Pek bilinmez ama, “Süreç” kavramı günlük dile ve hele Türkiye’de politikanın diline Marksistlerden geçmiştir. Marksistlerden PKK’nın ve Kürt politik hareketinin terminolojisine, oradan da “Kürt Sorunu” ile ilgili güncel politikanın diline.
Ama farklı bir anlamda. Bugünkü yaygın kullanım, sonunda bir çözüm veya çözüm arayışı bulunan veya bir çözüm olması için kat edilmesi gereken müzakereler serisi, görüşme ve pazarlıklar serisi anlamını kazanmış bulunuyor.
Bilimsel anlamıyla “Süreç”in, karşılığı olan gidiş, oluş anlamında “Proses”den, bir işlemler serisi anlamında “Prosedür”e doğru bir anlam kayması sürecinden söz edilebilir.
Tabii sadece anlam değil, bağlam kayması da yaşadı. Bilimsel ve nesnel bir kavram olmaktan çıkıp, ideolojik veya politik bir bağlamda kullanılır oldu. Hatta neredeyse sadece Kürt sorunu ve çözümü bağlamında kullanılır oldu.
Tabii bu yeni anlam ve bağlamın ardında kavram artık gerçek bilimsel anlamına zıt bir içerik de kazandı. Bilimsel olarak Süreç olan veya olmayan şeyler yoktur otantik süreç kavramında, tüm evren bir süreçler karmaşasıdır.
Ama bu yeni anlamında bir yanda “süreç” olan durumlar veya olaylar veya ilişkiler vardır, bir yanda da “süreç” olmayanlar.
Eh birtakım girişimlerin yeni anlamıyla “süreç” olması veya sayılması için bir takım ön koşulların da olması, örneğin müzakere yapacak ve adımlar atacak iki taraf gerekir.
Tam da böyle varsayımlara dayandığı böyle bir anlam kazandığı için, hükümet ya da devlet de “Süreç” (yani bir pazarlık veya müzakere ve sonunda “çözüm”) yok diyor.
Çünkü bu kavramın kullanımı, önce de değinildiği gibi, müzakereyi ve dolayısıyla bir muhatabı veya partneri, dolayısıyla da aynı göz hizasında bir ilişkiyi varsayar.
Bu ise Türk Devletinin temel varsayımlarıyla çelişir. Bu devlete göre, devlet millet için değil, millet bile devlet için vardır. Bu tanrı-devlet kendi kullarını mı muhatap alacaktır? Her şeylere kadir devlet pazarlık ya da müzakere mi yaparmış? Hele hele “teröristlerle”.
Süreç kavramı bu yeni anlamıyla, devletin her şeyi hukuki kavramlarla tanımlayarak kendi hukuku dışına çıkarması veya içine almasıyla çelişir ve “teröristlerle” müzakereye bir meşruiyet kazandırma iması taşır. Bu nedenle kullanımı bile, devlet açısından yıkıcı bir anlam taşır.
Buna karşılık, liberaller, demokratlar veya DEM Parti gibiler (“Kürt siyasal Hareketi”), devlet katında adı ve kendi olmayan “Süreç”e, “Süreç” demekte ısrar ediyorlar.
Sanki öyle denince, “Çözüm” veya “Demokratikleşme” olmasa bile, en azından “Barış” için bir “Süreç” başlarmış gibi.
Sanki öyle denirse öyle olacakmış gibi veya kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi.
Bu tür tartışma ve kavram kullanım mücadelelerine girmek zaman ve güç kaybıdır ve hiçbir ilerleme sağlamaz. Olaylara tersinden devletin mantığıyla yaklaşmak olur, o aynı mantıkla belli sözcükleri kullanmaz, siz de aynı mantıkla kullanrsınız.
Biz bilimsel kavramlarla, önce sosyolojik ölçekte, günlük politikanın sidik yaraştırmalarına girmeden konuyu ele almaya ve politik ve ideolojik “Süreç”ten, bilimsel ya da sosyolojik anlamıyla “Süreçleri” ele almaya geçelim.
Sonra o bilimsel temelden hareketle “Süreç” denen veya denmeyen durumu anlamaya ve bizlerin, yani devrimcilerin, sosyalistlerin, demokratların nasıl davranmamız gerektiğini belirlemeye çalışalım.
*
Peki bilimsel, otantik veya Marksist anlamıyla “Süreç” ne demektir?
Bu anlamıyla Süreç: Oluş, Gidiş, Prose demektir.
Ve aslında bu anlamıyla Süreç, modern bilimin dayandığı en temel kavramlardan biridir, hatta daha moda deyimiyle ifade edersek, en temel paradigmadır. Yani bir kavramlar ve değerler sistemidir.
Çünkü Modern bilim ve Marksizm, evreni bir nesneler (şeyler) yığını olarak değil de bir süreçler, gidişler, proseler, oluşlar karmaşası olarak görür.
Bu, hem evreni ve toplumu, kendini tekrarlayan bir tür döngüden ötesine gidemeyen, hem uygarlık öncesi komünlerin hem de antik medeniyetlerin kavrayışından farklıdır. Ama aynı zamanda, değişimi ve evrimi kabul edip onu düz bir çizgi şeklinde kavrayan ama buna değer yüklü, ilerleme ve gelişme anlamlarını da yükleyen Aydınlanma ve burjuva uygarlığının kavrayışından da farklıdır.
Ama burada bir yanlışı engellemek için, şu vurgulamayı da yapmak gerekiyor. Süreç, ilerleme, gelişme gibi kavramlarla da karıştırılmamalıdır.
“Süreç”, nesneldir, tarafsızdır, değer yüklü değildir. İlerleme, gelişme (veya gerileme) gibi değer yüklü bir anlam taşımaz.
Süreç kavramı bir bakıma, “Her şey akar” imgesiyle anlatılanın kavramsal karşılığıdır.
*
Doğayı ve toplumu bir nesneler toplamı veya yığını değil, bir süreçler karmaşası olarak gördüğünüzde, nesnelerin kendisi o süreçlerin belli anlardaki varoluşları ve görünümleri olarak anlam kazanır. Yani oluş, gidiş, süreç, Varlığın bir varoluş biçimi olmaktan ziyade, Varlık, süreçlerin belli momentleri, anları anlamı kazanır.
Yani bir bakıma bu anlamda, “Her şey akar” bile eksik ve yanlıştır, “Şeyler akışlardır” “şeyler süreçlerin anlarıdır” gibi bir şey demek modern kavrayışa daha denk düşer.
Varlık oluştan (Süreçten, gidişten) önce değil, oluş, gidiş, prose Varlıktan önce gelir. Bir tür “Kopernik Devrimi”dir bu bakış.
Hegel, yanlış hatırlamıyorsak, Mantık Bilimi’nin başında Hiçlik, Varlık ve Oluş (Gidiş, Süreç) üçlü kavramlarıyla başlıyordu.
Bugün ise Süreç’ten başlamak gerekiyor.
Ve Hegel’in yaptığı gibi sadece kavramsal düzeyde, yani düşüncenin veya kavramların hareketi anlamında değil, modern fiziğin de ulaştığı bir sonuca göre Evren (varlık) Hiçlikten çıkmıştır. Süreç bile varlıktan öncedir. Varlık ya da Hiçlik bile Sürecin bir anıdır.
*
Eski kavrayışta, evren nesnelerle doludur ve bunlar tıpkı, bir fotoğraftaki veya bir filmin tek karelerindeki nesneler gibi sabit, değişmez ve donmuş, ölü nesneler yığını gibidir.
Elbette, önceleri tek tek donmuş ve değişmez resimlere, nesnelere bakılarak bundan sonra film (süreç) o karelerin ve karelerde donmuş resimlerin, bir gidişin anları (kareleri) olduğu görülebildi.
Bu bir birikim süreciydi. Bu birikim süreci, evrenin ve toplumun bir nesneler yığını değil, süreçler karmaşası olduğunu görebilmek için önkoşuldu, önce o nesneler yığınını analiz etmek, ögelerine ayırmak ve sonra da sınıflamak gerekiyordu. Bunun sonucunda ancak bir evrim kavramına ulaşılabiliyordu.
On dokuzuncu yüzyılda, Marksizmin doğuş çağında, doğa ve toplumun kavranışında bu noktaya varılmıştı. Zaten tam da bu nedenle, büyük ölçüde Marksizm’e has bir kavram olarak kalmıştır Süreç kavramı. Marksizm bir bakıma Evrim’i Süreç kavramıyla değiştirmiş, onu değer yüklü, ilerleyen bir anlam kazanan evrimden ayırmıştır.
Elbette bilimler bu noktaya varabilmek için, nesneleri ve olguları en basit bileşenlerine ayırdı. Bunu yapabilmek için onları öldürdü, dondurdu.
Bu indirgemeci yöntem gerçekten muazzam atılımlar sağladı. Atomları, Hücreleri, Toplum biçimlerini vs. anlamayı mümkün kıldı. Bütünü anlamak için onu oluşturan ögeleri anlamak, bu da indirgemeci bir yöntemi gerektiriyordu.
Ama bir kere evrenin süreçler karmaşası olduğu kavranınca, nesnelerin ya da varlığın, (fiziksel, biyolojik veya toplumsal varlığın) süreçlerin belli momentleri olarak görülmesi ve kavranılması başlanınca, bu sefer tek tek kareleri, nesneleri anlamak için filimin akışından (süreçlerden) yola çıkmak gereği ortaya çıkmıştır.
Klasik kavrayışa göre, filmin kareleri (donmuş resimler veya varlıklar) olmasaydı film (süreçler) olamazdı, bugünkü kavrayışa göre ise, film (süreçler) olmadan, filmin kareleri, tek tek resimler (nesneler, varlık) olamaz ve anlaşılamaz.
Bu nedenle, tüm evren, dünya, hayat, canlılar, toplum, düşünce vs. bir gidişler, proseler, süreçler karmaşası içinde bir andan, o süreçlerin bir momentinden başka bir şey değildir.
*
Bu kısa açıklamadan sonra bir adım daha atalım.
Çünkü bu kavrayış da yetersizdir ve onu da derinleştirmek gerekmektedir.
Evrende ve toplumda, belli bir anda, o zamana kadar var olmayan, kendi özgül yasaları olan, kendini oluşturanlara indirgenemeyen, daha “Fazla” veya “Farklı” olan birtakım süreçlerin, dolayısıyla varoluşların da ortaya çıktığı, zuhur ettiği (emergence) görülür.
Örneğin hayatın (yaşamın, canlıların) ortaya çıkışını hatta evrenin ortaya çıkışını, toplumun, ekonomik değerin ortaya çıkışını göz önüne getirelim.
Bütün bu süreçlerde, daha önceki süreç kavramına sığmayan yeni süreçlerin varlığı ile karşılaşılır.
Bu süreçlerde, daha önceki kavrayıştaki süreçlerden farklı, yepyeni, kendi özgül yasaları olan, kendini oluşturanlara indirgenemeyen, indirgemeci yöntemin sınırlarına geldiği, yeni süreçlerin ve dolayısıyla da yeni varlık biçimlerinin ortaya çıkışı görülür.
Bu çok özel ve özgül süreçleri ifade etmek için “Ortaya Çıkış”, “Emergence”, “Zuhur” kavramları kullanılmaktadır.
Son yıllarda bilim özellikle bu Ortaya Çıkış (Zuhur = Emergence) konusunda yoğunlaşarak çok daha karmaşık ya da yeni süreçlerin ve varlık biçimlerinin ortaya çıkış süreçlerinin yasalarını bulmaya, bu tür süreçleri açıklamaya ve anlamaya çalışmaktadır.
Aslında henüz çok bir yol kat edildiği de söylenemez. Ama en azından bir sorun olarak görülüp anlaşılmaya çalışılmaktadır.
Ortaya Çıkış (Zuhur=Emergence) kavramı açıklayıcı ve analitik olmaktan ziyade problemin tanımlanmasının bir aracı veya adının koyulması olarak görülebilir. Problemi tasvir eder, bir olguya dikkati çeker. Bu kavram, bazı süreçlerde “Yeni bir veya süreç veya varlık biçimi ortaya çıkıyor, bu nedir, nasıl oluyor?” diye sormayı mümkün kılar.
Akademisyenlerin diliyle, bu “disiplinler arası” bir alandır da.
Örneğin cansızdan canlıya geçiş sürecini göz önüne getirelim. Ne sadece fiziğin ve kimyanın ne de sadece biyolojinin alanındadır. Hem fizik ve kimya hem de biyolojinin alanına girer. Diyelim ki, yaşamı tanımlamaya kalksanız, hem onun fiziksel ve kimyasal temelini, hem de Darwin yasalarına dayanan niteliğini belirtmek zorunda kalırsınız.
Örneğin “açık bir sistemde, dışardan enerji alarak organize olan ve replikasyon yapabilen Darwin yasalarına göre evrim geçiren organik moleküller canlıdır” diye bir tanım yaptığımızı varsayalım.
Bu tanımda, Fizikteki, Termodinamiğin İkinci Yasası’ndan, yani Entropi’den (“açık bir sistem”), Kimyaya (“organik moleküller”) ve Biyolojiye kadar (“replikasyon”, “Darwin yasaları”) farklı bilimlerin, dolayısıyla farklı süreçlerin, hareket ve varoluş biçimlerinin kavramlarını aynı tanım içinde bir araya getirmeniz gerekir.
Ama bu tanım da tanım olmaktan ziyade bir tasvir olur. Tanım her şeyden önce tanımlananı daha genel bir kategori içinde o kategoridekilerden farkıyla tanımlar.
Yukarıdaki örnekteki canlı tanımı ise, onu farklı varoluş ve hareket biçimlerinin kavramlarıyla tanımlıyor ama onları aynı kavram sistemiyle birleştiremiyor. Çünkü “ortaya Çıkış” süreçleri henüz kavramsal bir sistemden yoksun. Daha ziyade tasvir ediyor, yeni olarak ortaya çıkanı ve bu süreci içinde ve ayırıcı özellikleriyle tanımlayabileceği daha genel bir kategori yok. Ortaya Çıkış süreçlerinin hem bir tanımı hem de farklılıkları ve evrimi ele alınmış ve dakik bir kavramsal temel oluşturulabilmiş değildir.
*
Bu yeni süreçlerin ortaya çıkış süreçlerini açıklamak, tıpkı dünyayı bir nesneler karmaşası olarak görmekten bir süreçler karmaşası olarak görmeye geçişin gerektirdiği Kopernik Devrimi gibi, bir devrim gerektirmektedir doğaya ve topluma dolayısıyla ortaya çıkışlara bakışta.
Bu farkı göstermek için şöyle bir örnek verilebilir.
Bilim şimdiye kadar bütün göz alıcı ilerlemelerini, bütünü analiz ederek, onu kendini oluşturan ögelere indirgeyerek, parçalarına ve daha basit bileşenlerine indirgeyerek gerçekleştirdi. Sonra bunları zihinde birleştirdi. (Marks’ın yöntemini açıklarken belirttiği gibi.)
Ancak Ortaya Çıkış (Zuhur, Emergence) süreçlerinde bu yöntem sınırlarına dayanmakta ve açıklamayı engellemektedir.
(“Ortaya Çıkış” süreçlerinde, Aristo’dan beri bilinen ifadeyle, “bütün parçaların toplamından büyüktür.” Aslında “büyük” ayrımı da tam doğru değil veya yetersiz, “büyük” nicel bir farkı ifade eder, ama ortaya çıkan “başka” bir süreç ve varlıktır, bu nedenle nitelik farkına vurgu yapan “başka” veya “farklı” demek daha doğru olabilir. Bu nedenle, “bütün kendi bileşenlerinden farklıdır, başkadır” demek gerekir daha doğru ve hassas bir ifadeyle.)
Bütünü anlamak için, onu ögelerine ayırmak, indirgemek, analiz etmek ve bir araya getirmek o zuhur edenin, anlaşılmasını sağlamamaktadır. Elde “başka”, o bütünü oluşturan ögelerin içinde ve bir araya gelişinde var olmayan, bir “fazlalık”, “ortaya çıkan yeni bir şey veya süreç” kalmaktadır.
O bütünü oluşturan, ögeler arasındaki ilişkilerin çok özgül biçimleri ve çok özel süreçler yeni olanı veya ortaya çıkış süreçlerini ortaya çıkarabilmektedir. Bu da çok farklı süreçleri bir arada ele almayı gerektirmektedir.
İşte bu süreçlerin sırrına varabilmek için, parçalardan hareketle bütünü anlamaya çalışan indirgemeci metodun yerine, şimdi o ortaya çıkandan hareket ederek kendini oluşturan ögelerin ilişkilerini, ortaya çıkandan hareket ederek anlamaya çalışmak gerekmektedir. Ağırlık noktası nesnelerden veya olgulardan, onların ilişkilerinin, hatta ilişkilerin ilişkilerinin analizine geçmektedir. Şeyler değil, şeylerin ilişkilerinin değişimi mümkün kılmaktadır aynı nesnelerden onların toplamında var olmayan yeni niteliklerin, yeni süreçlerin ortaya çıkmasını.
(Burada bir not olarak şunu belirtelim ki, bu konulardan bağımsızca gelişen Ağlar, Oyun Teorileri, Karmaşıklık konuları belki belli kavramsal araçlar sağlayabilirler. Çünkü bunlar ilişkileri ele almaktadırlar matematiksel yöntemlerle olsa bile.)
Marks, bu geçişi ilk yapanlardan biriydi. Hep ilişkileri ele alıyordu “Üretim İlişkileri”, “Altyapı İlişkileri”, “Üstyapı İlişkileri”, “Kapitalist İlişkiler”, “Bölüşüm İlişkileri”, “Sınıf İlişkileri” vs..
Diyebiliriz ki, bilimin son yıllardaki araştırmaları özellikle bu alanlarda yoğunlaşmıştır. Ve Marksizmin bilinmemesi ve hazmedilmeye değer bir birikimi temsil ettiğinin, -onunla özdeşleşmiş devlet veya siyasi sistemlerin yıkılışı nedeniyle- kabul edilmemesi, kanımızca bilimsel çalışmalarda zaman ve güç kaybına neden olmaktadır.
*
Şimdi bu ortaya çıkış süreçlerinin de çok özgül ve ortaya çıkışın en anlaşılması zor ve karmaşık yönlerinden birini ele alalım.
Doğada ve toplumda özellikle yeni ya da değişik olanın ortaya çıkış süreçlerinde ve momentlerinde o ortaya çıkışı engelleyen veya olanaksız kılan şu “tavuk yumurta açmazı (paradoksu)” türünden açmazlar, “fasid daire”ler (Cercle Vicieux), “kısır döngü”ler, “Teufelkreis” = “Şeytan Çemberleri”, aşılmaz sınırlar ya da ilişkiler görülür.
Örneğin canlıların ortaya çıkışını açıklamada, metabolizma mı replikasyon mu öncedir sorunuyla karşılaşılır. Biri olmadan diğeri olmaz. Bu ikisi bir arada olduğunda ancak canlı varlıktan söz edilebilir. Yani DNA mı Proteinler mi?
Bir biyoloğun açıklamasıyla daha da somutlarsak:
“Proteinlerin yapımından sorumlu olan hem enzimler hem de ribozomlar, diğer şeylerin yanı sıra proteinlerden oluşur. Böylece tavuk ve yumurtayla ilgili tipik ve zor soru ortaya çıkıyor: Eğer protein üretimini mümkün kılan fabrika ve enerji tedarikçisi de proteinlerden oluşuyorsa, o zaman ilk proteinler nasıl yaratılmış olabilir? Prebiyotik veya kimyasal evrim olarak adlandırılan bu gizem, bugüne kadar büyük ölçüde çözülmeden kalmıştır (…)”
*
“Bu gizem” sadece canlıların ortaya çıkışında görülmez, birçok süreçte görülür. Birkaç örnek verelim.
Örneğin toplumsal bir süreci, neolitik devrimi, yani bitki ve hayvanların ehlileştirilmesiyle ilk yerleşik hayata geçişi düşünelim. Benzeri bir problem bu süreçte de vardır.
Toplumlar bir yerde sürekli yaşamalı ve yerleşmelidir ki bitkileri ve hayvanları yetiştirebilsin, onları gözleyebilsin, bakabilsin dolayısıyla da ehlileştirebilsin.
Ama Toplum, bitkilerin ekimi olmadan da ehli hayvanlar olmadan da yerleşik yaşam mümkün olamaz. Avcılık ve toplayıcılık, yer değiştirmeyi zorunlu kılar.
Yani hayvan ve bitkiler ehlileştirilemediği için yerleşik yaşama geçilemez, yerleşik yaşama geçilemediği için de onlar ehlileştirilemez. Tam bir “kısır döngü”.
Ya da örneğin uluslar ve ulusçuluk ve onunla mücadele bağlamında karşılaştığım ve örnek verdiğim gibi: Ulusçular ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamazlar, ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamadıkları için ulusçu olarak kalırlar, ulusçu olarak kaldıkları için de ulusçuluğun ne olduğunu anlayamazlar.
Bu gibi durumlara ilişkin olarak doğadan ve toplumdan onlarca örnek verilebilir. Zaten bu durumları tanımlayan, yukarıda sıralanan, kavramlar, bu tür süreçlerle ve sorunlarla ne kadar çok karşılaşıldığının bir kanıtıdır da.
Burada şu soru ortaya çıkar: Bu aşılmaz sınır nasıl aşılır?
Büyük bir olasılıkla, bu gibi aşılmaz durumlarda, ilk geçişi sağlayan, bir takım eksojen (dış) etkiler gerekmektedir. (Ki bu dış etkilere de son duruşmada başka süreçler yol açar. Ya da bu “dış etki” olarak görülenler, farklı süreçlerin kesişme momentlerinde ortaya çıkar)
Bunu neolitik devrimin ortaya çıkışını açıklamada bir örnek olarak görelim. (Tabii bu açıklama da bir teoridir, daha doğrusu varsayımdır. Ayrıntılı olarak incelenip kanıtlanmalıdır.)
Örneğin diyelim ki dünyanın bir buzul çağının bitiminde (ki bu çağlar kısmen kıtaların yer değiştirmesi süreci ve bunun sonucu olarak okyanus akıntılarının yönünün değişmesi süreçleriyle ilgilidir) iklimdeki değişiklik, belli bir yerde, örneğin “Verimli Hilal”de, öyle geniş bir av hayvanı ve yiyecek bitki bolluğu ortaya çıkarabilir ki, insanlar hayvanları ve bitkileri ehlileştirmeden de sürekli yer değiştirme gereği olmadan, düzenli olarak aynı yerde yaşamaya başlayabilir. Yani ehlileştirme olmadan ehlileştirebilmenin ön koşulu olan yerleşiklik ortaya çıkabilir, bunun sonucu da bitki ve hayvanları ehlileştirme olanağı bulunabilir.
Bu örnekte yerleşikliğe geçmeyi mümkün kılan çıkmazı veya aşılmaz sınırı aşmayı sağlayan, ilk hareketi sağlayan güç (Newton’cu evrenin tanrısı gibi), başka süreçlere bağlı olarak yepyeni, olağanüstü bir durumun ve olanakların ortaya çıkmasıdır.
Aslında büyük bir olasılıkla Göbeklitepe ve bölgedeki neolitik öncesi örenler tam da böyle, iklimin değişmesi ve buzulların erimesine bağlı olarak bölgenin olağanüstü bir bolluk yaşaması gibi bir eksojen etkiyle, daha bitkiler ve hayvanlar ehlileştirilmeden yerleşmenin mümkün olmasının bir ürünü olsa gerektir.
Bu yerleşikliğin bir sonucu olarak, ilk neolitik devrimin de bu bölgede olmasının nedeni böyle bir süreç olabilir.
(Hatta ilk ehlileştirmeler de yine iklimsel değişim, buzların erimesinin son bulmasının sonucu, o bereketin ortadan kalkması, bunun sonucunda artık özgül koşullarda ortaya çıkmış yerleşikliğin sorunlarına yeni koşullarda çözüm bulabilmek için ilk ehlileştirmeler başlamış olabilir.)
Doğadan ve toplumdan böyle birçok örnek verilebilir. Örneğin İnsan türünün ortaya çıkışı ve bunun için önceliği olan iki ayak üzerinde sürekli durma ve yaşamayı ele alalım.
Maymunlar, ayılar hatta atlar bile özel durumlarda iki ayak üzerinde zorlukla da olsa, yani normalden daha büyük çaba (enerji) harcayarak hareket edebilirler.
Ama bu şahlanıp iki ayak üzerinde yürüme, çok hızlı hareket eden diğer hayvanlar karşısında bir avantaj oluşturamayacağından, iki ayak üzerinde sürekli yaşama geçiş, aşılmaz bir sınırla karşılaşır. Zorlukla iki ayakla yürüdüğü için sürekli iki ayakla yürüyüşe geçemez, geçemediği için de geçici şahlanmada ve dört ayaklılıkta kalır. Dolayısıyla da insanın ortaya çıkış sürecinin başlaması mümkün olamaz. Çünkü insan oluş sürecinde öncelik ayağa kalkıştadır.
Bu sınır, bu “kısır döngü”, bu “fasid daire” nasıl aşılmış olabilir?
Yine bir varsayım.
Muhtemelen yine jeolojik ve bunun sonucu iklim değişimi, yani bir eksojen etki, bir başlangıç etkisi, bir katalizör işlevi görmüş, yeni olanın ortaya çıkışını, iki ayak üzerinde sürekli yaşamayı, aşılmaz sınırı aşmayı sağlamış olabilir.
Örneğin Viktorya Gölü’nden Hatay’a kadar uzanan yarığın (fay hattının), yani yeni bir okyanusun çıkmaya başlaması, fay hattı boyunca yanar dağların ve yüksek dağların oluşması, bu dağların Muson yağmurlarını engellemesi, Doğu Afrika’da tropik yağmur ormanlarının yerini Savanların almasına, bu da orada ağaçlarda yaşayan ve ellerinin kavrayışı dallara tutunmayla gelişmiş, aynı zamanda iyi kötü iki ayak üzerinde de durabilen ve hareket edebilen bir takım maymunların, savanların yüksek otlarla kaplı bölgelerinde ayakta durma ile daha geniş bir alanı görebilme ve ağaçlarda geliştirilmiş el kavrayışıyla birlikte sopa ve taşları kullanabilme ve böylece taş ve sopa gibi nesnelerin cansız bir organ olarak kullanılmasıyla birlikte iki ayak üzerinde sürekli durma ve hareket etme, bir dezavantaj, bir handikap olmaktan çıkıp bir avantaja dönüşmüş, böylece aşılmaz sınır aşılmış olabilir. Yani eksojen etki, koşullardaki değişim, sürekli iki ayak üzerinde durma ve yürümeye yol açıp, bir seleksiyon baskısı oluşturmuş ve bu sınırı aşmayı sağlamış olabilir.
Bu genel, aşılmaz sınır, problemini açıklayabilmek için şöyle somut mekanik bir örneği kullanalım.
Nispeten yaşlı olanlar bunu hatırlar. Eskiden tulumbalar vardı. Ama bu tulumbaların su çekebilmesi için tulumbanın içine bir maşrapa su koymak gerekirdi. Enerji vardır (Kol kuvveti), Su vardır, Suyu çekecek alet de vardır (Tulumba) ama o bir maşrapa su olmadığı sürece tulumbanın koluna ne kadar basarsanız basın su çekemezdiniz. Su bolluğu içinde susuzluktan ölebilirdiniz.
İşte tulumbanın su çekebilmesi için onun içine bir maşrapa su koyma, bu eksojen etki veya başka süreçlerin bir sonucunun bunu sağlaması olarak görülebilir.
Bu gibi süreçlerin başlamasını sağlayan bileşiklere canlılarda “Maya”, cansız kimyasal süreçlerde “Katalizör” denmektedir. Tulumba örneğinde, o bir maşrapa su, eksojen etki, bir katalizör ya da maya işlevi görmektedir.
Sütten yoğurt yapmak için, bir kaşık da olsa yoğurt gerekir.
Arabanın motorunu çalıştırmak için önce aküden elektrik alarak marş motorunu çalıştırmak, ilk hareketi sağlamak gerekir.
Bu örüntü neredeyse tüm geçiş ve ortaya çıkış süreçlerinde ortaya çıkmaktadır.
Hatta Evren’in ortaya çıkışı, yani Big Bang ve Enflasyon’u bile böyle bir mekanizmayla açıklayan teoriler var. Kısaca şöyle bir analojiyle açıklanabilir.
Örneğin Su sıfır derecede donar ve katı hale geçer, buz kristallerine dönüşür. Ama eğer hiçbir sarsıntı vs. olmazsa, yani katalizör işlevi görecek bir şey yoksa, su katılaşmadan, yanlış hatırlamıyorsak laboratuvar koşullarında eksi on yedi dereceye kadar soğutulmakta ve sıvı kalmaktadır. Ama havadaki küçük bir titremede, örneğin bir el çırpmasıyla, o sıvı su, bir anda eksi on yedi derecede bir katıya, buza dönüşmektedir.
İşte evrenin doğuşunda ve akıl almaz bir hızla bizlerin bugün düz göreceğimiz kadar genişlemesini (enflasyon) açıklamak için de benzeri bir durumun olduğu varsayılmaktadır.
Bu mekanik, kimyasal ya da biyolojik süreçleri bir yana bırakalım. Benzeri sorun tarihte ve toplumda da ortaya çıkmaktadır.
Örneğin kapitalizme geçiş için belli bir sermaye birikimi, meta mübadelesinin belli bir gelişmişlik düzeyi ve işgücünü satmaktan başka hiçbir şeyi olmayan insanlar gerekir.
Ve tarih boyunca, bunların hepsinin bir arada bulunduğu birçok zaman ve yer de olmuştur. (Ve sadece Avrupa ve Akdeniz bölgesinde de değil. Muhtemelen Çin’de de. Orada Batı’dakinden yarım yüzyıl önce muazzam donanmalarla ticaret yolları açmaya girişmişlerdi.) Ama kapitalizme geçilememiştir. Çünkü bu koşulların her biri veya hepsi birden aynı zamanda bu geçişi engelleyecek sınırları da ortaya çıkarır.
Örneğin meta mübadelesinin belli bir gelişmişlik düzeyi, kapitalizm öncesi (Antik) uygarlık demektir. Antik uygarlık, ise Devlet demektir. Artı ürüne ekonomi dışı zorla el koymak demektir. Keza Devlet keyfilik demektir. Bu da herhangi bir sermaye birikimi ve tüccar sınıfının ortaya çıkamaması, çıksa bile istikrarlı bir varlık sürdürememesi demektir.
Meta ve para ilişkilerinin ve Sermaye’nin ortaya çıktığını var sayalım. Antik sermaye (yani kapitalizm öncesi sermaye) tefeci ve bezirgan sermayedir, yani üretimle ilgisizdir, bu (kapitalizm öncesi) sermaye güçlendikçe, köylü tefecinin elinde yoksullaşır. Tüccar sermayesi de üretimle ilgisizdir, değer yaratmaz, karını değer transferinden kazanır. Artı değer veya karını elde ederken üretimi arttırmaz, toplumu zenginleştirmez. Değer transferinden zenginleşir. Toplam değişmez. Ve tüccar sermayesi (bezirgan Sermaye) belli bir palazlanma ve birikimden sonra hızla tefecileşme ve derebeyileşme, toprak alıp toprak köleleri veya serfler çalıştırma, eğilimi gösterir.
Örneğin İtalya’da, “Haçlı Seferleri” denen (“Barbar Akınları”) aracılığıyla açılmış doğu yolundan, uzak dış ticaret yapan ve zenginleşen Tüccar sermayesi ve mutlak egemen bir devlet de olmamasına yarı cumhuriyet tüccar kentler olmasına, eski yunan kentleri gibi bir yeniden doğuş (Rönesans) dönemini de yaşanmasına rağmen, sonunda kapitalizme geçiş sağlamaz, tüccarlar karlarıyla toprak alır ve rantiyeye dönüşme eğilimi gösterir.
Yani Rönesans İtalya’sı ve şehirleri birçok koşulun bir arada bulunmasına rağmen, modern kapitalizme geçemez, tüccar sermayesi, üretim sürecinden artı değer ve kar elde eden bir sermayeye dönüşemez.
Keza kapitalizmin ortaya çıkabilmesi için, serbest, toprağından edilmiş işgücü de gerekir. Tefeci sermaye ve vergiler köylüyü yoksullaştırarak ve toprağından ederek bunu sağlar ama diğer koşullar olmadığından bunlar işgücünü satarak yaşayan işçi kategorisine dönüşemezler. Kölelere, serflere, eşkiyalara dönüşürler.
Örneğin Osmanlı’da Kanuni’nin Kesim Düzeni’nde köylüler iflas eder, çiftbozan olur. Ticaret ve sermaye, para ekonomisi de vardır. Hatta Marks’ın ilk ücretliler dediği Roma ordusu benzeri Yeniçeriler gibi ulufe (ücret, maaş) alan bir kesim de vardır. Yani meta ilişkileri gelişmiştir. Bir bakıma köylülerin iflasının ve tefeciye düşmesinin nedeni, ayni (ürün olarak) verginin yerini kesim düzenindeki nakdi vergidir. Keza Osmanlı, uzak dış ticaret için doğu batı yollarını da ele geçirmiştir.
Hatta Sokullu’nun, Don ve Volga’yı bir kanalla birleştirme (Kuzey İpek yolu), Süveyş’e bir kanal açarak Hint deniz yoluna (Güney Baharat Yolu) Akdeniz’den geçiş sağlama, Piri Reis aracılığıyla Hint Okyanusu ticaret yolunu Portekizlilerden alma ve onlara egemen olma gibi projeleri de vardır.
Ama aşılmaz sınırlar gelir. Akdeniz’in alçak küpeşteli gemileri okyanusa uygun Portekiz gemileri karşısında işe yaramaz. Piri Reis öldürülür, Sokullu’yu öldürürler -muhtemelen bu yollar açılırsa Akdeniz ticaretindeki etkisini yitirmekten korkan Venedikliler, bir deliye öldürtür). Ticaret yolları dışında kalınır. O topraksız köylüler, proleter değil, Celali olur, eşkiyalık yapar, bilinçsiz isyancı olur. Cemal Süreyya’nın dediği gibi: "Şelaleye düşmüştür zeytinin dalı Celaliyim Celalisin Celali"
Veya İspanya ve Portekiz’i göz önüne getirelim. Uzak dış ticaret yollarını açarlar, Güney Amerika’dan muazzam altın akışı da olur. Ama kapitalizme geçemezler, birer antik uygarlık, bir tür İberik yarımadasındaki Roma rönesansı ve Şark Devletleri olarak kalırlar.
Bu geçiş, çok özgül koşullarda orijinal biçimiyle, sadece İngiltere’de gerçekleşir Tüm bu unsurların hepsi vardır ama hiçbiri tam gelişmiş ve katılaşmış değildir. Bu uygun dozdur bir bakıma geçişi sağlayan katalizör. Korsanlıktan (Drake) Sermaye vardı ama henüz tam anlamıyla Tefeci ve Bezirganlaşamamıştır, Devlet ve Kral (Kraliçe) vardır ama henüz tam bir Şark Despotu olamamıştır, Uzak Dış Ticaretin koşulları (İspanyol ve Portekiz Keşifleri sayesinde) vardır. Bu ortamda korsanlıktan kazanılan servet, Devletin (kraliçe) katılımı ile ticari sermaye yapılır, (Doğu Hint Kumpanyası) kurulur, bu arada köylüler koyunlar tarafından yenilir ve mülksüzleşirler.
Ama bütün bunları sağlayan, uygarlığa geç geçiş ve komünal geleneklerin kalıntılarının hala yaşıyor oluşudur. Magna Karta, Aşiret şeflerinin, bir Nemrut ya da Firavun olmak isteyen Kral’ın keyfi ve sınırsız gücünü, aşiret liderleri meclisinin onayına bağlı kılmasıdır. Bir şark despotluğunda bu olanaksızdır. Bu nedenle, Osmanlı’daki Ayanlardan bunu beklemek görünüş benzerliklerinden çıkarak özdeki farklılığı görmemektir. Ayanlar komünal gelenekli aşiret şefleri değildir, devlet de binlerce yıldır zaten mutlak egemen olmuş devlettir.
Sanılanın aksine kapitalizme geçişi sağlayan, Weberyan açıklamaya göre Protestanlık (veya Japonya’da “Şintoizm” veya “Tokugava Dini”) değildir, bizzat bu dinlerin kendisi, uygarlığa geç geçişin, yeterince uygarlaşmamanın, dolayısıyla ilkel komuna geleneklerinin bir sonucudur. Haritaya kaba bir bakış bile bunu gösterir. Roma’nın egemen olduğu alanlarda mutlak krallıklar ve Katoliklik, Roma’nın tam ve uzun süre egemen olamadığı yerlerde Protestanlık üstün gelmiştir.
Yani Kuzey Avrupa’daki ilkel komuna gelenekleri, yani Roma imparatorluğu tarafından fethedilememişlik veya geç fethedilmişlik dolayısıyla geç uygarlaşma ve komuna geleneklerinin gücünü hala sürdürmesi, merkezi devletin güçsüzlüğü, uygarlığa geç geçiş ve binlerce yıllık uygarlıkların meta üretimini yeryüzüne yayması ve keşiflerin uzak dış ticaret koşullarını yaratması kapitalizme geçişte, bir tür eksojen etki, bir tür katalizör işlevi görebilmiştir.
*
Demokrasi ve zenginlik ilişkisinde de aynı örüntü veya paradoks görülür. Zengin toplumlar demokratiktir. Ama zenginlik olması için de demokrasi gerekir. Bu durumda ülkeler fakir olduğu için demokrasisiz, demokrasisiz olduğu için fakir olarak kalır. Dolayısıyla aşılmaz bir sınıra takılırlar.
Bu açmazı aşmanın iki yolu vardır.
Ya Güney Kore gibi ülkelerde olduğu türden, “Komünizmi durdurmak için” muazzam bir sermaye akışı ve destekle bu ilk hareket ve zenginlik sağlanır, bundan sonra iyi kötü bir demokratikleşme gelir.
Ya da tam tersine, Kuzey Avrupa’da olduğu gibi, komünal gelenekler henüz yok olmadan, devletin mutlaklaşması ve keyfileşmesi henüz gerçekleşemeden (Magna Karta), Korsanlık yolundan (Kaptan Drake) ilk sermaye birikimi sağlanarak, dünya ticaretine geçiş (Doğu Hint Kumpanyası) ve oradan da kapitalizme geçişi mümkün kılar.
Kapitalizme bir kez geçilince, onun kendi yasaları ve mantığı sanayi devrimine ve bugünkü robotiğe ve yapay zekaya kadar giden sürece yol açar.
Tam da bu nedenle, bütün zengin kuzey Avrupa demokrasileri Krallıktır. Düz mantıkla bunların Cumhuriyet olması gerekir diye düşünülebilir. Ama bu bir çelişki değildir. Çünkü o krallıklar Şark devletinden farklı, henüz tam Şark Devleti olamamış devletlerdir. Çünkü Kuzey Batı Avrupa’daki kralların, bir Şark devletindeki bir jandarma karakol çavuşu kadar bile bir keyfilik gösterme şansı yoktur. Örgütlü kabileler ve aşiretler veya onların şefleri, Magna Karta’lar ile kralların birer Firavun ve Nemrut olmasını engelleyebilmişlerdir.
Sonra da bu Komünal gelenekler tükenirken ortaya çıkan modern Burjuvazi (Liberalizm) ve İşçi Sınıfı ve hareketi (Komünist ve Sosyal Demokrat Partiler, Sendikalar), bir bayrak yarışında bayrağın el değiştirmesi gibi, bu ülkelerde iyi kötü bir demokratikleşmeyi sağlamışlardır. Zenginlik bunu izlemiştir.
(Bu vesile ile, Kıvılcımlı’nın Tarih Devrim Sosyalizm adlı eseri ilk klasik uygarlığa geçişi, “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş İngiltere” ve “Son Geçiş Japonya” adlı eserleri ile, modern kapitalizme geçişi, yani yeni bir sürecin oraya çıkışı sürecini, bir açıklama denemesi olarak da okunabilir. Kanımızca Kıvılcımlı’nın açıklaması ve komünal geleneklerin bu geçişlerdeki etkisini vurgulaması, Max Weber’inkinden çok daha isabetlidir ve Weber’in daha iyi anlaşılmasını da sağlar. Çünkü Kıvılcımlı, bizzat Protestanlığın veya Şinto “dininin” varlığının komünal ilişkilerin varlığının sonucu olduğunu da açıklar. Bunu da arada belirtmiş olalım.)
Sanırız aşılmaz sınırlar ve bu sınırları aşmak için eksojen etkiler ve katalizörler konusunda bu kadar örnek yeter.
*
Şimdi yine bu yazının başında değindiğimiz, şu süreç olmayan “Süreç”e dönelim. Yani bilimsel süreç kavramından, ortaya çıkış kavram ve süreçlerinden ve bu gibi süreçlerde ortaya çıkan kısır döngülerden, bunların aşılmasında görülen eksojen etkiler veya katalizörlerden ya da tavuk yumurta paradokslarından, “at pazarlığı” anlamıyla şu bizim politik ve ideolojik, “Kürt Sorunu” bağlamında kullanılan, alaturka “Süreç”e geri dönelim.
Bu Süreç adını alamayan Süreçte de özellikle ortaya çıkış (Zuhur, Emrgence) süreçlerinde görülene benzer, daha doğrusu aynı türden bir “kısır döngü” ya da “tavuk yumurta paradoksu” söz konusudur.
İşte bu paradoksun çözümü süreci için, sürecin (burada gidiş, proses, anlamıyla, yani bilimsel anlamıyla) süreç (burada pazarlık ve karşılıkla adımlar anlamıyla) olmadığının kavranması gerekmektedir.
Silahlı mücadelenin son bulması için, politika ve hukuk alanında mücadele olanakları sağlanmalıdır, politika ve hukuk alanında mücadele olanaklarının sağlanması için silahlar bırakılmalıdır.
Bu paradoks karşılıkla adımları, eşit muhataplığı var saymaktadır. Bu ise daha baştan Kısır Döngü’nün içinde dönüp durmaya devam demektir.
Mücadele biçimleriyle ilgili formülasyondaki aynı “kısır döngü” daha genel düzeyde, programatik olarak da formüle edilebilir.
Demokratikleşme olmadan Kürt sorunu çözülemez, Kürt Sorunu çözülemeden de Demokratikleşme olamaz.
Bu kısır döngüyü yaratan, pat durumudur.
Elbette bu denge ve tıkanıklık, savaşan taraflardan birinin diğerini kesin bir askeri yenilgiye uğratmasıyla aşılabilir. Ama burada da sonuç asimetriktir.
Çünkü bunu Türk devleti yaparsa, yani Kürt hareketini ezer ve yok ederse, milyonlarca Kürdü -veya kendini Kürt olarak tanımlayan insanı- yok edemeyeceğinden ne Kürt sorunu çözülür ne de demokratikleşme olur.
Kürt Hareketi yaparsa, ikisi de olur. Yani bir yan ürün olarak Türk devleti bir yenilgi yaşadığında epeyce güç ve itibar kaybedeceğinden, bu da en azından Türkiye’de halk muhalefetinin ve demokratik özlemlerin ortaya çıkıp serpilmesi için uygun bir ortam yaratacağından hem bir demokratikleşme olabilir hem de “Kürt Sorunu” çözülebilir.
Ama Kürt hareketinin bunu yapabilecek gücü yoktur ve görünür bir gelecekte de bu gücü elde etmesi neredeyse olanaksızdır.
Bugünkü verili durumda, dünya dengeleri ve bölgenin durumu taraflardan birinin diğerini kesin yenilgiye uğratmasına imkan vermemektedir ve çok özel, dünya çapında bir altüstlük olmazsa, daha uzun bir süre vermeyeceği kabul edilebilir.
Her ne kadar Kürtler ve özellikle de Barzani çizgisine yakın olanlar, “bu ara Ortadoğu’da sınırlar yeniden çizilecek, burada bir Kürt Devletinin kurulmasına da yol verilecek” gibi bir beklenti içindeyseler de bu beklentiler gerçekçi değildir, büyük umutlar büyük hayal kırıklıklarına yol açar.
Şu sıralar, özellikle Barzani çizgisine yakın olan Kürtler, ya da anti Apocu ve PKK karşıtı olan Kürtler, bunun için bir fırsat doğduğunu, ABD ve İsrail’in desteğiyle Türk devletinin geri adım atmaya veya yenilgiye zorlanabileceğini ve böylece bir Kürt devleti kurulabileceğini düşünmektedirler.
Ancak verili dengelerde bu bir hayal olmaktan öteye gitmez.
Çünkü örneğin en çok Kürdün yaşadığı Türkiye, çok büyük (Dünyanın 20 büyük ekonomisinden biri ve çok büyük, gelenekli ve savaş tecrübesi olan (Belki de Nüfus ve milli gelir oranlarıyla dünyanın en büyük ve savaş tecrübesi en yüksek) ordularından birine sahip, Dünyanın en stratejik, çok özel bir yerinde (Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar, Doğu Akdeniz) bulunan, binlerce yıllık, bir devlet geleneği olan, epeyce istikrarlı ve dünyanın egemen güçlerinin Askeri İttifakı (NATO) içinde yer alan bir ülkedir.
Bu ülkeyi Dünya dengelerinde ciddi bir altüstlük olmadıkça, içinde bulunduğu kamp çiğnemez, çiğneyemez ve karşıya alamaz.
Aksine ABD ve Avrupa, uzun vadede Çin’e karşı savaşa hatta bir dünya savaşına hazırlanmaktadır. Bunun için önce onu (Çin) tecrit etmeleri gerekir. Türkiye aynı zamanda Çin’in bugünkü en önemli nesnel ve stratejik müttefiklerinin sınır komşusudur, Rusya’nın yumuşak karnında ve İran’ın batısında bulunmaktadır.
Bu iki ülkeyi en azından şahta tutmak veya parçalamak ve Çin’i iyice izole edebilmek için Türkiye’nin güçlü bir NATO üyesi olarak kalması şarttır.
Türk Devleti de bunu bilmekte ve kendi gücünü ve stratejik pozisyonunu kullanarak, Kürt hareketinin ezilip bir sorun olmaktan çıkarılması için kendisinin desteklenmesini istemektedir.
Ancak Batılılar da keriz değildir. Onun da şahta tutulması gerekir ki, şımarıp başa bela olmasın, stratejik hesapların bir destekçisi olarak, bölgede bir sopa olarak işe yarasın.
Bütün bu dengeler içinde Kürtlerin batılıların desteğini ve onlardan stratejik olarak etkili silah yardımları alarak (örneğin Afganistan’daki Rus hava üstünlüğünü bitiren Stringer roketleri gibi) Türkiye’yi tecrit ederek veya askeri olarak yenerek bağımsız bir Kürt Devleti kurma şansları yoktur. Dolasıyla kendileriyle birlikte Türklerin de böyle bir gelişmeyle bu Şark Devletinin keyfiliğinden ve baskısından kurtulma şansları bulunmamaktadır.
Suriye’nin çöküşü İsrail’in veya Fransa’nın veya ABD’nin açıklamaları hiçbir zaman bir ayrı Kürt Devletinin kurulabilmesi için askeri destek verileceği anlamına gelmemektedir.
Bunlar Türkiye’yi ve diğer güçleri, şahta tutmanın araçlarıdır.
Ama Türk devletinin ordusunun yenilmesi, yenilmese bile ağır bir darbe alması bugünkü dünya dengelerinde hiçbir güç için göze alınacak bir risk değildir.
Hatta aksine, Batılılar, daha güçlü ve daha etkili bir Türkiye’den yanadırlar ve bunun için de onun şu “Kürt Sorunu”ndan kurtulmasından, tam bir çözüm olmasa da “Kürt Sorunu”nun en azından ateşli bir hastalık olmaktan çıkmasından, Türk devletinin Kürtlerle barışıp, onları yedeğe almasından çıkarlıdırlar. (Zaten Devlet Bahçeli aracılığıyla yapılan Devlet’in stratejik hamlesi de bu destekten ve yeni durumdan dolayı başlamış olsa gerektir.)
Dünya’nın bu en kritik bölgesinde batılıların güçlü bir Türkiye’ye sadece Rusya ve İran’a karşı da değil, Arap ülkelerini de şahta tutabilmek için ihtiyaçları vardır.
Hasılı, askeri, politik ve diplomatik olarak Türk devletinin tecridi ve yenilgisi kısa ve orta vadede pek olası görünmemektedir. Dengeler buna uygun değildir kısa ve orta vadede uygun olacağına dair bir emare de yoktur.
O halde Türk Devletinin Kürtleri ezse bile yok etmesi, Kürtlerin Türk Devletini yenmesi mümkün olamayacağından “Kürt sorununun çözümü için demokrasi, demokrasi için Kürt Sorununun çözümü gerekir” kısır döngüsü var olmaya devam edecektir.
Öcalan’ın çizgisi bu kısır döngüden çıkış için, emperyalist devletlerin gücüne ve desteğine değil, Kürtleri ezen ülkelerin halklarını bir demokrasi mücadelesine kazanarak ve bunun için onları birleştirerek, demokratik dönüşümleri başaracak bir güce ulaşmayı, bunun bir yan ürünü olarak Kürtlerin üzerindeki baskının son bulması stratejisi izlemektedir.
Ancak bu hareket Kürtlerin baş kaldırması için, bir Kürt ulusu yaratmak için, silahlı mücadeleyi başlatmak zorundaydı. Bu sayede Kürt ulusal uyanışını başarabilmişti. Ama bu uyanışı sağlayan araç şimdi ezen devletlerin halklarını demokrasi mücadelesine kazanabilmek için bir engele dönüşmüş durumdaydı.
Öcalan da çok uzun zamandır bunu görmektedir ve yeni koşullara uygun programatik, stratejik, taktik ve örgüt biçimlerine ilişkin bir değişim yapmaya çalışmaktadır. Bunun için kalın kitaplar yazarak teorik bir arka plan, “demokratik özerklik” veya “demokratik ulus” gibi programatik değişiklikler, “Türkiyelileşmek” gibi stratejik değişimleri bir ölçüde de olsun başarabilmiştir.
Ancak hem Türk devletinin engellemeleri, hem de bizzat kendi örgütünün ve komutanlarının direnişi, mücadele ve örgüt biçimlerinde köklü bir dönüşüm yapmasını, yani silahlı mücadeleye son verip, Türk devletinin istediği koşullarda mücadeleye son verip, hukuki zeminlerde ve politik mücadeleye geçmesini engellemiştir.
Öcalan’ın da açmazı vardır. Örgüt ve komutanlar kabul etmeden bu değişimi yapabilmesi zordur. Onları çiğneyemez. Onları uzun vadede etkileyebilir ve ikna edebilir ama bunun için tecrit durumunun son bulması, dışarıyla ilişki kurması gerekir.
Türk devleti ise, silahlı mücadelenin adı var kendi yok olsa bile devamını istemektedir. Çünkü böylece savaşı kendi istediği alanda sürdürmekte, ülke içindeki tüm demokrasi çabalarını kriminalize etmekte ve ezebilmekte, tecrit edebilmektedir. Tabii en başta Kürt Politik hareketini.
Bu nedenle, Öcalan’ın bir mahkum oarak bütün haklarını ayaklar altına alıp keyfi olarak çiğneyerek, onun her türlü ilişkisini engellemektedir
Türk devleti bu kısır döngünün devamından çıkarlıdır ve değişmesini istemez.
Çünkü bu kısır döngü sürdükçe, Kürt hareketinin Türkleri demokrasi mücadelesine kazanma ve onlarla birleşme şansı bulunmamaktadır. Aksine bu durum, binlerce yıldır mutlak devletle özdeşleşmiş kötülüğe Firavun ve Nemrut diyen, devletten gelen her şeye kuşkuyla bakan, ona karşı olana sempati duyan, Deniz Gezmişleri mitolojik kahramanlara dönüştüren halkın geleneğinin kalıntılarını bile kazımış, devlet yalakası bir halk yaratmış bulunuyor. Devlet böylesine konforlu bir konumu niye yitirsin ki?
Öte yandan Kürt hareketinin gerek politik gerek askeri kanatları, ezen ulusu kazanma perspektifini çoktan bir yana bırakıp, Kürtler içindeki desteklerini korumak ve onun sözcüsü olarak pazarlık yapmak perspektifine hapsolmuş bulunuyorlar. Bu da kısır döngüyü besliyor ve devletin ekmeğine yağ sürüyor.
Parlamentarizm ve Askeri bakış açısı ve geniş halk kitlelerini kazanma perspektifinin bir yana bırakılışı ve de pazarlık perspektifi tüm harekete damgasını vurmuş bulunuyor.
Yıllardır, Türkleri ve bölge halklarını bir demokrasi mücadelesinde örgütleyip birleştirebilmek için, ne gibi taktikler ve örgüt biçimleri izlenmelidir diye bir soru ve tartışma duyan var mıdır? Yoktur.
Muhatap yıllardır ezilen kütleler değil, devlet ya da iktidardır. Mücadele alını Meclis kürsürsüdür.
Bütün beyanatların muhatabı ezilen yoksul insanlar değil, devletler, hükümetlerdir. Onları pazarlığa zorlama veya buna ikna etme çabasından başak bir şey yoktur yıllardır. En fazla yapılan, içi boşalmış, ne olduğu somutlanamayan “demokratik ulus” ve “demokratik özerklik” gibi klişeler olmaktan öteye gitmemektedir.
Aslında buradan çıkış kolaydır. Devlet veya hükümetle pazarlık perspektifinin yerine, halkları kazanabilmek için yeni örgüt ve mücadele biçimleri, yeni taktikler neler olmalıdır sorusunu sormak gerekmektedir.
Bizzat bu sorunun kendisi bile bir paradigma değişimi anlamına gelir.
Ama bunu yapacak hem bakış hem de güç gerekir.
Bir yükseliş ve gelişme döneminde değiliz. Ağır yenilgiler almışız. Bütün mevzileri kaybetmişiz. Ciddi biçimde tecrit olmuşuz. Bir hücum ve saldırı değil, bir gerileme ve savunma döneminde olduğumuzu görmek gerekir. Bu gerileyişi durdurmak, güçleri tekrar toparlamak için bütün örgüt ve mücadele biçimlerini değiştirmek gerekir.
Örneğin biz, yıllardır bu değişimin gereğini söylüyoruz ve yeni duruma uygun bir politika ve örgütlenme anlayışı için bir yığın denemede bulunduk. Bunları burada saymayalım. Ama gücümüz yok. Yani Tulumbaya dökecek su var ama maşrapa yok. Bu çabalarımız bir devrimcinin nasıl davranması gerektiğine ilişkin örnekler olmaktan başka bir işe yarayamıyor.
Kandildekilerde ise, maşrapa var, ama böyle bir bakış, yani su yok. Yoksa böyle bir perspektif değişimiyle onların çoktan kendiliğinden hiçbir pazarlığa bile gerek görmeden, silahlı mücadelenin, halkları kazanabilmek için, giderek bir engele dönüştüğünü görüp buna son verme yolları arayıp bunu yapmaları gerekirdi. Ama böyle bir bakış açısı öncelikle askeri bakış açısını bırakıp gelişmelere çok geniş bir perspektiften ve yukardan bakmayı gerektirir.
Bu durumda bu açmazı çözebilecek, elinde hem su hem maşrapa bulunan tek kişi Öcalan’dır.
Devlet ise tam da bunu bildiği için Öcalan’ı tecrit ederek, bu değişimin gerçekleştirmesini engellemektedir. Çünkü bu durum hem Erdoğan ve hükümetin hem de devletin işine gelmektedir.
*
Ayrıca bu kısır döngü aynı zamanda giderek bir çürümeye de yol açmaktadır, toplumun derinlerine işleyen, kendini besleyen bir süreç ortaya çıkmış bulunuyor: Toplum çürüdükçe Devlet iyice güçleniyor ve keyfileşiyor, köpeksiz köyde değneksiz geziyor, devlet güçlendikçe ve keyfilik dozu arttıkça, toplum giderek daha fazla çürüyor.
Bırakalım demokratikleşme ve Kürt Sorununun çözümünü bir yana, “bu çürümeyi, bu kara deliğe dönüşmeyi durdurabilmek için ne yapmalı, nereden başlamalı?” diye sormak gerekiyor.
Çünkü doğada ve tolumda böyle süreçler de vardır. Örneğin belli bir kritik kütleyi aştıktan sonra, maddenin kendi ağırlığı altında çökmesi ve ışığın yayılmasına bile imkan vermemesi gibi.
Çürümenin derinliği ve ağırlığı belli bir “kritik kütleyi” aştıktan sonra, çürüme, en küçük bir demokratikleşme eğiliminin veya çabasının bile var oluş koşullarını ortadan kaldırma eğilimi gösterir.
Faşizmde böyle bir durum oluşmuştu. O dönemi yaşayanlar, üzerine yağ dökülmüş bir cam gibi, dümdüz bir dik kaya gibi en küçük bir tutamak yeri bile bulunmuyordu diye bu kendini besleyen sürecin sonuçlarını tasvir ediyorlardı.
Bu kendini besleyen süreçlerin bir sonucu olarak, uzun süren diktatörlükler, faşizmler halk ayaklanmalarıyla değil, var olan rejimin çürümesi ve çoğu kez yine de dışarıdan gelen katalitik etkilerle bu durumdan çıkabilmişlerdir.
Unutmayalım, faşizmi halk ayaklanmaları değil, 20 milyon can bahasına Sovyet halkları yenebilmişti.
Kendini besleyen süreçler, geri dönülemez sonuçlara yol açabilir çoğu kez. Örneğin Dünya’da bir çevre felaketi, bu tür etkilere yol açabilir. Isınma daha çok CO2 ve Metan açığa çıkmasına o daha hızlı ısınmaya yol açar. Hele ısınmada belli bir sınır aşılınca okyanusların dibindeki ve tundralardaki sera etkisini katlayan gazların topluca açığa çıkması geri dönüşü olmayan bir sürecin ortaya çıkmasına ve Dünya’nın Venüs gibi, bir fırına dönüşmesine yol açabilir.
Toplumlarda bu gibi süreçler yeterince incelenmiş değildir ama benzeri süreçler toplumlarda da vardır.
İşte Türkiye böyle bir girdabın içinde ve bu girdaba çevresini de örneğin Suriye’yi de çekme eğilimi göstermektedir.
Türk Devleti, Suriye’de şeriatçı ve selefi faşistleri desteklemiştir ve desteklemektedir. Bu Suriye’nin sonu belirsiz bir iç savaşa doğru gidişi, belki de sonunda Lübnanlaşması demektir.
Belki da artık çok geç. Bilmiyoruz. Çünkü bir gökdelenin tepesinden düşene, yere çarpıncaya kadar bir şey olmaz.
Bu gibi nedenlerle, bu şeytan çemberinden çıkmak için ne yapılabilir diye her devrimcinin, her demokratın, her sosyalistin sorması gerekiyor.
Hala var olan sınırlı olanaklar değerlendirilip bu tıkanıklığı aşacak bir çıkış yolu bulunamadığı takdirde, tam bir kara deliğe dönüşme ortaya çıkabilir.
*
İki büyük ve ağır yanlış bu kendini besleyen sürecin neredeyse hiçbir dirençle karşılaşmadan gelişmesine yol açtı: Hendekler ve 15 Temmuz 2016 girişimi.
İkisi de çok temel bir ilkeyi unutuyorlardı: İsyanla oynanmayacağı.
İsyan yanlıştı. Ama yanlış bile olsa, isyan edince tam bir gözü karalıkla sonuna kadar gitmek gerekir. Tereddüt, savunmaya çekilme, yenilgiye, yenilgi dağıma ve çöküşe yol açardı. Bu sefer karşı güçler en küçük bir tereddüt göstermeden isyancıların uyması gereken kuralı binlerce yıllık gelenekleriyle hiç tereddüt etmeden uygularlar. Tüm güçler yenilip dağılıncaya ve yok oluncaya kadar hücum, hücum, hücum. Olan budur.
Bugün tüm siperler, mevziler Erdoğan tarafından ele geçirilmiş bulunmaktadır.
Halkın direneceği mevziler yok. Bu çaresizlik çürümeyi besliyor ve kendini besleyen bir süreç ortaya çıkıyor.
Hasılı devlet ve iktidar için herhangi bir silah bırakma talebi için bile koşullar yoktu, çünkü silahlı mücadelenin sürmesi, kendisine hizmet ediyordu.
*
İşte bu noktada yine bir eksojen etki, yani Ortadoğu’da İsrail’in ve ABD’nin İran’ı bozguna uğratmak ve elini ayağını kesmek için Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme girişimi, Türk devletini hem konumunu savunmak ve ön almak hem pazarlık gücünü arttırmak hem de yayılmacı ve emperyal hayallerini gerçekleştirmek için yeni ve stratejik bir hamle yapmaya zorladı. Bu devlet projesini başlatmayı Devlet Bahçeli üstlendi.
Erdoğan bugünkü durumun kendisinin iktidarına hizmet ettiğini, silahlı mücadelenin son bulmasının Türkiye’de demokratik bir muhalefetin veya hareketin güçlenmesine yol açabileceğini tahmin ettiği ve bildiği için, bu stratejik dönüşe pek sıcak bakmamaktadır. Çünkü, 2013’te Öcalan’ın Diyarbakır mesajından birkaç ay sonra, şehirli ve laik Türklerin ve Alevilerin isyanı, yani Gezi patlamıştı. Ve bu isyancılar ulusalcı ana ve babalarından farklı olarak Kürtler ve Müslümanlarla ittifak arıyorlardı, onları kazanmaya çalışıyorlardı ve bu ittifaklara açıktılar. Erdoğan bunları bildiği ve unutmadığı için, Devletin bu stratejik hamlesine sıcak bakmamaktadır.
Biraz da bu nedenle bu proje bir bakıma “Devlet Projesi” sayılabilir.
Proje esas olarak şöyle tanımlanabilir: Kürtleri siyasal olarak değil, kültürel olarak tanımak, kültürel olarak (yani politik alanın dışındaki alanlarda) desteklemek, hatta himayesine almak. Politik olarak ise, tanıma vs. gibi hiçbir taviz vermemek, geri adım atmamak. Ama buna karşılık, ekonomik alanda, idari alanda Kürtleri de iyice besleyip ve doyurarak, bir işbirlikçi sınıf yaratmak, onları da Türkler gibi, münhal yerlerle, ihalelerle vs. baştan çıkarıp eşit yurttaşlık ve yazılı haklar isteyen ve bunun için mücadele eden insanlar olmaktan çıkarıp, devletten kendine özel muameleler bekleyen tebaaya dönüştürmek. Zerrece demokratik karakteri olmayan bir programdır bu.
Yani aslında Barzani ile Türk devletinin kurduğu ilişkinin benzerini Türkiye’ye ve bütün Kürtlere yaymak. Özellikle Türkiye’de iyi kötü bir demokratik gelenek oluşturmuş Kürtlere. Ve tabii Suriye’dekilere.
Bu plan aslında bir yanıyla Avrupa Birliği’nin azınlıklara tanıdığı hak ve sınırların daha alaturka bir versiyonu olarak da görülebilir ve Türkiye’yi Avrupa Birliği ile pazarlıklarda daha elverişli bir duruma da geçirir. Zaten son yıllarda Avrupa’da eğer ağırlığı olan bir güç olmak isteniyorsa, Rusya ve Türkiye ile daha yakın bir ilişkinin gerekliliğine vurgu yapan sesler giderek yükseliyor. Bu da Türkiye’nin hiçbir kriteri yerine getirmeden AB’ye girme olanağı bile sağlayabilir.
Ancak Türk devletinin bu planı uygulayabilmesi için silahlı mücadelenin durması gerekmektedir. Silahlı mücadele sürdüğü sürece böyle bir plan uygulanamazdı.
*
Aslında gerek askeri olarak, gerek iç politika bakımından hiçbir gerek olmamasına rağmen, yani silahlı mücadelenin devamı, Kürt Siyasal hareketini ve onunla ittifak kurabilecekleri kriminalize etme ve tecrit etme, her türlü hukuk dışı ve keyfi muameleye uğratma, demokratik hakların kullanılmasını neredeyse tümüyle ortadan kaldırma, demokratları tecrit etmeye yarayan koşullar için çok güzel bir işlev görmesine rağmen, uluslararası konjonktürdeki değişim, silahlı mücadelenin bitirilmesi ve bunun için de bunu bitirebilecek tek kişi olan Öcalan’ın tecridinin bir parça da olsa kaldırılmasına yol açtı.
Öcalan Kürtlere ilişkin yukarıdaki programın uygulanmasına geçiş için bir ara aşamadır. Uzun vadede hedef Öcalan’ı ve temsil ettiği çizgiyi ve programı tasfiyedir.
Türk devleti için esas tehlike küçük de olsa demokratikleşmedir. Ayrı Kürt devleti kurmak isteyenlerden korkmaz. Birçok kişi “biz ayrı devlet istemiyoruz” diyen Öcalan ve PKK’ya en küçük bir tolerans gösterilmezken, ayrı Kürt Devleti isteyen Barzani’ye ve benzeri partilere destek verilmesini anlamamaktadır. Anlaşılmayacak bir şey yoktur, Türk devletinin korktuğu “bölünme” falan değildir, onun en büyük korkusu, demokratikleşme, özgürlükler, hakkı ve hukuku olan yurttaşlardır.
*
Dikkat edilirse, Türk devletinin ve Erdoğan’ın silahlı mücadelenin son bulmasından hiçbir çıkarı olmamasına rağmen Devletin böyle bir adım atıp, Öcalan’ın tecridine son vermesi, bir eksojen etkinin sonucudur. Yani buna yol açan, uluslararası durumdaki, bölgedeki değişimdir.
Bunun sonucu şöyle bir durum ortaya çıkmış bulunuyor. Öcalan’ın eğer yıllar süren tecrit olmasaydı, kendi inisiyatifiyle zaten yapacağını ve yapmak istediğini, yani silahlı mücadeleden, politik ve legal alanda mücadeleye geçişi, şimdi devletle müzakere içinde yapacaktır. Bu nedenle Öcalan aslında çok rahattır
Şimdi Öcalan’ın zaten yapmak istediğini, daha elverişli koşullarda yapması mümkün olabilecektir: Yani silahlı mücadeleye son vermek. Mücadeleyi politik ve legal alana çekmek. Bunun hiçbir pazarlık bile yapılmadan yapılması gerekiyordu. Ve eğer Öcalan tecrit edilmemiş olsaydı, yani normal bir mahkumun haklarından yararlanabilseydi, bunu çoktan kendi girişimiyle yapmış olabilirdi.
Aslında Kürt hareketinin yıllar önce, hatta 2015’te müzakereler bile sürerken kendiliğinden böyle bir adım atması ve inisiyatifi eline alması gerekiyordu. Ama dağdakiler o zaman, kendi güçlerini hem de Kürt hareketinin gücünü aşırı abartmıştılar, legal mücadeleyi ve HDP’nin gücünü ve varlığını küçümsüyorlardı. Bir tür güç sarhoşluğu içindeydiler. Öcalan’ı bile dinlemez olmuşlardı ve onu da engelliyorlardı. Bu küçümseme ve kendini hem askeri olarak hem de stratejik, taktik ve programatik olarak dev aynasında görme, hendeklerde saçmalığa vardı.
Öcalan yıllardır daha doksanlı yıllarda bile, durumun pata olduğunu ve kitlendiğini görüp, en küçük ateşkes olanağını bile değerlendirerek bu kısır döngüden çıkmak istiyordu.
Ama aynı zamanda kendi arkadaşlarını da çiğneyemeyeceğinden onları da ikna etmek zorundaydı. Ama devlet de bu çıkmazdan bir çıkış istemiyordu. Dolayısıyla Kandil ve Devlet zımni bir anlaşma içinde de bulunuyorlar, birbirlerinin varlığına gerekçe ve haklılık oluşturuyorlardı. Tam da bu nedenle Öcalan sık sık, Devlet de sizler de beni anlamıyorsunuz diye şikayet ediyordu.
Aslında Devlet, Öcalan’ın silahlı mücadeleye son vererek siyasi ve hukuki zeminlerde mücadeleye devam stratejisi izlediğini biliyordu.
Tam da bunun için 2015’ten sonra onunla görüşü engelledi. Aslında hukuken Öcalan’ın avukatları ve ziyaretçileriyle görüşme hakkı bulunmaktadır. Eğer Devlet hiçbir adım atmasa, sadece Öcalan’ın bir mahkum olarak haklarını keyfi olarak elinden almasa, yani avukat ve görüşçüleriyle görüşmesine müsaade etse bile, Öcalan şimdiye kadar çoktan silahlı mücadeleye son vermiş ve demokratik hareketin toparlanmasının, güçlü bir muhalefetin oluşmasının önünü açmış olabilirdi. Devlet tam da bunu engellemek için Öcalan’ı tecrit etti yıllarca.
Devlet böyle yapınca, bir parça uzak görüşlü olsalar en azından Kandildekiler bunu kendileri yapabilecek koşullara sahiptiler. Ama onlarda da strateji, program, taktik esneklik hak getireydi. Olaylara bakışta, elinde çekiç olanın her şeyi çivi kafası olarak görmesi gibi, askeri bir bakış açısını içselleştirmişlerdi.
İşte sadece Öcalan’ın tecridinin kalkması, yani dışarıyla görüşebilir olması bile Öcalan’ın zaten yapmak istediğinin, yani silahlı mücadeleye son verme ve Türkiye’de siyasi ve hukuki araçlarla mücadeleye geçiş için bir fırsattı Öcalan için. Şimdi bu fırsatı değerlendirmek istemektedir.
Anlaşılmayan veya anlaşılmak istenmeyen şudur: silahlı mücadelenin bırakılması Kürtlerin statüsü veya haklarının tanınmasının veya Kürt sorununun çözülmesi için adımların karşılığı değildir. “Süreç” sözünü ısrarla kullanmalar onu böyle anlama arzularını yansıtıyor. Böylece kendi kendilerini kandırıyorlar.
Mücadele aynen devam etmektedir ve edecektir. Sadece Legal, hukuki ve politik biçimlerde. Devlet yine her türlü düzenbazlığı yapacaktır. Hiç hayale kapılmamak gerekir.
Bütün bunlara rağmen legaliteden yararlanma taktiğine ya da mücadele ve örgüt biçimlerine geçmek gerekmektedir. Ancak böyle bir değişim, bu kısır döngüyü kırıp, geniş kesimleri devletin yedeğinden alıp güçlenmenin ve kartların yeniden karılmasının yolunu açabilir.
Kürt politik hareketi, geniş kitleleri, Türkleri kazanma ve örgütleme perspektifini bir yana atmış ve unutmuştu. Hep devlete ve hükümete hitap etmekteydi. Hükümeti ve devleti ikna etmeye çalışmaktadır. Ezilenlere hitap ve onları kazanma ve örgütleme, daha geniş kesimlere açılma gibi bir perspektifi yoktu.
Bu yaklaşıma son verilip Türkiye’deki geniş kitleleri somut sorunlarından hareketle örgütleme, mücadeleye sokma perspektifine geçilirse, en kısa zamanda güçlü cevaplar alınabilir.
Silahlı mücadeleye son verilmesi bunun için uygun koşullar yaratacaktır.
Silahlı mücadelenin bırakılması devletin birtakım haklar vermesi, birtakım haklar karşılığında uzlaşma değildir. Onu böyle algılamak yokuşa sürmek, kısır döngüye tekrar dönmek demektir.
Silahlı mücadelenin bırakılması, onun artık bir engel ve yük olmasıyla, Türkiye’de bir demokratik hareketin oluşmasının önünde engel olmasıyla ilgilidir.
Yani bir mücadele biçimi bırakılmakta, başka bir mücadele biçimine geçilmektedir. Bir savunma, geri çekilme, cepheyi genişletme, en küçük bir yasal ve demokratik haktan yararlanma taktiğine geçiştir. Düşmanın istediği koşullarda savaşmaktan kaçılmakta, düşman bizim istediğimiz koşullarda savaşmaya zorlanmaktadır.
Bunu ne HDP ne de diğer Kürtler ne de kimi demokrat ve liberaller anlamıyor. Siyahlı mücadeleye son vermeyi, çözüm ve barış süreci olarak tanımlamaya devam ediyorlar, sanki öyle denince öyle olacakmış gibi.
Böyle anlayınca da muhtemelen Öcalan’ın yapacağı çağrıyı, hiçbir karşılık almadan teslimiyet gibi değerlendirme eğiliminde olacaklardır.
Tekrar ediyoruz. Gizli görüşmelerde muhtemelen onca gerillanın ne olacağı gibi konular konuşulmuş olabilir. Bunlar olmasaydı bile. Demokrat, devrimci ve sosyalistlerin, gereğinde hiçbir karşılık beklemeden, artık mücadeleye hizmet etmediği, onun gelişimi önünde bir engele dönüştüğü için silahlı mücadeleye son verilmesini savunması gerekiyordu.
Ve Öcalan’ın varlığı bu noktada bir şanstır.
Bunu yapabilecek tek kişi Öcalan’dır.
Bu nedenle Öcalan’ın bu silahlı mücadeleye son verme çağrısının desteklenmesi gerekiyor.
Öcalan’ın yapacağının en doğru tanımlamasını PKK’nın bildirisi yaptı.
PKK imzasıyla yayınlanan bildiri bu yanlış anlamayı düzeltmeye, sahte hayaller kurmaya karşı bir uyarıdır. Aslında yapılmak isteneni, ısrarla bir pazarlık süreci gibi tanımlamaya ve koşullar öne sürmeye karşı bir bildiridir. Bildirinin içinde Türkler ve Türk devletine hitap eder gibi ifadeler var ama asıl hitap ettikleri, sorunu bir pazarlık süreci olarak tanımlayan ve kısır döngüye hapsetmek isteyenlerdir.
Bildirinin en önemli iki paragrafını, yani bir mücadele biçiminden diğer mücadele biçimine geçildiğine dair iki paragrafını aktaralım:
“Öyle anlaşılıyor ki, çok ciddi bir karşıtlık ve darbesel bir müdahale olmazsa Önder Apo tarafından yeni bir süreç, herkes için bir değişim, dönüşüm ve yeniden yapılanma süreci başlatılacaktır. PKK ve Kürtler değişecek, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türkiye ortamı değişecek, Ortadoğu ve tüm dünya değişecektir. Devlet korkmasın; Önder Apo ve Kürtler devleti yıkmayacak, demokrasiye duyarlı ve açık temelde yeniden yapılandıracaktır. Türkiye toplumu korkmasın; Önder Apo ve Kürtler Türkiye’yi bölmeyecek, Kürt özgürlüğü temelinde Türkiye’nin demokratikleşmesi için çalışacaktır. Önder Apo’nun ve Kürtlerin özgürlük ve demokrasi çabaları, Ortadoğu ve dünyada
hiç kimseye karşı olmayacak; herkesin demokratik yararını esas alacaktır.
Belli ki Önder Apo’nun beklenen açıklamasıyla yeni bir süreç başlayacaktır. Kuşkusuz her şey bir açıklama ile gerçekleşmeyecek ve her şeyi sadece Önder Apo yapmayacaktır. Sorun hepimizin olduğu gibi, görev de hepimizindir. Herkesin yeni süreçteki görev ve sorumluluklarını doğru anlaması ve sahip çıkıp pratikte yerine getirmesi gerekecektir. Yeni süreç beklenti ya da temenni ile gerçekleşecek bir süreç olmayacaktır; tersine daha çok bilinçli, örgütlü ve katılımcı bir çalışma ve mücadele ile başarılacaktır.”
*
Bu vesileyle, Türkiye’deki bütün demokratları, sosyalistleri, devrimcileri Silahlı mücadeleyi bitirip, legal, hukuki ve politik mücadele araçlarını kullanan bir mücadeleye geçiş çağrısını desteklemeye ve bu konuda açık bir tavır almaya çağırıyorum.
Medya yorumcularının tavrıyla şöyle olacak, böyle olacak diye tahminler yapmak yerine açık bir tavır almak ve silahlı mücadelenin sona erdirilmesine destek vermek gerekmektedir.
Ve şunu hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Bu yeni ve içine girilecek mücadele ve örgüt biçimleri , taktikler, çok daha zordur ve çok daha büyük fedakarlıklar gerektirmektedir.
Çünkü bu mücadele, düşmanın gözü önünde, en küçük olanakları değerlendirerek, onun koyduğu kuralları ona karşı bir silaha dönüştürerek bir mücadele olmak zorundadır.
Özetle, yeni bir mücadeleyi, güçlerin yeni dizilişini, yeni mücadele biçimlerini ortaya çıkarmak için, kısır döngüye, son vermek bunun için de silahlı mücadeleyi tek taraflı olarak bitirmek gerekiyor.
Öcalan’ın varlığı bu kısır döngüye son verebilmek için hayati önemdedir. Çünkü onda hem maşrapa (örgüt ve güç) hem de su (geniş ve yukarıdan bir bakış, taktik esneklik ve bunu stratejik hedeflerle birleştirmek) var.
Dileriz bu kritik momentte Öcalan’ın başına bir şey gelmez, bir yol kazası olmaz. Çünkü onun yerini doldurabilecek ve bu kısır döngüye son verebilecek başka kimse yok.
*
Bu vesileyle Suriye hakkında da bir iki söz edelim. Suriye ve YPG ayrı bir konudur. Öcalan’ın çağrısı PKK’nın Türk devletine karşı silahlı mücadelesine son verecektir. Suriye’de Türk devletinin kaygılarını yatıştırıcı bir tavır sürdürecektir muhtemelen. Zaten Suriye’den Türkiye’ye ve Türk devletine karşı, Türk devletinin bütün provokasyonlarına rağmen, hiçbir eylem olmamıştır.
Suriye’de yasa ve hukuk yoktur. Aksine, Selefi şeriatçılığı savunan, Suriye halkının büyük çoğunluğunun karşı olduğu yarı faşist bir güç iktidarı ele geçirmiş bulunmaktadır ve emperyalistlerin ve İsrail’in ve Türk devletinin de desteğiyle iktidar olanaklarından yararlanarak gücünü pekiştirmeye çalışmaktadır.
Suriye’de silahların bırakılması sadece intihar anlamına gelmez, Sünni laikleri, Alevileri, Hristiyanları, Dürzileri, Demokratları kurbanlık koyun gibi selefi şeriatçıların önüne atmak anlamına gelir.
Bu nedenle Suriye’de YPG bir yandan Suriye’de Halk tarafından tam bir özgürlük ortamında bir kurucu meclis seçilmesi gibi bir geçiş programı ilan edip, bunun için de bölge devletlerini ve diğer batılıları oyun dışı bırakmak için, örneğin Birleşmiş Milletlerin koruma ve kontrolünde bu geçişin sağlanması için çalışırken, aynı zamanda elinde imkanları ölçüsünde, katliam tehlikesi altında bulunan Aleviler, Dürziler, Hıristiyanlar ve Demokrat ve Laik Suriyelileri silahlandırmaya ve örgütlemeye çalışmalıdır.
Türk devleti şeriatçi faşist selefileri destekleyerek kendi tecridini ve iflasını hazırlamaktadır.
Türkiye’de silahlı mücadelenin durdurulması aynı zamanda YPG’nin de hareket alanını genişletecektir.
17.02.2025
Demir Küçükaydın
demiraltona@gmail.com
https://demirden-kapilar.blogspot.com/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder