11 Aralık 2024 Çarşamba

Enternasyonalizmin İki Farklı ve Zıt Anlamı - Dünya durumu – Ukrayna ve Filistin

 Marksizmin kurucularının her sorunu çözmesi beklenemezdi. Onlar tarih ve toplum biliminin sadece temellerini atmaya çalışmışlar ve bu temellerin de çok küçük bir bölümünü yapabilmişlerdi. Ortada muazzam bir yapılacak işler yığını vardı.

Ancak Marksizm, o ana kadar verili tarih ve bunda çıkan genellemeler ışığında, işçi sınıfının gerekli değişimi yapabilecek bir güç olduğu sonucundan hareketle, bir bilim olarak kaderini işçi sınıfı ve mücadelelerine bağlamıştı.

Dolayısıyla bu çıkarsama da Marksistlerin dikkat, zaman ve enerjilerinin neredeyse tamamını işçi hareketine ve mücadelelerine, bunun stratejik, politik, taktik ve örgütlenmeye ilişkin sorunlarına yöneltmelerine yol açtı. Tabii bunun sonucunda, toplumsal gerçekliğin tümünü anlamaya ve açıklamaya yönelik teorinin tamamlanması ve geliştirilmesi gereken işlerinin ikinci plana düşmesine, ilerde sonra gelecek kuşaklar tarafından geliştirilmek üzere bir kenara bırakılmasına yol açtı.

Yine de kimi kısmi katkılar olduysa da, bunlar da yine politik mücadelelerin geçirdiği değişime ve ağırlık merkezlerine bağlı olarak değişti.

Örneğin kapitalist ilişkilere geç giren bir ülkenin (Rusya gibi) önce girenlerin kat ettiği yolları kat etmeden (Örneğin ticari ve manifaktür kapitalizm aşamalarını yaşamadan veya minyatür ölçülerde hızla yaşayarak) doğrudan örneğin buhar gücüne dayanan bir sanayi kapitalizmi olarak ortaya çıkması ve buna bağlı olarak yüksek oranlı yoğunlaşmayla bir işçi sınıfı ve hareketinin ortaya çıkması göz önüne alınabilir.

Tam da bu nesnel süreç, Marksizmin Rusya’da ilgi görmesine ve bizzat bu sürecin kendisi yine Marksistlerin daha karmaşık ve eşitsiz bir evrim fikrine ağırlık veren metodolojik katkılar yapmalarına (Marks’ın Zasuliç’e yazdığı mektuplardaki Rus Mir’inden (komünal ilişkilerden) modern sosyalizme  geçmenin sorunları, Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi, Lenin’in aynı sonuçlara başka bir yoldan ulaşan Nisan Tezleri gibi) bunun politik, programatik, stratejik, örgütsel ve mücadele biçimlerine ilişkin sonuçlar çıkarmalarına yol açtı.

Ama bu aynı zamanda diyalektik bir ilişkiydi, bizzat mücadelenin programatik, stratejik, örgütsel ve taktik gereklilikleri de bu teorik katkılara itilim vermişti.

Böyle bir ülkede (Örneğin Rusya’da) Sürekli Devrim Teorisi’nin öngördüğü biçimde demokratik tarihsel görevlerin işçi sınıfının devrimde öncülüğüne yol açması ve bunun ister istemez sosyalist karakterde değişimler içeren bir devrime yol açması hem bu geliştirilmiş evrim kavramının ve bundan çıkarılan sonuçların parlak bir doğrulamasıydı.

Toplum bilimlerinde fizik ve biyolojide olduğu gibi deney yapma olanağı yoktur. Ama Rusya’daki Marksistlerin öngörüleriyle ve öngörülerini açıklayan kavramlarıyla, bir bakıma dünya tarihinde ilk defa toplumsal gidişin eğilimlerini öngörmeleri ve bizzat bu gidişin gerçekleşmesinin aktörleri olması olgusu görüldü.

Bu yepyeni bir toplumsal olguydu.

Bilgi teori canlı ya da cansız doğadaki gidiş üzerinde bir etkide bulunmaz. Biz canlı veya cansız nesneleri bilsek te, bilmesek te, bizlerin oradaki gidiş hakkında bir teorimiz ve öngörümüz olsa da olmasa da (bilgi veya bilgisizlik te, teori veya teorisizlik veya yanlış bir teori de) cansız ve canlı varlığın varlığı ve gidişi üzerine bir etki yapmaz. Canlı ve cansız varlıklar bilgi ya da teori karşısında (bilgisizlik veya teorisizlik karşısında da)) birer “kendinde şey”dirler.

Ama toplumsal varlıkta böyle değildir. Bizim bilip bilmememiz belli toplumsal olguları var eder veya var olmasını engeller.

Çünkü bilgi ya da teori, fiziksel ya da biyolojik bir olgu değil, sosyolojik bir olgudur. Fizik veya biyoloji varlıklar hakkındaki bilginin veya bilgisizliğin, fiziksel veya biyolojik bir varoluşu yoktur. Ama bilginin veya bilgisizliğin kendisinin sosyolojik diyebileceğimiz toplumsal bir varoluşu vardır.

Özellikle toplum hakkındaki bu bilgi ve bilgisizlik ile toplumsal varlık ve varoluş arasında karşılıklı bir ilişki yaratır. Daha kategorik olarak ifade etmek gerekirse, epistemoloji ve ontoloji arasında kopmaz bir ilişki ortaya çıkar. Çünkü epistemoloji denilen şey, yani bilgi veya bilgisizlik, ontolojik olarak toplumsal bir varlıktır da aynı zamanda.

Sanılanın ve bilinenin aksine bunlar (Epistemoloji ve ontoloji), toplumun dışında ve üstünde var olan aşkın felsefe denen bir varlığın alt bölümleri değildirler. Bizzat felsefenin kendisi de toplumsal bir olgudur ve toplumsal bir olgu olarak ele alınmalıdır.

Toplumsal belli olguların varlığı veya yokluğu hakkındaki bilgi ya da bilgisizlik, kimi toplumsal olguların varlığı ve yokluğunu belirler. Yani bir teorinin veya bilginin yanlışlığı veya yokluğu da aslında toplumsal bir varoluşa karşılık düşer veya belli toplumsal varoluşları mümkün ve gerekli ya da olanaksız kılabilir. Bilgi (teori) toplumsal bir olgu olarak, varlığı veya yokluğuyla, doğruluğu veya yanlışlığıyla toplumsal bir olgunun varlığını veya yokluğunu belirleyebilir.

Bu çok kritik bir noktadır. Belki de dünya tarihinde ilk kez, olgunun gidiş yönünü öngörenler ve öyle bir varoluşun mümkün olabileceğini açıklayanlar, aynı zamanda ilk kez onun varoluşunu da mümkün kılmışlardır.

Yani örneğin Troçki ve Lenin’ler olmasaydı, olsalar bile olayların gidiş yönüne ve olanaklara yönelik bir öngörüleri ve dayandıkları teorik açıklamalar olmasaydı, örneğin Ekim Devrimi olmayabilirdi.

Tarihte bireyin rolüne ilişkin tartışmalarda çok klasik sorular vardır.

Ekim devriminden önce Lenin’in başına taş düşüp ölseydi veya Troçki olmasaydı ne olurdu diye. Aslında bu soru yanlış sorulmuş bir sorudur ve burjuvazinin insanı, bireyi (ki bu da çok özel tarihsel koşullarda ortaya çıkmış bir sosyolojik olgudur) merkeze koyarak (bu da sosyolojik bir olgudur) tarihsel olguları açıklama, toplumsal varlığı insanların oluşturduğu gibi bir kavrayıştan kaynaklanır.

Doğru soru “Tarihte bireyin rolü” sorusunun hangi tarihsel ve toplumsal koşullarda ortaya çıktığıdır. Bu sorunun ardında hangi gizli varsayımların bulunduğudur.

Örneğin birey diye bir şeyin varlığı, tarihin bir gidişi olduğu ve bireylerin davranışlarının bunu belirlediği, toplumsal varlığın bireylerden ve onların kararlarından oluştuğu gibi bir sürü gizli varsayım sayılabilir ve bunların çoğu da yine belli tarihsel koşulların ürünü olarak ortaya çıkarlar.

Burada toplumsal varlık ve onun bilgisi veya bilgisizliği sorununa geçici bir ara verip, ilerde yine buraya dönmek üzere, bugünkü dünyanın sorunlarına girelim.

(Burada okuyucuya bir hatırlatma yapalım. Uluslar ve ulusçuluk onlar hakkında Marksistlerin bir teorisi var olmadığı için var olmuştur, lusların ve ulusçuluğun Marksist bir teorisinin olduğu bir dünyada, uluslar ve ulusçuluk varlığın sürdüremez. Tabii bu teorinin pratik programatik sonuçlarının yığınları kavrayıp “maddi” bir güç” toplumsal bir varlık ve güç olduğu bir dünyada.)

Enternasyonalizmin İki Farklı ve Zıt Anlamı

Enternasyonalizm sözcüğünün ya da kavramının pek ayrımında olunmayan iki farklı anlamı vardır.

Birincisi, uluslar ve ulusçuluk konusunda değindiğimiz gibi, Enternasyonalizm, “ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi”ne ve varsayımına dayandığından, özünde milliyetçiliktir ve milliyetçiliği yeniden üretir.

Enternasyonalizm tüm milliyetçiliklerin dayandığı ortak ilkeye dayanır ve onu savunur: Ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesi. Diğer ve daha somut bir ifadeyle, politik olanın (yani devletlerin) uluslara göre şekillendiği bir dünyayı ve düzeni, her ulusun bir devletinin olmasını veya her devletin bir ulusa dayanmasının, olağan, normal ve istenir olduğu bir dünyayı veri kabul eder ve onu yeniden üretir.

Bu anlamıyla, ulus ve ulusal devlet, kendisine karşı mücadele edilmesi gereken bir toplumsal varoluş ve yapı değil, içinde mücadele edilecek tarafsız bir ortam, bir atmosfer, gibi kabul edilmektedir. Enternasyonalizm de onu böyle kabul eder. Ama bizzat bu kabulün kendisi, yani her devletin bir ulusu olması veya tersinden her ulusun bir devleti olması tam da milliyetçiliğin dayandığı ilkedir.

Bu anlamıyla Enternasyonalizm, Marksizmin Yeniden İnşası girişimimin, Uluslar ve Ulusçulukla ilgili birinci kitabın konusuydu ve bu önermelerden hareketle, neredeyse bütün Marksistlerin (Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı, Mandel vs.) aslında birer milliyetçi olduklarını ve bir bakıma tam da milliyetçi oldukları için milliyetçiliğin bir teorisini geliştirip tanımını yapamadıklarını, bunun sonucu olarak da ulusçuluğun dolayısıyla da ulusların, kendilerini ulusçuluğun karşıtı olarak tanımlayan Marksistlerin sırtında dünya çapında bir zafer kazandığını ve daha birçok benzer sonucu göstermiştik.

*

Ama Enternasyonalizmin bu birinci anlamıyla çelişen, birinci anlamına karşı yıkıcı bir nitelik taşıyan unutulmuş ve hatırlanmak istemeyen, bir de işçi sınıfının ya da komünistliğin, varoluşunun ortaya çıkardığı, kendi ilişkilerini düzenlemeye yönelik, daha kategorik bir ifadeyle, parça ve bütün ilişkisine, kısa vadeli çıkarlar ve uzun vadeli çıkarlar ilişkisine yönelik ikinci ve başka bir anlamı da vardır.

Enternasyonalizmin esas devrimci, yıkıcı ve birinci anlamıyla çelişen yanı budur: Parça bütüne, genele, kısa vadeli, uzun vadeliye tabidir ve bunların çelişkisinin keskinleştiği durumlarda genel olandan yana veya en azından parça ve bütün, uzun vadeli ve kısa vadeli hedef ve çıkarların ağırlıkları arasında, bir ince denge bulmaya çalışmak, optimum bir çözüm aramak gerekir.

Enternasyonalizm ve Parça Bütün İlişkisi

Bu ikinci ve gerçek devrimci anlamıyla Enternasyonalizmin dayandığı önermeler, çeşitli yazı ve belgelerde defalarca ifade edilmiştir.

Örneğin Marks-Engels, henüz 1848 devrimlerinin ateşini yaşamadan yazdıkları Manifesto’da şöyle diyorlardı:
"Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerinden yalnızca şunlarla ayrılırlar: 1) Farklı ülke proleterlerinin ulusal savaşımlarında (Dikkat edin uluslara karşı savaşımlarında değil, ulusal ölçüdeki savaşımlarında bu savaşın aynı zamanda uluslara karşı savaş olması gerektiğini atlıyor. Ulus kendisine karşı değil, içinde mücadele edilecek tarafsız bir ortam gibi ele alınıyor. Yeri gelmişken birinci anlama dikkati çekmiş olalım), her türlü milliyetten bağımsız olarak, tüm proleteryanın ortak çıkarlarına işaret eder ve bunları öne sürerler, 2) îşçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında her zaman ve her yerde, tüm hareketin çıkarlarını temsil ederler."

Yani kategorik olarak ifade edilirse, parça bütüne tabi olmalıdır, genelin çıkarının önceliği vardır.

Aynı öz, değişik bir şekilde Birinci Enternasyonal’in tüzüğünün birinci maddesinde de belirtilir: “İşçi sınıfının kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir mesele değildir”.

Bu önermenin de mantıki sonucu, dünya ölçüsündeki çıkarların ulusal veya ulus ölçüsünde olana önceliğidir.

Ve tam da bu mantıktan hareketle, Birinci Enternasyonal’in dayandığı bu önermeleri aynen benimseyen Üçüncü Enternasyonal de yine bu önermeye dayanarak kendini bir “Dünya Partisi” olarak, yani dünya çapında tek bir parti olarak tanımlamış ve tüm ülkelerdeki işçi sınıfının partilerini veya Sosyalist partileri, dünya partisinin birer şubesi olarak tanımlamıştı.

Yani aslında, “ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine” dayanan ulusçuluktan farklı olarak, “dünya çapındaki çıkarlarıyla politik olanın çakışması” ilkesini geçirmiş oluyordu.

Yani böylece, parça ve bütün, kısmi ve genel, kısa vadeli ve uzun vadeli ilişkisinde genelin ve uzun vadelinin kısmi ve kısa vadeliye önceliği ilkesi, yapısal, yani örgütsel ve tüzüksel bir ifadeye kavuşuyordu.

Bu anlamıyla Enternasyonalizm, en azından partiler düzeyinde, ulusal düzeyde gerçekleşen mücadelelerin ve onların önceliklerinin önüne dünya çapında olanı, geneli ve uzun vadeliyi, parçanın bütüne tabi olmasını, bütünün çıkarı için parçada azami katkı ya da fedakarlık yapmayı koyar. Bu anlamıyla Enternasyonalizm, birinci milliyetçi anlamını havaya uçurur ve onunla çelişki içindedir.

(Marksizm’in kurucularının önermelerinde benzeri, mantık sonuçlarına ulaşamamış ve hepsi de bir ulus ve ulusçuluk teorisinin yokluğundan kaynaklanan, çelişkiler vardır. Bunlara çeşitli yazılarımızda geçer ayak birçok kez değindik. Birkaç örnek vermek gerekirse, Demokratik Cumhuriyet Programı ile (Yani ulusu bir dille, dinle, tarihle tanımlamaya karşı tanımlama programıyla) ulusu bir dille, tarihle, kültürle tanımlayan ulusçuların ve “ulusların kendi kaderlerini” tayin hakkı (Dille dinle tanımlanmış her ulusa bir devlet her devlet böyle tanımlanmış bir ulusun devleti olmalıdır programı) arasında, resmi bir dili reddetmek ve herkese ana dilinde eğitim hakkı programıyla (Demokratik Cumhuriyet’in olmazsa olmazı) dille tanımlanmış uluslara ve ulusçulara ayrı devlet kurma hakkı, burjuva devletini parçalama gereği ile, bu devletin en esaslı ve temel özelliği olan her devletin bir ulusa dayanması gerektiği ilkesinin bu “parçalama” gereği olarak belirtilmemesi, “Tek Ülkede Sosyalizm” olamayacağı önermesiyle yine benzer şekilde, uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadele ve onların yok edilmesi gibi bir sorun ortaya koyulmamış oluşu gibi. Bu yazıda bunlara girmiyoruz. Sadece geçer ayak belirtmiş olalım.)

Yaşananlardan Çıkarılan Yanlış ve Gerici-Milliyetçi Sonuç

Maalesef Enternasyonalizmin bugün yanlış bulunan yanı, asıl bu devrimci ve yıkıcı olan yanıdır. Yani enternasyonalizm diye, onun gerici milliyetçi yanı, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine dayanan yanı kalmış bulunuyor.

Enternasyonalizmin birinci milliyetçi yanı ve anlamı, ikinci devrimci ve milliyetçilikle bir arada bulunamayacak yanını gözlerden ve gönüllerden silmiş bulunuyor.

Elbet bu, somut tarihsel sürecin, sosyalist, işçi ve demokratik hareketin yaşadığı dünya tarihsel yenilgilerin bir sonucudur da.

Çünkü bu silinişte uluslara ve ulusçuluğa ilişkin bir teori ve bunun programatik ve stratejik sonuçlarının bulunmaması da en azından somut tarihsel süreçteki ağır yenilgiler kadar belirleyicidir.

Kısaca belirtmek gerekirse, tam da Bolşevik önder ve teorisyenlerin korktuklarının başlarına gelmesi, yani Rusya’daki devrimin, muazzam bir köylü ülkesindeki çok ince ve yoğun bir işçi sınıfına dayanması, devrimin bir Alman veya Avrupa devriminin desteğinden ve yol göstericiliğinden uzak kalması ve tecrit olması, sonuç olarak devrimin bayrağına bürünmüş bir bürokratik karşı devrimle, devrimin kökünün kazınması, Dünya Partisi olan Üçüncü Enternasyonal’in pratikte, Ekim devriminin Prestiji ve olanaklarına konan Rus ve Sovyet bürokrasisinin ve milliyetçiliğinin dış politikasının basit bir aracına dönüştürülmesi gibi bir sürecin sonunda, Enternasyonalizmin ikinci ve gerçekten devrimci anlamı, fiilen Rus bürokrasisinin ve milliyetçiliğinin aracı olma sonucuyla yer değiştirmiştir. Ve bu somut süreç sonunda birinci anlam ikinci anlamı yok etmiştir.

Enternasyonalizm adına, Sovyet bürokrasisinin aracı olmaya tepki duyan sosyalist ve komünistler de, bunun karşısına otantik anlamla değil, kendilerinin ve partilerinin bağımsızlığı gibi, milliyetçilerin milliyetçilik tanımına göre de milliyetçi bir Enternasyonalizm anlayışını (Ulus ölçüsündeki çıkarı dünya ölçeğindeki genel ve uzun vadeli çıkarların önüne koymak şeklindeki) ve enternasyonalizmi parçanın bütüne tabi olmasına değil, her parçanın ancak ortak çıkarlar söz konusu olduğunda birbirini desteklemesi sonucunu veren ve enternasyonalizmi “uluslararası dayanışma”ya indirgeyen bir anlayışı yerleştirmişlerdir.

Yani Sovyet adını taşıyan devletin başına geçmiş Rus bürokrasisinin milliyetçiliğine tepki, yine milliyetçi bir kanala akmıştır ve buradan da enternasyonalizmin ikinci anlamı kaybolmuş ve birinci anlam yerleşmiştir. Bu en somut biçimde Enternasyonalizmi “Uluslararası Dayanışma” olarak tanımlamakta görülebilir.

Elbet bunun nedeni, bunların da temeldeki milliyetçiliğidir.

Bu nedenle artık bütün yürüyüş ve mitinglerde “yaşasın enternasyonal dayanışma”, “halkların (ulusların) kardeşliği” gibi sloganları duyarsınız. Ama “Uluslara karşı savaş”, “Ulusları yıkalım” gibi bir parola tasavvurun ötesindedir artık.

Sıfırın Olmadığı Bir Matematik Değil Sıfırlı ve Eksili Bir Matematik

Halbuki, kısa ve özce söylemek gerekirse, sanılanın aksine, Enternasyonalizm “uluslararası dayanışma” değildir.

Eğer biyolojiden bir örnek verirsek, Enternasyonalizm, vahşi hayvanlara karşı bir araya gelmiş bir sürü gibi bir ilişkiyi, karşılıklı çıkara dayanan bir ilişkiyi değil, ya da bir zamanlar Sovyet bürokrasisi ve Komünist Partiler arasındaki ilişkide olduğu gibi, bir Kösemen koyunu (Koçu - SBKP) izleyen bir koyun sürüsü (Diğer KP’ler) gibi bir ilişkiyi değil, bir canlı organizmadaki gibi veya Arı, Karınca, Termitlerdeki gibi, organların veya parçaların, hiç birinin bağımsız olarak var olamayacağı, her birinin bütünün bir parçası gibi olduğu bir ilişkiyi, bütünün, genelin çıkarı için gereğinde parçayı ve kısa vadeli çıkarı feda etmeyi göze alan bir ilişkiyi ifade eder.

Lenin de bunu şöyle formüle eder örneğin:
"Proleterya enternasyonalizmi şunları gerektirir: 1) Bir ülkedeki proleterya mücadelesinin çıkarlarının, bu mücadelenin dünya ölçeğindeki çıkarlarına tabi kılınması; 2) Burjuvaziyi yermekte olan ulusların, uluslararası sermayenin devrilmesi amacıyla ulusal planda en büyük fedakarlıkları kabul etmeye elverişli ve hazır olması." (abç)

Matematiksel kavramlara bir benzetmeyle, devrimci ve (birinci milliyetçi anlamıyla çelişen) ikinci anlamıyla enternasyonalizm, basit bir toplama gibi değil, eksinin eksiyle çarpımının artı sonuç verdiği cebirsel bir işlem gibidir.

Ayrıca bu anlamıyla Enternasyonalizm, eksi sayılar sıfırın varlığını da gerektirdiğinden, bir yan ürün olarak, sıfırın ötesindeki eksiler alemini de politik analize ve mücadeleye taşır.

Uluslararası dayanışma” eksilerin olmadığı bir matematiğe dayanır. Basit bir toplamadan öteye gitmez.

Eksinin eksiyle çarpımının artı sonuç verebilmesi için, sıfır olmalıdır ki eksiler alemi de olsun.

Sıfır ve öbür taraftaki eksi sayılardan yoksun bir mantık, sadece enternasyonalizm değil, örneğin ittifaklarda, yanlışlıklara yol açar.

Örneğin ittifaklarda, güçlerin toplanması her zaman daha büyük bir gücün ortaya çıkmasına değil, daha az bir gücün ortaya çıkmasına da yol açabilir. Bütün, kendini oluşturan parçaların toplamından daha küçük çıkabilir. Çünkü bazı güçlerin önünde eksi işareti olabilir.

Troçki’nin 1930’lardaki Birleşik Cephe tartışmaları bağlamında verdiği bir örneği hatırlarsak, Faşizme karşı “Halk Cephesi” stratejisi, yani İşçi Sınıfı + Köylülük + Burjuvazi şeklindeki basit matematik toplam formülü, bu güçlerin toplamandan daha büyük bir gücün ortaya çıkmasına değil, daha küçük bir gücün ortaya çıkmasına yol açıyordu. Çünkü burjuvazinin önünde eksi işareti vardı, burjuvaziyi kaybetmemek için köylülerin taleplerini erteleme, bizzat işçilerin de burjuvazinin politikasına teslim olma sonucu da doğuruyor ve ortaya parçaların toplamandan daha küçük, hatta önünde eksi bulunan bir gücün ortaya çıkmasına yol açıyordu.

Ve önünde eksi işareti olan güçler (yani örneğin reformist burjuvazi) kaybedilmeden veya sosyalistler ve işçi sınıfı onlar tarafından kaybedilmeden, önünde artı olan güçler (köylülük veya ezilen uluslar veya “Yeni Sosyal Hareketler” ve bunların radikal kesimleri vs.) sosyalistler veya işçi sınıfı tarafından kazanılamazdı.

İkinci anlamıyla Enternasyonalizm ile, devrimci bir ittifak politikası aynı mantıksal ve metodolojik temellerden çıkar.

Anakronik mi Henüz Zamanı Gelmemiş mi?

Elbette bugün bu konular çok anakronik, çağı geçmiş fosilleşmiş önermeler olarak görülebilir. Ama kanımızca henüz çağı gelmemiş önermelerdir.

Marksizm biraz erken doğmuş bir bilimdir. Dünyanın küçük Avrupa kuzey batı köşeciğinde işçi sınıfıyla birlikte doğmuştu.

Asıl şimdi onun zamanı geliyor denebilir.

(Şimdi ise kendini yenilemiş olarak gelebilir ama geç kalma ve geç gelme tehlikesi var.)

Bu durumda yıkıcı ve devrimci anlamıyla bir enternasyonalistin nasıl davranması gerekir?

Bu genel enternasyonalizm ilkesi ışığında, bir devrimci, bir Marksist, bırakalım dünya çapında bir partinin olmasını bir yana, tam bir gerileme ve çözülüş döneminde, her türlü örgütün ve direnişin dağıldığı bu dönemde, örgütsüz kalmış tek bir insan olarak bile, sanki bir dünya partisinin bir militanı gibi, hatta o partinin kendisi gibi görevlerini belirlemelidir.

Ben yıllardır en azından böyle düşünüp davranmaya çalışıyorum.

Her Devrimci ve Marksist’in Sorması Gereken Doğru Soru

Yani tek kalmış bir Devrimci ve Marksist bile, her verili durumda, görevini veya yakalanacak ana halkayı, “kendi” ülkesinin sorunlarına göre değil, dünya çapındaki durum ve mücadelelere göre belirlemelidir.

Yani bir Devrimci, bir Marksist, “Dünya çapındaki gelişmelere göre verili durumda, ben bulunduğum savaş mevziinde veya siperde, var olan güç ve olanaklarımla, nasıl davranmalıyım ki, dünya çapındaki mücadelelere azami katkıda bulunabileyim” sorusuna göre cevaplar bulmaya ve görevlerini, yapacaklarını ona göre belirlemeye çalışır ve çalışmalıdır.

Doğru soru ve tavır budur.

Soruyu doğru sormak, çözümün yarısıdır.

Verilen cevaplar yanlış olabilir.

Soru doğru olunca, bunlar küçük yanlışlar, taktik yanlışlar olur.

Yanlış Sorular ve “Doğru” Cevaplar

Ama Türkiye ve dünyadaki kendine devrimci ve sosyalist diyenlerin çok önemli bir bölümü bu çok eski ve unutulmuş ilkeye göre görevlerini belirlemiyorlar.

Onlar (örneğin Dev-Yol’cular, Birikim çevreleri vs. de bunlar çok karakteristiktir) kendi ülkelerinin ihtiyaçlarına göre yapacaklarını belirliyorlar.

Ve bunu da ince bir şekilde yapıyorlar. Örneğin “Türkiye Toplumu” diyorlar. Aslında dedikleri Türk Ulusu’dur. Ama sosyalist ve devrimci oldukları iddiasını sürdürmek için, bunun için de “Türk Ulusu” dememek için, “Türkiye Toplumu” diyorlar.  Türkiye diye bir “toplum” mu varmış? Türkiye diye örneğin bir ülke veya bir Cumhuriyet olabilir ama Toplum olmaz. Toplum sosyolojik bir kategoridir, bir varoluş biçimini tanımlar, Türkiye ise, bütünüyle siyasi bir kategoridir. Tamamen farklı kategorileri böyle çiftleştirmek, mavi iyilik veya yeşil kötülük gibi saçlmalıklardan başka bir anlama gelmez aslanda. Toplumsal varlığın özel bir biçimi olabilir. Yani Türkiye denen  ulus ilkesine göre kurulmuş ve Türk ulusunun ülkesinin Türkiye olduğunu söyleyen devletin topraklarında yaşayan insanlar kastediliyorsa, bunun sonut adı vardır. Ulustur. “Toplum” sözcüğünün ardına gizlenerek ulusçuluğun en açık biçimini gizlemek için mantıksal saçmalıklar yapıyorlar.

Veya daha “doktriner” olanlar, “Türkiye İşçi Sınıfı”nın çıkarlarını öne alıyorlar ve “Sınıfçı” kesiliyorlar. Halbuki Marksistler “Türkiye İşçi Sınıfı”nın çıkarlarını savunmaz. Hatta “Türkiye İşçi Sınıfı” da yoktur analitik bir kategori olarak. İşçi sınıfı Dünya Tarihsel ve Dünya Çapında var olabilen bir sınıftır. Dünya İşçi Sınıfı’nın Türkiyeli İşçiler Zümresi olabilir. Türkiyeli işçilerin çıkarlarını savunmak, parçayı bütünün önüne geçirmek, sınıf çıkarını zümre çıkarına feda etmektir ve bunun politik literatürdeki adı “oportünizm”dir.

Bütün bunlar İşçi Sınıfının kurtuluşunun ne yerel ne de ulusal ölçekte olamayacağı şeklindeki Birinci Enternasyonal’in kuruluşunun ilk cümlelerinden birinin mantıki sonuçlarıdır. Bu temel varsayımlar bile çoktan unutulmuş bulunuyor.

Ve işin kötüsü bu rezalet bir fazilet gibi savunuluyor.

Temel yanlış budur. (Elbette böyle davrananlar kendilerine sosyalist veya komünist hatta demokrat  demeseler sorun yok. Ama sorun böyle demelerinden çıkıyor.)

Sadece İşçilerin Değil Tüm Ezilenlerin ve İnsanlığın

Kaldı ki, ayrıca Lenin’in de Ne Yapmalı’da çok açık olarak belirttiği gibi, İşçiler ya da Marksistler ve devrimciler, dünya çapında bile olsa, işçilerin kendi sınıf bencilliği içine hapsolmamalıdır, İşçi Sınıfı nesnel olarak, dünya çapında tüm ezilenlerin, tüm gayrı memnunların sorunlarını çözmek üzere bir sınıftır, kendi sınıf bencilliği içine de kapanmamalıdır.

Dolayısıyla böyle tüm ezilenleri kapsayan bir programı olması gerekir. Dünya İşçilerinin kendi dar sınıf çıkarlarını savunmak bile sendikalizm olmaktan öteye gidemez.

Bütün dünyadaki, Sosyal Demokrat ve Komünist Partiler ve neredeyse tüm Sendikalar böyle, sadece ulusal bencillik değil aynı zamanda sınıf bencilliği içindeki örgütlerdir.

Onun için olaylara “Türkiye Toplumu”açısından bakanlar veya sorunları “Türkiye Toplumu” olanlar veya Türkiye “İşçi Sınıfının” çıkarını sorun edenler, görevlerini buna göre belirleyenler, temelde yanlıştırlar, ilkesel olarak yanlıştırlar. Onların yanlışları büyük yanlışlardır. Teorik, programatik, stratejik ve örgütsel olarak temelden yanlıştırlar.

Dünya Ölçüsünde Görev ve Teorik Sorunlar

Örneğin bu satırların yazarının “Marksizmin Yeniden İnşası” gibi teorik çabaları, zaten tam da dünya çapındaki Marksizmin ve ezilenlerin mücadelelerinin sorunlarından çıkmıştır ve o mücadeleye azami bir katkı sunmayı amaçlamaktadır.

Çünkü bugün dünya çapında bir programımız yok artık.

Eski programlar ve kavramlar yetmiyor.

Teorimizde, kavramsal araçlarımızda, bir yerlerde geliştirilmesi veya yeniden tanımlanması gereken bir şeyler var.

Hamlet’in dediği gibi, “Danimarka krallığında kokuşmuş bir şeyler var”.

Temel araştırmalara yönelip, en genel ve temel kavramları gözden geçirmek gerekiyor.

Bu, bir binayı yıkıp yeni bir bina kurmak gibi değil, bir tepeye tırmanmak gibi ele alınmalıdır.

Newton’un dediği gibi “omuzlarında oturduğumuz devler”den daha uzaklara bakabiliriz ve bakabilmeliyiz.

Marksizmin Bunalımı ve Fizikteki Bunalım

Bugün Marksizmin içinde bulunduğu bunalımına en uygun örneği, yirminci yüzyılın başındaki Fiziğin yaşadığı bunalım sunar.

(Gerçi Fizik bugün de bir bunalımda, Evrenin yüzde doksan beşi hakkında, onu oluşturan “karanlık madde” ve “karanlık enerji” hakkında en küçük bir fikrimiz yok. Keza küçükler alemini son derece dakik olarak açıklayan ve virgülden sonra bilmem kaç basamak doğrulukla öngörüler yapabilen Kuantum Fiziği ile büyük yapıları açıklayan Genel görecelik tutarlı ve aynı kavram sisteminde birleşmiş değildir. Ama buradaki örneğimizde o kadar derinlere dalmayalım.)

Marksizm, 20. Yüzyılın başında fiziğin bulunduğu bunalım şu iki gözlem ve deneyi açıklayamamaktan kaynaklanıyordu: Işık hızının sabitliği ve aşılamazlığı ve ışığın aynı zamanda hem dalga hem de parçacık özelliği göstermesi.

Bu bunalım, en azından şimdilik, Görecelik ve Quantum kuramlarıyla aşılmıştır.

Bu teorik aşmanın pratikteki sonuçlarını bugün yaşıyoruz. Örneğin, bugün Elektriğin yerini Elektroniğin alması, bu teorik çözümün, uygulamadaki, pratikteki sonucudur.

O, bizler için kavranılmaz gibi görünen fiziğin en temel kavramlarına yönelik yeni tanımlamalar ve tartışmalar olmasaydı, bugün hala yirminci yüzyıl başında, Faraday ve Maxwell’lerin ya da pratik uygulamalarıyla, Edison ve Tesla’ların dünyasında olurduk.

Halbuki, bugün dünya sanayi üretiminin üçte biri bu teorik çözümlerin teknikteki uygulamalarıdır. Cep telefonlarından, Plazma TV’lere, İnternetten, MR cihazlarına ve olmadan bugün artık dünya ticaretinin mümkün olamayacağı, yeri dakik olarak belirleyebilmesi Genel Görecelik Teorisine dayanan GPS cihazlarına kadar.

Teorik Çözümün Pratik Sonuçları ve Sovyetler ve Çin Zıtlıkları

Duvar ve Doğu Avrupa bir bakıma, Sovyet bürokrasisinin egemenliği bu teknolojik devrime ayak uydurmayı engellediği için çöktü denebilir.

Duvar çöktüğünde Doğu Avrupa’ya ve Rusya’ya gidenler, sanki elliler veya atmışlarda donmuş kalmış bir ülkeyi ziyaret ettikleri duygusuna kapılıyorlardı.

Tersine Çin bürokrasisi de bu gidişe ayak uydurup, giden trene atlayıp, dünyanın ucuz işgücü sunan atölyesi olabildiği için bu devrimi yakalayıp çağ atlamanın eşiğine geldi.

Ve bu teorik devrim, iki savaş arasında Avrupa’da başlamış olsa da Avrupa’dan kaçanların da etkisiyle, ikinci savaştan sonra Amerika’da gerçekleşti. Teknik uygulamasında da ABD hala bu devrimin sürdüğü yer olmaya devam ediyor. Nobel ödülü alanların hangi ülkelerin vatandaşı olduklarına bakmak bile bir fikir verir.

İşte biz Toplum Bilimde (Sosyolojide) veya Marksizm’de, fiziğin yirminci yüzyıl başında bulunduğuna benzer bir durumda bulunduğu tespitinden hareketle, dünya çapındaki mücadeleye azami katkıda bulunabilmek için teorinin temel sorunlarına yöneldik. İleri gitmek için gerilemek, en temel sorunlara ve kavramlara kadar gerilemek zorundaydık ve zorundayız.

Ancak böyle bir “geri” gidişten alınan hızla ileri gidilebilir. Tüm çalışmalarımıza bu tespit yol göstermektedir.

Elbet biz bunu yapabilecek veya bu alanda bir şeyler yapabilecek kapasitede olmayabiliriz veya verdiğimiz cevaplar yanlış veya eksik olabilir.

Ama kanımızca sorduğumuz soru ve buna bağlı görev tanımı kategorik olarak doğrudur.

Dolayısıyla yanlışlar hep taktik veya küçük yanlışlar olarak kalır.

Soruyu doğru sormak her zaman çözümün yarısıdır.

 Kendi olanak ve koşullarım içinde, dünya çapındaki mücadeleye azami katkıyı nerede ve nasıl verebilirim?” sorusuna cevaptır yapmaya çalıştıklarımız.

Bu kısa hatırlatma ışığında somut bir fikir verebilmek için, kısaca Ukrayna ve Filistin konusuna da değinelim.

Bugünün En Acil Görevi

Bugün dünyadaki en acil sorun, insanlığın yok oluşunu engellemektir.

Bu yok oluş, bir çevre felaketi veya bir dünya savaşı biçiminde olabilir.

Ne var ki, darmadağınığız, programsızız, demoralizeyiz ve bir dünya savaşını engelleyecek gücümüz yok.

Toparlanmak için belki de birkaç kuşaklık bir zamana gerek var.

Gelenek üçüncü kuşakta oluşur” derler. Bugün dünyada ilk kez şehirlerin nüfusu köyde yaşayanları aştı, milyarlarca köylü işçileşti. Keza batıda milyonlarca iyi eğitimli insan da ücretli işçi haline geldi.

Ama henüz birinci kuşakta bu muazzam kıta kaymasını yaşayanların üzerinden, en az iki kuşak daha geçmeli. Bir kuşak bir çeyrek yüzyıl sayılırsa, 2075’lere doğru bakmak gerekir

Bu muazzam kıta kaymasının etkileri elbette bir şekilde ortaya çıkacaktır. Buna ek olarak İnternet, Ağlar, Yapay Zekalar vs. gibi muazzam alt üstlükler var. Bunların da bir hazmı gerekiyor.

Bu gibi nedenlerle birkaç kuşak geçmesi gerekebilir diye düşünüyoruz.

Bir teorik yenilenmeye dayanan bir güç ve program, ancak bundan sonra somut bir alternatif olarak ortaya çıkabilir diye düşünüyoruz.

Bu nedenle “zaman kazanmak” gerekiyor diyoruz. İnsanlığın yaşaması gerekiyor ki, o ölümcül dar boğazı aşabilsin diye düşünüyoruz.

Bu durumda bizim yapabileceğimiz ne olabilir?

Küçük gücümüzü, kimsenin, ama bugün özellikle de ABD ve Müttefiklerinin böyle bir savaşı başlatacak güçte olduğuna inanmamasını sağlamak için daima daha zayıf olanın yanında durmak. Yani ABD ve Müttefiklerinin tanımlamasıyla, Çin ve Rus bürokrasilerinin yıkılmasını, tecrit edilmesini engellemek ve bunların Avrupa ve ABD karşısında bir denge oluşturmalarını sağlamak veya bu dengenin sürmesine katkıda bulunmak. Hatta batı ittifakının mümkünse kendi içinde bölünmesini sağlamak, tek bir iradeyle davranmasını da engellemek.

Bunlar kendi refah ve üstünlüklerini sürdürmek için her şeyi yapmaya eğilimlidirler.

Sadece İkinci Dünya Savaşı öncesinde Hitler’i nasıl okşayarak kabarttıkları bile bir fikir verir.

Sovyetlerin çöküşü sonrasında Yugoslavya, Irak, Afganistan, Filistin, Somali, Suriye, Libya’da yaptıkları bile karşılarında denge oluşturacak bir güç olmadığında neler yapabilecekleri hakkında bir fikir vermeye fazlasıyla yeter.

Taraflardan birinin, diğerini yok edebileceğine inanacağı bir güç farkı ortaya çıktığında, özellikle ABD ve müttefikleri, gözlerini kırpmadan atom silahlarına baş vurabilirler.

Bunun delillerini her gün görüyoruz. Gözler önünde Gazze’de bir soykırım yapılırken izledikleri tavırlara bakmak yeter.

İnsanlığın yaşaması için ise, başta ABD ve Avrupa olmak üzere batılı devletlerin dünyanın neredeyse tek gücü olmalarını engellemek şarttır.

Çünkü onlar güçlendikçe azarlar, bitleri kanlanır, cüretleri artar.

Onların azmasına imkan verilmemelidir.

Duvar’ın çöküşünden sonra, Çin’in ve Rusya’nın bir karşı denge oluşturamadığı koşullarda, ABD’nin ve Müttefiklerinin, Irak, Afganistan, Suriye, Libya, Somali’de yaptıkları, Avrupa’da Yugoslavya’da yaptıkları, bu azgınlaşmanın, bu köpeksiz köyde değneksiz gezmenin nasıl sonuçlar verdiğini ve işlerin nerelere gidebileceğini gösterdi ve gösteriyor.

O halde politik olarak soru şudur:
Bizim gücümüz sıfıra yakınken, bunu nasıl sağlayabiliriz? Onların hareket alanını nasıl sınırlayabiliriz, köpeksiz köyde değneksiz gezmelerini ve azmalarını nasıl engelleyebiliriz? Bunun bir olanağı var mıdır?

İşte bugünkü strateji tartışması bu soru üzerinden gitmek zorundadır.

Bizim 2005’ten beri savunduğumuz, (Bakınız: “Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu”) programın, acil hedefin, şimdi sosyalizm değil, uluslar ve ulusal devletlere karşı, onları yıkma olması gerektiği şeklindeki, ulusların içinde sosyalizm için mücadele edilecek tarafsız entiteler değil, kendilerine karşı mücadele edilmesi gereken karşı devrimci yapılar olduğu şeklindeki görev tanımı, hem insanlığın yaşamasını hem de sosyalizme geçişi sağlar. Bir yan ürün olarak çevre felaketini de engellemeyi mümkün kılar. Çünkü ulusların ve ulusal devletlerin egemen olduğu bir dünyada bir dünya savaşını ve/veya çevre felaketini engelleme bir sahte hayalden başka bir şey değildir.

İnsanlık o zaman hangi yollarla, nasıl zamana yayarak ve/veya acil tedbirlerle, bir çevre felaketini engelleyebileceğine kendisi karar verebilir.

Bir çevre felaketi de, bir dünya savaşı da uluslara karşı bir zafer sonucunda, yani ulusal olanla politik olanın ilişkisinin koparılması, yani her hangi bir ulustan olmanın, tıpkı bir “dinden” veya “inançtan” veya bir spor kulübü taraftarı olmaktan farklı olmadığı, yani politik anlamıyla uluslara ve dolayısıyla da ulusal devletlere son verildiği koşullarda engellenebilir.

Ulus ve Ulusçuluğun Teorisi ile İnsanlığın Var Olabilmesi İlişkisi

İşte tam bu nedenle, İnsanlığın var olabilmesi için, ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun tanımlanması hayati önemdedir. Çünkü ulusların ve ulusçuluğun ne olduğu bilmemenin kendisi ulusların ve ulusçuluğun varlığı ile sonuçlanmaktadır. Ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun tanımlanması hem bir program sunar hem de ulusların ve ulusçuluğun var oluş koşulunu ortadan kaldırır.

İşte bu noktada tekrar yazının başında ele almaya çalıştığımız ve ara verip enternasyonalizm sorununa atladığımız, epistemoloji ve ontoloji ilişkisine, yani bir şeyi bilmenin veya bilmemenin, toplumsal bir olguyu var veya yok edebileceği sorununa geliyoruz.

Elbette burada “bu nasıl bir mantık, bir şeyin ne olduğunu bilmemek nasıl onu var edebilir? Bilgi ile nesnesi arasında nasıl böyle bir ilişki kurulabilir?” denebilir.

Ama böyle bir itiraz toplumsal varlığın ne olduğunu bilmemekle ilgilidir. Toplumsal varlığı fiziksel veya biyolojik bir varlık gibi anlamakla ilgilidir. Bu temel farkı şöyle açıklayabiliriz.

Bir yıldızı, bir galaksiyi, bir gezegeni vs. veya bir parçacığı veya bir canlı türünü bilmememiz veya bilmemiz onu fiziksel veya biyolojik bir varlık olarak var veya yok etmez.

Ama Toplum ve Toplum hakkındaki Bilgi ile (yani Marksizm veya Toplumbilim ile) onun nesnesi olan Toplum arasında çok farklı bir ilişki vardır.

Çünkü toplumun biliminin, yani Marksizmin, (örneğimizde bir Ulus teorisi, Ulusun ve ulusçuluğun ne olduğu bilgisi) kendisi de Toplumsal bir olgudur. Bu nedenle toplum biliminde bir şeyin bilinmesi veya bilinmemesi de toplumsal olarak o şeyi var veya yok edebilir.

Cansız ve canlılar aleminde varlıklar, bizim onlar hakkındaki bilgimizden bağımsız olarak vardırlar. Ama toplumsal bir olguyu bilmek veya bilmemek (burada onun açıklamasını kast ediyoruz bilme derken, varlığını bilip bilmemeyi değil) o şeyi var veya yok edebilir.

Fizik biliminin kendisi fiziksel bir olgu değildir, biyoloji bilimi biyolojik bir olgu değildir. Ama bu bilimler de birer sosyolojik olgudurlar.

İşte tam da bu nedenle, bu alandaki bilgilerin kendisi bile toplumsal ilişkilerde ortaya çıkardıkları değişikliklerle belli olguların varlığını ve yokluğunu belirlerler.

Bir zamanlar yıldırımlar yağdıran Zeuslar, Apollonlar, bağırtıları gök gürültülerini oluşturan Hazreti Davutlar vardı.

Bunlar elbette fiziksel ve biyolojik olarak yoktular, ama sosyolojik olarak vardılar ve insanların davranışlarını belirliyorlardı. Dolayısıyla bunlar sosyolojik olgulardı, sosyolojik varlıklardı.

Ama bugün artık bunlar var olamıyorlar örneğin. Çünkü artık elektronları, elektromanyetik dalgaları biliyoruz örneğin.

Marks’ın benzetmesini kullanırsak, nasıl paratonerin olduğu bir dünyada, (yani elektronların ve elektro manyetik dalgaların bir teorisinin ve pratik uygulamalarının olduğu bir dünyada) Apollon veya Zeus artık var olamazsa, Gök gürültüsü, Hazreti Davut’un haykırışı olarak tanımlanamazsa, ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun bilindiği bir dünyada da benzer şekilde ulusçuluk var olamaz.

İşte tam bu nedenle bizim teorik çabalarımız, özellikle Ulus ve Ulusçuluktan başlamamız, dünya ölçüsündeki en acil görevden çıkmaktadır.

Ulusları ve Ulusçuluğu açıklayan bir teori insanlığın var olabilmesi için olmazsa olmaz koşuldur. Ulusçuluğu ve ulusları bir zamanların Zeus veya Apollonları gibi yok etmek gerekiyor.

Onun için de daha derinlerdeki kavramları da (Din, Üstyapı, Toplum, Varlık, Devrim vs.) yeniden tanımlamak gerekmektedir. Bunun için de yine daha çok zaman gerekiyor.

Yani bir teorik görevin kendisi de ayrıca zaman kazanmak gerektiği sonucunu ortaya çıkarıyor.

Ama burada şu soru ortaya çıkıyor: bu durumda bir yandan teorik olarak sorunu çözmeye çalışırken, pratik, taktik olarak ne yapabiliriz

Buna da verilecek bir cevabımız olması gerekir.

Altta Güreşmek

Bugünün dünyasında ABD ve müttefiklerinin gücünü az da olsa dengeleyen, köpeksiz köyde değneksiz gezmelerini engelleyen güçler her şeyden önce Rusya ve Çin’dir.

Onların gücünü dengeleyecek güçlerin tek parti yönetimleri olması vs. değildir önemli olan. Önemli olan, onların diğerlerinin gücünü ve saldırganlığını sınırlayabilecek bir kapasitede olmasıdır, güçlerinin nesnel olarak bir işe yaramasıdır, böyle bir işlev görebilmesidir.

Bunun ne kadar önemli olduğunu bize en iyi işçi hareketi ve ezilenlerin mücadeleleri gösterir.

İşçiler pratik insanlardır. Ezilenler altta güreşirler ve binlerce yıldır altta güreşmenin kendilerine kazandırdığı sezgilerle hareket ederler.

Bunun sonuçları pratikte şöyle görülür örneğin. İşçiler sendikalarının ve sendika bürokratlarının neredeyse hepsinin satılık olduğunu, devletler ve işverenlerle açık veya gizli iş birlikleri içinde olduklarını bilirler ama yine de o sendikalara üye olurlar ve sahip çıkarlar. Çünkü işverenlere karşı, elinde bir sopa olması hiçbir şey olmamasından veya köpeklerin saldırısına karşı, küçük ve keskin radikal grupların örgütlenmeleri gibi, bir işe yaramayacak bir çakı bıçağı olmasından iyidir.

Sopanın neden yapıldığı önemli değildir. Yeterince uzun ve sertse, saldırganları durdurmaya yetiyorsa iş görüyor demektir.

İşte Rusya ve Çin pek ala böyle bir işlev görebilirler ve görmektedirler.

Elbette bugün batılı emperyalistleri dengeleyen bu güçlerin pek te batılı “demokrasiler” gibi demokrasi görünümü sağlayacak araçlardan ve imkanlardan yoksun olması, bu mücadelede onları ve dolayısıyla bizleri zor duruma düşürür ve zayıflatır da. Çünkü geniş çoğunluklar, batılı devletlerin propaganda ve gösterişine atlamaya hazır sazanlar gibidir.

Bu nedenle onları ideolojik olarak savunma gibi bir durumumuz olamaz ve olmamalıdır. Onları desteklemek onlara güzelleme yapmaya yol açmamalı. Nedenlerimizi şimdi burada olduğu gibi açıkça ortaya koymalıyız: ABD ve Diğer batılı devletler it sürüsünü sindirmek için işe yarar bir sopa.

Bu bakımdan, bir bakıma Sovyetlerin çöküşü öncesinden daha şanslı ve iyi bir durumdayız.

O zamanlar Sovyet bürokrasisinin dış politikasının birer aracı durumundaydı demokrasi, sosyalizm, eşitlik isteyenler ve onun günahlarına ortak oluyordu.

Bugün gerekçemizi onların varlığı ve bir güç olarak işe yararlığında buluyoruz.

Bu bizleri herhangi bir ideolojik angajmandan koruyor. Bayrağımız temiz kalabilir. Eğer onlar Batılı Emperyalistler karşısında çökerse onlarla birlikte çökmeyebiliriz ve bir alternatif olarak ortaya çıkabiliriz.

Ama bu durum da onları da eski yedeklerinden, dış politikasının araçları olarak kullandığı diğer ülkelerin içindeki işçi, sosyalist ve demokrat hareketlerin ve örgütlerin desteğinden yoksun bırakmaktadır. Onları dış politikalarının bir aracı olarak kullanma olanakları yoktur. Aslında bu da pek bir kayıp sayılmaz güç ilişkilerinde.

Batı Karşısında Çin ve Rusya’ya Destek, Çin ve Rusya İçinde Demokrasi Mücadelesi

Ama bu durum, o ülkelerde gerçek bir demokrasi için mücadele etmek gereğini ortadan da kaldırmaz. Bu görevler birbiriyle çelişmez. Aksine destekler. O ülkelerde, emperyalistlerle paralel bir duruma düşmeyen bir demokrasi mücadelesinin varlığı hayati önemdedir.

Elbette batılı emperyalistler bu mücadeleyi kendi uzantıları gibi göstermeye çalışarak ve bu bürokratik diktatörlüklere de bu mücadeleleri batılı emperyalistlerin bir ajanı ve uzantısıymış gibi gösterme olanağı sunarak bunu iki kanaldan yok etmeye çalışacaklardır.

Ama burada program önemlidir. Hem batılı emperyalistlerin kullanamayacağı hem de bu ülkelerdeki bürokratik egemenliklerin batının ajanları diye kullanamayacağı bir program önemlidir.

İşte böyle bir tutum için de ulusların ve ulusçuluğun ne olduğu önemlidir

Uluslara ve ulusçuluğa karşı sağlam bir program böyle bir kullanışı ortadan kaldıracağı gibi, çatışan iki gücün de bize karşı cephe almasını sağlar ve o zaman bugünkü bölünmelerle bölünerek esas büyük bir hegemonya kurabiliriz.

Bu program tek tek ülkelerde, ulusun bir dille, dinle, kültürle vs. tanımlanmasına karşı ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlayan demokratik bir ulusçuluk programı, dünya çapında da ulusları ve ulusal sınırları yıkma programıdır.

Bizzat böyle bir program batılıların tüylerini diken diken edecektir. Bunun için daha ince onları köşeye sıkıştıracak taktikler de izlenebilir.

Örneğin ABD’nin aldığı kararlar tüm dünyayı etkiliyor dilerek ABD seçimlerinde tüm dünyadaki insanların oy kullanması gibi veya örneğin bütün geri ve yoksul ülkelerde, Avrupa Birliği’ne ve ABD’ye katılma onun eşit vatandaşı olma için mücadele gibi.

Yani bugün hudutları aşarak ezilenlerin bireysel olarak yaptığını veya yapmaya çalıştığını, yani ayaklarıyla oy verdiği programı, ülkeler olarak savunmak ve ABD’ye katılma kararları almak. Bütün yoksul ülkelerde sosyalist partilerin, ülkenin ABD’ye veya batılı ülkelere katılma kararları aldığını varsayın. Böyle büyük bir hareketin başladığını varsayın. Bu demokrasi kahramanı geçinenlerin bütün ikiyüzlülükleri ve ırkçılıkları açığa çıkar. Kimseyi kendi zafer arabalarına bağlayamazlar

Aslında örnekte öneriler, bir tarihsel deneye dayanmaktadır. Doğu Almanlar tam da bunu yapmışlardı. Aynı şeyi Arnavutlar oğul veren arılar gibi yapmaya kalkınca, püskürtülmüşlerdi.

Ulusların ulusçular var olduğu için var olduğu önermesi, hem pratikte doğrulanmış hem de şu batı demokrasilerinin ne kadar ırkçı ulusçu oldukları, bugün aslında bir apartheit rejiminin dünyada egemen olduğu gösterilmiş olur.

Batı emperyalistler böyle bir olasılıktan o bürokratik diktatörlüklerden daha fazla korkar. Çünkü o zaman saldırgan ve yayılmacı karakterilerini demokrasi savunusu ardına gizlemesi olanaksız olacaktır.

Batılılar ancak kendileriyle zımni ve açık işbirliği içirndeki, programları kendileri için bir tehlike oluşturmayacak güçleri desteklerler.

Ama şu gerçeği de bugün için açıkça koymak gerekiyor. Çin ve Rusya’daki muhaliflerin ezici bir çoğunluğu, batılı emperyalistlere karşı şerbetli ve düşman değildir ve onların desteğini aramaktadır ve onların fiili bir uzantısı olma durumundadır.

Bu demokrasi özlemlerinin bu durumda düşmesinin nedeni, biz Marksist ve sosyalistlerin yukarıda değindiğim gibi bir programı olmamasıdır.

Ayrıca tüm ülkelerde tüm devlet, şirket, banka vs. sırlarının açık olması, hiçbir kurumun hiçbir şeyinin gizli olmaması gibi geçişsel talepler da benzer etkiler yapar.

Bugün hiçbir ülkede böyle bir programı olan bir muhalefet yok. Bu yokluk bütün çıkmazı ortaya çıkarmaktadır.

Ancak radikal bir demokrasi programı, uluslara karşı mücadele görevini de öne koymuş bir programı olan bir muhalefet kendi diktatörleri kadar batılıların da şeref verici düşmanlığını üzerine çekebilir.

Ne var ki, bugünkü liberaller, ve onların kavramları ve programıyla yürüyen “Yeni Sosyal Hareketler” ABD ve müttefiklerinin “İnsan Hakları” ve “Demokrasi” zokalarını yutmuş sazanlardır.

“Demokrasi” ve “İnsan Hakları” Bayrağı

ABD ve batılı ülkelerin demokrasi ve insan hakları diye bir derdi yoktur, sadece kendi çıkarları vardır. Onların politikalarının bir aracıdır böyle bir söylem. İşin kötüsü, duvarın yıkılışı sonrası demokrat ve sosyalistlerin önemli bir bölümü bu söylemi ciddiye almakta, gönüllü olarak onlara hizmet de etmektedirler. Yani bürokrasilere karşı Batılıların desteğine güvenmektedirler.

Aslında yirminci yüzyılda Sovyetler ve Sosyalist ve Demokrat güçlerin ilişkinin bir benzeri bugün ABD ve Müttefikleriyle bu güçler arasındaki ilişkide ortaya çıkmaktadır.

ABD ve Diğer batılı “demokrasiler” bir zamanlar Sovyetler ve Çin’in diğer ülkelerdeki işçi ve komünist hareketi kendi dış politikasının ve diplomasisinin araçları olarak kullanması gibi, şimdi demokrasi kendilerine karşı şerbetli olmayan demokrasi özlemlerini, yeni sosyal hareketleri, liberalleri vs., kendi dış politikasının araçları olarak kullanmaktadır.

Bir zamanlar bu kullanış nasıl Komünistleri ve işçileri zor duruma düşürüyor ve onları Rus bürokrasisinin uzantıları haline getiriyorduysa, şimdi de Demokrasi ve Eşitlik özlemlerindekiler, Batılı Ülkelerin uzantıları oluyorlar.

Bu açmaz karşısında, hem batının bir uzantısı olmamak hem de Bürokratik diktatörlüklere karşı demokrasiyi savunmak, teorik ve programatik olarak ikisine de karşı olmak hayati önemdedir.

Ancak böyle bir bağımsız bir program ve strateji ile taktik olarak batılılara karşı diğer bürokratik diktatörlükler taktik olarak desteklenebilir ve desteklenmelidir.

Bu nedenle bağımsız bir program ve onun teorik temeli, diğer yandan batılılara karşı taktik olarak dengeleyici güçlerin desteklenmesi birbirinden ayrılmaz.

Açmaz ve “Populizm”in Yükselişi

Elbette buradaki gibi bir yaklaşımın varlığı ve olanağı geniş ezilen yığınlarca bilinmediği için, demokratik özlemler duyanlar, batılı emperyalistler hakkında “demokratik” illüzyonlarla kör olmuşlardır. Bu nedenle aslında gerçekten onların da bir uzantısı olarak hareket etmektedirler çoğu durumda.

Bu illüzyonlara kapılmalarında elbette geniş ezilen kesimlere uzaklıkları ve onlara güvensizlikleri ve onlardan korkuları önemlidir. Bu kesimler genellikle nispeten hali vakti yerinde ücretli kesimler, “orta sınıflar” ve burjuvalardır.

Nedeni ne olursa olsun bu da açmazı iyice kangrene çevirmekte, batılı ülkelerdeki alt sınıfların memnuniyetsizliği “kendi” ulus, devlet ve sermayelerine değil, ya kendilerinin de altındakilere, (örneğin göçmenlere) ya da “elitlere” yönelmektedir.

Yükselen “Populizm”in açıklaması ezilenlerin bu açmazlarındadır.

Bugünün dünyasında, sorunlara böyle bakmayıp ta, sorunu ABD ve müttefiklerinin koyduğu gibi, demokrasi ve diktatörlükler arasındaki bir mücadele (“İşgalci Rusya” ile “ülkesinin özgürlüğü için savaşan Ukrayna halkı”, “İslamcı Terörist Hamas” ile “Ortadoğu’daki tek demokrasi İsrael” arasındaki bir savaş) gibi görmek ve öyle tavırlar almak, otomatik olarak emperyalizm ile aynı safta yer almaya, onların yedeği olmaya yol açar.

Açmaza Karşı Somut Bir Örnek

İşte gerek Ukrayna gerek Filistin aracılığıyla bir üçüncü çizginin mümkün ve gerekli olduğunu da göstermeye çalıştık.

Örneğin Rusya’nın Ukrayna’nın NATO’ya alınmasını engellemek üzere Ukrayna topraklarına girişi vesilesiyle, bir devrimci için olayların gidişine dünya çapındaki mücadeleler açısından bakmanın, stratejik ana halkayı ve vuruş yönünü doğru yakalamanın örneğini sunarak, Ukrayna sorununun bir Dünya Sorunu olduğunu göstererek, buna göre tavır almak gerektiğini belirttik. Yazımızın başlığı bile bu vurguyu içeriyordu: “Ukrayna’da Savaş - Ukrayna Meselesi mi Dünya Meselesi mi?” (bu başlıkla Kıvılcımlı’nın “Çek Meselesi mi Dünya Meselesi mi?” başlıklı yazısını da hatırlatmış oluyorduk.)

Ancak en radikal ya da demokrat görünenler bile olaya Ukrayna’ya , dünya çapındaki mücadelenin bir alanı olarak değil, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişiminden hareketle, bir Ukrayna ve Rusya sorunu olarak ele almaktan, sorunu “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” çerçevesinde tanımlayıp ona göre tavır almaktan öteye gidemediler.

Kaldı ki, çıkarsamaları daha da kötüydü. Dünya çapındaki bir savaşın alanı olarak Ukrayna’yı ele almak istemeseler bile, en azından Ukrayna’daki Rus veya Ortodokslara yapılanları, faşistlerin yığılmasını, NATO üyeliğini vs.  göz önüne alarak, iki gerici ülke arasındaki bir savaş olarak görseler bile, bu durumda bir devrimcinin, bir enternasyonalistin, bir Marksistin görevinin, iki tarafın haksız olduğu bir savaşta, yenilgici bir tavırda olması gerektiği, dolayısıyla “önce kendi bulunduğun tarafın, yani Batı İttifakı ve NATO’nun yenilgisi için uğraşacaksın” önermesine varmaktan yani mantık sonuçlarına götürmekten ve açık bir tavır almaktan korktular ve bürokratik, tavşan boku gibi kokmaz bulaşmaz formüllerini “diyalektik” veya “altın orta” gibi pazarlamaya çalıştılar. (Örneğin SYKP başkanı, Tuncay Yılmaz bizimle çıktığı bir Youtube programında böyle bir tavır sürdürdü. Bizim geleneğimizle bağlantılı bir kişinin bu bürokratik eyyamcılığı kanımızı beynimize sıçratmıştı.)

Hasılı, neredeyse herkes, gönüllü sazanlar olarak, emperyalist batının propaganda oltalarına atladı.

Rusya ikinci bir Mühih’i engellemek zorundaydı. Bugün gereken adımı atmazsa yarın çok daha kötü koşullarda çok daha acı sonuçlar verecek şekilde davranmak zorunda kalacaktı. Elbette bu zor duruma düşme, Rusya’daki bürokrasi ve oligarkların keyfilik ve vurgun düzeniyle de ilgilidir, ama şu an bir seçme durumumuz yoktur.

Tıpkı ikinci Dünya Savaşı öncesinde Stalinist bürokrasinin yaptıklarının bizzat onu zor ve güçsüz duruma düşürmesi gibidir durum. Kendini politik olarak daha zor ve güçsüz duruma düşürecek askeri tedbirler alması gibidir durum.

Tıpkı şimdi Rusya’nın NATO ve Batılı müttefiklere “Doğu’ya genişlememe sözü vermiştiniz, Ukrayna tarafsız kalmalıdır, Ukrayna’yı NATO’ya almayınız” önerilerine kulaklarını kapamaları, Rusya’yı oyalamak için görüşmeleri sürdürmeleri gibi, o zaman da Sovyetlerin Hitler’e karşı ittifak ve Çekosyovakya’yı Hitler’e vermeme önerilerine İngiliz başbakanının şemsiyesi kadar bile ilgi göstermiyorlardı. O zaman da Sovyetler, “Madem öyle işte böyle” deyip zaman kazanmak için, azdırdıkları köpeği onların üzerine sürmenin yollarını aradı ve Hitler’le saldırmazlık paktı imzalayıp, Polonya ve Finlandiya’yı işgal etmek zorunda kaldı.

Elbet bugünkü Rus bürokrasisi bu tarihsel derslerin birikimiyle hareket etmektedir. O zamanlar Stalinist bürokrasi askeri olarak zaman ve alan kazanmasa, Leningrad’ın dibindeki Finlandiya’yı almasa, Hitler’in ilk saldırısı Urallar’a ya da Kazakistan’a kadar ulaşabilir ve Sovyetler yok olabilir ve bugün çok başka ve korkunç bir dünyada yaşıyor olabilirdik. Rusya’yı yaşam alanı olarak feth etmiş bir Hitler, derhal diğer batılı emperyalistlerle ilişkileri düzeltmenin yolların arardı. Onlar da buna dünden razıydılar.

Sovyetler bir karşı devrimci bürokrasinin diktatörlüğü olsa da, Hitler’in yenilgisi, hem batı işçi sınıfına tarihinde görmediği, Keynezyan ekonomi ve “Sosyal Devlet”in olanaklarını, hem de dünün sömürgelerine bağımsızlarını kazanma ve hatta bağlantısızlar gibi bir blok oluşturma imkanı bile sundu.

Aradan geçen seksen yılın erezyonuna rağmen hala bu zaferin nesnel sonuçları biraz soluk alacak imkanlar sunuyor.

Yani aslında bugünkü “Batı Demokrasisi” bile varlığını Sovyet bürokrasisinin, Stalin diktatörlüğünün Hitler karşısındaki zaferine borçludur bir bakıma. Batının işçileri bugünkü demokratik ve sosyal haklarını ve doğu ve güneyin sömürgeleri, az çok bağımsızlıklarını, büyük ölçüde bir bürokratik diktatörlüğün faşistlere karşı kazandığı zafere borçludurlar.

Stalin’in ve Stalinizmin hala bir sevgi görmesinin ardında bu nesnel sonuçlar bulunmaktadır.

Tarih bizlerin tercih edeceği yoldan değil, akıl almaz labirentlerin yolundan gider, kulağını ters eliyle arkadan, (sol kulağını örneğin sağ eliyle kafasının arkasından uzatarak) tutar.

*

Ukrayna’da, bugün durum nispeten açıklığa kavuşmuş görünüyor.

Rusya’nın Ukrayna’nın belli kesimlerini işgali, bizim tahminimizden bile daha başarılı oldu. Biz Batılı Emperyalistlerin uzun bir yıpratma savaşıyla Rusya’yı tüketmesinden çekiniyorduk. Bu Rusya’nın çöküşü ve devasa bir Yugoslavya’nın ortaya çıkmasına yol açar, ABD ve müttefiklerinin saldırganlığına güç verir ve iştahını kabartırdı. Sıraya Çin girerdi ve bu zaferden aldıkları güç ve şımarıklıkla, tıpkı Çekoslovakya’yı yutmuş Hitler gibi, biti kanlanan batılıların Çin’e karşı bir dünya savaşı başlatma olasılığı güçlenirdi.

Halbuki insanlığın çıkarı bir dünya savaşını olabildiğince engellemek veya en azından geciktirmek ve zaman kazanmaktır. O zaman belki dünyadaki sosyalist ve demokrat güçler, tarihsel yenilgilerin etkisinden kurtulabilir ve teorik hazırlıklarla da belli bir yol kat edip yeryüzü ölçüsünde uluslara ve ulusal devletlere karşı bir devrimle, bir savaşı engelleyerek insanlığı bu tarihsel dar boğazdan geçmeyi sağlayabilir.

Rus bürokrasisinin manevra yapacak alanı kalmamıştı. Rusya, Almanya ve Fransa’nın ABD’nin kuyruğuna takılmayacağını umuyor ve onlarla bir uzlaşma yolları arıyordu. Halbuki onlar eski huyları gereği çoktan ABD’nin arabasına binmişlerdi.

Biz bu durumda Rusya’nım uzun vadeli bir savaşla çökertilip, yeryüzünün altıda biri ölçüsünde bir Yugoslavya ortaya çıkmasından ve sıranın kalan tek güç Çin’e gelmesinden çekiniyorduk. Ama öyle görülüyor ki, Rusya, tahminimizden çok daha iyi bir direniş gösterdi. Ukrayna silahlı kuvvetlerini bir savunma savaşıyla tüketti ve öyle görülüyor ki, şimdi büyük bir askeri başarının eşiğinde bulunuyor.

Ve şu an batılılar bir dünya savaşı tehdidi ile Ukrayna’nın çöküşünü engellemeye çalışıyorlar.

Eğer bu askeri başarı Katolik kesimlerle sınırlı bir Ukrayna’nın batı kesimlerinin, örneğin NATO’ya girmemesi ve tarafsız bir ülke olarak kalmasını sağlarsa, sadece bir dünya savaşı tehlikesini uzaklaştırmakla kalmaz, bu ABD ve onun kuyruğuna takılmış batılı müttefiklerinin ciddi politik bunalımlar geçirmesine yol açabilir. Ya da bu durum en azından kısa vadede ezilenlere daha geniş bir hareket alanı sağlayabilir ve ezilenlere dolayısıyla insanlığa zaman kazandırabilir. Ya da en azından kısa vadede olsun, Münih’te Çekoslovak pastası ile palazlanması sağlanmış Hitler gibi azamazlar.

Ama daha önemlisi, Batılı ülkelerin aralarındaki çelişkilerin artmasına veya çelişkilerin ortaya çıkmasına yol açarak, dünya çapında bir çılgınlığa girmelerini geciktirici veya engelleyeici bir etki yapabilir.

Hamas’ın Zaferi ve Dünya Durumu

Daha sonra da Siyonist İsrail devletine karşı Hamas önderliğinde isyan eden Filistinlilerin yaptıklarının, ikinci bir TET saldırısı gibi olabileceğini, daha çok ona benzediğini yazmıştık. (“11 Eylül mü, TET mi?”)

Bugün olayların gelişimi, bizim bile tahmin etmediğimiz ölçüde TET’e benzer sonuçlar verme eğilimi göstermektedir.

Biz Hamas ve müttefiklerinin, “Gazze Şeridi” denen hapishanedeki Filistinlilerin isyanının ezileceğini düşünüyor ve buna rağmen, askeri bir yenilgi olsa bile, tıpkı Vietnam’ın TET saldırısında olduğu gibi, politik, ideolojik ve ahlaki olarak Hamas’ın veya Filistin’in kazanabileceğinden söz ediyorduk.

Ama Gazze’deki direniş, bizim askeri bakımdan olumsuz tahminlerimizi bile bir kenara itti. Hatta askeri olarak da Hamas için bir başarıdan söz edilebilir. İsrail’in açıkladığı amaçlarına ulaşamaması bile, Hamas için bir zafer anlamına gelir.

İsrail hem Gazze’yi terk etmeyi reddeden Filistinlilerin, hem de Hamas ve diğer savaşçıların başarılı direnişi karşısında ilk geri adımını atmak, yani ateşkesi kabul etmek zorunda kalmıştır. Ateşkesin bile kendi aleyhine işlediğini görünce tekrar saldırıya geçmiştir.

Savaş uzadıkça da hava Siyonist İsrail’in aleyhine dönecektir. Bunun önemli etkileri olacaktır ezilenlerin mücadelelerinde.

Ve bu iki savaş Ukrayna ve Filistin, nesnel olarak birbirine alan açmaktadır. Politikaları iflas etmiş bir Batı İttifakı’nı politik bunalımlar beklemektedir ve bu gerek Rusya’ya gerek Filistin’e alan açar.

Batılı ülkeler, güçlüler, fiilen tecrit oldular, kendi ülkelerinde bile ciddi ve giderek artan bir muhalefet var. Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun kararının gösterdiği gibi dünyada tecrit olmuş durumdalar.

Bütün bunlar hayırlı gelişmelerdir.

Ama son zamanlarda, Ukrayna’nın fiilen bir yenilgi ve çöküşün eşiğinde bulunduğunu görünce, ABD ve müttefiklerinin tertipledikleri tarihin en büyük NATO manevraları, bir dünya savaşı çıkabileceği uyarıları, konfor alanlarını kaybetme tehlikesi karşısında tüm insanlığı yok etmeyi bile göze alabileceklerini tekrar ve tekrar göstermektedir.

Türkiye’deki Muhalifler ve Tükenişleri

Türkiye’deki sol bilinen kesimlerin, Gazze karşısındaki tavırlarında, tıpkı Ukrayna’da olduğu gibi Siyonist Faşist İsrail ve İsrail’e kayıtsız şartsız destek veren Batı’nın propaganda savaşının oltalarına, tıpkı Ukrayna’da olduğu gibi, gönüllü olarak atlayan sazanlık egemendi.

Özellikle sözümona Laikler ve Alevi solcular, Hamas’ın savaşı başlattığı gün, sonradan yalan oldukları da ortaya çıkan, bir iki söze ya da resme bakarak, Politik İslam alerjisiyle hemen sazanlar gibi ABD ve Siyonistlerin yalanlarına atladılar.

Erdoğan’ı politik olarak köşeye sıkıştırmanın ve Filistin’e aşağıdan bir destek vermenin olanağını yitirdiler.

Bu kesimler, ayrıca Suriyeli mültecilerin çokluğunun da beslediği geleneksel Arap düşmanlığı ile fiilen Erdoğan’a destek oluyorlar.

Diğer yandan hala “İsrail’in varolma hakkı”nı, “İki devletli çözüm”ü savunuyorlar.

İsrail’in dış destekli bir NAZİ devleti, ırkçı bir APARTHEİT devleti olduğu gerçeğini atlıyorlar.

İsrail Siyonist, ırkçı, faşist bir Apartheit devletidir. Onun yaşama hakkından söz etmek Nazi Almanya’sının yaşama hakkından söz etmektir. İsrail bir Yahudi devleti değildir. İsrail bir Siyonist devlettir. Ona Hitler Almanya’sına bakıldığı gibi bakılmalıdır. Bu devlet yıkılmalıdır. Ve yıllardır önerdiğimiz biçimde, Filistin’de dil, din, tarih, kültür körü, insanların Yahudi ya da Arap, Sünni, Şii, Musevi, Hristiyan, Dürzi vs olmasının hiçbir politik anlamının olmadığı, bürokratik olmayan bir demokratik cumhuriyet kurulmalıdır. Tüm Ortadoğu’da olduğu gibi İsrail ve Filistin topraklarında da biricik çözüm budur.

Bizim Çözümümüz

Emperyalizm ve milliyetçilikler ise, her türlü, din, dil, “etni” vs. ayrımlarının birer politik birim olarak şekillenmesini ve kabulünü ve bunların “uzlaşmalarını” savunmaktadır. Bu çözüm olmayan çözüm Lübnanlaşma ile sonuçlanır. Gerici bir milliyetçilik hem yerli egemen sınıfların hem de emperyalistlerin amaçlarına hizmet eder.

Biz gerici, bir dil, din, etni, tarih, soy, sop, ırk vs. ile tanımlanmış milliyetçiliklere ve politik birimlere karşı, kendini böyle tanımlamaya karşı tanımlamış, bunların hiçbir politik anlamının olmadığı bir demokratik milliyetçiliği ilk ve kısa vadeli bir çözüm olarak savunuyoruz ve savunmalıyız.

Bunun ayrılmaz bir parçası, en azından, her birimin (köy, kasaba, şehir vs.) kendi seçtiği yöneticilerce yönetilmesi, merkezden atanan memurluğun ortadan kaldırılmasıdır.

Yani gerçek ve demokratik otonomi dile, ine vs. göre bölünmüş birimlerin otonomisi değil, böyle bir otonomiyi, dil ve din körü, herkesin dilin ve dinin kişilerin özel sorunu olduğu, dile, dine vs. politik bir anlam vermeyi reddeden, bir ulusun ve onun tüm birimlerinin otonomisidir.

Maalesef sorunun bu tarz koyuluşu bile gündemde değildir. Hiçbir şekilde tartışılmamaktadır. Ve bunun en büyük günahı, “ulusların kaderini tayin hakkı” diyerek, ulusların bir dile, dine göre varlıklar olarak tanımlayan ve böyle bir ulusçuluğu ve ulusları savunan Marksist harekette olmuştur.

İkinci ve Zor Bir Görev

Kaldı ki, gerçek bir çözüm için bu da yetmez. Zorunlu ve sorunlu bir görev daha vardır: İsrail nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan Siyonist Faşistler var.

Bunlar için de bunların direncini minimuma indirecek, bunlar için de en az sancıya yol açacak bir çözüm bulunmalıdır.

Ayrıca bunları uyuşturucu bağımlılarındaki gibi, siyonist ve ırkçı zehirden, bu toksik maddelerden arındırma gerekir.

Yani İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da olduğu gibi, bir “denazifikasyon” benzeri bir “desiyonizasyon” da gerekir.

Ve bunun en sancısız biçimde gerçekleşmesi için her şeyi yapmak da gerekir.

(Gerçi bu Almanya örneği tam doğru değildir. “Denazifikasyon” hem yapılmadı, (bütün Naziler devlet cihazında kritik görevlerde kaldı, hatta bunları başta ABD diğerleri de kapıştı ve onların işkence teknikleri CIA üzerinden hala ezilenlerin mücadelelerine karşı bir işleve sahip), hem de diğer ülkelerde bulunan Almanların fiziksel sürgünleri, yani bir tür soykırım da eklendi. (Milyonlarca Alman sürüldü, bu sürgünlerde çok insan telef oldu. Bu duruma da düşmemeli.)

Bu analojiyi, yapılması gereken görevin zorluğu hakkında bir fikir vermek için yaptık.

Bu zorluk ve çözümleri hakkında Güney Afrika da önemli dersler içermektedir. Çözüm ulusu bir dille, dinle, tarihle, soyla tanımlamayan, böyle tanımlamaya karşı tanımlayan bir Demokratik Cumhuriyet olabilirdi. Bu “müttefiklerin” (= Batılı Emperyalistler ve Sovyet bürokrasisinin) hedefi ve ufkunda olmadığı için, kendi gerici karakterleriyle çeliştiği için, çok sancılı süreçler yaşandı.)

Türkiye’deki Aleviler ve laikler politik İslam ve bununla iç içe geçmiş Arap alerjisiyle; Kürtler ise, Araplar tarafından da eziliyor olmanın yarattığı İsrail sempatileriyle, Politik İslamcılar İktidardaki Erdoğan Rejimini destekleme ve onu zor duruma düşürmeme kaygılarıyla, yani iktidarı ve muhalefetiyle tüm Türkiye’de yaşayanlar, Filistin’e açık ve kitlesel bir destekten kaçındılar.

Halbuki, en azından muhalif ve demokrat geçinenler için, tıpkı seçimlerde olduğu gibi, Erdoğan’ı açmazda bırakmak için olağanüstü uygun bir konjonktür vardı. Filistin’e somut destek için, örneğin İsrail ile ilişkilerin ve ticaretin kesilmesi gibi taleplerle meydanlara çıkılsa, iktidar, tabanı bu gösterilere gelme eğiliminde olacağı için, Erdoğan ve ortakları ciddi bir açmazla karşı karşıya ve bazı adımlar atmak zorunda kalırdı. Böylece başka ülkelerde de kitlelerin meydanlara dökülmesi içir bir başlangıç yapılabilir, Gazze ve Filistinliler desteklenebilir, İsrail’le (yani Nezi rejimi benzeri Siyonist rejim ime “barış içinde bir arada yaşayan” hükümetler baskı altına alınabilir, İsrail tecrit edilebilirdi.

Ayrıca bu vesileyle bir araya geliş, en geniş kitle hareketlerinin yolunu açılabilirdi.

Filistin’e destek için birbirine karşı bölünmüş eğilimleri bir araya getirebilecek böyle bir aşağıdan kitlesel hareket, birdenbire Türkiye politikasında felç edici bölünmeyi aşmanın ve bugünkü ölü toprağını atmanın ve demokratik bir hareket oluşturmanın katalizörü olabilirdi.

Bu fırsat ta kaçırıldı.

Bu tehlikeyi ve boşluğu gören Devlet Bahçeli tam da bu nedenle keskin laflarla orayı doldurarak tehlikeyi uzaklaştırmaya çalıştı.

Aslında gerek geçen seçimler gerek Ukrayna gerek Filistin, Türkiye’de muhalefet diye bir şey olmadığını, muhalefetin, çözümün değil sorunun bir parçası olduğunu göstermiş bulunuyor.

Hem programatik hem stratejik olarak hem de taktik olarak muhalefet diye bir şey yok.

Ve bu olanakları görmeyen ve değerlendirmeyen HDP ve sosyalistler de dahildir.

*

Biz sadece Türkiye için değil, Ortadoğu için, yukarıda kısaca ifade ettiğimiz, ilk aşamada geçici, en ideal çözümü 2004 yılında, aslında çıkamayan bir derginin çıkış bildirisi olarak yazdığımız, Ortadoğu Demokrasi Manifestosu’nda önermiş ve programlaştırmıştık. Dili, dini, etnisi, tarihi, soyu, sopu ırkı olmayan, bürokratik bir merkeziyetçilik düşmanı, tüm organların her düzeyde tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında seçildiği demokratik bir cumhuriyet.

Bu programı savunan bir hareketin ortaya çıkarılması ise Ortadoğu’nun biricik toparlanma yoludur.

Ancak bu programatik, politik, stratejik sorunlar bizim için yıllar öncesinden beri apaçık olduğundan, bu sorunların yanı sıra, seçimlerden sonraki dönemde esas gücümüzü Marksizmin Yeniden İnşası’nın devamı için ayırmıştık.

02.05.2024

demiraltona@gmail.com

https://demirden-kapilar.blogspot.com/

 

Ek Not: bugün 11 Aralık 2024, yani yazının yazılışından bu yana neredeyse yarı yıl geçmiş. Ve son iki hafta içinde Suriye devleti yok oldu. İşte Enternasyonalizmin iki anlamı veya program konusunun, ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun anlaşılmasının ne kadar önemli olduğunu bu sonuç göstermiş bulunuyor.

Biraz da bunun için inadına, bir hatırlatma olarak bu yazıyı yayınlıyoruz. Yoksa bu yazıyı aylar önce yazmış, sonra da “yayınlayacaksın da ne olacak kimsenin böyle dertleri yok artık” diye bir kenara atmıştık.
Suriye’nin çöküşü üzerine bizden yazı ve görüş bekleyenler olayların gidiş yönünü nasıl öngördüğümüzü falan merak ediyorlar.

Bir devrimci olayların izleyicisi ve kayıt tutucusu olamaz. Tahminler ve niyetler üzerinden politika yapılamaz.

Bir devrimci, derindeki ilişkilere bakıp, temel çözümleri ve verili durumda bu çözümler için ne yapmak gerektiği üzerinden olaylara bakar. VE bütün bunları aparken, işçilein ve ezilenlerin dünya çapındaki tarihsel ve genel çıkarlarını bir an için bile göster ırak tutmaz ve tutmamalıdır.

İşte tam da bu nedenle bu bir kenara attığımız yazıyı yayınlıyoruz. Bizim için olayların nasıl bir seyir izleyeceği değildir esas önemli olan. Çünkü bunda hiçbir zaman kesinlik olamaz.

Bizim için soru her zaman, “olayların gidişini değiştirmek için bizler neler yapabiliriz veya yapmalıyız”dır.

Benim cevaplarım bu yazıdadır. Hatta bu yazının bizzat yayınlanması en somut cevaptır.

Ve bu cevap dünya ölçüsünde, işçi sınıfının ve ezilenlerin genel çıkarları, yani insanlığın yaşaması açısındandır. “Türkiye’ye demokrasi getirilmesi”, “Kürt devleti kurulması” vs. gibi açılardan değildir. Çünkü somut şartların gelişimi içinde, bu gibi amaçlar bile dünya ölçüsündeki savaşta karşı tarafın yedeği durumuna düşme sonucu doğurabilir. Bunu şimdi bizzat Kürtlerde görüyoruz. Yarın Kürtlerle ittifak yaparak, bunun için de kimi gevşemeler yapmış bir Türk devletinde de görebiliriz. Türk devleti pek ala İran’ı çökertmek için, Kürtlerle birleşme stratejisi ve bunun için de bazı gevşemeler yapabilir. Bunları demokrasi diye alkışlayamaz olaylara dünya çapındaki mücadele açısından bakan bir devrimci.

Bu bakışımız nedeniyle kimseyle ortak bir dil bulabilmemiz bile mümkün değildir.

*

Bu son drece kötü, İsrail siyonizmi ve Batılı emperyalistlere muazzam bir kazanç sağlayan bu çöküşün başlıca sorumlusu, her şeyden önce bütün bu yazıda ele alınan konulardaki suskunlukları, bürokratik vurdum duymazlıklarıyla sosyalistlerdir.

Burada söylenenleri yapmak bir yana tartışma gündemine bile taşımadıkları için daha büyük ve korkunç çöküş ve gerilemeler gelecektir.

Bu vesileyle belirtmeden de geçmeyelim. Özellikle haberlerin verilişi ve yorumlanışında, gelişmeleri izlemekte neredeyse tek güvenilir kaynak Fehim Taştekin olmuştur. Ayrıca son derece doğru bir duruşu da sürdürmüştür. Herkesin Fehim Taştekin’i izlemesini öneririm.

11 Aralık 2024 Çarşamba

demiraltona@gmail.com

https://demirden-kapilar.blogspot.com/

Hiç yorum yok: