(Yine 2005 yılından bir yazı. Yani Yirmi yıl önceden. Gerek
Öcalan gerek Kürt Özgürlük Hareketinin yirmi yıl önce yapılmış bir analizi.
Doğruluklarını zaman gösterdi ve gösteriyor. D.K. 30.07.2025)
Ortadoğu’nun ve hatta dünyanın kaderi ile hangi ulusçuluğun
üstün geleceği arasındaki bağdan çok söz ettik.
Bu bağ Orta Doğu’daki, bir kitle temeli olan en demokratik
hareketin önderinin Murray Bookchin ile ilişkisi ve ondan esinlenmesiyle daha
somut olarak da ortaya çıkmaktadır.
Bu nedenle önce Murray Bookchin’den başlayalım.
Bilindiği gibi Bookchin’in kitapları ve konfederalizm konusunda yazdıkları Öcalan’ın Demokratik Konfederalizm projesine ilham vermekte veya en azından isim babalığı yapmaktadır. Bunlar Görüşme Notları’nda çok açık olarak görülebilir.
Örneğin 16 Mart 2005 tarihli Görüşme Notları’nda
görüşmeye elinde Bookchin’in kitabıyla geldiği belirtiliyor:
“(Elinde M. Bookchin’in Ekolojik Topluma Doğru kitabıyla
gelerek)”
Bu elde taşınan kitabın aynı zamanda tavsiye olduğu herkes
tarafından bilinmektedir.
Ayrıca görüşmelerde Boockin’e ilişkin olarak şu sözler
geçiyor:
“Marx’ın değer teorileri bir fecaat. Bu değer teorisi
hakkında benim kuşkularım var. Yeni sol buna yeni yaklaşıyor. Çokluk’un
yazarları, Wallerstein, Bookchin bunları yazıyorlar. Ama sistematize etmede biz
daha ileriyiz, daha pratiğiz. Değer teorisinin kapitalizme karşı bir karşı
koyuşu yok....”
Biraz aşağıda yine şu sözler:
“Özgürlüğün Ekolojisini yine okuyorum. Çokluk’un yazarları,
yine Wallerstein , Bookchin, analiz okulundan Braudel, bunların düşüncelerini
önemsiyorum.”
Bookchin’in görüşleri ve bu bağlamda da Liberter teori,
Ortadoğu’daki belli bir örgütsel gücü ve kitle desteğini hala temsil eden en
önemli demokratik hareketin önderinin görüşlerini dolayısıyla Ortadoğu’nun
geleceğini bir şekilde etkilemektedir. Sadece bu aktüel ve politik öneminden
dolayı bile ele alınıp tartışılması gerekir.
Ancak sadece bu görüşlerin etkisi değil; fikirlerin kendisi de
ilgiyi hak etmektedir.
Bookchin ekolojik paradigmanın öneminin ilk kavrayanlardandır.
Bu bağlamda son yıllarda ekolojik paradigmaya ilginin artmasıyla birlikte
okunan bir yazardır. Son yıllarda birkaç kitabı Türkçe’de yayınlanmış
bulunmaktadır. Ayrıca birçok makaleleri de yayınlanmıştır ve yayınlanmaktadır.
Kendisinin Marksist bir geçmişi bulunmaktadır. Ve Marksist
gelenek içinde de, bir zamanlar onun en otantik savunucularıyla (Troçkist
akımla) ilişki içinde olduğu için, en azından olgular hakkında ve bilgi
düzeyende Stalinist veya merkezci birçok Marksist’ten bile daha sağlam olgusal
bilgilere sahiptir. Bu da konunun ayrıntı ve olgu düzeyinde bir tartışmaya
kaymasını engellemek için iyi bir olanak sunmaktadır.
*
Stalinist bir bürokratik diktatörlüğün ve onun ideolojisinin
Marksizm olarak bilinmesi nedeniyle, Marksizm yanlış olarak devletçilik olarak
anlaşılmaktadır. Marksistler ve Anarşistler arasındaki daha önceki tartışmalar
hakkında yüzeysel bilgiler de böyle bir kanıyı güçlendirmiş bulunmaktadır.
Ne var ki, bu baştan aşağı yanlış bir görüştür, Marksistlerle
Anarşistler arasındaki fark Marksistlerin devletçi veya hiyerarşik sistemlerden
yana, Anarşistlerin devlete ve hiyerarşik sistemlere karşı olmalarında
değildir. Bu Stalinizm’in yarattığı bir yanılgıdır.
Otantik biçimiyle Marksizm, anarşizmden daha az devlet ve
hiyerarşi düşmanı değildir.
Aksine, Marksistler, Anarşistlerin artık devlet olmadığını
söyledikleri şeyin tam da devlet olduğunu söylerler. Örneğin Paris Komünü’nde
bir tek Marksist yoktu. O tamamen Anarşistlerin artık devlet olmadığını
söyledikleri modele göre oluşmuştu. İşte Marksizm, bizzat anarşistlerin
oluşturduğu bu aracın devlet, proletarya diktatörlüğü olduğunu söyler. Bu
nedenle Engels, “Proletarya Diktatürlüğü
ne midir? Paris Komünün bakın o Proletarya diktatörlüğüdür” der. Ve Paris
Komününde bir tek Marksist yoktu.
(Burada şu kısa notu yanlış anlamaları engellemek için
koyalım. “Proletarya Diktatörlüğü” diktatörce bir yönetim değildir. Aksine
demokrasinin ve eşitliğin demokrasiyi ve eşitliği kabul etmeyenler üzerindeki
diktatörlüğüdür. İnsanları eşit olarak kabul etmeyenler egemense, insanları eşi
olarak kabul edenler egemen olduklarında onların üzerinde bir diktatörlük
kurmuş olurlar. Keza tersi durumda da eşit kabul etmeyenlerin eşit kabul
edenler üzerinde diktatörlüğü vardır. Bu ikisi bir arada bulunamaz. Bu
sosyolojik anlamıyla diktatörlüktür. Örneğin bugün dünyadaki bütün devletler
ulusçuların ulusçu olmayanlar üzerindeki diktatörlüğüdür. Ulusal olanla politik
olanın çakışmasınız lke olarak kabul edenlerin, bu sçakışmayı reddedenler
üzerindeki diktatörlüğüdür. Ama politik anlamıyla diktatörlük farklıdır. O
sosyolojik diktatörlüğün içindeki diktatörce bir yönetim demektir. Yani
insanların biçimsel eşitliğinin, seçme ve seçilme haklarının vs. baskı altına
alınmasıdır. Marks ve Engels, Proletarya Diktatörlüğü derken bunu hep
Sosyolojik anlamıyla, kullanıyorlardı. Stalinist karşı devrim ise, kendi
diktatörce yönetimini meşrulaştırmak için bu fanrkı kasıtlı olarak görmezden
gelip, kendi diktatörlüğüne Marks-Engels, Lenin’den alıntılarla meşruiyet
sağlamaya çalışmıştır. Bu yanlış anlama bugüne kadar devam etmektedir. D. K. 30.07.2025)
Yani gerçekte devlete karşı olan ve onun yok oluşunun tarihsel
ve toplumsal koşulları için mücadele edenler Marksistlerdir. Bu ilişki tıpkı,
milliyetçilik karşısında, devrimci demokrasi ve Marksizmin ilişkisi gibidir.
Onlar milliyetçiliğin dile, dine, etniye dayanan gerici biçimini milliyetçilik
olarak tanımlamakta, bunun aşılmasını milliyetçiliğin aşılması olarak
görmektedirler. Aynı şekilde anarşistler de devletin gerici ve bürokratik
biçimlerini devlet olarak tanımlamakta, bunun aşılmasını devletin ortadan
kalkması olarak tanımlamaktadırlar.
Marksizm ise, milliyetçiliğin aşılması denenin tam da
milliyetçiliğin özü; devletin ve hiyerarşinin aşılması denenin tam da devletin
özü olduğunu söyler ve gerçekten onların aşılmasının koşullarını oluşturmaya
çalışır.
Devrimci dönemin milliyetçiliği ile anarşizm arasındaki bu
yakınlık rastlantısal değildir. Anarşistlerin aslında nasıl da özünde devrimci
demokratik milliyetçiler olduğunu Murray Bookchin örneğinde şimdi görelim.
(Ama burada şunu not edelim. Yiğidi öldür hakkını yeme derler.
Ulus konusunda Marksizm de Anarşizm de aynı kavrayışsızlığa sahip olmuştur.
Marksistler ulus konusuna, önce bütünüyle işçi hareketinin stratejisinin bir
unsuru olarak baktıklarından; sonradan ise bizzat kendileri bilinçsizce de olsa
gerici ulusçuluğun meşrulaştırıcısı durumuna düştüklerinden; burjuva
devrimlerinin Humanist ideallerine bağlılığını sürdüren anarşistler, devlet
karşısındaki tavırlarıyla birlikte, milliyetçiliğe karşı daha bağışıklı ve daha
tutarlı bir konumdaymış gibi göründüler.
Ne var ki bu görünüş aldatıcıdır.
Anarşizmin milliyetçilik anlayışı, devrimci burjuvazinin
milliyetçilik anlayışından başka bir şey değildir; elbette bu milliyetçilik,
Marksistlerin, gerici milliyetçiliğe kadar evrim geçiren ve ulusları artık dil;
din, etni vs. ile tanımlayan milliyetçiliğine göre çok ileri bir noktadır. Ama
bu ileri nokta, aslında Marksizm’in içinde potansiyel olarak bulunan ama
geliştirilememiş milliyetçilik açıklaması ve alternatif programa göre burjuva
dünyasının ufku içindedir ve en demokratik biçimiyle de olsa milliyetçiliktir.
Bu Bookchin örneğinde de somut olarak görülür.)
*
Bookchin de bütün Anarşistler (buna rahatlıkla şimdiye kadarki
bütün Marksistler de eklenebilir) gibi, milliyetçiliği, onun gerici
biçimleriyle özdeşleştirmekte; onun devrimci biçiminin milliyetçilik olmadığını
söylemektedir.
Son derece açık olarak şunu diyor yazısının son cümlesinde:
“Milliyetçilik Aydınlanma’nın ve toplumsal ve kültürel
tinselliklerinde açık bir şekilde evrenselci olan Onsekizinci yüzyılın büyük
devrimlerinin yörüngesi dışında var oldu. Kültürel çeşitlilik ve onun daha
hümanist özelliklerini asla görmezlikten gelmeyen, kendi toplumsal
aktivitelerinin entellektüel temellerini hazırlayan Aydınlanmacılar gibi
zamanın devrimcileri, kendilerini her şeyden önce hiçbir entelektüel, politik
ve coğrafi sınır tanımayan laik bir insan topluluğunun “yurttaşları” olarak
gördüler.”
Görüldüğü gibi, aydınlanmanın “vatanım yeryüzü milletim
insanlık” idealinin, milliyetçilik olmadığını söylemekte, sonraki dile,
dine dayanan milliyetçiliği milliyetçilik olarak tanımlamakta ve aydınlanmanın
bu ideallerine sahip çıkmaktadır. Yani bizzat kendi ifadesiyle tam anlamıyla
demokratik ve devrimci bir milliyetçidir.
Bu aynı bölümdeki şu satırlarda çok daha iyi görülebilir:
(Bunlar ayrıca yukarda söylediklerimizin doğruluğunun olgusal olarak bir
Anarşist tarafından onaylanması olarak da okunabilir.)
“Karakteristik olarak, bir “Ulus” ve onun daha önceki
yöneticileri arasındaki bağların radikal bir değişimini ortaya seren tarihsel
dokümanlar yalnızca bir kısım insana değil bir bütün olarak insanlığa yönelik
olarak yazılmışlardı. Thomas Jefferson’un Bağımsızlık Bildirgesi “insanın
fikirlerine gerçek bir saygının [Amerikalıların] İngiliz monarşisi ile olan
bağlarını koparmaya zorlayan şeylerin ne olduğunu bildirmesini gerektirir”
diyen dikkat çekici ölçüde radikal sözlerle açılır. Bu iddiayı, Fransız devrimi
dokümanlarında olduğu gibi, bunu zorunlu olarak takip eden “tüm insanların eşit
yaratıldığı” ve “Hükümetin tüm güçlerini yönetilenlerin kabul eden insanlar
arasında kurulduğu” inancına dayandırıyordu.
4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bildirgesi, Fransız
devrimcilerine benzer bildirgeler için teorik bir model oluşturacaktı.
Milliyetçi ifadelerin çok uzağında, hararetli bir şekilde kozmopolitan ve
hedefi tüm dünyaya yönelikti. Thomas Paine’nin ünlü vecizesi, “Benim ülkem tüm
dünyadır.”, yalnız Amerika’nın devrimci liderlerine özgü değildi. George
Washington “insanlığın büyük bir cumhuriyetinin bir yurttaşı” olduğunu
bildirmekte hiç tereddüt etmemişti ve Benjamin Rush devrimin “cumhuriyetin
kanunlarına uymayı” sağladığını söyledi. Hararetli bir Aydınlanma ruhuyla ifade
edilen bir ifadesinde, John Adams söyle demişti: sömürgelerdeki savaşlara
rağmen, “Bilim ve edebiyat hiçbir ulusa ait değildir.” Milliyetçilik ve dar
görüşlülükten özgürleşmeleri büyük bir övgü kazanan Fransızlara “Özgürlük,
Eşitlik, Kardeşlik” deyiminin Benjamin Franklin tarafından söylendiği
belgelenmiştir. “Özgürlük nerede tehlike altındaysa” diye bildiriyordu
“Fransız Aydınlanmasının düşünürleri ve propagandacıları
ruhen daha farklı değillerdi ve bu ruhu tamamen 1789 devrimine taşıdılar.
Montesquieu, Norman Hampson tarafından “Fransız Aydınlanması’nın ilk büyük
yapıtı” olarak söylediği Pers Mektupları (1721) nda defterine şöyle not
almaktaydı. “Eylemde bulunduğumda ben bir yurttaşım; fakat yazdığım zaman ben
bir insanım ve Avrupa’nın tüm halkları ile Madagaskar’da yaşayan birinin
olabileceği kadar tarafsız olarak ilgilenmekteyim”. Bu evrenselcilik karakteristik
olarak gerçekte, Rousseau haricinde, tüm Ansiklopedistlerde mevcuttu.
Rousseau’nun İsviçre kökenliliğini mistikleştirmesi, demokratik fakat sıklıkla
gerçek yaşamında asla içinde olmadığı hayali bir kırsallığın şiddetli bir
duygusallığını taşıyordu. Fransızcanın
eğitimli Avrupalının dili olması tesadüfi değildir: Aydınlanma
entelektüellerinin evrensel bakışı, gerçekte, zamanla romantikler, mistikler ve
sonunda ırk ve etnik üstünlük iddiasındaki bir ulusçuluk kimliği tarafından
törpülenecek olan laik bir cumhuriyetin ilkelerini [letters] yarattılar.”
Milliyetçilerin milliyetçiliğin ne olduğunu anlamamalarının
tipik bir örneği karşısındayız. Aynı şekilde bu nedenle de yine milletlere ve
milliyetçiliğe karşı, burjuva uygarlığının ufku dışında bir program
geliştirememekte; “Yeni bir enternasyonalizm”den başka bir şey
önerememektedir.
Bu “yeni enternasyonalizm” ise, aydınlanmanın idealinin
bu günkü dünyaya uyarlanmış biçiminden başka bir şey değildir. Aydınlanma
döneminin korkunç dil farklarıyla dolu dünyasında, halkın gücü elinde
tutmasının aracı olarak, onun aydınlanmasının aracı olanak görülen okuma yazma
ve standart bir dile sahip olma vurgusu, bugünün elektronik çağında, iş gücü
göçlerinin tüm dünyaya yayıldığı çağda, yerini çok kültürlülüğe terk etmiştir.
Yani tıpkı aydınlanmadaki gibi dilin, dinin, etninin, politik olmayan olarak
tanımlanması söz konusudur; çok kültürlülük bir bakıma, laisizm gibi, bunların
özel ve kişisel olarak tanımlanmasından başka bir şey değildir. Kültür de
politik olmayanın diğer adıdır. Çok kültürlülüğü savunmak; tıpkı laisizmi
savunmak gibidir. Dilin, kültürel öğelerin, etninin politik olmayan olarak
tanımlanmasıdır. Politik olanın ayrılığını, yani milliyetçiliği var sayar: çok
kültürlülük milliyetçiliktir.
Yine milliyetçiliğe alternatif olarak “yeni bir
enternasyonalizm” namı altında önerilen şu satırlar en saf bir milliyetçilikten
başka bir şey değildir:
“Kültürel özgürlük ve çeşitlilik, vurgulamama izin verin,
milliyetçilik ile karıştırılmamalıdır. Farklı halkların kendi kültürel
kapasitelerini tamamen geliştirmek için özgür olmalarının gerekmesi yalnızca
bir hak değil desideratum’dur. Eğer farklı kültürlerin muhteşem bir mozayiği,
modern kapitalizmin yarattığı, büyük ölçüde kültürsüzleştirilmiş ve
homojenleştirilmiş bir dünyanın yerini almazsa, dünya şüphesiz kasvetli bir yer
olacaktır. Fakat aynı şekilde ele alırsak, eğer kültürel farklılıklar dar görüşlü
hale getirilir ve görünürdeki “kültürel farklılıklar”, cinsiyetin, ırkın ve
fiziksel üstünlüğün biyolojik düşüncelerinde temellendirilirlerse, dünya
tamamen bölünecek ve insanlar kronik bir şekilde birbirleriyle karşıtlık
halinde bulunacaktır. Tarihsel olarak, şehirlerin kabilelerden daha geniş
insani ilişkiler beslemesine benzer şekilde, ulusal sınırlar içinde yaşayan
insanların aşikâr olarak yabancılara karşı daha açık olmaları nedeniyle
akrabalık toplumlarındaki dar akrabalık temelinden daha geniş bir toplumsal
alan üretmelerinden kaynaklanan bir anlayış vardır. Fakat ne kabilesel
ilişkiler ne de ulusal sınırlar, zengin fakat harmonize olmuş kültürel
farklıklılarla tam bir bütünleşme duygusu yaratacak bir insanlık potansiyeli
gerçekleştiremezler. “
Aslında aydınlanmaya sahip çıktığını bu bağlamda da
tekrarlamakta ve burjuva uygarlığının ötesinde bir programı olmadığını itiraf
etmektedir:
“Daha açıkça konuşacak olursak, milliyetçilikler
Aydınlanma’nın uzun zaman önce üstesinden gelmeye çalıştığı gerici
atacılıklardır. Bunlar, baskı altındaki insanların silkinerek kurtulmaya
çalıştıkları imparatorlukların en kötü özelliklerini taşırlar.”
*
Bu alıntılar, anarşistlerin niçin milliyetçiliğin ne olduğunu
anlayamadıklarını ve anlayamayacaklarını yeterince kanıtlar; çünkü kendileri
milliyetçidirler, milliyetçilik olmadığını söyledikleri şey milliyetçiliktir;
tıpkı artık devlet olmadığını söyledikleri şeyin devlet, hem de proletarya
diktatörlüğü olması gibi.
Anarşizm, son duruşmada, eski toplumun kapitalizme tepkisidir,
küçük üretmenin tepkisidir, bu nedenle, kapitalizmin pisliğine tepkili bir
duyarlığı temsil eder. Ama aynı zamanda onun ufkunu aşamamayı; aşma yeteneğinde
olmayışı da.
Devlet ve ulus karşısındaki anarşist öğreti (ki son duruşmada,
devrimci demokratik ideallerin ifadesidir), bunları aşamayarak burjuva
uygarlığını aşma yeteneğinde olmadığını göstermektedir.
Kapitalist uygarlığı aşma yeteneğinde bir uygarlığı hala
modern işçi sınıfı programlaştırabilir. Somut tarihte Marksist öğretinin
yaşadığı geri gidiş ve ulusçuluk tarafından teslim alınma şeklinde yaşadığı
geri gidiş; somut tarihteki çarpılmalarından soyutlanmış biçimiyle Marksizm’in
ve dolayısıyla İşçi Sınıfı’nın buna yeteneksiz olduğunun kanıtı olarak
gösterilemez. Aksine, yine kendini eleştirerek ve aşarak burjuva uygarlığını
aşmaya ve karşı bir program geliştirmeye yetenekli biricik sınıf olduğunu kanıtlamaktadır
işçi sınıfı Marksizm’in şahsında.
Ancak Marksizm ulusçuluğun yüzündeki peçeyi atıp, bu vampirin
yüreğine tahta kamasını sokup onu yok edebilir. Milliyetçilik vampirler gibi
ancak karanlıklarda yaşayabilir. Marksist teorik aydınlık gücünü arttırdığında,
milliyetçiliğin gün ışığı görmüş vampirler gibi yanıp kül olduğu görülecektir.
İşçi sınıfının onlarca yıl sürmüş olan yenilgisi ve
dağınıklığı kimseyi yanıltmamalıdır. Dünya tarihine on ve yüz yılların
perspektifinden bakıldığında, işçi sınıfının bu gerileyişinin, Marks’ın dediği,
kendi hataları karşısında bir gerilemeden başka bir şey olmadığı da görülür.
Anarşizm veya küçük burjuva sosyalizmleri (ki bunların pek ala
merkezcilik denen biçimleri de bulunmaktadır), antik çağların göçebe veya orta
barbarlarına benzerler; yıktıkları veya yıkmak istedikleri medeniyeti
kapsayacak bir üretim ve kültür temelleri yoktur; ona sadece bir canlılık
verirler. Orijinal ve başka uygarlıkları ise, tarımı keşfetmiş, kentten çıkan,
bir uygarlığı örgütlemeyi sağlayabilecek manevi ve maddi araçlara sahip yukarı
barbarlar kurabilir. İşçi sınıfı Marksizm aracılığıyla milliyetçiliğin, yani
burjuva uygarlığının yüzündeki peçeyi atarak, modern çağın orijinal uygarlık
kurabilme yeteneğinde kentlileri olduğunu kanıtlamaktadır.
*
Peki Bookchin’in söylediklerinin Öcalan’da bir yankı
bulmasının somut anlamı nedir?
İlk bakışka Öcalan’ın Bookchin demesi, Marksizm’den bir
gerileme gibi görülmektedir. Birçok Stalinist ve Merkezci de bunu böyle
algılamaktadır. Ama yukarıdaki açıklamalar ışığında bakıldığında öyle olmadığı
görülür.
Öcalan’ın Marksizm diye bildiği, milliyetçilik ve devletçilik
tarafından kirletilmiş, Marksizm’le ilgisi olmayan bir Marksizm, daha doğrusu
bir Stalinizm’dir.
Öcalan’ın Bookchin’e sahip çıkmasından demokrasi vurgusuna
kadar bütün son yıllardaki teorik ve politik evrimi; aslında gerici
milliyetçiliğe göre kendini tanımlamış bir ulusal hareketin; vampir ısırışıyla
(Türk milliyetçiliğinin örneği ve baskısıyla) ortaya çıkmış bir hareketin;
kökenindeki altmış sekizin demokratik ve devrimci geleneklerine; Kürdistan
yoksullarının toplumsal eğilimlerine dayanarak, kendini bir vampir olmaktan
kurtarma çabasıdır. Bütün bunlar kendini aşma denemelerinden ve çabalarından
başka bir şey değildir.
Marksizm diye bildiğinin kat ettiği yolu tersine kat etmeye
çalışmaktadır Öcalan. Marksizm aydınlanmanın devrimci ulusçuluğundan gerici
ulusçuluğa, demokratik cumhuriyetten, gerici ulusçuluğu olumlayan, “ulusların
kaderini tayın hakkı”na doğru evrim geçirirken; devlet düşmanlığından
devletçiliğe doğru evrim geçirirken; Öcalan, o gerici ulusçuluğa göre oluşmuş
bir ulusal hareketin önderi olarak, gerici ulusçuluğun sınırlarını zorlayıp;
devrimci ve demokratik ulusçuluğa; demokratik cumhuriyete doğru; merkezi devletçilikten
konfederalizme doğru evrim geçirmekte, ama bir türlü, tam anlamıyla bu
sınırları da aşamamaktadır.
Bu nedenle, Öcalan’ın Marksizm’den uzaklaşması, değer
teorilerinde yanlışlar bulması; Kurttan kuştan özün dilemesi, devletsizliği;
konfederalizmi savunması vs. burjuva uygarlığının ideallerine el yordamıyla bir
dönüş olarak görülmelidir.
Bu dönüş kaynağını, orta doğunun ezilenleri korumaya yönelik
peygamber geleneklerinde; 68’lerin devrimci demokratik özlemlerinin
geleneklerinde; toplumun mesanelerinde yaşamış, komünün kadınlarca binlerce yıl
korunmuş ve aktarılmış geleneklerinde; Kürdistan’ın ezilen emekçi kadın ve
azınlıklarının demokratik özlem ve eğilimlerinde bulmaktadır.
Eğer bu evrim, dünyada işçi hareketinin yükseldiği, demokratik
cumhuriyeti veya daha ötesini programlaştırdığı koşullarda onun etkisi altında
gerçekleşseydi, çok daha hızlı ve büyük adımlar atarak bir yol alabilirdi.
Ne yazık ki, sosyalistlerin bile, en alasından gerici
milliyetçilere döndükleri bir dünyada ve Türkiye’de gerçekleşmektedir bu evrim.
Sosyalistlerin maddi ve manevi bir desteğiyle değil; onların engellemesiyle ve
onlara rağmen.
Ama bu evrim aynı zamanda bir şeyi daha da gösterir. Öcalan’ın
burjuva ufkunu aşamayan düşünür ve yazarlara ilgi duyması onun dayandığı
hareketin ve toplumsal tabakaların sınırlılığının da bir yansımasıdır.
Öcalan büyük ölçüde köylülere dayanan; işçilere dayansa bile
büyük ölçüde ruhça ve kültürce köylülüğe hatta aşiret ilişkilerine göre şekillenmiş
bir hareketin eğilimlerinin önderidir. Bu hareketin bütün gücü ve güçsüzlüğü
Öcalan’da da yansımaktadır.
Bunlar, Küçük burjuvazinin ve köylülüğün, burjuvazinin ufkunu
aşamayacağının, onların tıpkı antik çağın göçebe fatihlerinin medeniyet
karşısındaki konumları gibi, ayrı bir uygarlık yaratma yeteneğinde olmadığının
ama ona bir atılım ve canlanma verebileceğinin de bir ifadesidir.
Ama yine de bir zamanlar Troçki’nin dediği gibi, köylülüğün
devrimci potansiyellerini küçümsememek gerekmektedir. Günümüz dünyasında kendi
gücüyle ve tüm engellemelere rağmen böyle bir evrim geçirebilen, böyle
yoklamalar yapan köylülük, işçilerin tekrar toparlanıp başka bir uygarlık
projesiyle tekrar ortaya çıktıkları; ve
bunun yan ürünü olarak aydınlanmanın tamamlanmamış projesini de
tamamlayacakları bir hareket oluşturdukları koşullarda bütün tahminleri aşan
bir devrimci potansiyel gösterebilir.
15 Nisan 2005 Cuma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder