(Yine eski bir yazı ama. 2006 Yılından. Ama hala taze. PKK ve Öcalan'ın değerlendirilmesi ve bu günkü gelişmeleri anlamak için. 29.07. 2025 - Demir Küçükaydın
Ne var ki bu söz
Modern tarih, aşağı yukarı on dokuzuncu yüzyılın başından yirminci
yüzyılın başlarına kadar, zaman zaman kısa süreli gerilemeler görülse de,
ezilenlerin ve işçi sınıfı hareketinin sürekli
bir yükselişi olarak görülebilir.
On sekizinci yüzyılın sonunda Fransız devrimi olur. Gerçi üç
beş yıl sonra, Thermidor ile bu
devrimin gerileyişi başlar ve Napolyon’un imparatorluğu ile devrimin tüm değer
ve kazanımları tasfiye olur ama onu 1830, onu 1848, onu 1871 devrimleri izler.
1871’den sonra belki büyük devrimler görülmez ama işçi hareketinin düzenli bir
Böyle bir ortamda Rus İşçi ve Sosyalist hareketi doğar. Ve
sadece Avrupa ölçeğinde değil, Rusya ölçeğinde de aynı gidiş eğilimi görülür.
İşçi hareketi hızla
İşte bu koşullarda, Rus sosyalist hareketi, geç gelmiş olmanın faziletlerinden
yararlanır. Hem de çifte faziletlerden, öznel ve nesnel faziletlerden
yararlanır.
Nedir bu faziletler?
Rus işçileri, İngiliz ve Fransız işçileri gibi, birka.2025)ç yüz
yılı, yarı esnaf el işçiliğine dayanan izbe imalathanelerinde geçirmez, en modern fabrikalarda, en yüksek
konsantrasyon (yoğunlaşma) içinde doğar. Bu nesnel fazilettir.
Öte yandan sadece maddi araçlar bakımından değil, “manevi
araçlar” bakımından da benzer bir geç gelme avantajını yakalar. Lenin’in dediği
gibi, Rus aydınları, sürgünler nedeniyle, Avrupa’nın en gelişmiş düşünce akımları, en gelişmiş örgüt tecrübeleriyle
ilişkiye geçerler ve onları Rusya’ya taşırlar. Bu da öznel fazilettir.
Öznel ve nesnel koşulların bu muazzam denk gelişi ve bunun
işçi hareketinin sürekli
Ne var ki, Rusya’dan daha
geç gelenler, geç gelmenin bu faziletlerini kaçırmış bulunurlar.
Yirminci yüzyılın başında hem artık kapitalizm emperyalizm aşamasına girdiği için, hem
de 1920’lerden sonra Sovyetlerde bir bürokratik
karşı devrim olduğu için bu gidiş, bu uygun korelasyon bir daha görülmez. Artık,
modern kapitalist ilişkilere geç giren ülkeler açısından, geç gelmenin
faziletleri işlemez olur, geç kalmanın
reziletleri işçi hareketine ve sosyalist harekete damgasını vurur.
Bu ne demek? Nasıl bir mekanizmayla böyle olmuştur? Bunu
biraz açıklayalım.
Marks, Kapital’de yaptığı kapitalist üretim ilişkilerinin
analizinde, hep İngiltere’yi örnek olarak kullanmasına atıf yaparak, o zamanlar
Avrupa’nın geri ülkesi olan Almanya’ya, “aldırmıyorsun ama bu anlattığım
senin hikayendir” der. Yani yarın öbür gün sen de aynen burada analiz
edilen kapitalizme has işleyiş yasalarının egemenliği altına gireceksin der.
Bu şu demektir, ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini
gösterir. Gerçekten de yirminci yüzyıl başına kadar, aşağı yukarı bu ilke
geçerliliğini korur. Bu nedenle, kapitalist ilişkilere daha geç girmek, aynı
zamanda geç gelmenin avantalarına sahip olmak anlamına geliyordu.
Ne var ki, yirminci yüzyılın başında, kapitalizmin
emperyalizm aşamasına girmesiyle birlikte, artık ileri bir ülke geri bir ülkeye
geleceğini göstermez. Yani az gelişmiş ülkeler ilerde gelişmiş ülkeler
olamazlar, Almanya’nın, Rusya’nın geçtiği yollar artık tıkanmıştır. Yani az
gelişmenin gelişmesi söz konusudur. Bu durumda, artık, geri ülkelerin işçi
sınıfları için, bir Alman ya da Rus işçi sınıfı gibi, sonradan gelmenin
avantajları işlemez.
Örneğin Rus İşçileri, Putilov fabrikalarında Fordizm öncesi
ağır sanayi fabrikalarında doğdu, ama örneğin Türkiye İşçileri, yirmilerden
sonra Fordist fabrikalarda doğmadı; hatta ağır sanayi bile olmadı, birkaç
devlet tekeli haricinde bir “tahta perdeciklerle ayrılmış” küçük atölyelerin
yarı esnaf işçisi olarak kaldı.
Bütün Üçüncü dünya için bu geçerlidir.
Yani geç gelmenin de sınırları vardır, belli bir noktadan
sonra geç gelmek, artık sadece geç kalmak olabilir.
Böylece, belli bir sınırdan sonra, ki bu sınıra kabaca
yirminci yüzyılın başı diyebiliriz, geri ülkeler için, bir Almanya, bir Rusya
işçi hareketinin yaşadığı, geç gelmenin faziletlerini yaşama şansı
yoktur; onlar artık sadece geç kalmanın reziletlerni yaşayabilirlerdi.
Çünkü, ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini göstermemektedir artık. Geri
ülkeler bir gün gelişmiş ülkeler olmayacaklardır artık, onlar sadece daha az
gelişmiş ülkeler olabilirler. Artık az gelişmenin gelişmesi söz
konusudur.
Böylece geri ülkeler işçileri, maddi bakımdan en gelişmiş
üretim içinde doğma ve gelişme olanağını yitirmişlerdir. Yani geç gelmenin
faziletlerini yaratan nesnel koşul yoktur artık. Nesnel koşul sadece geç
kalmanın reziletlerini yaratmaktadır.
Geç kalmışlık sırf nesnel koşullarla sınırlı olsaydı gene
iyiydi, benzeri bir tıkanıklık ve geriliğe mahkum olma, örgütsel ve teorik
düzeyde de gerçekleşir.
Alman ve Rus sosyalist hareketi ve aydınlarının en ileri
düşünce akımları ve politik mücadele deneyleriyle ilişkiye geçmelerinin aksine
en geri düşünce akımları egemen olur. Yani öznel koşul da yok olur.
Bu nasıl olur ve ne demektir?
Rus devriminin bir köylü ülkede tecrit olması ve iç savaşın
yarattığı yıkımlar temelinde bürokrasi bir karşı devrimle iktidarı ele alır ve
Fransız devriminden beri gelen
Böylece geri ülkelerde, eşitsizliklere tepki ve/veya Ekim
devrimi etkisiyle sosyalizme yönelen, toplumsal mücadeleye giren aydınların
veya sürgünlerde yaşayanların, daha önceki Alman ve Rus devrimcilerinin aksine,
çağın en ileri fikir akımlarıyla ve örgüt biçimleriyle bir ilişkiye geçip
onları özümleme şansı kalmaz.
Marks-Engels’ler Adam Smith, Ricardo; Hegel ve Feuerbach;
Sen Simon, Owen, Fourier’lerin bıraktığı yerden başlıyorlardı; Lenin’ler ve
Troçki’ler Marks-Engels’lerin bıraktığı yerden başlıyorlardı. Ama 1920’lerden
sonra radikalleşen aydınlar, SBKP tarihleri, Kuusinen, Politzer, Stalin,
Mao’ların skolastik kitaplarıyla başlamak zorundaydılar artık.
Artık öğrenilen, burjuva aydınlanmasından bile geri,
Marksizm görünümünde ama özünde yöntemsel olarak bir skolastik ve eklektik
Stalinizm’dir.
Yani emperyalizme geçiş nedeniyle işçi sınıfının üretim
ilişki ve tekniklerinde geriliğe mahkum olması gibi, Sosyalist düşünce ve
davranış da çağın en geri düşünce ve teorilerine mahkum olur. Sonradan gelenin
artık, daha da gelişmiş fikir akımları ve örgütsel deneyleri tanıması ve
özümlemesinin yolu tıkanmıştır. Böylece öznel olarak geç gelmenin faziletlerini
yaşama sansı da ortadan kalkmış, sadece geç gelmenin reziletlerine mahkum
olunmuştur.
Gerek entelijansiyanın ve gerek işçi sınıfının bu geriliğe
ve az gelişmişliğe; bu az gelişmenin gelişmesine mahkumluğu, birbirini
karşılıklı olarak da beslemiştir. Böylece bir tersine seleksiyon dönemi
başlamıştır. İşçi hareketinin yokluğu ve geriliği sosyalist teori, örgüt ve
pratikleri kakırdatmış, bu kakırdamış örgüt, hareket ve düşünceler var olan
sınırlı işçi hareketini demoralize etmiştir. Bunlar karşılıklı olarak birbirini
beslemiştir.
Bu geriye gidiş, o dönemin sosyalist kuşakları arasındaki
farklarda bile görülebilir.
Örneğin, henüz 1920’ler öncesinde, yani bürokrasinin zaferi
öncesinde sosyalizmle tanışmış az gelişmiş ülke aydın ve devrimcileri, sonraki
bütün Stalinist engellemelere rağmen, yine de az çok orijinal, yaratıcı eserler
verebilmişlerdir. Ama 1920’lerin ortalarından sonra sosyalist olanlarda hiçbir
teorik yaratıcılık görülmez.
Tipik örnek olarak, Meritegiu ve Kıvılcımlı zikredilebilir. Her
ikisi de Stalinizmin zaferi öncesinin kuşaklarındandırlar. Bu ayarda devrimci
ve teorisyenler sonraki kuşaklarda görülmez. Latin Amerika Stalinizmin
etkilerine nispeten daha uzak olmasına rağmen, benzeri ayarda yeni teoriysen
kuşakların ortaya çıkabilmesi için, ta 1960’ların
Türkiye’deki sosyalist hareket açısından da bu görülebilir.
Son duruşmada bir Osmanlı aydını olan ve Ekim devrimi
rüzgarıyla radikalleşmiş Kıvılcımlı’yı göz önüne getirelim. Bir de, 1930’ların
Roosevelt’i ortaya çıkaran, Amerikan işçi hareketinden etkilenmiş Mihri
Belli’yi göz önüne getirelim. Mihri Belli, Amerika gibi bir yerde
radikalleşmiş, dünyayı görmüş olmanın bütün öznel avantajlarına rağmen, aslında
Ekim devrimiyle radikalleşmiş bir Osmanlı Aydını olan Kıvılcımlı’dan, sadece
teorik çap ve derinlik bakımından değil, politik bakımdan da son derece
geridir. Biri (Kıvılcımlı) Üçüncü Enternasyonal’in lağvında bir felaket
görürken örneğin, diğeri (Belli), kendisine teslim olunacak “millet gerçeği”ni,
kendisine öykünecek bir durumu görür.
Benzeri, sanat alanında da görülebilir. Nazım Hikmet ile
daha sonraki kırklar ve elliler kuşağının şairleri göz önüne getirilsin. Ekim
devrimiyle sosyalist olmuş Nazım, hepsi için ulaşılmaz olmaya devam eder. Ama aynı
zamanda politik ve ideolojik olarak da Nazım’a göre çok geridirler, Nazım’ın
şiirine bir İşçi sınıfı ve enternasyonalizmin kokusu sinmiştir her şeye rağmen.
O sonraki kuşaklar ise çok daha milliyetçidirler, daha köylücüdürler daha
taşralıdırlar.
Hasılı geç gelmek her zaman bir avantaj değil, belli bir
noktadan sonra, treni kaçırmak, geç kalmanın reziletleri içinde bunalmak
demektir.
Yirminci Yüzyılın tarihi bir bakıma, geri ülkelerin
sosyalist ve işçi hareketi göz önüne alındığında, öznel ve nesnel olarak geç gelmenin
reziletleri içinde bunalışın bir tarihidir.
*
Şimdi bu geç gelme ve geç kalma ilişkisini, ulusal
hareketler ve Kürt Ulusal Hareketi bakımından ele alalım. Çünkü Ulusal Kurtuluş
Hareketleri aslında bu işçi hareketi ve sosyalist hareket rezileti madalyonunun
öbür yüzüdür aynı zamanda
Yirminci yüzyılla birlikte, ileri bir ülkenin artık
geriye kendi geleceğini gösterememesi yani az gelişmenin gelişmesi
ve yirmilerin ortalarından sonra, bürokratik karşı devrim, yani Stalinizm
felaketi maddi ve manevi olarak; nesnel ve öznel olarak, en gelişmiş
üretim, teori ve örgüt pratiklerine
dayanan modern bir sosyalist ve işçi hareketinin ortaya çıkış ve yükseliş
şansını ve koşullarını geri ülkelerde yok etti.
Ama tam da bu tıkanış, onun yerine, esas olarak köylülüğe
dayanan ulusal kurtuluş hareketlerini ortaya çıkardı. Bu hareketler kendilerini
sosyalist olarak tanımladıkları için, onların
Daha çeyrek yüzyıl önce, Engels zamanında, ulusal
hareketlere, örneğin Sudan’daki
Mehdi’ler öncülük ederken, birdenbire İşçi hareketinin Stalinist
yozlaşmaya uğramış biçimiyle bile olsa (ki üçüncü enternasyonalin ilk
yıllarında böyle bir durum da yoktu) teori, mücadele ve örgüt gelenekleri, geri
ülkelerdeki ulusal hareketlerin manevi araçları haline dönüşüyordu.
Aslında köylülüğün maddi yaşamında da benzer bir dönüşüm
ortaya çıkıyordu. Artık modern ordularda mekanik silahları kullanmayı öğenmiş,
radyo, gazete bilen, kara saban yerine pulluk kullanabilen başka bir köylülüktü
bu.
Bu Çin ve Vietnam devrimlerinde çok açık görülür. Her
ikisinin öncü parti ve kadroları, Ekim Devrimi öncesinin veya Ekim Devrimi
Ancak Stalinizmin olumsuz etkisi bizzat bu hareketler
üzerinde bile kalite düşüşünde etkisini gösterir. Sosyalist harekettekine
benzer, Mihri ve Kıvılcımlı örneklerinde değindiğimiz türden bir kalite düşüşü,
ulusal hareketlerde de görülür. Bu partilere bakılırsa, Ekim devrimi ve öncesi
kuşakların kalitesini sonraki kuşakların tutturamadığı görülür. Bayan Mao’lar
veya Lin Piao’lar, Mao, Lui, Çu, kuşaklarının kenarına bile varamaz.
Bu geriye gidiş dünya ölçeğinde de görülür. Cezayir, Kongo
Kurtuluş hareketlerinin teori ve önderlikleri, Mao ve Ho’lardan çok daha
geridir. 1920’ler kuşağının düzeyine ta 1960’ların
Yani Ulusal kurtuluş veya köylü hareketinin fazileti bile
yirminci yüzyıl içinde bu fazileti yitirme eğilimindedir.
*
Ama sadece 20. Yüzyılın ulusal kurtuluş ve köylü hareketleri
içinde böyle bir faziletten rezilete, Mao ve Ho’dan Bin Bella ve Lumumba’ya
kayış söz konusu değildir. Çok daha
geniş bir tarihsel perspektif içinde, burjuva devrimlerinin tarihsel evrimi
içinde de bir rezilete kayış söz konusudur. Yani burjuva devrimlerinde de,
belli bir sınırdan sonra fazilet olanağı ortadan kalkmıştır. Bu kavranılmadan,
PKK’nın ne yaptığı ve ne yapmaya çalıştığı kavranamaz.
Ulusal Kurtuluş Hareketleri özünde birer burjuva
devrimidirler. Burjuva devriminin kendi idealleri açısından ele aldığımızda, bu
hareketlerin ve devrimlerin şu karakteristiği görülür.
Bu devrimler az gelişmişliğin gelişmesi nedeniyle ne modern
burjuvaziye ne de işçi sınıfına dayanmazlar. Elbette işçiler ve en yoksullar
her devrimde olduğu gibi bu devrimlerde de yer alır ve esas omurgayı
oluştururlar ama bağımsız bir sınıf olarak var oluş değildir bu. Dolayısıyla bu
devrimlere köylülük ve plebiyen bir karakter damgasını vurur.
Burjuvazi henüz devrimci olduğu çağda, ulusu, bir din, dil,
soy ile değil, insan haklarıyla tanımlıyordu ve “ucuz devlet” diyerek
bürokratik ve baskıcı devlet cihazına karşı çıkıyor, tüm örgütlenme ve fikir
özgürlüklerini savunuyordu.
Burjuvazi Jakoben iktidarının yenilgisinden, Thermidor’dan sonra bütün bu temel
taleplerinin hepsini terk etti. Ulusu insan
haklarıyla değil, bir dil, etni, soy, tarih veya kültürle tanımlamaya başladı,
böylece o ulus tanımının dışında kalanlar yurttaş olmadıkları gerekçesiyle
insan haklarından otomatikman dışlanmış oluyorlardı. Bir köyün bile ayrılabildiği, bürokatik ve askercil olmayan demokratik
cumhuriyetin, Birinci Paris Komünü’nün yerini, imparatorluğun imparatorsuz
biçimi olan bürokratik, baskıcı militler devlet cihazları aldı.
Burjuvazi bu programı terk etti ama, işçi sınıfı bütün 19.
yüzyıl boyunca, Demokratik Cumhuriyet bayrağıyla bu programı savundu. İkinci
Paris Komünü özünde buydu. Ve bu 1917’ya kadar böyle geldi.
Ve bu dönem boyunca, burjuva devrimlerine işçi sınıfı ve
sosyalist hareket öncülük ettiği sürece, burjuva
uygarlığının devrimci döneminin talepleri ve idealleri aynı zamanda işçilerin
talepleri olarak varlığını sürdürdü. Bu en açık biçimde Ekim Devrimi’nde
görülür Ekim devrimi, burjuva
uygarlığının ve devriminin bütün taleplerini gerçekleştirir. (Stalinizm
bunları ortadan kaldırmıştır daha sonra. Stalinizm
sadece sosyalist devrim açısından bir geri gidiş değildir, Burjuva devrimleri
ve uygarlığının idealleri açısından da bir geri gidiştir, burjuva uygarlığının
gerici biçimine bir dönüştür.)
Ne var ki, burjuvazinin terk ettiği, burjuvazinin devrimci
döneminin ideallerini; Stalinist karşı devrim ile birlikte, fiilen İşçi
Hareketi ve sosyalist hareket de terk etmiş olur. Sosyalist Hareket devrimci
demokratik ulusçuluğu da, bürokratik ve askercil olmayan devlet talebini de
terk eder tıpkı burjuvazi gibi.
Böylece gerici
burjuvazi ve Stalinist bürokrasinin
temsil ettiği sosyalist hareket arasında programatik olarak hiçbir fark kalmadı. Var olan sosyalist hareket
de aynen burjuvazi gibi artık ulusu dil, kültür, soy vs. ile tanımlıyor;
bürokratik, militer, baskıcı olmayan; her türlü düşüne ve örgütlenme
özgürlüğünün bulunduğu bir demokratik cumhuriyet programı fiilen terk edilmiş
bulunuyordu.
İşte, yirminci yüzyılın ulusal kurtuluş hareketleri, belki
köylü hareketinin kendi gelişimi bakımından geç gelmenin avantajlarını
yaşarken, burjuva devriminin idealleri açısından bakıldığında, Ulusal Kurtuluş
Hareketleri bu bakımdan da bir gerilemeyi, dolayısıyla geç kalmanın reziletini
ifade ediyordu.
Örnek olarak Kürt Ulusal hareketini ele alalım. Şeyh Sait
veya 60’ların Kürdistan dağlarında dolaşan “Şaki”lerine göre, (ki bu “Şaki”ler
“Sosyal İsyancılar”dı ve PKK
aslında tam da bu geleneğin üzerine oturmuştur.) dayandığı teori ve örgüt
biçimleri ile geç gelmenin faziletini yaşar. Ama bu fazilet aslında dünya çapında,
burjuva devrimlerinin otantik ideallerinden uzaklaşması rezileti içinde bir fazilettir.
Bunu anlayabilmek için Tarih’e çok geniş bir açıdan bakmak
gerekiyor.
Astronomiden şöyle bir örnek verebiliriz. Dünyamız güneşin
etrafında dönüyor. Ama bu güneş denen yıldız da Vega yıldızına doğru hareket
ediyor. Vega yıldızı, güneş vs. hepsi, Samanyolu galaksisinin kollarından
birinde dönüyorlar. Samanyolu galaksisi ise başka galaksilere doğru bir hareket
içinde. İçinde bulunduğu galaksi yığını da daha büyük bir galaksi yığını içinde
hareket ediyor o süper galaksi yığını da genişleyen bir evrende bulunuyor.
Dünyanın hareketini ancak bu bütün içinde daha derin ve
genel olarak kavrayabiliriz. Evrene böyle baktığımızda, dünyanın güneş
etrafındaki hareketi tüm önemini yitirir. Tarih’e de böyle bakmak gerekir ki
günümüzdeki gelişmeleri anlayabilelim.
Örneğin Kürt Ulusal hareketini yirminci yüzyılın ulusal
hareketleri içinde bir yere yerleştirebiliriz. Bu bağlamda Kürt Ulusal
Hareketi, 68
Ama yirminci Yüzyıl boyunca ulusal hareketleri göz önüne
aldığımızda, Mao’ların, Ho’ların kuşağından daha geride oluşun damgasını taşır.
Ekim Devrimi öncesi ve sırasının geleneklerine uzaktır. Öcalan hiçbir zaman bir
Komünist Enternasyonal, yani bir Dünya Partisi
militanı olmamıştır.
Ama onu aynı zamanda bir burjuva devrimi olarak ele
aldığımızda, bütün bunların aslında burjuva devriminin ideallerinin burjuvazi
ve işçi örgütlerince terk edildiği, dile dine dayanan bir ulusçuluğa ve
bürokratik, askerci, pahalı devlet ortadan kaldırma gibi bir hedefi olmayan,
burjuva devriminin ideallerinin terki anlamına gelen bir anlayışa dayandığı
görülür. Yani yuvarlak hesap 1848 devrimi ve sonrasındaki bütün burjuva
devrimlerinin dayandığı anlayışa dayandığı.
Ama Kürt Ulusal Hareketi bir yanıyla Komün’den Uygarlığa
Geçiş olarak da görülebilir. Bu bakımdan, Ortadoğu’daki Komün’den uygarlığa
geçişlerin, yani bu geçişlerin önderleri olan peygamberlerin geleneği içinde de
görülebilir.
Tıpkı dünyanın gerçek hareketinin tüm o yıldız
sistemlerinin, galaksilerin, evrenin hareketinin bir toplamı olması gibi, Kürt
Ulusal hareketi de, her hareket gibi, tüm bunların toplamıdır. Dar bir bakış
açısından bir
*
Burjuva devrimleri açısından 1848’den sonra gelmiş olmak ve
hele 1920’lerden sonra gelmiş olmak, geç kalmış olmaktır, geç gelmenin fazileti
değil, geç kalmanın rezileti söz konusudur. Devrimci ve Demokratik bir ulusçuluk ve devlet anlayışı değil; gerici
ve bürokratik bir ulusçuluk ve devlet anlayışına dayanmak demektir.
Geri ülkelerdeki burjuva devrimleri olan bu ulusal kurtuluş
hareketleri, otantik burjuva devrimlerin aksine ulusu dile, dine, etniye, soya,
tarihe göre tanımlarlar; burjuva uygarlığın gerici biçimiyle damgalıdırlar.
İlericilikleri bu gericilik içindedir. Keza Paris komünü tipi devlet ve
demokrasi diye bir sorunları yoktur. Yani baştan bürokratik bir yozlaşmanın,
bir Bonapartizmin damgasını taşırlar.
Buna Antik tarihten bir analoji ile örnek verilebilir.
Örneğin Türkler ya da Berberiler İslamiyet içinde Rönesas yaptıklarında, bu kurulan
devletler, çürüyen Emevi veya Abbasi devletlerin göre ilerici, demokratik bir
karaktere sahiptirler; otantik İslam’a, nispeten daha yakınlaşma eğilimini
temsil ederler. Ama bu Emevi ve Abbasilerin kendisi bizzat bir karşı Devrimi
temsil ettiklerinden; İslam uygarlığının gericileşmesi olduklarından Berberi ve
Türklerinki bu gericilik içinde bir ilericiliktir ve otantik İslam devrimine göre bir gericilik olmaya devam eder.
Otantik İslamda örneğin tüm Müslümanlar
silahlıdır ve halife seçilir. Ne Osmanlı’da ne de Selçuklu’da, ne de
Endülüs’te bu görülmez artık. Fatih doğrudan doğruya Sultan olur. İlk dört
halife devrimdeki gibi bir demokratik seçim ve herkesin silahlılığı dönemi hiç
yaşanmaz. Bu tasavvurların bile ötesinde kalmıştır.
İşte aşağı yukarı burjuva uygarlığında olan da budur.
Türklerin veya Berberilerin gericileşmiş İslam uygarlığı içinde nispeten
demokratik ve ilerici reformlar yapmaları gibidir 1848 sonrası burjuva
devrimleri. Bunu ister işçiler, ister köylüler yapsın, bu temel karakter
ortadan kalkmaz.
*
Bu gidişin elbet hem öznel hem de nesnel nedenleri
bulunuyordu. Nesnel neden, yine az gelişmişliğin gelişmişliği noktasındaydı. Az
gelişmişliğin gelişmişliği güçlü bir işçi sınıfına olanak tanımıyor, bu da
burjuva devrimlerinin otantik ve gelişmiş taleplerini bayrağına yazacak bir
toplumsal temel yoksunluğunu yaratıyordu.
Öte yandan, Stalinizm aracılığıyla alınan teori ve örgüt
öznel olarak da bu devrimci ve demokratik ideallere karşı bulunuyordu.
Böylece köylülüğe ve pleplere dayanan bu ulusal hareketler
veya burjuva devrimleri, Jan Jak Rousseau’lara, Marks ve Engels’lerin bu
geleneği sürdürüşleri anlamına gelen programlara değil; bunları tasfiye eden
Stalinizmin programına dayanıyorlardı.
Bu nedenle, bu ulusal
kurtuluş savaşları ve burjuva devrimleri, daha baştan bir bürokratik yozlaşmaya
uğramış devrimler olarak ortaya çıktılar. Bir yandan, bir burjuva
devriminin plebiyen ve köylü karakterini taşırlar, jakobendirler; bir yandan bu
jakobenliği tasfiye eden bürokratik, baskıcı, militer, hasılı Bonapartist
özellikler taşırlar. Tarih içinde birbirini izleyen bu iki farklı nitelik, bu
devrimlerde bir arada bulunur.
Böylece geri ülkelerdeki burjuva devrimleri, aslında otantik
burjuva devrimlerinden bile daha geri, gerici milliyetçiliğe dayanan;
bürokratik, militer bir devlet cihazına karşı olmak diye bir sorunları olmayan burjuva
devrimleri olarak gerçekleşirler ve üstüne üstlük bir de bunu sosyalizm
bayrağıyla yaparlar.
Bu devrimlerin hepsinde aynı özellikler görülür. Bir dile,
dine, tarihe dayanan ulus tanımına dayanırlar Mao, Çin ulus devletini kurar, Ho
Vietnam’ı kurar. Sovyetler Birliği ya da Amerika Birleşik Devletleri
gibi, biri burjuvazinin devrimci döneminde, diğeri bu devrimci dönemin ideallerini
taşıyan işçilerce kurulmuş herhangi bir kültür, din, dil, etni, tarih, soy
göndermesi olmayan devletler kuran devrimler değildir bunlar. Bir dille, bir
dinle, bir tarihle tanımlanmış uluslar kurarlar. Gerici bir milliyetçilikle
damgalıdırlar.
Ve hepsi de istisnasız, bürokratik bir diktatörlüktür,
demokrasi yoktur. Hiçbir zaman bir Paris Komünleri ve Sovyet iktidarı’nın ilk
dönemleri gibi bir aşama yaşamazlar. Doğrudan, hiçbir demokratik özgürlüğün
olmadığı bürokratik bir devlet olarak ortaya çıkarlar. Partiler değil, hepsinde
istisnasız bir tek parti vardır ve o parti devlete egemendir.
Hasılı, yirminci yüzyılın geri ülkelerdeki burjuva
devrimleri olan ulusal kurtuluş savaşları, sadece Ekim devriminden değil,
burjuva devrimlerinden bile daha geri bir program ve ideolojiye sahiptirler. Bu
çok büyük çaplı tarihsel gerileyiş ve gericileşme içinde bir ileri
atılıştırlar.
Tekrar geç gelme ve geç kalma bağlamında sorunu ifade
edersek, sadece işçi sınıfı ve sosyalist hareket açısından değil; burjuva
devrimleri açısından da, belli bir noktadan sonra, geç gelmenin fazileti değil,
geç kalmanın rezileti geçerlidir. Burjuva devrimleri Fransız ve Amerikan
devrimlerinden daha ileri gitmez. Daha geri gider. İşçilerin yaptığı burjuva
devriminde, Ekim devriminde bir tek bu ileriye gidiş görülür. Ama 1920’lerden
sonra bu da kalmaz. Ekim devriminden sonraki devrimler, ki hepsi özünde ulusal
kurtuluş hareketleridir, bırakalım sosyalist devrimi bir yana; burjuva devrimi
olarak bile, Amerikan ve Fransız devrimlerinden daha geri bir burjuva
devrimciliğini temsil ederler.
Burjuva devrimini geç yapmak, örneğin Rusya’da olduğunun
aksine, daha demokratik daha köklü, daha gelişmiş bir burjuva devrimi değil;
daha yozlaşmış, gericileşmiş, bürokratik çarpılmaya uğramış bir burjuva devrimi
anlamına gelmektedir.
Böylece geri ülkeler tarihin çifte lanetini üzerlerinde
taşırlar.
İşçi ve sosyalist hareket açısından o kadar geç gelmişlerdir
ki artık bir Alman ve Rus işçi ve sosyalist hareketi gibi, geç gelmenin
faziletlerini yaşama şansı yoktur.
Burjuva devrimi açısından o kadar geç gelmişlerdir ki, artık
burjuva devriminin tüm devrimci ve demokratik özelliklerini yitirmiş, sadece
modernleşme aracı işleviyle sınırlanmışlardır.
İşte Kürt Ulusal Hareketi ve PKK tamı tamına böyle bir
ortamda doğdu.
Mao, Ho, Tito, Kastro’nun Kürdistan’daki paralelidir Öcalan.
Çin Komünist Partisi, Vietnam İşçi Partisi ne ise PKK da odur.
Daha baştan bürokratik bir çarpıklık içinde ama aynı zamanda
yoksullara, köylülere dayanan plebiyen bir harekettir.
Lumumba, Bin Bella’lara göre bir ilerlemedir. Mao, Ho’lara
göre bir gerileme.
Şeyh Sait, Hoybun, KDP’lere göre muazzam bir ilerlemedir;
Ama Burjuva devrimlerine göre bir gerileme.
*
Ne var ki, Kürdistan Burjuva devriminin veya Kürt Komününün
uygarlığa geçişinin veya Kürt Ulusal hareketinin üçüncü bir talihsizliği daha
vardır: Bu devrim yirminci yüzyıl devriminin özelliklerine sahiptir ama,
yirminci yüzyılın son günlerinde doğmuş bir yirmi birinci yüzyıl burjuva
devrimidir ya da ulusal kurtuluş savaşıdır. Ortaya çıkışından (1984 Şemdinli ve
Eruh baskını’dır) kısa bir süre sonra, 1989’da Bütün doğu Avrupa çöker ve
yirminci yüzyıl biter. Yirmi birinci yüzyıl sosyolojik olarak 1990 yılında
başlar. Yani yirminci yüzyılda topu topu altı yıl yaşamıştır.
Öylesine geç gelmiştir ki bu geç geliş, başarı için güçler
ve dengeler bakımından sadece ve sadece bir geç kalışın rezileti olarak ortaya
çıkmaktadır.
Tüm dünya dengelerinin politik ve askeri bakımından
başarısını neredeyse olanaksızlaştırdığı bir dünyada
Eğer Kürt Ulusal Hareketi, Altmışlı ya da yetmişli yıllarda
ortaya çıksaydı, o günün dünyasında çok geniş bir hareket alanı olur ve
muhtemelen seksenli yıllarda başarıya ulaşabilirdi. Yani başarı için gerekli dünya dengeleri açısından da bir geç kalma
söz konusudur.
Seksenlerin sonunda tam
Buna rağmen PKK ayakta kalmayı, etkisini genişletmeyi
başarır.
Bunun üzerine Türk devleti Susurluk düzenlemeleriyle bir
uzlaşmanın yollarını oluşturma denemelerine girişir. PKK buna ateşkesle cevap
vererek bu eğilimi güçlendirmeye çalışır. Ama Rakipsiz kalan ABD, Orta Doğu’ya
egemen olma planını yürürlüğe koymuştur. Barzani’ye sağlayacağı destek
karşılığında Türk gericiliğine Öcalan’ı sunar. İnkar ve baskıya dayanan güçlere
bir tür büyük ikramiye çıkar.
Buna rağmen Öcalan stratejik bir dönüş yapar ve politik
inisiyatifi gene kazanır. Bu sırada 11 Eylül olur, dünya dengeleri değişir yine
tecrit olur. Buna rağmen yine de Türkiye’de belli bir politik etki sağlar ama
bu sefer ABD Irak’a girer. PKK onun sonuçları nötralize eder.
Her adımda şu görülmektedir. ABD’nin bölgedeki planları için
Türk devletinin desteğini garantilemesi karşılığında PKK’yı ezme politikasına
büyük bir destek. Bu durum PKK’nın bir politik ve askeri başarı sağlamasını
olağanüstü güçleştirmektedir.
Bu politik ve askeri
geç kalmışlığın sonuçlarından kurtulabilmek için PKK teorik, programatik ve
sosyolojik geç gelmişlikten kurtulmaya çalışmaktadır. Öcalan’ın yapmaya
çalıştığı özünde budur.
*
PKK’nın evrimi, ki Öcalan’ın evrimi demektir, Öcalan’ın ne yapamaya çalıştığı, yukarıda
anlatılan geniş tarihsel bağlamlar içinde anlaşılabilir.
PKK ve Öcalan’ın yapmaya çalıştığı, yukarıda sözünü
ettiğimiz, ona politik bir başarıyı engelleyen üçüncü geç gelmişliğinin
yarattığı açmazdan kurtulmak için, bir ulusal kurtuluş hareketi ve bir burjuva
devrimi olarak geç gelmişliğin reziletlerinden kurtulmaya çalışma çabasıdır.
Bu çaba iki yöndedir.
Birincisi, burjuva
devrimlerinin otantik ideallerine, yani herhangi bir dile, etniye, tarihe
dayanmayan bir ulusçuluğa geçiş çabası.
İkincisi, Bürokratik,
baskıcı bir devlet yaklaşımından, bürokratik, baskıcı, militer olmayan,
kitlelerin örgütlülüğüne dayanan bir devlet yaklaşımına geçiş çabası.
Kesin bir sınır çizmek mümkün değilse de, kabaca, “Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa”
başlığıyla yayınlanan savunması, ulusun dile, tarihe göre tanımlamış bir ulusal
hareketten ulusun dile ve etniye göre tanımlanmadığı bir ulusçuluğa geçiş
çabası ve bunun teorik alt yapısının oluşturulması gibidir.
Bu Kürt ulusçuluğuna, komünün, peygamberlerin, burjuva
devrimlerinin demokratik ve eşitlikçi ideallerinin damgasını vurması çabasıdır.
Örneğin Türk ulusçuluğunda böyle bir nitelik hiç yoktur.
Onun tek övündüğü, devletler kurması ve bunların mirasçısı olmasıdır.
Halbuki Öcalan’ın kitabı, Buda’dan Zedüşt’e, Burjuva
aydınlanmasından Komün’e tüm eşitlikçi ve insancıl bir mirasla kendini
tanımlar.
Böylece Kürtlük kendini tüm insanlığın ortak mirasıyla
tanımlayınca, politik olanın, bir dil, soy, etniyi ifade eden bir Kürtlükle
tanımlanması ortadan kalkar; insanlıkla ve onun ortak mirasıyla tanımlanması
yolu açılır.
Unutmayalım, Öcalan, ulusu dille, etniyle, tarihle
tanımlamış bir ulusal hareketi dönüştürmeye çalışmaktadır. Onu Kürtlükle
tanımlanmış bir ulusal hareket olmaktan çıkarıp, demokrasiyle, insan
haklarıyla, eşitlik idealleriyle, insanların kardeşliğiyle tanımlanmış bir
ulusal harekete dönüştürmeye çalışmaktadır. Bunu ise öncelikle Kürtlüğün içeriğini değiştirerek yapmaya
çalışmaktadır.
Orta Doğu Demokratik Federasyonu, aslında politik olanın bir
dille dinle etniyle değil, bir yer ile belirlenmesidir. Bu anlamda burjuva
devriminin otantik ideallerine geri dönüş çabasıdır.
Gerek “Bir Halkı Savunmak”
adlı savunma kitabında ve gerek diğer konuşmalarında Öcalan’ın özellikle
devlete karşı, halkın ve kitlelerin örgütlülüğüne vurgu yaptığı görülmektedir.
Özellikle “Demokratik Konfederalizm”
ve “Daha az devlet daha çok toplum”
vurguları da burjuva devrimlerinin, proleter devrimleri tarafından da
sahiplenilmiş militer, baskıcı, bürokratik olmayan; doğrudan kitlelerin kendi
inisiyatif ve örgütlenmelerine dayanan devlet biçimine, yani burjuva
devrimlerinin otantik ideallerine dönüş çabasıdır.
Elbette Öcalan Klasik Marksist geleneğe çok uzaktır, onun
Marksizm diye bildiği Stalinizm’dir. Bu nedenle Öcalan’da Marksizm’den
uzaklaşma gibi görünen söylem, aslında Stalinizmden uzaklaşma; burjuva
devrimlerinin devrimci döneminin ideallerine bir dönüştür. Ve bu anlamda,
Marksizm aydınlanmanın mirasının geliştiricisi olduğundan; Öcalan Marksizm’den uzaklaştıkça (Ki bu
Stalinizm’den, gerici bir milliyetçilik ve bürokratik bir devletçilikten
uzaklaşmadır) Marksizm’e daha yaklaşır.
Örneğin Öcalan, Marksist Kavramların iç tutarlılığı olan
sistematiğini bilmediği için, bürokratik devleti devlet olarak anlamakta; ama
hiçbir bürokratik yanı olmayan devletin; demokrasinin bizzat kendisinin re bir devlet
olduğunu anlamamaktadır. Dolayısıyla bürokrasinin olmamasını ve tasfiyesini,
devletin tasfiyesi ve aşılması olarak görmektedir.
Bu sosyolojik yanlış son derece normaldir. Öcalan, Marksizm
diye Stalinizmi öğrenmiş geç kalmanın rezileti içinde doğmuş bir önderdir. Öte
yandan, bugün dünyada
Kimi keskin solcular, bu görünüşe bakarak, Öcalan’ın
sosyalizmi ve Marksizmi terk ettiğinden söz ederek, bunda bir sağa kayma ve
teslimiyet görmektedirler.
Halbuki biz şeyleri görünümüyle değil özüyle anlarsak,
Marksizm’den Uzaklaşma gibi görünenin Marksizmin köklerindeki burjuva
aydınlanmasına, dolayısıyla Marksizme bir yakınlaşma olduğu görülür.
Aslında Öcalan’ın liberter teorisyenlerle büyük bir
rezonansa girmesi bir rastlantı değildir. Bu tam da Stalinist bürokratik
devletçilikten uzaklaşmanın yansımasıdır. Bu anlamda, Öcalan, Liberterlere
yaklaştıkça bir anlamda sosyalizme yaklaşmaktadır. Daha doğrusu, burjuva
uygarlığının devrimci döneminin ideallerine ve programına yaklaşmaktadır. Bu
ise, bu günkü dünyada İşçilerin de asgari programıdır.
İşçilerin önlerindeki
ilk görev bulundukları devletlerin ulusu bir dil, din etni, soy ile
tanımlamalarını ve bürokratik, militer ve baskıcı mekanizmalarını ortadan
kaldırmaktır. Yani Engels’in dediği gibi, Demokratik Cumhuriyet’tir.
Somutlarsak, örneğin bugünün Türkiye’sinde, Türk devletinin
Türklüğünü ortadan kaldırmak, onun herhangi bir dili, dini, etnisi olmaması,
tüm yurttaşlarının istediği dili ana dil seçme ve o dilde eğitim görme hakkı;
bürokratik, militer cihazın parçalanması ve bütün iktidarın halkın örgütlü
girişim ve örgütlerinde toplanmasıdır.
Bu programa sahip bir
işçi hareketi, Öcalan’ın formüle ettiği programla hiçbir zorluk duymadan
otomatik olarak ittifak kurabilir ve kurmalıdır.
Elbette, işçi hareketi ve Kürt ulusal hareketinin ilerdeki
hedefleri farklıdır. İşçi hareketinin hedefi demokrasiyi yok etmektir. Değer yasasının egemenliğini yok etmektir.
Bu günkü dünyada fiilen bir apartheit rejimine varan ulusal sınırları yok etmektir. Ama bu sonraki bir sorundur.
Elbette Öcalan bu programı aynı zamanda bir Ezop diliyle,
politik bir mücadele verdiği için, karşı tarafı tereddütte bırakacak,
parçalayacak bir dille ifade etmektedir.
Bu programın özüne karşı olanlar onun bu biçimsel
özelliklerinden hareketle onun egemen devletle ve Kemalizmle bir uzlaşma
olduğunu söyleyerek, aslında kendi gerici milliyetçiliklerini gizlemeye ve
kitleleri yanıltmaya çalışmaktadırlar. Nesneleri özüyle görme yeteneğinde
olmayan, sadece görünümlerle hüküm veren sol da aynı koroya katılmaktadır.
Bu baylara göre suda yüzdükleri için ve balığa benzedikleri
için balinalar balık; yılan balıkları yılan; yarasalar da kuşturlar. Herhangi
bir sosyal hareketin, teorinin veya programın, görünüşünü değil, iç yapısını,
anatomisini anlama çabaları yoktur.
Aslında böyle davranmak işlerine gelmekte, bizzat
kendilerinin de ürünü oldukları gerici milliyetçiliği dışa vurmaktadırlar.
10 Nisan 2006 Pazartesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder