Marksizmin kurucularının her sorunu çözmesi beklenemezdi. Onlar tarih ve toplum biliminin sadece temellerini atmaya çalışmışlar ve bu temellerin de çok küçük bir bölümünü yapabilmişlerdi. Ortada muazzam bir yapılacak işler yığını vardı.
Ancak Marksizm, o ana kadar verili tarih ve bunda çıkan genellemeler
ışığında, işçi sınıfının gerekli değişimi yapabilecek bir güç olduğu sonucundan
hareketle, bir bilim olarak kaderini işçi sınıfı ve mücadelelerine bağlamıştı.
Dolayısıyla bu çıkarsama da Marksistlerin dikkat, zaman ve enerjilerinin neredeyse tamamını işçi hareketine ve mücadelelerine, bunun stratejik, politik, taktik ve örgütlenmeye ilişkin sorunlarına yöneltmelerine yol açtı. Tabii bunun sonucunda, toplumsal gerçekliğin tümünü anlamaya ve açıklamaya yönelik teorinin tamamlanması ve geliştirilmesi gereken işlerinin ikinci plana düşmesine, ilerde sonra gelecek kuşaklar tarafından geliştirilmek üzere bir kenara bırakılmasına yol açtı.
Yine de kimi kısmi katkılar olduysa da, bunlar da yine politik
mücadelelerin geçirdiği değişime ve ağırlık merkezlerine bağlı olarak değişti.
Örneğin kapitalist ilişkilere geç giren bir ülkenin (Rusya gibi) önce
girenlerin kat ettiği yolları kat etmeden (Örneğin ticari ve manifaktür
kapitalizm aşamalarını yaşamadan veya minyatür ölçülerde hızla yaşayarak)
doğrudan örneğin buhar gücüne dayanan bir sanayi kapitalizmi olarak ortaya
çıkması ve buna bağlı olarak yüksek oranlı yoğunlaşmayla bir işçi sınıfı ve
hareketinin ortaya çıkması göz önüne alınabilir.
Tam da bu nesnel süreç, Marksizmin Rusya’da ilgi görmesine ve bizzat bu
sürecin kendisi yine Marksistlerin daha karmaşık ve eşitsiz bir evrim fikrine
ağırlık veren metodolojik katkılar yapmalarına (Marks’ın Zasuliç’e yazdığı
mektuplardaki Rus Mir’inden (komünal ilişkilerden) modern sosyalizme geçmenin sorunları, Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi, Lenin’in aynı
sonuçlara başka bir yoldan ulaşan Nisan
Tezleri gibi) bunun politik, programatik, stratejik, örgütsel ve mücadele
biçimlerine ilişkin sonuçlar çıkarmalarına yol açtı.
Ama bu aynı zamanda diyalektik bir ilişkiydi, bizzat mücadelenin
programatik, stratejik, örgütsel ve taktik gereklilikleri de bu teorik
katkılara itilim vermişti.
Böyle bir ülkede (Örneğin Rusya’da) Sürekli Devrim Teorisi’nin
öngördüğü biçimde demokratik tarihsel görevlerin işçi sınıfının devrimde
öncülüğüne yol açması ve bunun ister istemez sosyalist karakterde değişimler
içeren bir devrime yol açması hem bu geliştirilmiş evrim kavramının ve bundan
çıkarılan sonuçların parlak bir doğrulamasıydı.
Toplum bilimlerinde fizik ve biyolojide olduğu gibi deney yapma olanağı
yoktur. Ama Rusya’daki Marksistlerin öngörüleriyle ve öngörülerini açıklayan
kavramlarıyla, bir bakıma dünya tarihinde ilk defa toplumsal gidişin
eğilimlerini öngörmeleri ve bizzat bu gidişin gerçekleşmesinin aktörleri olması
olgusu görüldü.
Bu yepyeni bir toplumsal olguydu.
Bilgi teori canlı ya da cansız doğadaki gidiş üzerinde bir etkide
bulunmaz. Biz canlı veya cansız nesneleri bilsek te, bilmesek te, bizlerin
oradaki gidiş hakkında bir teorimiz ve öngörümüz olsa da olmasa da (bilgi veya
bilgisizlik te, teori veya teorisizlik veya yanlış bir teori de) cansız ve
canlı varlığın varlığı ve gidişi üzerine bir etki yapmaz. Canlı ve cansız
varlıklar bilgi ya da teori karşısında (bilgisizlik veya teorisizlik karşısında
da)) birer “kendinde şey”dirler.
Ama toplumsal varlıkta böyle değildir. Bizim bilip bilmememiz belli
toplumsal olguları var eder veya var olmasını engeller.
Çünkü bilgi ya da teori, fiziksel ya da biyolojik bir olgu değil,
sosyolojik bir olgudur. Fizik veya biyoloji varlıklar hakkındaki bilginin veya
bilgisizliğin, fiziksel veya biyolojik bir varoluşu yoktur. Ama bilginin veya
bilgisizliğin kendisinin sosyolojik diyebileceğimiz toplumsal bir varoluşu
vardır.
Özellikle toplum hakkındaki bu bilgi ve bilgisizlik ile toplumsal
varlık ve varoluş arasında karşılıklı bir ilişki yaratır. Daha kategorik olarak
ifade etmek gerekirse, epistemoloji ve ontoloji arasında kopmaz bir ilişki
ortaya çıkar. Çünkü epistemoloji denilen şey, yani bilgi veya bilgisizlik,
ontolojik olarak toplumsal bir varlıktır da aynı zamanda.
Sanılanın ve bilinenin aksine bunlar (Epistemoloji ve ontoloji),
toplumun dışında ve üstünde var olan aşkın felsefe denen bir varlığın alt
bölümleri değildirler. Bizzat felsefenin kendisi de toplumsal bir olgudur ve
toplumsal bir olgu olarak ele alınmalıdır.
Toplumsal belli olguların varlığı veya yokluğu hakkındaki bilgi ya da
bilgisizlik, kimi toplumsal olguların varlığı ve yokluğunu belirler. Yani bir
teorinin veya bilginin yanlışlığı veya yokluğu da aslında toplumsal bir
varoluşa karşılık düşer veya belli toplumsal varoluşları mümkün ve gerekli ya
da olanaksız kılabilir. Bilgi (teori) toplumsal bir olgu olarak, varlığı veya
yokluğuyla, doğruluğu veya yanlışlığıyla toplumsal bir olgunun varlığını veya
yokluğunu belirleyebilir.
Bu çok kritik bir noktadır. Belki de dünya tarihinde ilk kez, olgunun
gidiş yönünü öngörenler ve öyle bir varoluşun mümkün olabileceğini
açıklayanlar, aynı zamanda ilk kez onun varoluşunu da mümkün kılmışlardır.
Yani örneğin Troçki ve Lenin’ler olmasaydı, olsalar bile olayların
gidiş yönüne ve olanaklara yönelik bir öngörüleri ve dayandıkları teorik
açıklamalar olmasaydı, örneğin Ekim Devrimi olmayabilirdi.
Tarihte bireyin rolüne ilişkin tartışmalarda çok klasik sorular vardır.
Ekim devriminden önce Lenin’in başına taş düşüp ölseydi veya Troçki
olmasaydı ne olurdu diye. Aslında bu soru yanlış sorulmuş bir sorudur ve
burjuvazinin insanı, bireyi (ki bu da çok özel tarihsel koşullarda ortaya
çıkmış bir sosyolojik olgudur) merkeze koyarak (bu da sosyolojik bir olgudur) tarihsel
olguları açıklama, toplumsal varlığı insanların oluşturduğu gibi bir
kavrayıştan kaynaklanır.
Doğru soru “Tarihte bireyin rolü” sorusunun hangi tarihsel ve toplumsal
koşullarda ortaya çıktığıdır. Bu sorunun ardında hangi gizli varsayımların
bulunduğudur.
Örneğin birey diye bir şeyin varlığı, tarihin bir gidişi olduğu ve
bireylerin davranışlarının bunu belirlediği, toplumsal varlığın bireylerden ve
onların kararlarından oluştuğu gibi bir sürü gizli varsayım sayılabilir ve
bunların çoğu da yine belli tarihsel koşulların ürünü olarak ortaya çıkarlar.
Burada toplumsal varlık ve onun bilgisi veya bilgisizliği sorununa
geçici bir ara verip, ilerde yine buraya dönmek üzere, bugünkü dünyanın
sorunlarına girelim.
(Burada okuyucuya bir hatırlatma yapalım. Uluslar ve ulusçuluk onlar
hakkında Marksistlerin bir teorisi var olmadığı için var olmuştur, lusların ve
ulusçuluğun Marksist bir teorisinin olduğu bir dünyada, uluslar ve ulusçuluk
varlığın sürdüremez. Tabii bu teorinin pratik programatik sonuçlarının
yığınları kavrayıp “maddi” bir güç” toplumsal bir varlık ve güç olduğu bir dünyada.)
Enternasyonalizmin
İki Farklı ve Zıt Anlamı
Enternasyonalizm sözcüğünün ya da kavramının pek ayrımında olunmayan
iki farklı anlamı vardır.
Birincisi, uluslar ve ulusçuluk konusunda değindiğimiz gibi,
Enternasyonalizm, “ulusal olanla politik
olanın çakışması ilkesi”ne ve varsayımına dayandığından, özünde
milliyetçiliktir ve milliyetçiliği yeniden üretir.
Enternasyonalizm tüm milliyetçiliklerin dayandığı ortak ilkeye dayanır
ve onu savunur: Ulusal olanın politik
olanla çakışması ilkesi. Diğer ve daha somut bir ifadeyle, politik olanın
(yani devletlerin) uluslara göre şekillendiği bir dünyayı ve düzeni, her ulusun
bir devletinin olmasını veya her devletin bir ulusa dayanmasının, olağan,
normal ve istenir olduğu bir dünyayı veri kabul eder ve onu yeniden üretir.
Bu anlamıyla, ulus ve ulusal devlet, kendisine karşı mücadele edilmesi
gereken bir toplumsal varoluş ve yapı değil, içinde mücadele edilecek tarafsız
bir ortam, bir atmosfer, gibi kabul edilmektedir. Enternasyonalizm de onu böyle
kabul eder. Ama bizzat bu kabulün kendisi, yani her devletin bir ulusu olması
veya tersinden her ulusun bir devleti olması tam da milliyetçiliğin dayandığı
ilkedir.
Bu anlamıyla Enternasyonalizm, Marksizmin Yeniden İnşası girişimimin,
Uluslar ve Ulusçulukla ilgili birinci kitabın konusuydu ve bu önermelerden
hareketle, neredeyse bütün Marksistlerin (Marks, Engels, Lenin, Troçki,
Kıvılcımlı, Mandel vs.) aslında birer milliyetçi olduklarını ve bir bakıma tam
da milliyetçi oldukları için milliyetçiliğin bir teorisini geliştirip tanımını
yapamadıklarını, bunun sonucu olarak da ulusçuluğun dolayısıyla da ulusların, kendilerini
ulusçuluğun karşıtı olarak tanımlayan Marksistlerin sırtında dünya çapında bir
zafer kazandığını ve daha birçok benzer sonucu göstermiştik.
*
Ama Enternasyonalizmin bu birinci anlamıyla çelişen, birinci anlamına
karşı yıkıcı bir nitelik taşıyan unutulmuş ve hatırlanmak istemeyen, bir de
işçi sınıfının ya da komünistliğin, varoluşunun ortaya çıkardığı, kendi
ilişkilerini düzenlemeye yönelik, daha kategorik bir ifadeyle, parça ve bütün
ilişkisine, kısa vadeli çıkarlar ve uzun vadeli çıkarlar ilişkisine yönelik
ikinci ve başka bir anlamı da vardır.
Enternasyonalizmin esas devrimci, yıkıcı ve birinci anlamıyla çelişen
yanı budur: Parça bütüne, genele, kısa vadeli, uzun vadeliye tabidir ve
bunların çelişkisinin keskinleştiği durumlarda genel olandan yana veya en
azından parça ve bütün, uzun vadeli ve kısa vadeli hedef ve çıkarların ağırlıkları
arasında, bir ince denge bulmaya çalışmak, optimum bir çözüm aramak gerekir.
Enternasyonalizm ve
Parça Bütün İlişkisi
Bu ikinci ve gerçek devrimci anlamıyla Enternasyonalizmin dayandığı
önermeler, çeşitli yazı ve belgelerde defalarca ifade edilmiştir.
Örneğin Marks-Engels, henüz 1848 devrimlerinin ateşini yaşamadan
yazdıkları Manifesto’da şöyle
diyorlardı:
"Komünistler, öteki işçi sınıfı
partilerinden yalnızca şunlarla ayrılırlar: 1) Farklı ülke proleterlerinin
ulusal savaşımlarında (Dikkat edin uluslara karşı savaşımlarında değil,
ulusal ölçüdeki savaşımlarında bu savaşın aynı zamanda uluslara karşı savaş
olması gerektiğini atlıyor. Ulus kendisine
karşı değil, içinde mücadele edilecek tarafsız bir ortam gibi ele alınıyor.
Yeri gelmişken birinci anlama dikkati çekmiş olalım), her türlü milliyetten bağımsız olarak, tüm proleteryanın ortak
çıkarlarına işaret eder ve bunları öne sürerler, 2) îşçi sınıfının burjuvaziye
karşı savaşının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında her zaman ve
her yerde, tüm hareketin çıkarlarını temsil ederler."
Yani kategorik olarak ifade edilirse, parça bütüne tabi olmalıdır, genelin çıkarının önceliği vardır.
Aynı öz, değişik bir şekilde Birinci
Enternasyonal’in tüzüğünün birinci maddesinde de belirtilir: “İşçi sınıfının kurtuluşu ne yerel ne de
ulusal bir mesele değildir”.
Bu önermenin de mantıki sonucu, dünya ölçüsündeki çıkarların ulusal
veya ulus ölçüsünde olana önceliğidir.
Ve tam da bu mantıktan hareketle, Birinci Enternasyonal’in dayandığı bu
önermeleri aynen benimseyen Üçüncü
Enternasyonal de yine bu önermeye dayanarak kendini bir “Dünya Partisi” olarak, yani dünya
çapında tek bir parti olarak tanımlamış ve tüm ülkelerdeki işçi sınıfının
partilerini veya Sosyalist partileri, dünya partisinin birer şubesi olarak tanımlamıştı.
Yani aslında, “ulusal
olanla politik olanın çakışması ilkesine” dayanan ulusçuluktan farklı
olarak, “dünya çapındaki çıkarlarıyla
politik olanın çakışması” ilkesini geçirmiş oluyordu.
Yani böylece, parça ve bütün, kısmi ve genel, kısa vadeli ve
uzun vadeli ilişkisinde genelin ve uzun vadelinin kısmi ve kısa vadeliye
önceliği ilkesi, yapısal, yani örgütsel ve tüzüksel bir ifadeye kavuşuyordu.
Bu anlamıyla Enternasyonalizm, en azından partiler
düzeyinde, ulusal düzeyde gerçekleşen mücadelelerin ve onların önceliklerinin
önüne dünya çapında olanı, geneli ve uzun vadeliyi, parçanın bütüne tabi olmasını, bütünün çıkarı için parçada
azami katkı ya da fedakarlık yapmayı koyar. Bu anlamıyla
Enternasyonalizm, birinci milliyetçi anlamını havaya uçurur ve onunla çelişki
içindedir.
(Marksizm’in kurucularının önermelerinde benzeri, mantık
sonuçlarına ulaşamamış ve hepsi de bir ulus ve ulusçuluk teorisinin yokluğundan
kaynaklanan, çelişkiler vardır. Bunlara çeşitli yazılarımızda geçer ayak birçok
kez değindik. Birkaç örnek vermek gerekirse, Demokratik Cumhuriyet Programı ile
(Yani ulusu bir dille, dinle, tarihle tanımlamaya karşı tanımlama programıyla) ulusu
bir dille, tarihle, kültürle tanımlayan ulusçuların ve “ulusların kendi
kaderlerini” tayin hakkı (Dille dinle tanımlanmış her ulusa bir devlet her
devlet böyle tanımlanmış bir ulusun devleti olmalıdır programı) arasında, resmi
bir dili reddetmek ve herkese ana dilinde eğitim hakkı programıyla (Demokratik
Cumhuriyet’in olmazsa olmazı) dille tanımlanmış uluslara ve ulusçulara ayrı
devlet kurma hakkı, burjuva devletini parçalama gereği ile, bu devletin en
esaslı ve temel özelliği olan her devletin bir ulusa dayanması gerektiği
ilkesinin bu “parçalama” gereği olarak belirtilmemesi, “Tek Ülkede Sosyalizm”
olamayacağı önermesiyle yine benzer şekilde, uluslara ve ulusal devletlere
karşı mücadele ve onların yok edilmesi gibi bir sorun ortaya koyulmamış oluşu
gibi. Bu yazıda bunlara girmiyoruz. Sadece geçer ayak belirtmiş olalım.)
Yaşananlardan Çıkarılan Yanlış ve
Gerici-Milliyetçi Sonuç
Maalesef Enternasyonalizmin bugün yanlış bulunan yanı, asıl
bu devrimci ve yıkıcı olan yanıdır. Yani enternasyonalizm diye, onun gerici
milliyetçi yanı, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine dayanan yanı
kalmış bulunuyor.
Enternasyonalizmin birinci milliyetçi yanı ve anlamı, ikinci
devrimci ve milliyetçilikle bir arada bulunamayacak yanını gözlerden ve
gönüllerden silmiş bulunuyor.
Elbet bu, somut tarihsel sürecin, sosyalist, işçi ve
demokratik hareketin yaşadığı dünya tarihsel yenilgilerin bir sonucudur da.
Çünkü bu silinişte uluslara ve ulusçuluğa ilişkin bir teori
ve bunun programatik ve stratejik sonuçlarının bulunmaması da en azından somut
tarihsel süreçteki ağır yenilgiler kadar belirleyicidir.
Kısaca belirtmek gerekirse, tam da Bolşevik önder ve
teorisyenlerin korktuklarının başlarına gelmesi, yani Rusya’daki devrimin,
muazzam bir köylü ülkesindeki çok ince ve yoğun bir işçi sınıfına dayanması,
devrimin bir Alman veya Avrupa devriminin desteğinden ve yol göstericiliğinden
uzak kalması ve tecrit olması, sonuç olarak devrimin bayrağına bürünmüş bir
bürokratik karşı devrimle, devrimin kökünün kazınması, Dünya Partisi olan Üçüncü
Enternasyonal’in pratikte, Ekim devriminin Prestiji ve olanaklarına konan Rus
ve Sovyet bürokrasisinin ve milliyetçiliğinin dış politikasının basit bir
aracına dönüştürülmesi gibi bir sürecin sonunda, Enternasyonalizmin ikinci ve
gerçekten devrimci anlamı, fiilen Rus bürokrasisinin ve milliyetçiliğinin aracı
olma sonucuyla yer değiştirmiştir. Ve bu somut süreç sonunda birinci anlam
ikinci anlamı yok etmiştir.
Enternasyonalizm adına, Sovyet bürokrasisinin aracı olmaya
tepki duyan sosyalist ve komünistler de, bunun karşısına otantik anlamla değil,
kendilerinin ve partilerinin bağımsızlığı gibi, milliyetçilerin milliyetçilik
tanımına göre de milliyetçi bir Enternasyonalizm anlayışını (Ulus ölçüsündeki
çıkarı dünya ölçeğindeki genel ve uzun vadeli çıkarların önüne koymak
şeklindeki) ve enternasyonalizmi parçanın bütüne tabi olmasına değil, her
parçanın ancak ortak çıkarlar söz konusu olduğunda birbirini desteklemesi
sonucunu veren ve enternasyonalizmi “uluslararası
dayanışma”ya indirgeyen bir anlayışı yerleştirmişlerdir.
Yani Sovyet adını taşıyan devletin başına geçmiş Rus
bürokrasisinin milliyetçiliğine tepki, yine milliyetçi bir kanala akmıştır ve
buradan da enternasyonalizmin ikinci anlamı kaybolmuş ve birinci anlam
yerleşmiştir. Bu en somut biçimde Enternasyonalizmi “Uluslararası Dayanışma” olarak tanımlamakta görülebilir.
Elbet bunun nedeni, bunların da temeldeki milliyetçiliğidir.
Bu nedenle artık bütün yürüyüş ve mitinglerde “yaşasın enternasyonal dayanışma”, “halkların (ulusların) kardeşliği” gibi
sloganları duyarsınız. Ama “Uluslara
karşı savaş”, “Ulusları yıkalım”
gibi bir parola tasavvurun ötesindedir artık.
Sıfırın Olmadığı Bir Matematik Değil Sıfırlı ve
Eksili Bir Matematik
Halbuki, kısa ve özce söylemek gerekirse, sanılanın aksine,
Enternasyonalizm “uluslararası dayanışma”
değildir.
Eğer biyolojiden bir örnek verirsek, Enternasyonalizm, vahşi hayvanlara
karşı bir araya gelmiş bir sürü gibi bir ilişkiyi, karşılıklı çıkara dayanan
bir ilişkiyi değil, ya da bir zamanlar Sovyet bürokrasisi ve Komünist Partiler
arasındaki ilişkide olduğu gibi, bir Kösemen koyunu (Koçu - SBKP) izleyen bir
koyun sürüsü (Diğer KP’ler) gibi bir ilişkiyi değil, bir canlı organizmadaki
gibi veya Arı, Karınca, Termitlerdeki gibi, organların veya parçaların, hiç
birinin bağımsız olarak var olamayacağı, her birinin bütünün bir parçası gibi
olduğu bir ilişkiyi, bütünün, genelin
çıkarı için gereğinde parçayı ve kısa vadeli çıkarı feda etmeyi göze alan bir
ilişkiyi ifade eder.
Lenin de bunu şöyle formüle eder örneğin:
"Proleterya enternasyonalizmi
şunları gerektirir: 1) Bir ülkedeki proleterya mücadelesinin çıkarlarının, bu
mücadelenin dünya ölçeğindeki çıkarlarına tabi kılınması; 2) Burjuvaziyi
yermekte olan ulusların, uluslararası sermayenin devrilmesi amacıyla ulusal
planda en büyük fedakarlıkları kabul etmeye elverişli ve hazır olması."
(abç)
Matematiksel kavramlara bir benzetmeyle, devrimci ve (birinci milliyetçi
anlamıyla çelişen) ikinci anlamıyla enternasyonalizm, basit bir toplama gibi
değil, eksinin eksiyle çarpımının artı sonuç verdiği cebirsel bir işlem
gibidir.
Ayrıca bu anlamıyla Enternasyonalizm, eksi sayılar sıfırın varlığını da
gerektirdiğinden, bir yan ürün olarak, sıfırın ötesindeki eksiler alemini de
politik analize ve mücadeleye taşır.
“Uluslararası dayanışma”
eksilerin olmadığı bir matematiğe dayanır. Basit bir toplamadan öteye gitmez.
Eksinin eksiyle çarpımının artı sonuç verebilmesi için, sıfır olmalıdır
ki eksiler alemi de olsun.
Sıfır ve öbür taraftaki eksi sayılardan yoksun bir mantık, sadece
enternasyonalizm değil, örneğin ittifaklarda, yanlışlıklara yol açar.
Örneğin ittifaklarda, güçlerin toplanması her zaman daha büyük bir
gücün ortaya çıkmasına değil, daha az bir gücün ortaya çıkmasına da yol
açabilir. Bütün, kendini oluşturan parçaların toplamından daha küçük çıkabilir.
Çünkü bazı güçlerin önünde eksi işareti olabilir.
Troçki’nin 1930’lardaki Birleşik Cephe tartışmaları bağlamında verdiği
bir örneği hatırlarsak, Faşizme karşı “Halk Cephesi” stratejisi, yani İşçi
Sınıfı + Köylülük + Burjuvazi şeklindeki basit matematik toplam formülü, bu
güçlerin toplamandan daha büyük bir gücün ortaya çıkmasına değil, daha küçük
bir gücün ortaya çıkmasına yol açıyordu. Çünkü burjuvazinin önünde eksi işareti
vardı, burjuvaziyi kaybetmemek için köylülerin taleplerini erteleme, bizzat
işçilerin de burjuvazinin politikasına teslim olma sonucu da doğuruyor ve
ortaya parçaların toplamandan daha küçük, hatta önünde eksi bulunan bir gücün
ortaya çıkmasına yol açıyordu.
Ve önünde eksi işareti olan güçler (yani örneğin reformist burjuvazi)
kaybedilmeden veya sosyalistler ve işçi sınıfı onlar tarafından kaybedilmeden,
önünde artı olan güçler (köylülük veya ezilen uluslar veya “Yeni Sosyal
Hareketler” ve bunların radikal kesimleri vs.) sosyalistler veya işçi sınıfı
tarafından kazanılamazdı.
İkinci anlamıyla Enternasyonalizm ile, devrimci bir ittifak politikası
aynı mantıksal ve metodolojik temellerden çıkar.
Anakronik mi Henüz
Zamanı Gelmemiş mi?
Elbette bugün bu konular çok anakronik, çağı geçmiş fosilleşmiş önermeler olarak görülebilir. Ama kanımızca
henüz çağı gelmemiş önermelerdir.
Marksizm biraz erken doğmuş
bir bilimdir. Dünyanın küçük Avrupa kuzey batı köşeciğinde işçi sınıfıyla
birlikte doğmuştu.
Asıl şimdi onun zamanı geliyor denebilir.
(Şimdi ise kendini yenilemiş olarak gelebilir ama geç kalma ve geç gelme tehlikesi var.)
Bu durumda yıkıcı ve devrimci anlamıyla bir enternasyonalistin nasıl
davranması gerekir?
Bu genel enternasyonalizm ilkesi ışığında, bir devrimci, bir Marksist,
bırakalım dünya çapında bir partinin olmasını bir yana, tam bir gerileme ve
çözülüş döneminde, her türlü örgütün ve direnişin dağıldığı bu dönemde,
örgütsüz kalmış tek bir insan olarak bile, sanki bir dünya partisinin bir
militanı gibi, hatta o partinin kendisi gibi görevlerini belirlemelidir.
Ben yıllardır en azından böyle düşünüp davranmaya çalışıyorum.
Her Devrimci ve
Marksist’in Sorması Gereken Doğru Soru
Yani tek kalmış bir Devrimci ve Marksist bile, her verili durumda, görevini veya yakalanacak ana halkayı, “kendi” ülkesinin sorunlarına göre değil,
dünya çapındaki durum ve mücadelelere göre belirlemelidir.
Yani bir Devrimci, bir Marksist, “Dünya
çapındaki gelişmelere göre verili durumda, ben bulunduğum savaş mevziinde veya
siperde, var olan güç ve olanaklarımla, nasıl davranmalıyım ki, dünya çapındaki
mücadelelere azami katkıda bulunabileyim” sorusuna göre cevaplar bulmaya ve
görevlerini, yapacaklarını ona göre belirlemeye çalışır ve çalışmalıdır.
Doğru soru ve tavır budur.
Soruyu doğru sormak, çözümün yarısıdır.
Verilen cevaplar yanlış olabilir.
Soru doğru olunca, bunlar küçük
yanlışlar, taktik yanlışlar olur.
Yanlış Sorular ve
“Doğru” Cevaplar
Ama Türkiye ve dünyadaki kendine devrimci ve sosyalist diyenlerin çok
önemli bir bölümü bu çok eski ve unutulmuş ilkeye göre görevlerini
belirlemiyorlar.
Onlar (örneğin Dev-Yol’cular,
Birikim çevreleri vs. de bunlar çok
karakteristiktir) kendi ülkelerinin ihtiyaçlarına göre yapacaklarını
belirliyorlar.
Ve bunu da ince bir şekilde yapıyorlar. Örneğin “Türkiye Toplumu” diyorlar. Aslında dedikleri Türk Ulusu’dur. Ama
sosyalist ve devrimci oldukları iddiasını sürdürmek için, bunun için de “Türk Ulusu” dememek için, “Türkiye Toplumu” diyorlar. Türkiye diye bir “toplum” mu varmış? Türkiye diye
örneğin bir ülke veya bir Cumhuriyet olabilir ama Toplum olmaz. Toplum
sosyolojik bir kategoridir, bir varoluş biçimini tanımlar, Türkiye ise,
bütünüyle siyasi bir kategoridir. Tamamen farklı kategorileri böyle
çiftleştirmek, mavi iyilik veya yeşil kötülük gibi saçlmalıklardan başka bir
anlama gelmez aslanda. Toplumsal varlığın özel bir biçimi olabilir. Yani
Türkiye denen ulus ilkesine göre
kurulmuş ve Türk ulusunun ülkesinin Türkiye olduğunu söyleyen devletin topraklarında
yaşayan insanlar kastediliyorsa, bunun sonut adı vardır. Ulustur. “Toplum” sözcüğünün ardına gizlenerek
ulusçuluğun en açık biçimini gizlemek için mantıksal saçmalıklar yapıyorlar.
Veya daha “doktriner” olanlar, “Türkiye
İşçi Sınıfı”nın çıkarlarını öne alıyorlar ve “Sınıfçı” kesiliyorlar. Halbuki Marksistler “Türkiye İşçi Sınıfı”nın
çıkarlarını savunmaz. Hatta “Türkiye İşçi Sınıfı” da yoktur analitik bir
kategori olarak. İşçi sınıfı Dünya Tarihsel
ve Dünya Çapında var olabilen bir
sınıftır. Dünya İşçi Sınıfı’nın Türkiyeli İşçiler Zümresi olabilir.
Türkiyeli işçilerin çıkarlarını savunmak, parçayı bütünün önüne geçirmek, sınıf
çıkarını zümre çıkarına feda etmektir ve bunun politik literatürdeki adı
“oportünizm”dir.
Bütün bunlar İşçi Sınıfının kurtuluşunun ne yerel ne de ulusal ölçekte
olamayacağı şeklindeki Birinci Enternasyonal’in kuruluşunun ilk cümlelerinden
birinin mantıki sonuçlarıdır. Bu temel varsayımlar bile çoktan unutulmuş
bulunuyor.
Ve işin kötüsü bu rezalet bir fazilet gibi savunuluyor.
Temel yanlış budur. (Elbette böyle davrananlar kendilerine sosyalist
veya komünist hatta demokrat demeseler
sorun yok. Ama sorun böyle demelerinden çıkıyor.)
Sadece İşçilerin
Değil Tüm Ezilenlerin ve İnsanlığın
Kaldı ki, ayrıca Lenin’in de Ne
Yapmalı’da çok açık olarak belirttiği gibi, İşçiler ya da Marksistler ve
devrimciler, dünya çapında bile olsa, işçilerin kendi sınıf bencilliği içine
hapsolmamalıdır, İşçi Sınıfı nesnel olarak, dünya çapında tüm ezilenlerin, tüm
gayrı memnunların sorunlarını çözmek üzere bir sınıftır, kendi sınıf bencilliği
içine de kapanmamalıdır.
Dolayısıyla böyle tüm ezilenleri kapsayan bir programı olması gerekir.
Dünya İşçilerinin kendi dar sınıf çıkarlarını savunmak bile sendikalizm
olmaktan öteye gidemez.
Bütün dünyadaki, Sosyal Demokrat ve Komünist Partiler ve neredeyse tüm
Sendikalar böyle, sadece ulusal bencillik değil aynı zamanda sınıf bencilliği
içindeki örgütlerdir.
Onun için olaylara “Türkiye
Toplumu”açısından bakanlar veya sorunları “Türkiye Toplumu” olanlar veya Türkiye
“İşçi Sınıfının” çıkarını sorun
edenler, görevlerini buna göre belirleyenler, temelde yanlıştırlar, ilkesel
olarak yanlıştırlar. Onların yanlışları büyük yanlışlardır. Teorik,
programatik, stratejik ve örgütsel olarak temelden yanlıştırlar.
Dünya Ölçüsünde
Görev ve Teorik Sorunlar
Örneğin bu satırların yazarının “Marksizmin
Yeniden İnşası” gibi teorik çabaları, zaten tam da dünya çapındaki
Marksizmin ve ezilenlerin mücadelelerinin sorunlarından çıkmıştır ve o
mücadeleye azami bir katkı sunmayı amaçlamaktadır.
Çünkü bugün dünya çapında bir programımız yok artık.
Eski programlar ve kavramlar yetmiyor.
Teorimizde, kavramsal araçlarımızda, bir yerlerde geliştirilmesi veya
yeniden tanımlanması gereken bir şeyler var.
Hamlet’in dediği gibi, “Danimarka krallığında kokuşmuş bir şeyler var”.
Temel araştırmalara yönelip, en genel ve temel kavramları gözden
geçirmek gerekiyor.
Bu, bir binayı yıkıp yeni bir bina kurmak gibi değil, bir tepeye
tırmanmak gibi ele alınmalıdır.
Newton’un dediği gibi “omuzlarında
oturduğumuz devler”den daha uzaklara bakabiliriz ve bakabilmeliyiz.
Marksizmin Bunalımı
ve Fizikteki Bunalım
Bugün Marksizmin içinde bulunduğu bunalımına en uygun örneği, yirminci
yüzyılın başındaki Fiziğin yaşadığı bunalım sunar.
(Gerçi Fizik bugün de bir bunalımda, Evrenin yüzde doksan beşi
hakkında, onu oluşturan “karanlık madde” ve “karanlık enerji” hakkında en küçük
bir fikrimiz yok. Keza küçükler alemini son derece dakik olarak açıklayan ve
virgülden sonra bilmem kaç basamak doğrulukla öngörüler yapabilen Kuantum
Fiziği ile büyük yapıları açıklayan Genel görecelik tutarlı ve aynı kavram
sisteminde birleşmiş değildir. Ama buradaki örneğimizde o kadar derinlere
dalmayalım.)
Marksizm, 20. Yüzyılın başında fiziğin bulunduğu bunalım şu iki gözlem
ve deneyi açıklayamamaktan kaynaklanıyordu: Işık
hızının sabitliği ve aşılamazlığı
ve ışığın aynı zamanda hem dalga hem de
parçacık özelliği göstermesi.
Bu bunalım, en azından şimdilik,
Görecelik ve Quantum kuramlarıyla
aşılmıştır.
Bu teorik aşmanın pratikteki sonuçlarını bugün yaşıyoruz. Örneğin,
bugün Elektriğin yerini Elektroniğin alması, bu teorik çözümün,
uygulamadaki, pratikteki sonucudur.
O, bizler için kavranılmaz gibi görünen fiziğin en temel kavramlarına
yönelik yeni tanımlamalar ve tartışmalar olmasaydı, bugün hala yirminci yüzyıl
başında, Faraday ve Maxwell’lerin ya da pratik uygulamalarıyla, Edison ve
Tesla’ların dünyasında olurduk.
Halbuki, bugün dünya sanayi üretiminin üçte biri bu teorik çözümlerin
teknikteki uygulamalarıdır. Cep telefonlarından, Plazma TV’lere, İnternetten,
MR cihazlarına ve olmadan bugün artık dünya ticaretinin mümkün olamayacağı,
yeri dakik olarak belirleyebilmesi Genel Görecelik Teorisine dayanan GPS
cihazlarına kadar.
Teorik Çözümün
Pratik Sonuçları ve Sovyetler ve Çin Zıtlıkları
Duvar ve Doğu Avrupa bir bakıma, Sovyet bürokrasisinin egemenliği bu teknolojik
devrime ayak uydurmayı engellediği için çöktü denebilir.
Duvar çöktüğünde Doğu Avrupa’ya ve Rusya’ya gidenler, sanki elliler
veya atmışlarda donmuş kalmış bir ülkeyi ziyaret ettikleri duygusuna
kapılıyorlardı.
Tersine Çin bürokrasisi de bu gidişe ayak uydurup, giden trene atlayıp,
dünyanın ucuz işgücü sunan atölyesi olabildiği için bu devrimi yakalayıp çağ
atlamanın eşiğine geldi.
Ve bu teorik devrim, iki savaş arasında Avrupa’da başlamış olsa da
Avrupa’dan kaçanların da etkisiyle, ikinci savaştan sonra Amerika’da
gerçekleşti. Teknik uygulamasında da ABD hala bu devrimin sürdüğü yer olmaya
devam ediyor. Nobel ödülü alanların hangi ülkelerin vatandaşı olduklarına
bakmak bile bir fikir verir.
İşte biz Toplum Bilimde (Sosyolojide) veya Marksizm’de, fiziğin
yirminci yüzyıl başında bulunduğuna benzer bir durumda bulunduğu tespitinden hareketle,
dünya çapındaki mücadeleye azami katkıda
bulunabilmek için teorinin temel sorunlarına yöneldik. İleri gitmek için
gerilemek, en temel sorunlara ve kavramlara kadar gerilemek zorundaydık ve
zorundayız.
Ancak böyle bir “geri” gidişten alınan hızla ileri gidilebilir. Tüm
çalışmalarımıza bu tespit yol göstermektedir.
Elbet biz bunu yapabilecek veya bu alanda bir şeyler yapabilecek
kapasitede olmayabiliriz veya verdiğimiz cevaplar yanlış veya eksik olabilir.
Ama kanımızca sorduğumuz soru ve buna bağlı görev tanımı kategorik
olarak doğrudur.
Dolayısıyla yanlışlar hep taktik veya küçük yanlışlar olarak kalır.
Soruyu doğru sormak her zaman çözümün yarısıdır.
“Kendi olanak ve koşullarım içinde, dünya çapındaki mücadeleye azami
katkıyı nerede ve nasıl verebilirim?” sorusuna cevaptır yapmaya
çalıştıklarımız.
Bu kısa hatırlatma ışığında somut bir fikir verebilmek için, kısaca
Ukrayna ve Filistin konusuna da değinelim.
Bugünün En Acil
Görevi
Bugün dünyadaki en acil sorun,
insanlığın yok oluşunu engellemektir.
Bu yok oluş, bir çevre felaketi veya bir dünya savaşı biçiminde
olabilir.
Ne var ki, darmadağınığız, programsızız, demoralizeyiz ve bir dünya
savaşını engelleyecek gücümüz yok.
Toparlanmak için belki de birkaç kuşaklık bir zamana gerek var.
“Gelenek üçüncü kuşakta oluşur”
derler. Bugün dünyada ilk kez şehirlerin nüfusu köyde yaşayanları aştı, milyarlarca
köylü işçileşti. Keza batıda milyonlarca iyi eğitimli insan da ücretli işçi haline
geldi.
Ama henüz birinci kuşakta bu muazzam kıta kaymasını yaşayanların
üzerinden, en az iki kuşak daha geçmeli. Bir kuşak bir çeyrek yüzyıl sayılırsa,
2075’lere doğru bakmak gerekir
Bu muazzam kıta kaymasının etkileri elbette bir şekilde ortaya
çıkacaktır. Buna ek olarak İnternet, Ağlar, Yapay Zekalar vs. gibi muazzam alt
üstlükler var. Bunların da bir hazmı gerekiyor.
Bu gibi nedenlerle birkaç kuşak geçmesi gerekebilir diye düşünüyoruz.
Bir teorik yenilenmeye dayanan bir güç ve program, ancak bundan sonra somut
bir alternatif olarak ortaya çıkabilir diye düşünüyoruz.
Bu nedenle “zaman kazanmak” gerekiyor diyoruz. İnsanlığın yaşaması
gerekiyor ki, o ölümcül dar boğazı aşabilsin diye düşünüyoruz.
Bu durumda bizim yapabileceğimiz ne olabilir?
Küçük gücümüzü, kimsenin, ama bugün özellikle de ABD ve Müttefiklerinin
böyle bir savaşı başlatacak güçte olduğuna inanmamasını sağlamak için daima
daha zayıf olanın yanında durmak. Yani ABD ve Müttefiklerinin tanımlamasıyla,
Çin ve Rus bürokrasilerinin yıkılmasını, tecrit edilmesini engellemek ve
bunların Avrupa ve ABD karşısında bir denge oluşturmalarını sağlamak veya bu
dengenin sürmesine katkıda bulunmak. Hatta batı ittifakının mümkünse kendi içinde
bölünmesini sağlamak, tek bir iradeyle davranmasını da engellemek.
Bunlar kendi refah ve üstünlüklerini sürdürmek için her şeyi yapmaya
eğilimlidirler.
Sadece İkinci Dünya Savaşı öncesinde Hitler’i nasıl okşayarak
kabarttıkları bile bir fikir verir.
Sovyetlerin çöküşü sonrasında Yugoslavya, Irak, Afganistan, Filistin,
Somali, Suriye, Libya’da yaptıkları bile karşılarında denge oluşturacak bir güç
olmadığında neler yapabilecekleri hakkında bir fikir vermeye fazlasıyla yeter.
Taraflardan birinin, diğerini yok edebileceğine inanacağı bir güç farkı
ortaya çıktığında, özellikle ABD ve müttefikleri, gözlerini kırpmadan atom silahlarına
baş vurabilirler.
Bunun delillerini her gün görüyoruz. Gözler önünde Gazze’de bir
soykırım yapılırken izledikleri tavırlara bakmak yeter.
İnsanlığın yaşaması için ise, başta ABD ve Avrupa olmak üzere batılı
devletlerin dünyanın neredeyse tek gücü olmalarını engellemek şarttır.
Çünkü onlar güçlendikçe azarlar, bitleri kanlanır, cüretleri artar.
Onların azmasına imkan verilmemelidir.
Duvar’ın çöküşünden sonra, Çin’in ve Rusya’nın bir karşı denge
oluşturamadığı koşullarda, ABD’nin ve Müttefiklerinin, Irak, Afganistan,
Suriye, Libya, Somali’de yaptıkları, Avrupa’da Yugoslavya’da yaptıkları, bu
azgınlaşmanın, bu köpeksiz köyde değneksiz gezmenin nasıl sonuçlar verdiğini ve
işlerin nerelere gidebileceğini gösterdi ve gösteriyor.
O halde politik olarak soru şudur:
“Bizim gücümüz sıfıra yakınken, bunu
nasıl sağlayabiliriz? Onların hareket alanını nasıl sınırlayabiliriz, köpeksiz
köyde değneksiz gezmelerini ve azmalarını nasıl engelleyebiliriz? Bunun bir
olanağı var mıdır?”
İşte bugünkü strateji tartışması bu soru üzerinden gitmek zorundadır.
Bizim 2005’ten beri savunduğumuz, (Bakınız: “Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu”) programın, acil hedefin,
şimdi sosyalizm değil, uluslar ve ulusal devletlere karşı, onları yıkma olması
gerektiği şeklindeki, ulusların içinde sosyalizm için mücadele edilecek
tarafsız entiteler değil, kendilerine karşı mücadele edilmesi gereken karşı
devrimci yapılar olduğu şeklindeki görev tanımı, hem insanlığın yaşamasını hem
de sosyalizme geçişi sağlar. Bir yan ürün olarak çevre felaketini de
engellemeyi mümkün kılar. Çünkü ulusların ve ulusal devletlerin egemen olduğu
bir dünyada bir dünya savaşını ve/veya çevre felaketini engelleme bir sahte
hayalden başka bir şey değildir.
İnsanlık o zaman hangi yollarla, nasıl zamana yayarak ve/veya acil
tedbirlerle, bir çevre felaketini engelleyebileceğine kendisi karar verebilir.
Bir çevre felaketi de, bir dünya savaşı da uluslara karşı bir zafer
sonucunda, yani ulusal olanla politik olanın ilişkisinin koparılması, yani her
hangi bir ulustan olmanın, tıpkı bir “dinden” veya “inançtan” veya bir spor
kulübü taraftarı olmaktan farklı olmadığı, yani politik anlamıyla uluslara ve
dolayısıyla da ulusal devletlere son verildiği koşullarda engellenebilir.
Ulus ve Ulusçuluğun
Teorisi ile İnsanlığın Var Olabilmesi İlişkisi
İşte tam bu nedenle, İnsanlığın var olabilmesi için, ulusların ve
ulusçuluğun ne olduğunun tanımlanması hayati önemdedir. Çünkü ulusların ve ulusçuluğun ne olduğu
bilmemenin kendisi ulusların ve ulusçuluğun varlığı ile sonuçlanmaktadır. Ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun
tanımlanması hem bir program sunar hem de ulusların ve ulusçuluğun var oluş koşulunu
ortadan kaldırır.
İşte bu noktada tekrar yazının başında ele almaya çalıştığımız ve ara
verip enternasyonalizm sorununa atladığımız, epistemoloji ve ontoloji ilişkisine, yani bir şeyi bilmenin veya
bilmemenin, toplumsal bir olguyu var veya yok edebileceği sorununa geliyoruz.
Elbette burada “bu nasıl bir
mantık, bir şeyin ne olduğunu bilmemek nasıl onu var edebilir? Bilgi ile
nesnesi arasında nasıl böyle bir ilişki kurulabilir?” denebilir.
Ama böyle bir itiraz toplumsal varlığın ne olduğunu bilmemekle
ilgilidir. Toplumsal varlığı fiziksel veya biyolojik bir varlık gibi anlamakla
ilgilidir. Bu temel farkı şöyle açıklayabiliriz.
Bir yıldızı, bir galaksiyi, bir gezegeni vs. veya bir parçacığı veya
bir canlı türünü bilmememiz veya bilmemiz onu fiziksel veya biyolojik bir
varlık olarak var veya yok etmez.
Ama Toplum ve Toplum hakkındaki Bilgi ile (yani Marksizm veya
Toplumbilim ile) onun nesnesi olan Toplum arasında çok farklı bir ilişki
vardır.
Çünkü toplumun biliminin, yani Marksizmin, (örneğimizde bir Ulus
teorisi, Ulusun ve ulusçuluğun ne olduğu bilgisi) kendisi de Toplumsal bir
olgudur. Bu nedenle toplum biliminde bir şeyin bilinmesi veya bilinmemesi de
toplumsal olarak o şeyi var veya yok edebilir.
Cansız ve canlılar aleminde varlıklar, bizim onlar hakkındaki
bilgimizden bağımsız olarak vardırlar. Ama toplumsal bir olguyu bilmek veya
bilmemek (burada onun açıklamasını kast ediyoruz bilme derken, varlığını bilip
bilmemeyi değil) o şeyi var veya yok edebilir.
Fizik biliminin kendisi fiziksel bir olgu değildir, biyoloji bilimi
biyolojik bir olgu değildir. Ama bu bilimler
de birer sosyolojik olgudurlar.
İşte tam da bu nedenle, bu alandaki bilgilerin kendisi bile toplumsal
ilişkilerde ortaya çıkardıkları değişikliklerle belli olguların varlığını ve
yokluğunu belirlerler.
Bir zamanlar yıldırımlar yağdıran Zeuslar, Apollonlar, bağırtıları gök gürültülerini
oluşturan Hazreti Davutlar vardı.
Bunlar elbette fiziksel ve biyolojik olarak yoktular, ama sosyolojik
olarak vardılar ve insanların davranışlarını belirliyorlardı. Dolayısıyla
bunlar sosyolojik olgulardı, sosyolojik varlıklardı.
Ama bugün artık bunlar var olamıyorlar örneğin. Çünkü artık
elektronları, elektromanyetik dalgaları biliyoruz örneğin.
Marks’ın benzetmesini kullanırsak, nasıl paratonerin olduğu bir
dünyada, (yani elektronların ve elektro manyetik dalgaların bir teorisinin ve
pratik uygulamalarının olduğu bir dünyada) Apollon veya Zeus artık var
olamazsa, Gök gürültüsü, Hazreti Davut’un haykırışı olarak tanımlanamazsa,
ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun bilindiği bir dünyada da benzer şekilde
ulusçuluk var olamaz.
İşte tam bu nedenle bizim teorik çabalarımız, özellikle Ulus ve Ulusçuluktan
başlamamız, dünya ölçüsündeki en acil görevden çıkmaktadır.
Ulusları ve Ulusçuluğu açıklayan bir teori insanlığın var olabilmesi
için olmazsa olmaz koşuldur. Ulusçuluğu ve ulusları bir zamanların Zeus veya
Apollonları gibi yok etmek gerekiyor.
Onun için de daha derinlerdeki kavramları da (Din, Üstyapı, Toplum,
Varlık, Devrim vs.) yeniden tanımlamak gerekmektedir. Bunun için de yine daha
çok zaman gerekiyor.
Yani bir teorik görevin kendisi de ayrıca zaman kazanmak gerektiği
sonucunu ortaya çıkarıyor.
Ama burada şu soru ortaya çıkıyor: bu durumda bir yandan teorik olarak
sorunu çözmeye çalışırken, pratik, taktik olarak ne yapabiliriz
Buna da verilecek bir cevabımız olması gerekir.
Altta Güreşmek
Bugünün dünyasında ABD ve müttefiklerinin gücünü az da olsa dengeleyen,
köpeksiz köyde değneksiz gezmelerini engelleyen güçler her şeyden önce Rusya ve
Çin’dir.
Onların gücünü dengeleyecek güçlerin tek parti yönetimleri olması vs.
değildir önemli olan. Önemli olan, onların diğerlerinin gücünü ve
saldırganlığını sınırlayabilecek bir kapasitede olmasıdır, güçlerinin nesnel
olarak bir işe yaramasıdır, böyle bir işlev görebilmesidir.
Bunun ne kadar önemli olduğunu bize en iyi işçi hareketi ve ezilenlerin
mücadeleleri gösterir.
İşçiler pratik insanlardır. Ezilenler altta güreşirler ve binlerce
yıldır altta güreşmenin kendilerine kazandırdığı sezgilerle hareket ederler.
Bunun sonuçları pratikte şöyle görülür örneğin. İşçiler sendikalarının
ve sendika bürokratlarının neredeyse hepsinin satılık olduğunu, devletler ve
işverenlerle açık veya gizli iş birlikleri içinde olduklarını bilirler ama yine
de o sendikalara üye olurlar ve sahip çıkarlar. Çünkü işverenlere karşı, elinde
bir sopa olması hiçbir şey olmamasından veya köpeklerin saldırısına karşı,
küçük ve keskin radikal grupların örgütlenmeleri gibi, bir işe yaramayacak bir
çakı bıçağı olmasından iyidir.
Sopanın neden yapıldığı önemli değildir. Yeterince uzun ve sertse,
saldırganları durdurmaya yetiyorsa iş görüyor demektir.
İşte Rusya ve Çin pek ala böyle bir işlev görebilirler ve
görmektedirler.
Elbette bugün batılı emperyalistleri dengeleyen bu güçlerin pek te
batılı “demokrasiler” gibi demokrasi görünümü sağlayacak araçlardan ve
imkanlardan yoksun olması, bu mücadelede onları ve dolayısıyla bizleri zor
duruma düşürür ve zayıflatır da. Çünkü geniş çoğunluklar, batılı devletlerin
propaganda ve gösterişine atlamaya hazır sazanlar gibidir.
Bu nedenle onları ideolojik olarak savunma gibi bir durumumuz olamaz ve
olmamalıdır. Onları desteklemek onlara güzelleme yapmaya yol açmamalı.
Nedenlerimizi şimdi burada olduğu gibi açıkça ortaya koymalıyız: ABD ve Diğer
batılı devletler it sürüsünü sindirmek için işe yarar bir sopa.
Bu bakımdan, bir bakıma Sovyetlerin çöküşü öncesinden daha şanslı ve
iyi bir durumdayız.
O zamanlar Sovyet bürokrasisinin dış politikasının birer aracı
durumundaydı demokrasi, sosyalizm, eşitlik isteyenler ve onun günahlarına ortak
oluyordu.
Bugün gerekçemizi onların varlığı ve bir güç olarak işe yararlığında
buluyoruz.
Bu bizleri herhangi bir ideolojik angajmandan koruyor. Bayrağımız temiz
kalabilir. Eğer onlar Batılı Emperyalistler karşısında çökerse onlarla birlikte
çökmeyebiliriz ve bir alternatif olarak ortaya çıkabiliriz.
Ama bu durum da onları da eski yedeklerinden, dış politikasının
araçları olarak kullandığı diğer ülkelerin içindeki işçi, sosyalist ve demokrat
hareketlerin ve örgütlerin desteğinden yoksun bırakmaktadır. Onları dış
politikalarının bir aracı olarak kullanma olanakları yoktur. Aslında bu da pek
bir kayıp sayılmaz güç ilişkilerinde.
Batı Karşısında Çin
ve Rusya’ya Destek, Çin ve Rusya İçinde Demokrasi Mücadelesi
Ama bu durum, o ülkelerde gerçek bir demokrasi için mücadele etmek
gereğini ortadan da kaldırmaz. Bu görevler birbiriyle çelişmez. Aksine
destekler. O ülkelerde, emperyalistlerle paralel bir duruma düşmeyen bir
demokrasi mücadelesinin varlığı hayati önemdedir.
Elbette batılı emperyalistler bu mücadeleyi kendi uzantıları gibi
göstermeye çalışarak ve bu bürokratik diktatörlüklere de bu mücadeleleri batılı
emperyalistlerin bir ajanı ve uzantısıymış gibi gösterme olanağı sunarak bunu
iki kanaldan yok etmeye çalışacaklardır.
Ama burada program önemlidir. Hem batılı emperyalistlerin
kullanamayacağı hem de bu ülkelerdeki bürokratik egemenliklerin batının
ajanları diye kullanamayacağı bir program önemlidir.
İşte böyle bir tutum için de ulusların ve ulusçuluğun ne olduğu
önemlidir
Uluslara ve ulusçuluğa karşı sağlam bir program böyle bir kullanışı
ortadan kaldıracağı gibi, çatışan iki gücün de bize karşı cephe almasını sağlar
ve o zaman bugünkü bölünmelerle bölünerek esas büyük bir hegemonya kurabiliriz.
Bu program tek tek ülkelerde, ulusun bir dille, dinle, kültürle vs. tanımlanmasına
karşı ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlayan demokratik bir ulusçuluk
programı, dünya çapında da ulusları ve ulusal sınırları yıkma programıdır.
Bizzat böyle bir program batılıların tüylerini diken diken edecektir.
Bunun için daha ince onları köşeye sıkıştıracak taktikler de izlenebilir.
Örneğin ABD’nin aldığı kararlar tüm dünyayı etkiliyor dilerek ABD
seçimlerinde tüm dünyadaki insanların oy kullanması gibi veya örneğin bütün
geri ve yoksul ülkelerde, Avrupa Birliği’ne ve ABD’ye katılma onun eşit
vatandaşı olma için mücadele gibi.
Yani bugün hudutları aşarak ezilenlerin bireysel olarak yaptığını veya
yapmaya çalıştığını, yani ayaklarıyla oy verdiği programı, ülkeler olarak
savunmak ve ABD’ye katılma kararları almak. Bütün yoksul ülkelerde sosyalist
partilerin, ülkenin ABD’ye veya batılı ülkelere katılma kararları aldığını
varsayın. Böyle büyük bir hareketin başladığını varsayın. Bu demokrasi
kahramanı geçinenlerin bütün ikiyüzlülükleri ve ırkçılıkları açığa çıkar.
Kimseyi kendi zafer arabalarına bağlayamazlar
Aslında örnekte öneriler, bir tarihsel deneye dayanmaktadır. Doğu
Almanlar tam da bunu yapmışlardı. Aynı şeyi Arnavutlar oğul veren arılar gibi
yapmaya kalkınca, püskürtülmüşlerdi.
Ulusların ulusçular var olduğu için var olduğu önermesi, hem pratikte
doğrulanmış hem de şu batı demokrasilerinin ne kadar ırkçı ulusçu oldukları,
bugün aslında bir apartheit rejiminin dünyada egemen olduğu gösterilmiş olur.
Batı emperyalistler böyle bir olasılıktan o bürokratik
diktatörlüklerden daha fazla korkar. Çünkü o zaman saldırgan ve yayılmacı
karakterilerini demokrasi savunusu ardına gizlemesi olanaksız olacaktır.
Batılılar ancak kendileriyle zımni ve açık işbirliği içirndeki,
programları kendileri için bir tehlike oluşturmayacak güçleri desteklerler.
Ama şu gerçeği de bugün için açıkça koymak gerekiyor. Çin ve Rusya’daki
muhaliflerin ezici bir çoğunluğu, batılı emperyalistlere karşı şerbetli ve
düşman değildir ve onların desteğini aramaktadır ve onların fiili bir uzantısı
olma durumundadır.
Bu demokrasi özlemlerinin bu durumda düşmesinin nedeni, biz Marksist ve
sosyalistlerin yukarıda değindiğim gibi bir programı olmamasıdır.
Ayrıca tüm ülkelerde tüm devlet, şirket, banka vs. sırlarının açık
olması, hiçbir kurumun hiçbir şeyinin gizli olmaması gibi geçişsel talepler da
benzer etkiler yapar.
Bugün hiçbir ülkede böyle bir programı olan bir muhalefet yok. Bu
yokluk bütün çıkmazı ortaya çıkarmaktadır.
Ancak radikal bir demokrasi programı, uluslara karşı mücadele görevini
de öne koymuş bir programı olan bir muhalefet kendi diktatörleri kadar
batılıların da şeref verici düşmanlığını üzerine çekebilir.
Ne var ki, bugünkü liberaller, ve onların kavramları ve programıyla
yürüyen “Yeni Sosyal Hareketler” ABD ve müttefiklerinin “İnsan Hakları” ve
“Demokrasi” zokalarını yutmuş sazanlardır.
“Demokrasi” ve
“İnsan Hakları” Bayrağı
ABD ve batılı ülkelerin demokrasi ve insan hakları diye bir derdi
yoktur, sadece kendi çıkarları vardır. Onların politikalarının bir aracıdır
böyle bir söylem. İşin kötüsü, duvarın yıkılışı sonrası demokrat ve
sosyalistlerin önemli bir bölümü bu söylemi ciddiye almakta, gönüllü olarak
onlara hizmet de etmektedirler. Yani bürokrasilere karşı Batılıların desteğine
güvenmektedirler.
Aslında yirminci yüzyılda Sovyetler ve Sosyalist ve Demokrat güçlerin
ilişkinin bir benzeri bugün ABD ve Müttefikleriyle bu güçler arasındaki
ilişkide ortaya çıkmaktadır.
ABD ve Diğer batılı “demokrasiler” bir zamanlar Sovyetler ve Çin’in
diğer ülkelerdeki işçi ve komünist hareketi kendi dış politikasının ve
diplomasisinin araçları olarak kullanması gibi, şimdi demokrasi kendilerine
karşı şerbetli olmayan demokrasi özlemlerini, yeni sosyal hareketleri,
liberalleri vs., kendi dış politikasının araçları olarak kullanmaktadır.
Bir zamanlar bu kullanış nasıl Komünistleri ve işçileri zor duruma
düşürüyor ve onları Rus bürokrasisinin uzantıları haline getiriyorduysa, şimdi
de Demokrasi ve Eşitlik özlemlerindekiler, Batılı Ülkelerin uzantıları
oluyorlar.
Bu açmaz karşısında, hem batının bir uzantısı olmamak hem de Bürokratik
diktatörlüklere karşı demokrasiyi savunmak, teorik ve programatik olarak
ikisine de karşı olmak hayati önemdedir.
Ancak böyle bir bağımsız bir program ve strateji ile taktik olarak
batılılara karşı diğer bürokratik diktatörlükler taktik olarak desteklenebilir
ve desteklenmelidir.
Bu nedenle bağımsız bir program ve onun teorik temeli, diğer yandan
batılılara karşı taktik olarak dengeleyici güçlerin desteklenmesi birbirinden
ayrılmaz.
Açmaz ve
“Populizm”in Yükselişi
Elbette buradaki gibi bir yaklaşımın varlığı ve olanağı geniş ezilen
yığınlarca bilinmediği için, demokratik özlemler duyanlar, batılı
emperyalistler hakkında “demokratik” illüzyonlarla kör olmuşlardır. Bu nedenle
aslında gerçekten onların da bir uzantısı olarak hareket etmektedirler çoğu
durumda.
Bu illüzyonlara kapılmalarında elbette geniş ezilen kesimlere
uzaklıkları ve onlara güvensizlikleri ve onlardan korkuları önemlidir. Bu
kesimler genellikle nispeten hali vakti yerinde ücretli kesimler, “orta
sınıflar” ve burjuvalardır.
Nedeni ne olursa olsun bu da açmazı iyice kangrene çevirmekte, batılı
ülkelerdeki alt sınıfların memnuniyetsizliği “kendi” ulus, devlet ve
sermayelerine değil, ya kendilerinin de altındakilere, (örneğin göçmenlere) ya
da “elitlere” yönelmektedir.
Yükselen “Populizm”in açıklaması ezilenlerin bu açmazlarındadır.
Bugünün dünyasında, sorunlara böyle bakmayıp ta, sorunu ABD ve
müttefiklerinin koyduğu gibi, demokrasi ve diktatörlükler arasındaki bir
mücadele (“İşgalci Rusya” ile “ülkesinin özgürlüğü için savaşan Ukrayna halkı”,
“İslamcı Terörist Hamas” ile “Ortadoğu’daki tek demokrasi İsrael” arasındaki
bir savaş) gibi görmek ve öyle tavırlar almak, otomatik olarak emperyalizm ile
aynı safta yer almaya, onların yedeği olmaya yol açar.
Açmaza Karşı Somut
Bir Örnek
İşte gerek Ukrayna gerek Filistin aracılığıyla bir üçüncü çizginin
mümkün ve gerekli olduğunu da göstermeye çalıştık.
Örneğin Rusya’nın Ukrayna’nın NATO’ya alınmasını engellemek üzere
Ukrayna topraklarına girişi vesilesiyle, bir devrimci için olayların gidişine
dünya çapındaki mücadeleler açısından bakmanın, stratejik ana halkayı ve vuruş yönünü doğru yakalamanın örneğini
sunarak, Ukrayna sorununun bir Dünya
Sorunu olduğunu göstererek, buna göre tavır almak gerektiğini belirttik.
Yazımızın başlığı bile bu vurguyu içeriyordu: “Ukrayna’da Savaş - Ukrayna Meselesi mi Dünya
Meselesi mi?” (bu başlıkla Kıvılcımlı’nın “Çek Meselesi mi Dünya Meselesi mi?” başlıklı yazısını da
hatırlatmış oluyorduk.)
Ancak en radikal ya da demokrat görünenler bile olaya Ukrayna’ya ,
dünya çapındaki mücadelenin bir alanı olarak değil, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal
girişiminden hareketle, bir Ukrayna ve Rusya sorunu olarak ele almaktan, sorunu
“ulusların kendi kaderini tayin hakkı”
çerçevesinde tanımlayıp ona göre tavır almaktan öteye gidemediler.
Kaldı ki, çıkarsamaları daha da kötüydü. Dünya çapındaki bir savaşın alanı olarak Ukrayna’yı ele
almak istemeseler bile, en azından Ukrayna’daki Rus veya Ortodokslara
yapılanları, faşistlerin yığılmasını, NATO üyeliğini vs. göz önüne alarak, iki gerici ülke arasındaki
bir savaş olarak görseler bile, bu durumda bir devrimcinin, bir
enternasyonalistin, bir Marksistin görevinin, iki tarafın haksız olduğu bir
savaşta, yenilgici bir tavırda olması gerektiği, dolayısıyla “önce kendi bulunduğun tarafın, yani Batı
İttifakı ve NATO’nun yenilgisi için uğraşacaksın” önermesine varmaktan yani
mantık sonuçlarına götürmekten ve açık bir tavır almaktan korktular ve
bürokratik, tavşan boku gibi kokmaz bulaşmaz formüllerini “diyalektik” veya
“altın orta” gibi pazarlamaya çalıştılar. (Örneğin SYKP başkanı, Tuncay Yılmaz bizimle
çıktığı bir Youtube programında böyle bir tavır sürdürdü. Bizim geleneğimizle
bağlantılı bir kişinin bu bürokratik eyyamcılığı kanımızı beynimize
sıçratmıştı.)
Hasılı, neredeyse herkes, gönüllü sazanlar olarak, emperyalist batının
propaganda oltalarına atladı.
Rusya ikinci bir Mühih’i engellemek zorundaydı. Bugün gereken adımı
atmazsa yarın çok daha kötü koşullarda çok daha acı sonuçlar verecek şekilde
davranmak zorunda kalacaktı. Elbette bu zor duruma düşme, Rusya’daki bürokrasi
ve oligarkların keyfilik ve vurgun düzeniyle de ilgilidir, ama şu an bir seçme
durumumuz yoktur.
Tıpkı ikinci Dünya Savaşı öncesinde Stalinist bürokrasinin
yaptıklarının bizzat onu zor ve güçsüz duruma düşürmesi gibidir durum. Kendini
politik olarak daha zor ve güçsüz duruma düşürecek askeri tedbirler alması gibidir
durum.
Tıpkı şimdi Rusya’nın NATO ve Batılı müttefiklere “Doğu’ya genişlememe sözü vermiştiniz, Ukrayna tarafsız kalmalıdır,
Ukrayna’yı NATO’ya almayınız” önerilerine kulaklarını kapamaları, Rusya’yı
oyalamak için görüşmeleri sürdürmeleri gibi, o zaman da Sovyetlerin Hitler’e
karşı ittifak ve Çekosyovakya’yı Hitler’e vermeme önerilerine İngiliz
başbakanının şemsiyesi kadar bile ilgi göstermiyorlardı. O zaman da Sovyetler,
“Madem öyle işte böyle” deyip zaman
kazanmak için, azdırdıkları köpeği onların üzerine sürmenin yollarını aradı ve
Hitler’le saldırmazlık paktı imzalayıp, Polonya ve Finlandiya’yı işgal etmek
zorunda kaldı.
Elbet bugünkü Rus bürokrasisi bu tarihsel derslerin birikimiyle hareket
etmektedir. O zamanlar Stalinist bürokrasi askeri olarak zaman ve alan
kazanmasa, Leningrad’ın dibindeki Finlandiya’yı almasa, Hitler’in ilk saldırısı
Urallar’a ya da Kazakistan’a kadar ulaşabilir ve Sovyetler yok olabilir ve
bugün çok başka ve korkunç bir dünyada yaşıyor olabilirdik. Rusya’yı yaşam
alanı olarak feth etmiş bir Hitler, derhal diğer batılı emperyalistlerle
ilişkileri düzeltmenin yolların arardı. Onlar da buna dünden razıydılar.
Sovyetler bir karşı devrimci bürokrasinin diktatörlüğü olsa da,
Hitler’in yenilgisi, hem batı işçi sınıfına tarihinde görmediği, Keynezyan
ekonomi ve “Sosyal Devlet”in olanaklarını, hem de dünün sömürgelerine
bağımsızlarını kazanma ve hatta bağlantısızlar gibi bir blok oluşturma imkanı
bile sundu.
Aradan geçen seksen yılın erezyonuna rağmen hala bu zaferin nesnel
sonuçları biraz soluk alacak imkanlar sunuyor.
Yani aslında bugünkü “Batı Demokrasisi” bile varlığını Sovyet
bürokrasisinin, Stalin diktatörlüğünün Hitler karşısındaki zaferine borçludur
bir bakıma. Batının işçileri bugünkü demokratik ve sosyal haklarını ve doğu ve
güneyin sömürgeleri, az çok bağımsızlıklarını, büyük ölçüde bir bürokratik
diktatörlüğün faşistlere karşı kazandığı zafere borçludurlar.
Stalin’in ve Stalinizmin hala bir sevgi görmesinin ardında bu nesnel
sonuçlar bulunmaktadır.
Tarih bizlerin tercih edeceği yoldan değil, akıl almaz labirentlerin
yolundan gider, kulağını ters eliyle arkadan, (sol kulağını örneğin sağ eliyle
kafasının arkasından uzatarak) tutar.
*
Ukrayna’da, bugün durum nispeten açıklığa kavuşmuş görünüyor.
Rusya’nın Ukrayna’nın belli kesimlerini işgali, bizim tahminimizden
bile daha başarılı oldu. Biz Batılı Emperyalistlerin uzun bir yıpratma
savaşıyla Rusya’yı tüketmesinden çekiniyorduk. Bu Rusya’nın çöküşü ve devasa
bir Yugoslavya’nın ortaya çıkmasına yol açar, ABD ve müttefiklerinin
saldırganlığına güç verir ve iştahını kabartırdı. Sıraya Çin girerdi ve bu
zaferden aldıkları güç ve şımarıklıkla, tıpkı Çekoslovakya’yı yutmuş Hitler
gibi, biti kanlanan batılıların Çin’e karşı bir dünya savaşı başlatma olasılığı
güçlenirdi.
Halbuki insanlığın çıkarı bir dünya savaşını olabildiğince engellemek
veya en azından geciktirmek ve zaman kazanmaktır. O zaman belki dünyadaki
sosyalist ve demokrat güçler, tarihsel yenilgilerin etkisinden kurtulabilir ve
teorik hazırlıklarla da belli bir yol kat edip yeryüzü ölçüsünde uluslara ve
ulusal devletlere karşı bir devrimle, bir savaşı engelleyerek insanlığı bu
tarihsel dar boğazdan geçmeyi sağlayabilir.
Rus bürokrasisinin manevra yapacak alanı kalmamıştı. Rusya, Almanya ve
Fransa’nın ABD’nin kuyruğuna takılmayacağını umuyor ve onlarla bir uzlaşma
yolları arıyordu. Halbuki onlar eski huyları gereği çoktan ABD’nin arabasına
binmişlerdi.
Biz bu durumda Rusya’nım uzun vadeli bir savaşla çökertilip, yeryüzünün
altıda biri ölçüsünde bir Yugoslavya ortaya çıkmasından ve sıranın kalan tek
güç Çin’e gelmesinden çekiniyorduk. Ama öyle görülüyor ki, Rusya, tahminimizden
çok daha iyi bir direniş gösterdi. Ukrayna silahlı kuvvetlerini bir savunma
savaşıyla tüketti ve öyle görülüyor ki, şimdi büyük bir askeri başarının
eşiğinde bulunuyor.
Ve şu an batılılar bir dünya savaşı tehdidi ile Ukrayna’nın çöküşünü
engellemeye çalışıyorlar.
Eğer bu askeri başarı Katolik kesimlerle sınırlı bir Ukrayna’nın batı
kesimlerinin, örneğin NATO’ya girmemesi ve tarafsız
bir ülke olarak kalmasını sağlarsa, sadece bir dünya savaşı tehlikesini
uzaklaştırmakla kalmaz, bu ABD ve onun kuyruğuna takılmış batılı
müttefiklerinin ciddi politik bunalımlar geçirmesine yol açabilir. Ya da bu
durum en azından kısa vadede ezilenlere daha geniş bir hareket alanı
sağlayabilir ve ezilenlere dolayısıyla insanlığa zaman kazandırabilir. Ya da en
azından kısa vadede olsun, Münih’te Çekoslovak pastası ile palazlanması
sağlanmış Hitler gibi azamazlar.
Ama daha önemlisi, Batılı ülkelerin aralarındaki çelişkilerin artmasına
veya çelişkilerin ortaya çıkmasına yol açarak, dünya çapında bir çılgınlığa
girmelerini geciktirici veya engelleyeici bir etki yapabilir.
Hamas’ın Zaferi ve
Dünya Durumu
Daha sonra da Siyonist İsrail devletine karşı Hamas önderliğinde isyan
eden Filistinlilerin yaptıklarının, ikinci bir TET saldırısı gibi
olabileceğini, daha çok ona benzediğini yazmıştık. (“11 Eylül mü, TET mi?”)
Bugün olayların gelişimi, bizim bile tahmin etmediğimiz ölçüde TET’e
benzer sonuçlar verme eğilimi göstermektedir.
Biz Hamas ve müttefiklerinin, “Gazze Şeridi” denen hapishanedeki
Filistinlilerin isyanının ezileceğini düşünüyor ve buna rağmen, askeri bir
yenilgi olsa bile, tıpkı Vietnam’ın TET saldırısında olduğu gibi, politik,
ideolojik ve ahlaki olarak Hamas’ın veya Filistin’in kazanabileceğinden söz
ediyorduk.
Ama Gazze’deki direniş, bizim askeri bakımdan olumsuz tahminlerimizi
bile bir kenara itti. Hatta askeri olarak da Hamas için bir başarıdan söz
edilebilir. İsrail’in açıkladığı amaçlarına ulaşamaması bile, Hamas için bir
zafer anlamına gelir.
İsrail hem Gazze’yi terk etmeyi reddeden Filistinlilerin, hem de Hamas
ve diğer savaşçıların başarılı direnişi karşısında ilk geri adımını atmak, yani
ateşkesi kabul etmek zorunda kalmıştır. Ateşkesin bile kendi aleyhine
işlediğini görünce tekrar saldırıya geçmiştir.
Savaş uzadıkça da hava Siyonist İsrail’in aleyhine dönecektir. Bunun
önemli etkileri olacaktır ezilenlerin mücadelelerinde.
Ve bu iki savaş Ukrayna ve Filistin, nesnel olarak birbirine alan
açmaktadır. Politikaları iflas etmiş bir Batı İttifakı’nı politik bunalımlar
beklemektedir ve bu gerek Rusya’ya gerek Filistin’e alan açar.
Batılı ülkeler, güçlüler, fiilen tecrit oldular, kendi ülkelerinde bile
ciddi ve giderek artan bir muhalefet var. Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun
kararının gösterdiği gibi dünyada tecrit olmuş durumdalar.
Bütün bunlar hayırlı gelişmelerdir.
Ama son zamanlarda, Ukrayna’nın fiilen bir yenilgi ve çöküşün eşiğinde
bulunduğunu görünce, ABD ve müttefiklerinin tertipledikleri tarihin en büyük
NATO manevraları, bir dünya savaşı çıkabileceği uyarıları, konfor alanlarını
kaybetme tehlikesi karşısında tüm insanlığı yok etmeyi bile göze
alabileceklerini tekrar ve tekrar göstermektedir.
Türkiye’deki
Muhalifler ve Tükenişleri
Türkiye’deki sol bilinen kesimlerin, Gazze karşısındaki tavırlarında,
tıpkı Ukrayna’da olduğu gibi Siyonist Faşist İsrail ve İsrail’e kayıtsız
şartsız destek veren Batı’nın propaganda savaşının oltalarına, tıpkı Ukrayna’da
olduğu gibi, gönüllü olarak atlayan sazanlık egemendi.
Özellikle sözümona Laikler ve Alevi solcular, Hamas’ın savaşı
başlattığı gün, sonradan yalan oldukları da ortaya çıkan, bir iki söze ya da
resme bakarak, Politik İslam alerjisiyle hemen sazanlar gibi ABD ve
Siyonistlerin yalanlarına atladılar.
Erdoğan’ı politik olarak köşeye sıkıştırmanın ve Filistin’e aşağıdan
bir destek vermenin olanağını yitirdiler.
Bu kesimler, ayrıca Suriyeli mültecilerin çokluğunun da beslediği
geleneksel Arap düşmanlığı ile fiilen Erdoğan’a destek oluyorlar.
Diğer yandan hala “İsrail’in
varolma hakkı”nı, “İki devletli çözüm”ü
savunuyorlar.
İsrail’in dış destekli bir NAZİ devleti, ırkçı bir APARTHEİT devleti
olduğu gerçeğini atlıyorlar.
İsrail Siyonist, ırkçı, faşist bir Apartheit devletidir. Onun yaşama
hakkından söz etmek Nazi Almanya’sının yaşama hakkından söz etmektir. İsrail
bir Yahudi devleti değildir. İsrail bir Siyonist devlettir. Ona Hitler Almanya’sına
bakıldığı gibi bakılmalıdır. Bu devlet yıkılmalıdır. Ve yıllardır önerdiğimiz
biçimde, Filistin’de dil, din, tarih, kültür körü, insanların Yahudi ya da
Arap, Sünni, Şii, Musevi, Hristiyan, Dürzi vs olmasının hiçbir politik
anlamının olmadığı, bürokratik olmayan bir demokratik cumhuriyet kurulmalıdır.
Tüm Ortadoğu’da olduğu gibi İsrail ve Filistin topraklarında da biricik çözüm
budur.
Bizim Çözümümüz
Emperyalizm ve milliyetçilikler ise, her türlü, din, dil, “etni” vs.
ayrımlarının birer politik birim olarak şekillenmesini ve kabulünü ve bunların “uzlaşmalarını”
savunmaktadır. Bu çözüm olmayan çözüm Lübnanlaşma
ile sonuçlanır. Gerici bir milliyetçilik hem yerli egemen sınıfların hem de
emperyalistlerin amaçlarına hizmet eder.
Biz gerici, bir dil, din, etni, tarih, soy, sop, ırk vs. ile
tanımlanmış milliyetçiliklere ve politik birimlere karşı, kendini böyle
tanımlamaya karşı tanımlamış, bunların hiçbir politik anlamının olmadığı bir
demokratik milliyetçiliği ilk ve kısa vadeli bir çözüm olarak savunuyoruz ve
savunmalıyız.
Bunun ayrılmaz bir parçası, en azından, her birimin (köy, kasaba, şehir
vs.) kendi seçtiği yöneticilerce yönetilmesi, merkezden atanan memurluğun
ortadan kaldırılmasıdır.
Yani gerçek ve demokratik otonomi dile, ine vs. göre bölünmüş
birimlerin otonomisi değil, böyle bir otonomiyi, dil ve din körü, herkesin
dilin ve dinin kişilerin özel sorunu olduğu, dile, dine vs. politik bir anlam
vermeyi reddeden, bir ulusun ve onun tüm birimlerinin otonomisidir.
Maalesef sorunun bu tarz koyuluşu bile gündemde değildir. Hiçbir
şekilde tartışılmamaktadır. Ve bunun en büyük günahı, “ulusların kaderini tayin
hakkı” diyerek, ulusların bir dile, dine göre varlıklar olarak tanımlayan ve
böyle bir ulusçuluğu ve ulusları savunan Marksist harekette olmuştur.
İkinci ve Zor Bir
Görev
Kaldı ki, gerçek bir çözüm için bu da yetmez. Zorunlu ve sorunlu bir
görev daha vardır: İsrail nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan Siyonist
Faşistler var.
Bunlar için de bunların direncini minimuma indirecek, bunlar için de en
az sancıya yol açacak bir çözüm bulunmalıdır.
Ayrıca bunları uyuşturucu bağımlılarındaki gibi, siyonist ve ırkçı
zehirden, bu toksik maddelerden arındırma gerekir.
Yani İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da olduğu gibi, bir “denazifikasyon”
benzeri bir “desiyonizasyon” da gerekir.
Ve bunun en sancısız biçimde gerçekleşmesi için her şeyi yapmak da
gerekir.
(Gerçi bu Almanya örneği tam doğru değildir. “Denazifikasyon” hem
yapılmadı, (bütün Naziler devlet cihazında kritik görevlerde kaldı, hatta
bunları başta ABD diğerleri de kapıştı ve onların işkence teknikleri CIA
üzerinden hala ezilenlerin mücadelelerine karşı bir işleve sahip), hem de diğer
ülkelerde bulunan Almanların fiziksel sürgünleri, yani bir tür soykırım da
eklendi. (Milyonlarca Alman sürüldü, bu sürgünlerde çok insan telef oldu. Bu
duruma da düşmemeli.)
Bu analojiyi, yapılması gereken görevin zorluğu hakkında bir fikir
vermek için yaptık.
Bu zorluk ve çözümleri hakkında Güney Afrika da önemli dersler
içermektedir. Çözüm ulusu bir dille, dinle, tarihle, soyla tanımlamayan, böyle
tanımlamaya karşı tanımlayan bir Demokratik Cumhuriyet olabilirdi. Bu “müttefiklerin”
(= Batılı Emperyalistler ve Sovyet bürokrasisinin) hedefi ve ufkunda olmadığı
için, kendi gerici karakterleriyle çeliştiği için, çok sancılı süreçler
yaşandı.)
Türkiye’deki Aleviler ve laikler politik İslam ve bununla iç içe geçmiş
Arap alerjisiyle; Kürtler ise, Araplar tarafından da eziliyor olmanın yarattığı
İsrail sempatileriyle, Politik İslamcılar İktidardaki Erdoğan Rejimini
destekleme ve onu zor duruma düşürmeme kaygılarıyla, yani iktidarı ve
muhalefetiyle tüm Türkiye’de yaşayanlar, Filistin’e açık ve kitlesel bir
destekten kaçındılar.
Halbuki, en azından muhalif ve demokrat geçinenler için, tıpkı
seçimlerde olduğu gibi, Erdoğan’ı açmazda bırakmak için olağanüstü uygun bir
konjonktür vardı. Filistin’e somut destek için, örneğin İsrail ile ilişkilerin
ve ticaretin kesilmesi gibi taleplerle meydanlara çıkılsa, iktidar, tabanı bu
gösterilere gelme eğiliminde olacağı için, Erdoğan ve ortakları ciddi bir
açmazla karşı karşıya ve bazı adımlar atmak zorunda kalırdı. Böylece başka
ülkelerde de kitlelerin meydanlara dökülmesi içir bir başlangıç yapılabilir,
Gazze ve Filistinliler desteklenebilir, İsrail’le (yani Nezi rejimi benzeri
Siyonist rejim ime “barış içinde bir arada yaşayan” hükümetler baskı altına
alınabilir, İsrail tecrit edilebilirdi.
Ayrıca bu vesileyle bir araya geliş, en geniş kitle hareketlerinin
yolunu açılabilirdi.
Filistin’e destek için birbirine karşı bölünmüş eğilimleri bir araya
getirebilecek böyle bir aşağıdan kitlesel hareket, birdenbire Türkiye
politikasında felç edici bölünmeyi aşmanın ve bugünkü ölü toprağını atmanın ve
demokratik bir hareket oluşturmanın katalizörü olabilirdi.
Bu fırsat ta kaçırıldı.
Bu tehlikeyi ve boşluğu gören Devlet Bahçeli tam da bu nedenle keskin
laflarla orayı doldurarak tehlikeyi uzaklaştırmaya çalıştı.
Aslında gerek geçen seçimler gerek Ukrayna gerek Filistin, Türkiye’de
muhalefet diye bir şey olmadığını, muhalefetin, çözümün değil sorunun bir
parçası olduğunu göstermiş bulunuyor.
Hem programatik hem stratejik olarak hem de taktik olarak muhalefet
diye bir şey yok.
Ve bu olanakları görmeyen ve değerlendirmeyen HDP ve sosyalistler de
dahildir.
*
Biz sadece Türkiye için değil, Ortadoğu için, yukarıda kısaca ifade
ettiğimiz, ilk aşamada geçici, en ideal çözümü 2004 yılında, aslında çıkamayan
bir derginin çıkış bildirisi olarak yazdığımız, Ortadoğu Demokrasi Manifestosu’nda önermiş ve programlaştırmıştık.
Dili, dini, etnisi, tarihi, soyu, sopu ırkı olmayan, bürokratik bir
merkeziyetçilik düşmanı, tüm organların her düzeyde tam bir fikir ve örgütlenme
özgürlüğü ortamında seçildiği demokratik bir cumhuriyet.
Bu programı savunan bir hareketin ortaya çıkarılması ise Ortadoğu’nun
biricik toparlanma yoludur.
Ancak bu programatik, politik, stratejik sorunlar bizim için yıllar
öncesinden beri apaçık olduğundan, bu sorunların yanı sıra, seçimlerden sonraki
dönemde esas gücümüzü Marksizmin Yeniden
İnşası’nın devamı için ayırmıştık.
02.05.2024
https://demirden-kapilar.blogspot.com/
Ek Not: bugün 11 Aralık 2024, yani yazının yazılışından bu yana
neredeyse yarı yıl geçmiş. Ve son iki hafta içinde Suriye devleti yok oldu.
İşte Enternasyonalizmin iki anlamı veya program konusunun, ulusların ve
ulusçuluğun ne olduğunun anlaşılmasının ne kadar önemli olduğunu bu sonuç
göstermiş bulunuyor.
Biraz da bunun için inadına, bir hatırlatma olarak bu yazıyı
yayınlıyoruz. Yoksa bu yazıyı aylar önce yazmış, sonra da “yayınlayacaksın da
ne olacak kimsenin böyle dertleri yok artık” diye bir kenara atmıştık.
Suriye’nin çöküşü üzerine bizden yazı ve görüş bekleyenler olayların gidiş
yönünü nasıl öngördüğümüzü falan merak ediyorlar.
Bir devrimci olayların izleyicisi ve kayıt tutucusu olamaz. Tahminler
ve niyetler üzerinden politika yapılamaz.
Bir devrimci, derindeki ilişkilere bakıp, temel çözümleri ve verili
durumda bu çözümler için ne yapmak gerektiği üzerinden olaylara bakar. VE bütün
bunları aparken, işçilein ve ezilenlerin dünya çapındaki tarihsel ve genel
çıkarlarını bir an için bile göster ırak tutmaz ve tutmamalıdır.
İşte tam da bu nedenle bu bir kenara attığımız yazıyı yayınlıyoruz.
Bizim için olayların nasıl bir seyir izleyeceği değildir esas önemli olan. Çünkü
bunda hiçbir zaman kesinlik olamaz.
Bizim için soru her zaman, “olayların
gidişini değiştirmek için bizler neler yapabiliriz veya yapmalıyız”dır.
Benim cevaplarım bu yazıdadır. Hatta bu yazının bizzat yayınlanması en
somut cevaptır.
Ve bu cevap dünya ölçüsünde, işçi sınıfının ve ezilenlerin genel
çıkarları, yani insanlığın yaşaması açısındandır. “Türkiye’ye demokrasi
getirilmesi”, “Kürt devleti kurulması” vs. gibi açılardan değildir. Çünkü somut
şartların gelişimi içinde, bu gibi amaçlar bile dünya ölçüsündeki savaşta karşı
tarafın yedeği durumuna düşme sonucu doğurabilir. Bunu şimdi bizzat Kürtlerde
görüyoruz. Yarın Kürtlerle ittifak yaparak, bunun için de kimi gevşemeler
yapmış bir Türk devletinde de görebiliriz. Türk devleti pek ala İran’ı
çökertmek için, Kürtlerle birleşme stratejisi ve bunun için de bazı gevşemeler
yapabilir. Bunları demokrasi diye alkışlayamaz olaylara dünya çapındaki
mücadele açısından bakan bir devrimci.
Bu bakışımız nedeniyle kimseyle ortak bir dil bulabilmemiz bile mümkün
değildir.
*
Bu son drece kötü, İsrail siyonizmi ve Batılı emperyalistlere muazzam
bir kazanç sağlayan bu çöküşün başlıca sorumlusu, her şeyden önce bütün bu
yazıda ele alınan konulardaki suskunlukları, bürokratik vurdum duymazlıklarıyla
sosyalistlerdir.
Burada söylenenleri yapmak bir yana tartışma gündemine bile taşımadıkları
için daha büyük ve korkunç çöküş ve gerilemeler gelecektir.
Bu vesileyle belirtmeden de geçmeyelim. Özellikle haberlerin verilişi
ve yorumlanışında, gelişmeleri izlemekte neredeyse tek güvenilir kaynak Fehim
Taştekin olmuştur. Ayrıca son derece doğru bir duruşu da sürdürmüştür. Herkesin
Fehim Taştekin’i izlemesini öneririm.
11 Aralık 2024 Çarşamba
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder