mart, 12 eylül, Özel Savaş Rejimi, Duvar’ın yıkılışı. Dünyada ve Türkiye’de korkunç gerici bir eideolojik atmosferin nefes almayı olanaksızlaştıran ağırlığı. Muhtemelen böyle bu zehirli ideolojik atmosferi soluyarak, ona karşı umutsuz bir mücadele yürüterek sıramızı savacağız.
*
Mısır Devrimi gibi devrimler elbette bizim yenilgilerle kaşarlanmış duygularımızı biraz canlandırsa da aklımız hep bunlara fren yaptırıyor.
Biliyoruz ki, ne ideolojik hazırlığı var, ne politik, ne kültürel?
Öyle çok derinlere giden çözümlemeler yapmaya da gerek yok. Yaklaşan bir devrim genellikle bir çeyrek yüz yıl önce entelijansiyanın kafasında yeni problemler, teorik tartışmalar, paradigma değişiklikleri ile oluşur. Onu sonra yığınlar devrim günlerinde ayaklarıyla o çok soyut gibi görünen kavramlara, paradigmalara, somut programlar ve istemlerle oy verirler.
Ekim devrimi olmadan önce Avrupa’da en iyi beyinlerin Marksizme akışı vardı. Genç Rus devrimcilerinin Marks ile yazışmalarında, yazdıkları kitaplarda ve tartışmalarda, 1917’nin bütün belirtileri bulunabilir.
Duvarın çöküşü’ndan önce, çok önce, Çekoslovakya’ya Sovyet tankları girdiğinde, Doğu Avrupa Entelijasiyası sosyalizm ve eşitlik idealiyle bağlarını koparmış, kültür kavrmı üzerinden Avrupalılığını keşfetmişti. 1989’da olacakları, Doğu Avrupalıların daha iyi ve imtiyazsız bir dünya için değil, Batı’ya dünyanın imtiyazlılarına katılmak için ayaklarılyla oy vereceklerini, Wajda’nın filimlerinde veya “Varolmanın Dayanılmaz Hafiliği”nin satırlarında görebilirsiniz. (Örneğin Şimdi, Türkiye’deki egemen ideolojik iklimin kökleri tam da buralardadır.) Program belliydi, imtayızlılığı yok etmek değil, imtiyazlılar arasına katılmak. Bugün de Türkiye’nin ideolojik atmosferinin özü budur. Avrupa’ya (imtiyazlılara, dünyanın beyazlarına) katılmak.
Mısır’da ideolojik iklime İslam egemen. Problemler İslam’ın paradiglmaları içinde tartışılıyor. En radikal ve devrimci fikirler, bu paradigmalar içinde ifade ediliyor. Sınıfsal eğilimler İslam paradigması içinde ifade ediliyor. Mısır’ın liberalleri ise  Türkiye’nin liberalleri gibi. Yani bu devrimin en ileri gittiği noktada bile köklü ve sağlam bir demokrasiyle buluşma olasılığı yok. Çünkü bu yönde hiç bir ideolojik teorik hazırlık ve belirti yok.
Zaten bu devrimin sembollerinde bile görülebilir. Devrimin sembolü Mısır bayrağı. Yani bir ulusun sembolü.
Bu günün dünyasında, bir devrim ancak uluslara karşı bir devrim olabilir. Yani başta Mısır bayrağı olmak üzere bütün ulusal bayrakları yakan ve bütün uluslardan insanları, o uluslara karşı mücadeleye çağıran bir devrim ancak insanlığa bir perspektif sunabilir. Böyle bir program ve bakış açısı ise, bırakalım Mısır’ı henüz dünylanın hiç bir yerinde yok. Böyle bir bakış açısı, teorik ve ideolojik olarak böyle bir devrimin hazırlığı henüz başlamış bile değil dünyada.
Böyle bir devrimin teorik temelleri ancak Marksizm’in kavram sistemi içinde hazırlanabilir. Böyle bir devrimin temelleri ancak, var olan marksizmin geliştirilmesi ve aşılması temelinde, Din ve Ulus gibi kavramların yeniden tanımlanması temelinde hazırlanabilir. Bu alanda neredeyse tek açıklama bize ait ama o da henüz kimsenin bilmediği ve bilmek istemediği, hor gördüğü ve görmezden geldiği, marjinalin marjinali bir görüş. Şimdilerde kim marksizmle, hele onun otarntik ve eleştirel damarlarıyla uğraşır ki?
Yani Mısır veya başka devrimlerin aslında kelimenin gerçek anlamda devrim olma şansları, insanlığa bir umut verme şansları yoktur.
Kimileri, Mısır devrimini globalleşme çağının devrimi olarak selamlıyorlar. Bu baylar sadece işkembeden atıyorlar. Globalleşmenin devrimi uluslara karşı devrim olabilir. Bu devrim, globalleşmeye ulusal devletlerin ayakta durmasının araçlarıdırlar daha genel bir tarih açısından bakıldığında. Tıpkı 68’in devrimci kabarışının, aslında savaş öncesinden kalmış yapı ve kültürün tasfiyesinin; kapitalizmin ve burjuva devletlerinin kendisini yenilemesinin aracı olması gibidir. Devrimler de onların kendileri hakkındaki yargılarla yargılanamaz.
İşte o devrimlerin sembolü, Mısır veya Tunus bayrakları, aslında, tam anlamıyla ulusal çapta bir demokratik devrim programını bile ifade etmezler.
Peki, toplu namazlar ve Tahrir alanındaki kitlenin içinden birilerinin sürekli “Allahu Ekber” sloganı atmaya çalışmaları bir umut verebilir mi? Bu da vermez. Daha baştan nüfusun yüzde onunu omluşturan Hıristiyanları dışlar ve baskı altına alır. Politik İslam, ulusu yani politik olanı İslam ile tanımlamayı amaçlar. Dolayısıyla zaten İslam’la ilgisi yoktur; İslam’la tanımlanmış bir ulusçuluktur ve ırkçı bir ulusçuluktan belki tek tanrılı İbrahimi diğer dinler karşısında gösterdiği (“Hak dinleri”, “Kitaplı dinler”) paternalist hoşgörüyle ayrılabilir.
Bırakalım köklü bir demokratik devrimi bir yana, daha Ordu olduğu yerde duruyor, onu parçalamak gerekecek ve bu gücü bulabilecek mi? Haydi diyelim orduyu parçaladı. Yerine gelecek olan, en iyi halde, en ileri gittiği noktada bile her hangi bir Güney Avrupa ülkesindekinden daha iyi bir şey olamaz. Çünkü en küçük bir eğilim bile yoktur Mısır devriminde, uluslara karşı bir devrim için. Sadece bunun için değil, ulusu bir din, dil veya kültür ile tanımlamaya karşı demokratik bir ulusçuluk için.
Durum böylesine umutsuzken, bu devrimi çok zorlu görevler, bir yığın sert çatışmalar ve yenilgiler bekliyorken, tam da bu nedenle şu bir kaç günün değerini bilmeleri ve tadını çıkarmaları gerekiyor.
*
Mısır devrimi’nin sonucu ne olursa olsun, bundan en karlı çıkan Amerika olacaktır. Amerika, çok uzun zamandır bütün dış politikasının İsrail’in elinde rehine olmasından rahatsızdı. Bu Amerika’nın bütün hareket ve manevra kaabiliyetini yitirmesine yol açıyor, tecridini arttırıyor ve astarı yüzünden pahalıya mal oluyordu.
Mısır devrimi, birden güç dengesini İsrail karşısında değiştirerek, Amerika’nın İsrail’e karşı daha geniş bir hareket alanı kazanmasının ve dış politikasını İsrail’in rehinesi olmaktan kurtarmasının olanaklarını yaratacaktır. Bu aynı zamanda Obama’nın zor olan politik pozisyonunu güçlendirecektir. Bir diğer olası sonucu da İsrail’deki ırkçı ve faşit partilerin bu kuşatılmışlık durumunda eskisi gibi güçlü sonuçlar alması mümkün olmayacak, İsrail’deki rejim kendini yenilemek ve esnekleşmek zorunda kalacaktır.
Devrimler biraz da böyledir, kime niyet, kime kısmet?
İkinci Dünya savaşından sonraki sömürgelikten kurtuluş ve bağımsızlık savaşlarından esas karlı çıkarlar, bu savaşların başarıları nedeniyle sistemlerini yenileyen batılı emperyalist güçler oldu. Üçüncü dünyanın sömürgeleri yine aynı sefaletin içinde kaldılar. Mısır Devrimi’nin kaymağını da, ona en çok karşı çıkanlar yiyecektir.
Bu çıkmazı en iyi gören Abdullah Öcalan’dır. O nedenle, ayrı ve bağımsız bir Kürdistan için değil Demokratik Ulus ve Demokratik bir Ortadoğu’yu programlaştırıyor.
Kürdistan Türkiye’den ayrıldığında, Türkiye’nin ve/veya başka emperyalistlerin darbeler ve anti demokratik rejimler içinde bunalan bir kuklası ve yeni sömürgesi olmaktan başka bir şey olamaz.
Ama ayrılmış bir Kürdistan’ın esas kaymağını Türkiye yer. Kürdistan yükünden ve onun masraflarından ve güçlü ordu ve bürokrasinin bukağılarından kurtulmuş bir Türkiye, bir kaç on yıl içinde İspanya, İtalya, Yunanistan ayarında bir refah ve özgürlük düzeyi yakalayaceğı gibi, eskisi kadar büyük olmayacağından Avrupa Birliği’ne de alınır. Türkler de, hangi akla hizmet edip de Kürtlere karşı bu milyarlarca doları savaşa yatırmışız, ne akılsız başımız varmış diye kaybettikleri yıllara yanarlar.
İşte, Öcalan ve partisi, mücadelenin kaymağını Kürtlerin veya Kürdistan’ın da yemesini sağlamak için, ayrılık değil, demokratik bir ulus diyor.
Ortadoğu’da belli bir açılım getirecek, uluslara karşı değil ama en azından gerici ulusçuluklara ve uluslara karşı demokratik bir ulus ve ulusçuluğu savunan tek hareket, bu yönde biraz ideolojik politik ve örgütsel hazırlığı olan hareket Öcalan’ın önderi ve teorisyerni olduğu harekettir.
Eğer olur da bir devrimci kabarış yakalar, bu tecritten kurtulur ve şöyle Mısır’daki gibi bir şeyler olabilir ise, işte o zaman Ortadoğu’da gerçekten kaymağını Ortadoğu’daki halkların da yiyebileceği yeni bir devrimci dalga ortaya çıkabilir.
*
Ancak Mısır’daki gibi bir ayaklanma ve devrim Türkiye’de pek mümkün görünmüyor. Türkiye bir bakıma dünyanın en uzun 68’ini, ağır çekim bir 68, yaşadı ve yaşıyor.
İtalyan 68’ine “sürüngen ve uzun 68” derler. Türkiye’nin 68’i çok daha uzun ve sürekli bir yenilgi ve yükselişler dizisi olarak devam ediyor. Sürekliliği ölçüsünde patlayıcı gücü az.
70’lerdiki politizasyon ve radikalleşme 68’in 12 mart’ta kesintiye uğramış devamı ve yayılışıydı. Uzun 68 seksenlerin sonuna doğru hem Kürtlerin ayaklanması ve gerillanın mücadelesinin yükselişiyle, hem sol ve işçi hareketindeki canlanmayla tekrar istim alıyordu ki, Duvar’ın yıkılması ve bu yıkılışın sağladığı gericilik ortamında özel savaş rejimi 10-15 yıllık bir gerilemeye yol açtı. Bu yıllarda 68 Kürdistan’ın dağlarına sığındı, orada yaşamaya devam etti.
68’in ve 70’lerin mirasını, demokratik özlemlerini, politik İslam kendi kanalına aktararak, bir bakıma 68’in ilk kaymağını yiyen oldu.
Şimdi Kürt hareketi ve Demokratik hareketin tekrar güçlenmesi ve toparlanması 68’in devamının son perdesidir.
Ama bütün bunlar, var olan rejimin kendini yenilemesi esnekleştirmesi olanaklarını da yaratmıştır. 68’in kaymağını Türkiye’de şimdilik Burjuvazi yiyor.
Ama ne olursa olsun, gelişmeler bir halk ayaklanmasıyla, devrimle değil, küçük adımlarla olacakmış eğilimi gösteriyor ve şimdiye kadarki çizgi bu yargıyı doğrular görünüyor.
Mısır ise Türkiye’nin askeri bürokratik oligarşisinin, 1946’da çok partili rejime geçerek ve 27 Mayıs ile kısmi bir özgürlük ve örgütlenme ortamı sağlayarak sağladığı yavaş ve uzun vadeli dönüşümleri toplu halde ve bir arada yapmaya hazırlanıyor.
Türkiye’de bütün bu işler, yukarıdan “Prusya tipi”, devrimci olmayan bir tarzda gerçekleşti. Bu nedenle Türkiye’de devrimci ve demokratik gelenek, kitlelerde bir devrim yaşamış ve yapmış olmanın kendine güveni ve kişilikliliği yok. Bu nedenle Türkiye’nin entelektüel hayatı taşrarılık ve bayağılık içinde.
Mısır’da ise bu değişiklikler belki yarım yüzyıllık bir gecikmeyle ama devrimci bir yolla, aşağıdan, “Fransız tipi” bir yolla gerçekleşecek gibi görünüyor.
Sonunda varılacak aynı yer bile olsa, aynı yere Fransız ve Prusya yollarından varmak çok derinlerde çok farklı tecrübelerin birikmesi demektir.
Bizim gönlümüz hep “Aşağıdan”, “Devrimci”, “Fransız Yolu”ndan yana oldu.
Bunu hiç göremesek ve yaşayamasak da.
Demir Küçükaydın
13 Şubat 2011 Pazar






22 Temmuz 2010 Perşembe

Anayasa Referandumuna Sosyalistler Nasıl Yaklaşmalı?

Sosyalistler anayasa referandumuna nasıl yaklaşmalı sorusu öncelikle temel ve ilkesel düzeyde ele alınması gerekmektedir. Çünkü sosyalistlerin neredeyse hepsi hafıza kaybına uğramış ve eskiden bildiklerini ve öğrendiklerini bile unutmuş bulunuyorlar.
O unutulmuş ve çok temel, tarihsel deneylerin “ağulardan süzülmüş” birkaç sonucunu kısaca hatırlatalım.
Birincisi, sosyalistler ya da abdestinden emin olanlar, en güvenilmez, en kaypak ve en kalleş güçlerle, hatta ve hatta şeytanla bile ittifak yaparlar. Yeter ki bu ittifak ezilenlerin mücadelesine hizmet etsin. Hangi ittifakın hizmet edeceğinin ise reçetesi yoktur. Bu bütünüyle somut koşullara bağlıdır.
İkincisi, pratik bir işte ve somut bir hedefte ittifak yapmak o ittifak yapılan güce karşı teorik ve ideolojik mücadeleyi durdurma anlamına gelmez. Aksine ne kadar yakın bir ittifak varsa o ittifak edilen güce karşı teorik ve ideolojik mücadele o ölçüde sert ve şiddetli olmalıdır.