22 Temmuz 2010 Perşembe

Anayasa Referandumuna Sosyalistler Nasıl Yaklaşmalı?

Sosyalistler anayasa referandumuna nasıl yaklaşmalı sorusu öncelikle temel ve ilkesel düzeyde ele alınması gerekmektedir. Çünkü sosyalistlerin neredeyse hepsi hafıza kaybına uğramış ve eskiden bildiklerini ve öğrendiklerini bile unutmuş bulunuyorlar.
O unutulmuş ve çok temel, tarihsel deneylerin “ağulardan süzülmüş” birkaç sonucunu kısaca hatırlatalım.
Birincisi, sosyalistler ya da abdestinden emin olanlar, en güvenilmez, en kaypak ve en kalleş güçlerle, hatta ve hatta şeytanla bile ittifak yaparlar. Yeter ki bu ittifak ezilenlerin mücadelesine hizmet etsin. Hangi ittifakın hizmet edeceğinin ise reçetesi yoktur. Bu bütünüyle somut koşullara bağlıdır.
İkincisi, pratik bir işte ve somut bir hedefte ittifak yapmak o ittifak yapılan güce karşı teorik ve ideolojik mücadeleyi durdurma anlamına gelmez. Aksine ne kadar yakın bir ittifak varsa o ittifak edilen güce karşı teorik ve ideolojik mücadele o ölçüde sert ve şiddetli olmalıdır.
Üçüncüsü, Seçimlerde kime oy verileceği veya şimdiki somut durumda olduğu gibi referandumda ne oy verileceği taktik bir sorundur. Önemli olan programatik ve stratejik hedeflerin açıklanmasıdır. Aynı stratejik ve programatik hedeflerde anlaşılıyorsa ve esas çalışmanın konusunu bunlar oluşturuyorsa, farklı taktikler bir bölünme nedeni olamaz ve ikincil bir önemde kalırlar.
Bu temel ilkeler bu gün unutulmuş bulunuyor. Referandum üzerine bütün yazılanlar bu amnezinin kanıtlarıyla dolu.
Birincisi, aslında programatik olarak farklı amaçlara sahip olanlar buna bağlı olarak farklı stratejik güç ve konum tanımları yapanlar, sanki bunda anlaşıyorlarmış da ortada taktik bir ayrılık ve sorun varmış gibi tartışıyorlar.
Yani tam da programatik ve stratejik sorunlara yoğunlaşmaları gereken yerde, programatik ve stratejik sorunları gözden kaçırmış ve kafa karıştırmış oluyorlar.
Örneğin, boykotçu sosyalistlerin Taraf gazetesine ve oradaki liberallere eleştirileri böyle. Sanki aynı amaçları paylaşıyormuşçasına, bu amaçlara hangi taktiğin daha uygun olacağı tartışılıyormuş gibi tartışıyorlar. Aslında böylece liberallerin istediği alanda, yani taktikler düzeyinde savaşı kabul edip baştan yeniliyorlar.
Örneğin Taraf, Türkiye’nin “demokratikleşmesi” veya “Kürt sorunu”nun çözümü için PKK’nın tasfiye olmasını ve bütün etki ve gücünü yitirmesini, yine aynı bağlamda askeri bakımdan zayıflamasını  hedeflemektedir. Bu amaçlarına bağlı olarak da PKK ve DTP’ye karşı ya da Kürt Özgürlük Hareketinin radikal kanadına karşı onu zayıflatmak için psikolojik savaş dahil her yola baş vurmaktadır. Bu bağlamda da boykot diyen radikal kanada karşı yayın yapmaktadır.
Taraf  bu amacı açısından kendi içinde tutarlıdır.
Ama sosyalistlerin Taraf ile polemiklerinde bu amaçlarda anlaşıyormuşçasına bir evet, boykot  veya hayır düzeyinde tartışma yürütmesi tutarsızlıktır.
Sosyalistlerin Taraf’a eleştirilerini sanki aynı amaçlarda anlaşıyormuşçasına Referandumda ne oy verileceği açısından tartışmaları kendi ayaklarına kurşun sıkmalarından ve karşı tarafın ideolojik egemenliğini kabul etmelerinden başka bir anlama gelmez.
Sosyalistler Taraf’a karşı eleştirilerini onun amaçları ve stratejisi açısından yapmalıdırlar.
Yani, öncelikle Taraf bir demokratikleşme istememekte, AKP’nin devlet mekanizmasında daha büyük bir ağırlık ve güç elde etmesini demokratikleşme gibi göstermektedir.
Örneğin bu anayasa değişikliklerinin özü, ne 12 Eylülcülerin yargılanması ne de sözüm ona kimi ezilenlerin bu ezilmelerini telafi edecek bir pozitif ayrımcılığa uğratılması vs. değildir. Bu bağlamdaki değişiklikleri bizzat askeri bürokratik oligarşi bile, onun egemenliğine karşı hiçbir tehdit oluşturmayacakları aksine onu uzatacakları ve esnetecekleri için istiyordu ve yapmaya hazırdı. Bunu CHP aracılığıyla da ilan etmişti, ayrıca Anayasa Mahkemesi de bu konuların hiç üzerinde ile durmadı.
Bütün bunlar, gerçek değişikliğin geçirilmesini sağlamak için kazığın üzerine sürülmüş vazelin ya da şeker işlevi görmektedirler.
Gerçek değişiklik ise, yargıyı da hükümetin ya da İslamcı burjuvazinin kontrol altına almasıdır. Mecliste çoğunlukla yasamayı, hükümet ile yürütmeyi eline geçirmiş olan AKP ya da İslamcı Burjuvazi, şimdi de Yargı üzerinde kontrolü ele almak istemekte, bunun için hamle yapmaktadır. Yargının kontrolünün hükümetin, ya da liberallerin ifadesiyle “seçilmişlerin”, eline geçmesi, şimdiki seçilmeyen askeri Bürokratik Oligarşinin elinde olmasından daha demokratik sonuçlar yaratmaz. Yani şimdiki demokratik olmadığı gibi, değişik biçim de demokratik olmayacaktır.
Neden?
Liberaller ve AKP, çoğunluğa dayanan seçimleri demokrasi olarak tanımlamakta (ki bu “demokrasi”de fikir ve örgütlenme özgürlüklerinin bulunmaması, basın, yayın ve medyanın filen sermaye ve devletin elinde bulunması, yüzde on seçim barajları gibi “küçük” ayrıntıları şimdilik bir tarafa bırakıyoruz) bir beis görmemektedir.
Evet, Demokrasi, genel olarak azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden idare şeklidir.
Ancak bu genel anlamıyla demokrasi, en korkunç gericilikle bir arada bulunabilir ve çelişmez. Bu nedenle demokrasiyi sırf seçimler ve çoğunluğun iradesiyle tanımlamak aslında anti demokratik bir duruştan başka bir anlama gelmez.
Unutmamalı ki, Hitler de demokratik olarak, çoğunluğun oylarını alarak iktidara gelmişti. Amerika’nın güney eyaletlerinde ırkçılar çoğunluktaydı ve demokratik olarak siyahları ve köpekleri kendi alanlarına sokmuyorlardı.
O ırkçı beyaz çoğunluğa karşı siyahların haklarını, siyahların mücadelesi sonucunda, Amerikan hükümeti silahlı adamlarla uygulayabilmişti. Yani beyaz ırkçı çoğunluğun demokratik kararına karşı şiddetle uygulayabilmişti. Amerikan iç savaşı ve ondan yüz yıl sonra altmışların sivil haklar hareketi özünde, bu yüzeysel ve her türlü gericilikle belirlenebilen (Türkiye’nin liberallerinin ve AKP’sinin) demokrasi anlayışına karşı bir savaştı. Ve bu demokrasi anlayışı, Türkiye’nin gerçek egemeni Askeri ve Bürokratik kastın oligarşisinden (Azınlık yönetiminden) daha demokratik değildir.

Özetle, Sosyalistler, Taraf’ı bu hedefi açısından eleştirmelidirler. Yani ancak PKK’nın güçlenmesinin demokratikleşme getireceği ve ancak onun askeri başarılarının  barış hareketini güçlendirebileceğini savuarak, bu prıogramatik ve stratejik ayrılık noktasından Taraf’a saldırmalı, tartışmayı bu noktaya çekmeliyken, bu konularda susarak sanki aynı program ve stratejide anlaşıyormuşçasına taktik bir sorunda evet mi boykot mu sorununda yoğunlaşmak, liberallerin ekmeğine yağ sürmektir.
Ya da “yetmez ama evet” diyenler ile “değişiklikler de gericidir” bu nedenle hayır diyenler de birbirine zıt görünmelerine rağmen aynı mantıkla, aynı gizli varsayımla hareket etmektedirler.
Yani “yetmez ama evet” diyenler, değişiklikler de eski anayasa kadar gerici olsa zımnen hayır demeyi; “Değişiklikler aynı ölçüde gericidir o halde hayır” diyenler de nispeten ilerici olsa zımnen evet demeyi kabul etmektedirler. Keza boykotçular da her ikisi de gericidir diyerek, zımnen, bir parça demokratik olsa evet demeyi zımnen kabul etmektedirler.
Metodolojik bakımdan burada değişikliklerin gerçekten daha demokratik olup olmadığının önemi yoktur, konunun ardındaki mantık önemlidir. Hepsi de taktik düzeyde, egemen ve gerici güçler arasındaki bir çatışma olduğunda tarafsızlık veya hayırı otomatik çıkarsama olarak görmektedirler.
Bu bayların anlamadığı şudur. Buradaki taktik bir sorundur. Pek ala iki gerici güç arasındaki bir çatışmada, birinin diğerini ezmesinin, ezilenlerin hareket alanını da daraltabileceğini, bu nedenle ezilenlerin sınırlı güçlerini bu egemen güçlerin, birbirini tüketecek ama diğerine üstün gelmeyecek şekilde bir o tarafa bir diğer tarafa destek vererek veya bazen tamamen tarafsız kalarak bu taktiği izleyebileceğini yok saymaktadırlar. Yani “Gericidir ama evet”; “evet biraz farklıdır ama yine de tarafsızız veya hayır”ı olanaksız görmektedirler.
Çünkü her iki taraf da esas sorunu programatik ve stratejik sorunlarda değil, neyin söylendiğinde değil ne yönde oy kullanılacağında görmektedir. Temel yanlış budur. Zıt gibi görünen sosyalistler aynı ortak yanlışı paylaşmaktadırlar. “Yetmez ama Evet”çi Doğan Tarkan veya “Hayır”cı Mahir Sayın veya “Boykot”çu Ertuğrul Kürkçü olumlu bir nitelikle ittifak arasında zorunlu bir ilişki kurmaktadırlar. Bu zımnen ittifak yapılana karşı teorik ve ideolojik mücadele yapılmayacağı varsayımını içerir. Lenin’lerin gerici Kadetle oy verilmesini istemesi gibi bir yaklaşım bu anlayış içinde yer bulamaz. Oy verilecek olan haşa gerici olamaz.
Biz bu oylamada hem Kürt hareketini desteklemek hem de çatışan güçlerin ikisinin de daha denk güçler olarak birbirini yıpratması için boykot taktiğinden yanayız. Bunun ezilen sınıflara daha geniş bir hareket alanı sağlayacağını düşünüyoruz.
Aşaığida yaklaşımımızı anlamayı sağlayacak eski bir yazı.

 

Sosyalistler ve Seçimler – Demir Küçükaydın

Erken seçim kararından beri sosyalistler arasında seçimlerde ne yapılması gerektiği, doğru tavrın ne olduğu üzerine bir takım girişimler başlamış bulunuyor.
Bu konudaki tartışmalara biz de 1979 yılında yapılan seçimler dolayısıyla yazdığımız bir yazı ile bir giriş yapalım dedik.
O zamanlar yazılmış yazının
 başlığı "Proletaryanın Taktikleri ve Seçimler" aradan çeyrek asından fazla zaman geçmiş olmasına rağmen bu gün hala güncelliğini olduğu gibi koruduğu kanısındayız.
Yazı Sosyalist gazetesinin 18 Eylül 1979 tarihli 85'inci sayısında imzasız olarak yayınlanmıştı.
D.K.
Prolataryanın Taktikleri ve Seçimler
Seçimlere ilişkin Marksist görüşleri Lenin'den yapacağımız bir kaç alıntı ile görelim.
"Seçimlerde, gerçekten geniş ve en geniş kitlelerin çıkarlarım yüceltmek isteyen kişinin en başta gelen görevi, KİTLELERİN POLİTİK BİLİNCİNİ GELİŞTİRMEKTİR. " (Lenin, "Bir Kere Daha Particilik ve Ademi Particilik Üzerine", Biz majiskülledik)
"(. . . ) Sosyal-Demokratlar için seçimler, özel bir siyasal işlem değildir, bin bir türlü vaatte bulunarak sandalye kazanmaya çalışmak değildir, ama sınıf bilinci olan proletaryanın SİYASAL DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN İLKELERİNİ VE TEMEL İSTEKLERİNİ SAVUNMAK İÇİN ÖZEL BİR FIRSATTIR. " (Lenin, "Reformcuların ve Devrimci Sosyal-Demokratların Seçim Bildirgeleri", Biz Maj. )
"Kitlelerin politik bilincini geliştirmek"; "proletaryanın siyasal dünya görüşünün ilkelerini ve temel isteklerini savunmak" sadece seçimlere has görevler değildir; bunlar bir proletarya partisinin her zaman yapması gereken görevlerdir. Demek ki, seçimler görevlerin niteliğinde bir değişme yaratmamaktadır... Bu durumda seçimlere, bu herzamanki görevlerin yapılmasında yararlanılacak bir olanak, bir "fırsat" olmanın ötesinde fazla bir anlam yüklememek gerekir. Onun için Lenin, yukarıdaki alıntıda "özel bir fırsat"tır diyor.
Ama bu "olanak" ya da "fırsat" ve ilh. olmayı da fazla abartmamak gerekir. Bu olanak çoğu kez, son derece küçük ve mütevazi bir şeydir. Ama kitleleri eğitmek için, varını yoğunu ortaya koyan bir proletarya partisi açısından hiç bir olanak, ne kadar küçük ve önemsiz olursa olsun üzerinden atlanamaz. Onun için Lenin'in partisi, en anti-demokratik usullere göre yapılan Duma seçimlerinden yararlanmayı ihmal etmemiştir.
"Hepimiz şunu gayet iyi biliyoruz ki, 1912 seçimleri (1911 ve 1908'de olduğu gibi, koşullar durumu radikal olarak değiştirmedikçe) ne bir "geniş" ne de bir "açık" "kitle "kitle seferberliği" getirmeyecektir ve getiremez. Verebileceğinin tümü eylem için pek de geniş ve açık olmayan MÜTEVAZI BİR OLANAKTIR ve BU OLANAK KULLANILMALIDIR." (Lenin, "Seçim Kampanyasının Temel Sorunları", Biz Majiskülledik)
"(. . . )Gerici Duma toprak sahiplerine yönetimi, gücü; burjuvaziye pazarlıklarını yapabileceği j bir alanı ve proletaryaya da ÇOK AZ BİR SÖZ HAKKI veriyor. Bu durumda KÜÇÜK SÖZ HAKKI ÖNEMLİ BİR FAKTÖR OLUYOR. Bu küçük SÖZ HAKKINA GEREKSİNMEMİZ VAR. Seçim kampanyasına, kitle içinde devrimci çalışma yapabilmek için gereksinme duyuyoruz. (...)" (Lenin, "Dördüncü Duma Seçim Kampanyası ve Devrimci-Sosyal Demokratların Görevleri", Biz Maj. )
Seçim kampanyasından, devrimci çalışma için; kitlelerin devrimci eğitimi için yararlanma sonucunda, bir yan ürün olarak (ki çoğu kez seçimler de proletaryanın devrimci savaşının yan ürünleridirler) parlamento kürsüsünden yararlanma olanağı da doğabilir, yani bazı temsilciler burjuva parlamentoya girebilir. Bu da, yine, kitlelerin devrimci eğitimi için bir olanaktır. Ama sadece bir olanak ve eğitim için bir olanak. . .
Gerek seçimler gerek parlamento bir proletarya partisi için iktidara gelmek için bir yol olamaz mı?.. Hayır olamaz. Çünki bir bütün olarak burjuva devletinin ve özel olarak parlamento denen organın yapısı; onun, ezilen sınıflar tarafından bir iktidar organı olarak kullanılmasına elvermez. Ancak, burjuva devletinden bağımsız olarak, çoğunluğun sömürücüler karşısında korunmasını sağlayacak bir devletin tohumu, embriyonu olan organlar (örneğin Sovyetler, işçi Konseyleri vs. ) proletaryanın partisinin iktidara gelebilmesi için bir yol, bir araç olabilirler. Olabilmeleri her zaman olacakları anlamına gelmez. Ortada başka bir cihaz olmasa bile, burjuva partileri çoğunlukta olduğu sürece, bu tür organlar burjuvazi tarafından bir İktidar aracı olarak kullanılabilirler. Çünkü saf olarak, çeşitli tarihsel ve diğer etkilerden soyutlanmış olarak düşünüldüğünde, burjuvazinin egemenliğinin kaynağında, onun üretim araçları üzerindeki mülkiyetinin bulunduğu; bu nedenle, en demokratik (militer ve bürokratik bir aygıtı olmayan) cumhuriyetin bile özünde burjuva diktatörlüğü olduğu görülebilir.
Evet, burjuvazi, soyut olarak, proletarya diktatörlüğünün aleti olan bir devleti - ki bu özünde halkın silahlı olmasıdır - silahlı halk çoğunluğu kapitalist özel mülkiyeti kaldırmaya karar vermedikçe kendi egemenliğinin aracı olarak kullanabilir. Ama böyle bir araç, emekçiler burjuvazinin ekonomi üzerindeki egemenliğine son vermeye karar verdiğinde, emekçilere karşı kullanılamayacağından; aksine emekçi çoğunluğu iradesine hizmet edeceğinden, barışçıl bir devrimi mümkün kılan tek araç olur. Diğer bir deyişle, barışçıl bir devrimin tek garantisi, silahlı halk ve militarizm ve bürokrasiden yoksun bir devlettir. Ancak böyle bir devletin varlığı şartında seçimler; halkın iradesini yansıtan organlardaki çoğunluk iktidara gelmek için bir yol olabilir.
Ama böyle bir devlet, çok özel bazı durumlar dışında - örneğin Şubat devriminden sonra tüm ordunun Sovyetleri desteklediği, halkın silahlı olduğu şartlarda Sovyetler iktidarı alsaydı böyle bir durum söz konusu olurdu. Bu noktaya Lenin özellikle dikkati çekmiştir. — günümüzde hiç bir ülkede yoktur. Geçen yüzyılda da, Marks ve Engels'in çok ihtiyatla belirttikleri gibi, herkesin silahlı olduğu, düzenli bir bürokrasisi ve ordusu olmayan İngiltere ve Amerika böyle bir devlete en yakın devletler olmuştur.
Bütün bu nedenlerledir ki, burjuva parlementolar ve seçimler, proletarya partisi için iktidara giden bir yol, bir araç, kazanılacak bir "mevzi", ele geçirilecek bir organ değil; kitlelerin siyasi eğitimi için yararlanılabilecek mütevazı olanaklardırlar.
Şimdi, Türkiye'deki yazında en çok karıştırılan bazı noktaları aydınlatmak gerekiyor.
Birincisi, seçim kampanyasından kitlelerin devrimci eğitimi için yararlanmak ile parlamento kürsüsünden - yine aynı amaçla - yararlanmak ayrı ayrı şeylerdir. Bu ayrılık niçin önemlidir? Çünkü, kimileri, seçim kampanyalarını, parlamentoda kürsü elde etmek için yararlanılacak bir olanak olarak düşünmektedirler. . . Bu yanlış bir kavrayıştır, seçim kampanyasının amacı - sık sık söylendiği gibi - kitlelerin bilincini geliştirmede kullanmak için parlamentoda kürsü kazanmak değil; doğrudan doğruya kampanyanın olanaklarından yararlanarak kitlelerin politik bilincini geliştirmektir, ya da bir proletarya partisi için böyle olmalıdır.
Amaç, parlamentoda kürsü kazanmak olmaz; seçim kampanyalarından da yararlanarak kitleleri eğitmek olursa, bu faaliyetlerle, bir yan ürünü olarak, yine aynı amaçla yararlanılabilecek bir olanak elde edilmiş olur.
Bu çok belirsiz gibi görülen ayrım yapılınca, kampanyada yapılacak propagandanın içeriği ile oyların kimlere verilmesinin istendiği arasında bir ayrım yapmak gerektiği ortaya çıkar. Propagandanın içeriği bir program sorunudur; öze değgin bir sorundur. Ama kime oy verileceği sorunu, taktik bir sorundur. Birincisindeki yanlış, özden; büyük bir yanlıştır; ikincisindeki yanlış biçimden; küçük bir yanlıştır.
Unutmayalım "doğru" bir taktik, doğru bir programı her zaman varsaymayacağı gibi; doğru bir programın her zaman doğru taktiklerle bir arada olacağını düşünmek de saçma olur. Ama programda ve taktikteki yanlışları aynı ayarda; aynı değerde kabul etmek, daha da büyük bir yanlış olur.
Bu ayrımlar özellikle, Türkiye'de varolan bir düzineden fazla proletarya sosyalizmi iddialı parti ve "siyaset"lerin sınıf özlerini tahlil etmek bakımından önem taşımaktadır.
Örneğin bugün, herkes birbirine şu soruyu soruyor: "Siz kime oy verilmesini isteyeceksiniz? . . Aday gösterecek misiniz? . . . vs."
Bir proletarya sosyalisti, bir devrimci işçi için bu sorular öyle birincil derecede önemli değildir. Kime oy verileceğinde doğru bir tespitte bulunamamak ikinci derecede önemlidir. Bir bilinçli işçi, hiç bir zaman kendini bu burjuva kavrayışına adapte etmemelidir. O daima, kime oy vermek gerektiğinden önce, "programı nedir, hangi şiarları savunmaktadır?" diye düşünmelidir; "Seçim çalışmanızın içeriği ne olacaktır?" diye sormalıdır.
(...)
Lenin " 'Sol' Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı" adlı eserinde, bu ayrıma dayandığı için, İngiliz Komünistlerine, Mac Donalt'lara oy verebileceklerini söyler. Çünkü ajitasyonun içeriği, program devrimcidir.
Bu ayrım çok önemli olduğu içindir ki proletarya sosyalistleri pek çok durumlarda (örneğin kendilerine verilecek oyların gericiliği güçlendireceği gibi durumlarda birkaç dereceli seçimlerin üst turlarında vs. ) tercihan küçük burjuva demokratlarına; o da yoksa burjuva ilericilere, hatta liberallere oy vermekten çekinmezler. Çünkü, şuna ya da buna oy vermek, yapılan propagandanın içeriğini herhangi bir şekilde etkilemez. Öz: Sağlamdır.
Türkiye'deki o muazzam küçük-burjuva devrimciler kitlesi, tüm dikkati daima taktik sorunlara yığdığından (ki bu, burjuva nitelikli programlan gizlemeye yol açtığından, burjuvaziye hizmet etmektedir) ve taktik keskinliği devrimciliğin ölçütü olarak gösterdiğinden, bu konu üzerinde Lenin'den uzunca bir bölüm aktarmadan geçmeyelim.
"Çarlığın iktidardan düşmesine kadar, Rusya'nın devrimci sosyal-demokratları çok defa liberallerin yardımlarına başvurmuşlardır, yani bunlarla bazı pratik uzlaşmalar yapmışlardır. 1901-1902'de Bolşevizmin doğmasından az önce, Iskra'nın eski redaksiyonu (Plehanov, Akselrad, Zasuliç, Martov, Potressov ve ben, bu redaksiyona dahildik) burjuva liberalizminin siyasî lideri Struve ile, - çok uzun süreli olmamakla birlikte - belirli bir ittifak kurmuştuk. Ama bu, burjuva liberalizmine karşı ve onun işçi hareketi içinde etkisinin en küçük belirtilerine karşı, en amansız ideolojik mücadeleyi sürdürmemize engel olmuyordu. Bolşevikler, her zaman bu siyaseti gütmüşlerdir. 1905'ten beri, işçi sınıfı ile köylülüğün liberal burjuvaziye ve çarlığa karşı ittifakını, sistemli olarak savunmuşlardır, ama buna rağmen, burjuvaziyi çarlığa karşı desteklemekte hiç bir zaman kusur etmemişlerdir (örneğin iki dereceli seçimlerde ya da seçimlerin ikinci döneminde olduğu gibi) ve hiç bir zaman, burjuva devrimci küçük köylüye karşı, sosyalistlik iddia eden küçük-burjuva demokratlar olarak suçladıkları "devrimcl-sosyalistle-re" karşı, en sert ideolojik ve siyasî mücadeleyi durdurmamışlardır. 1907'de bolşevikler, kısa bir süre için, "sosyalist-devrimciler" ile Duma seçimlerinde belirti bir siyasî blok teşkil etmişlerdir. 1903'ten 1912'ye kadar menşeviklerle bazan yıllarca süren yoldaşlık ettik ve aynı sosyal demokrat parti içinde kaldık, ama onlarla, proletarya üzerinde burjuva etkisinin ajanları olarak ve oportünist olarak ideolojik ve siyasî alanda mücadele etmekten bir an bile geri durmadık. Savaş sırasında "kautskyciler"le, sol menşeviklerle (Martov) ve "devrimci-sosyalistler"le (Çernov, Natanson) bir çeşit uzlaşma yaptık; Zimmervvald ve Kiental kongrelerine onlar birlikte katıldık, onlarla ortak bildiriler yayınladık; ama "kauts-kicilere", Martov ve Çernov'a karşı ideolojik ve siyasî mücadelemizi durdurmadık, onu gevşetmedik (. . . )" (Lenin, "Bir Çocukluk Hastalığı. . . " s. 73-74)

Hiç yorum yok: