(“Marksizmin Yeniden İnşası” başlığıyla süren bu yazı serisine, bir süre önce geçirdiğimiz Covid 19 ve sonrasında devam eden, “Long Covid” veya “Post Covid” nedeniyle uzunca bir ara vermek zorunda kaldık. Bu nedenle önce kısa bir hatırlatma yapalım.)
Önce “Mucizevi Yıl”
dediğimiz 1983’te “uluslar olduğu için
ulusçular değil, ulusçular olduğu için ulusların var olduğu” önermesiyle özetlenebilecek,
uluslar ve ulusçuluk ilişkisini ters yüz eden bir “Kopernik Devrimi” veya Marx ve Hegel ilişkisi analojisiyle “ayakları üzerine dikme” gerçekleştiğini
ele aldık.
Sonra genellikle Marksistlerce “başı üzerine ters çevirme” veya idealizme geri dönüşmüş gibi karşılanan bu önermenin düşünce varlık veya altyapı üstyapı ilişkisini değil, hangi kategoriden bir toplumsal olgu karşısında olduğumuz sorunuyla ilgili olduğunu, Müslümanlar ve İslamiyet ilişkisi analojisiyle, yani İslam olduğu için Müslümanlar değil, Müslümanlar var olduğu için İslamın var olduğu örneğiyle gösterdik.
Sonra birçok Marksistin belirttiği gibi Marksizmin ulus ve
ulusçuluğun bir teorisini ortaya koyamadığını, diğer akademisyen ve sosyal
bilimcilerin de böyle bir tanım yapamadıklarını, hatta tanımının yapılamayacağına dair teoriler de ortaya koyduklarını
gördük.
Bunun nedeninin ulusun ve ulusçuluğun hangi daha genel kategoriden bir olgu olduğunun bilinmediği veya
tesbit edilemediğiyle ilgili olduğunu da geçer ayak belirttik.
Konuyu ele alışın bu aşamasında, kendimizin bir cevabı
olmakla birlikte adım adım gidebilmek ve konuyu dağıtmamak için, ulusun ve
ulusçuluğun henüz hangi kategoriden bir
olgu olduğunun bilinmediği, dolayısıyla tanımlanamadığını
veri kabul ettik.
(Cevabımız:
Uluslar ve ulusçuluk bir Din’dir, modern toplumun dininin, yani toplumsal
yaşamı özel ve politik diye iki alana ayıran dinin, karşı devrime uğramış
biçimidir şeklindedir. Ama henüz okuyucuyu buralara getirmeye çalışıyoruz.
Okuyucuya bildiğini sandığını bilmediğini göstermeye çalışıyoruz. Bilmediğini
bilmemekten bilmediğini bilmeye geçiş, hele toplumsal olgular söz konusu
olduğunda olağanüstü zordur. Bir fiziksel veya biyolojik varlıklar toplumun ya
da gözlemcinin dışındadır ve bir kere
gözlemlediğinizde onun varlığını o zamana kadar bilmediğinizi bilebilir hale
gelirsiniz. Bundan sonrası onu kategorize etmeye kalır. Ama sosyal olaylarda
içinde varolduğunuz toplumsal biçimi veya ilişkileri görmeniz çok zordur. İçinde
var olduğunuz toplumsal ilişkiler aynı zamanda sizin kavramlarınızı oluşturur
ve dünyaya bakışınızı belirler. Bu bir fasit daire yaratır. Örneğin ulusçular
ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamaz, ama ulusunve ulusçuluğun ne
olduğunu anlayamamak ulusçuların bir özelliğidir. Yani ulusçu olduğunuz için ulusçuluğun
ne olduğunu anlayamazsınız ve anlayamadığınız için ulusçu olmaya devam
edersiniz. Bu açmazı kavramayı, belki en iyi bir kuyunun içinde bulunan ve
kuyuya düşmemek için önüne bakın bir insan imgesi gösterebilir. Önünüze
baktığınız sürece aslında bir kuyunun içinde olduğunuzu göremezsiniz. Ama
kuyuya düşmekten korktuğunuz için de sürekli önünüze bakarsınız. Yapmaya
çalıştığımız kuyunun içindekilere, (yani ulusçulara) kuyunun içinde olduklarını
(ulusçu olduklarını) gösterme. “Yukarı bak, kuyunun ağzını (yani ulusun ve
ulusçuluğun hangi genel toplumsal kategoriden bir olgu olduğunu, bunu
görebildiğinde de dolayısıyla zaten ulusçu olduğunu) göreceksin” diyoruz.
Bizim
zorluğumuz burada. Ne bir akademik titrimiz ve otoritemiz ne de arkamızda bir
örgütün gücü var. Olamaz da zaten bu görüşlerle. Bizim yukarı bakmayı
sağlayacak gücümüz, kuyunun içindekilerin yukarı bakmaya niyeti yok veya yokarı
bakarsak önümüzdeki kuyuyu göremez kuyuya düşeriz diyerek söylenenlere kulaklarını
tıkıyorlar. Bu yazı serisinde yapmaya çalıştığımız kendilerinin ulusçu
olmadıklarını düşünen ulusçulara ulusçu olduklarını göstermek. Bu daha sonra
Din konusunda da tekrarlanacak. Dinsiz olduklarını düşünenlere aslında dindar
olduklarını ve dinsiz olmanın mümkün olmadığını göstermek. Bunun için de mantık
konusuna girmek, temeldeki mantık hatasını, yani mantıksal çelişkiyi ele almak
ve göstermek gerekiyor.)
O halde ulusların ve ulusçuluğun, hangi genel kategoriden (“İdeoloji”
mi, “Din” mi, “Devlet biçimi” mi? yoksa henüz analiz edilip bir kavramla karşılanmamış
bambaşka kategoriden bir şey mi?) bir olgu olduğu bilinemiyorsa, geçici bir çözüm olarak, küçük de olsa
bir yol kat edebilmek ve bir birikim yapabilmek için, ulusçular olduğu için
uluslar olduğuna göre, öncelikli olan ulusçuluktan hareket ederek, en azından tüm ulusçuluklarda ortak olanın ne olduğuna
bakıp buradan yola çıkılabilir diyerek, Ernest Gellner’in “Ulusçuluk Ulusal birim ile politik birimin
çakışmasını öngören politik ilkedir” tanımının gerçekten bütün
ulusçuluklarda ortak olanı tanımladığını, ulusçuluk ilkesine dayanmayan devlet
ve toplumlardan farklarıyla ve tipik örneklerle gösterdik.
Sonra ulusçuluğun bu tanımına dayanarak Marks, Engels, Lenin,
Troçki, Kıvılcımlı, Löwy vs., tüm
Marksistlerin aslında tamı tamına bu ilkeye dayandıklarını, yani ulusal olanla politik olanın çakışması
ilkesini hiçbir şekilde sorgulamadıklarını, aksine savunduklarını, yani ulusçu
olduklarını, onların ulusçuluğa değil, ulusçuluğun dayandığı ilkenin ihlaline
ulusçuluk dediklerini veya itiraz ettiklerini gördük.
Yine bu tanıma göre Marksistlerce ulusçuluğa karşı veya onun
zıttı olduğu kabul edilen enternasyonalizmin
de ulusçulukla aynı ilkeye, yani politik
olanla ulusal olanın çakışması ilkesine dayandığını, yani aslında ulusçuluk
olduğunu ve yine enternasyonalizmin
bir fadesi olarak savunulan “ulusların
kendi kaderini tayin ilkesinin” de ulusal olanla politik olanın çakışması, yani
her ulusa bir devlet ilkesine dayandığını, dolayısıyla aslında bu ilkeyi
ulusçuluğa karşı olma iddiasıyla savunan bütün Marksistlerin ulusçu olduğunu gördük.
Böylece kendilerinin ulusçu olmadıklarını düşünen ve samimi
ve öznel olarak da öyle olan Marksist
ve sosyalistlerin kendi öznel niyet ve
amaçlarının aksine nesnel olarak ulusçu olduklarını, ulusçuluğun ilkesine
dayanıp, onu savunduklarını ve yaygınlaştırdıklarını gördük.
Böylece ilk bakışta çelişik ve açıklanamazmış gibi görünen,
tarihsel ve olgusal olarak Marksistlerin ve Marksizmin niçin ve neden
ulusçulukla iç içe geçtiğinin ve ulusçuluğun yeryüzü ölçüsündeki zaferinin
kendilerini ulusçuluk karşıtı ve enternasyonalist olarak tanımlayan
Marksistlerin omuzlarında gerçekleştiğini açıklamış olduk.
Ulusçuluğun doğru bir tanımının yapılamamasının pratikte
nesnel olarak ulusçuluğun varlığına, yayılmasına ve zaferine hizmet ettiği
sonucunu da çıkardık.
Ve tam da bu nedenle Marksizmin
Yeniden İnşası’na ulus ve ulusçuluktan başlamak gerektiğini de dolaylı
olarak göstermiş olduk.
*
Daha sonra 1983’teki “Kopernik
Devrimi”ni (“Ulusçuluk ulustan önce
gelir”) ve bu ulusçuluk tanımını (“ulusçuluk
ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmaktır”) yapan ve
kabul eden üç önemli teorisyenin de (Gellner, Hobsbawm, Anderson) kendi
yaptıkları ve kabul ettikleri ulusçuluk tanımını yanlış anlayıp
yorumladıklarını, yaptıkları tanımın anlamını ve sonuçlarını
kavramadıklarını gösterdik.
Gördük ki, onlar bu yaptıkları tanımı, yani “ulusal olanla politik olanın çakışması”
şeklindeki tanımı, anlamış değiller. Ortaya koydukları ulusçuluk tanımının
kendisi ulusal olanın nasıl
tanımlandığını boş bırakmakta ve aslında ulus ve devlet ilişkisini ele alan, ulusçuluğu bu ilişki bağlamında tanımlayan cebirsel bir formül olmakla
birlikte, onlar ulusçuluğun özel bir biçimini (yani ulusu kültürle, tarihle,
dille, dinle tanımlayan biçimini, bizim çift katlı gerici veya karşı devrimci
ulusçuluk dediğimiz biçimini) ulusçuluk olarak anlıyorlar. Ulusu böyle
tanımlamaya karşı da tanımlayan (Yani ulusun bir dille, dinle, tarihle,
kültürle kanımlamaya karşı da tanımlayan, devletin bunların körü olduğu) bir
ulusçuluk olabileceğini düşünemiyorlar veya bunu ulusçuluk değilmiş gibi
anlıyorlar.
Halbuki yaptıkları tanıma göre
ulusçuluğun özü ulusun nasıl tanımlandığı
değil, ulusun devletle, devletin
ulusla ilişkisidir. Yani her ulusun bir devleti olmalıdır ya da her
devletin bir ulusu olmalı veya bir ulusa dayanmalıdır ilkesidir. Ulusçuluk
budur. Ulusçuluk tanımı bunu söylemektedir.
Başka ulusların varlığını kabul
edip etmeme, ulusun nasıl tanımlandığı, ulusun çıkarının nasıl en iyi
savunulacağı gibi konular, ulusçuların tartışacağı, ulusçuluğun içinden tartışılacak konulardır. Ulusçuluğu bu gibi
konularla tanımlamak, ulusçuluğun kavramlarıyla düşünüp, davranıp, ulusçuluğu
ve ulusları tartışma dışı bırakmak, içinde mücadele edilecek tarafsız bir ortam
gibi ele almaktır veya içinde yaşadığımız solunan ve farkına varmadığımız hava
gibi ele almaya benzer.
Dolayısıyla bütün bu ulusçuluk
tanımları ve tartışmaları ulusçuların
ulusçuluk tanımları ve tartışmalarıdır.
Ulusçuluk egemenliğini ve varlığını
bu ulusçuların ulusçuluk tanımları ve kabulleri üzerinden sürdürmektedir.
Hatta bu nedenle ulusçuluk zaferini
ve egemenliğini, ulusçuların ulusçuluk tanımlarına göre kendilerini ulusçuluk
karşıtı olarak kategorize edenlerin, tam da bu nedenle ulusçu olduklarını
göremeyenlerin, yani görünüşte ulusçuluk düşmanlarının aracılığıyla
sürdürmektedir.
Bu şöyle de formüle edilebilir:
ulusçuluk öznel olarak ulusçuluk karşıtı ama nesnel olarak ulusçu olanların
omuzlarında zafer kazanmıştır ve hala bu egemenliğini sürdürmektedir.
*
1983 “mucizevi yıl”ında
“Kopernik Devrimi”ni yapan
“triumvira”, yanlış bir varsayımdan
hareketle (ulusçuluğun politik olanı dile, dine vs. göre tanımladığını
kabul edip buna ulusçuluk olarak kabul ederek) doğru bir sonuç (bunlara dayanmayan ulusçuluğu da yani genel olarak
ulusçuluğu da kapsayan, ulusun nasıl tanımlandığını boş bırakan, tanımı
ulusçuluk ve politik ilişkisinden tanımlayan bir formülasyon) çıkarmış
bulunuyorlar.
Aslında bilimler tarihinde birçok keşif de böyle yapılmıştır.
En tipiği Kristof Kolomb’un yaptığıdır.
Kolomb’un doğru varsayımı dünyanın yuvarlak olduğu idi,
yanlış varsayımı ise, dünyanın çapı ve çevresinin daha küçük olduğu idi.
Kolomb, eski Yunanlıların dünyanın çapını ve çevresini, Euclid Geometrisine
dayanarak, bugünkü modern araçlarla yapılmış ölçümlere bile yakın derecede
doğru olarak veren bilgisi unutulmuştu veya Kolomb bunu bilmiyordu ve o nedenle
vardığı yeri yeni bir yer olarak değil, Hindistan olarak görüyordu. İşte Gellner,
Anderson, Hobsbawm’ın yanlış bir varsayıma dayanarak doğru ulusçuluk tanımı,
Kolomb’un yanlış varsayım nedeniyle yeni bir kıta keşfetmesine benzetilebilir.
Yaptıkları tanım, ulusun nasıl tanımlandığı üzerinden değil,
ulusun devletle ilişkisi üzerindendi. Ve bu tanım bu biçimiyle bütün ulusçuluklarda
ortak olanı gösteriyordu. Bu tanımda ulusun ulusçularca nasıl tanımlandığı bir
cebirsel formül gibi açık bırakılıyordu. Çeşitli ulusçuluklar bu formülü farklı
içerikle (farklı ulusçuluk anlayış ve tanımlarıyla) doldurabilir veya
matematiksel bir ifadeyle, o formüle somut farklı somut rakamlar
koyabilirlerdi.
Halbuki kendileri, bizim iki katlı gerici ulusçuluk
dediğimiz, ulusu bir dille, dinle, tarihle, kültürle vs. tanımlayan ulusçuluğu
ulusçuluk olarak anlayarak, ulusu böyle tanımlamayan ulusçulukları (Kuzey
Amerika ve kuzey Avrupa ulusçulukları buna yakındır, genellikle bir toprak
parçasında yaşayanlarla tanımlamaya eğilim gösterirler.) ulusçuluk olarak
tanımlamamış oluyorlardı. Bu anladıkları veya yükledikleri içerikle, o tanım
bütün ulusçuluklarda ortak olanı değil, iki kat gerici ulusçuluklarda ortak
olanı, ulusu bir dille, dinle, tarihle, tanımlamayı içermiş oluyordu. Sonra
aynı yanlışın aslında ulusun ulusçuluktan
önce geldiği, uluslar olduğu için
ulusçular olduğu anlayışında olanların tümünde ve (Marksistler de böyle bir
ulus ve ulusçuluk anlayışında olduğundan) Marksistlerde de otomatik olarak
görüldüğünü, çünkü uluslar olduğu için ulusçular olduğu kabulünün dile, dine,
tarihe, ırka, kültüre veya soya dayanan bir ulusçuluk anlamına geldiğini,
dolayısıyla bütün Marksistlerin ve Enternasyonalistlerin de sadece ulusçu
değil, en gerici ulusçuluğu, yani ulusu bir dille dinle, tarihle tanımlayan
ulusçuluğu ulusçuluk olarak anladıklarını ve tanımladıklarını gördük.
Bu durumda şu sonuçlar çıkıyordu:
a)
Ulusçuluğu dille, dinle, kültürle tanımlanmış bir
ulusçulukla özdeşleştirerek, kendilerini ulusçu olarak görmeyenler (Örneğin
1983 devrimin yapanlar: Hobsbawm, Anderson, Gellner. Bunlara neredeyse bütün
ulusçuluk üzerine yazan akademisyenler, antropologlar ve sosyologlar alemini de
katmak mümkün. Keza Türkiye’de ulus ve ulusçuluk konusunun önde gelenleri olan
Tanıl Bora, Taner Akçam vs. de dahil edilebilir.) aslında ulusçuluğun en gerici
biçimini kategorik ulusçuluk olarak tanımlayarak ve anlayarak, dolayısıyla
dile, dine, tarihe, kültüre dayanmayan, nisbeten daha demokratik bir ulusçuluğu
ulusçuluk olarak tanımlamayarak ve onu ulusçuluk olarak görmeyerek, aslında en
gerici ulusçuluğun ulus ve ulusçuluk tanımlarını kabul etmiş oluyorlardı.
b)
Ulusların ulusçulardan
önce var olduğunu kabul edenler ise (örneğin Marksistler), zaten ulusların bir
dile, dine, tarihe vs. dayandıklarını kabul ettiklerinden, çift kat gerici
ulusçulardılar ama ulusçuluğu bütün ulusçuların ulusçuluk tanımlarında olduğu
gibi, saldırgan, yayılmacı, başka ulusların haklarını kabul etmeyen, ırkçı
politika ve ideolojilerle özdeşleştirdiklerinden, kendilerinin ulusçu
olmadıklarını düşünüyorlar ve ulusçuluğu bir ulusun çıkarlarını öne almak,
yayılmacılık, başka ulusların varlığını tanımamak vs. olarak tanımlıyorlardı.
Dolayısıyla bu tanımlarıyla ulusçuluğu yeniden üretmiş oluyorlardı, bu
tanımlara dayanarak ulusçu olmadığını söylemek aslında ulusçu olduğunu kabul
etmek anlamına geliyordu.
En ulusçuluk karşıtı gibi görünen bu iki kategorinin bile
bütün ulusçuluk tanımları ulusçuların
ulusçuluk tanımlarıdır. Ulusçuluğa karşı çıkar gibi görünürken onu yeniden
üretirler.
Bu tanımlar veri kabul edilerek ulusçuluk anlaşılamayacağı
gibi, yeniden üretilir.
Peki bu mekanizma nasıl
çalışmaktadır? Nasıl olmaktadır da ulusçuluk karşıtı olanlar, ulusçu olmakta ve
ulusçu olduğunu görememekte ve ulusçuluğun dünya tarihsel zaferinin
gerçekleştiricileri olmaktadırlar. Burada “yanlış” olan nedir? Hangi mantık
çelişkisi veya hatası bunu görmeyi engellemektedir?
Burada bir kendine
gönderme, kendine referans söz
konusudur.
Ulusçuluk ulusçuluğun tanımı üzerinden en ulusçuluk
karşıtlarını bile kendisinin yayılışının, egemenliğinin ve sürdürüşünün
araçlarına dönüştürmektedir.
Çünkü ulusçuluk tanımları ulusçuların ulusçuluk tanımlarıdır
ve ulusçuların ulusçuluk tanımlarına göre ulusçuluğa karşı çıktığınızı savunur
veya böyle davranırken aslında ulusçuların ulusçuluk tanımlarına dayandığnız,
onları kabul ettiğniz için onu yeniden üretir, yayar ve egemenliğini
sağlarsınız.
Ulusçuluk tanımlarının ulusçuların ulusçuluk tanımları
olması, ulusçuluğun ne olduğunu anlamayı ve onun dışına çıkabilmeyi adeta
olanaksızlaştırmaktadır. Bu tanımlara göre ulusçuluk karşıtı olmak ulusçuluğu
yeniden üretmeye yol açar.
Buna yol açan “kendine
referanz”, “kendine gönderme”
olgsu, yani bir tür “antinomi”nin,
mantık çelişkisinin varlığıdır.
Tam da bu kendine referans olgusu veya antinomisi nedeniyle
ulusçuluk ulusçuluk “karşıtlarının” aracılığıyla başarıdan başarıya
koşmaktadır. Çünkü ulusçuluk karşıtlarının ulusçuluk tanımları, ulusçuların
ulusçuluk tanımlarıdır.
Ulusçuluk karşıtları, tam da ulusçuların ulusçuluk
tanımlarına dayşandıkları, ulusçuluğu bu tanımlarla özdeşleştirdikleri için
kendilerinin ulusçu olduğunu görememektedirler. Göremedikleri için de ulusçu
olmaya devam etmektedirler. Fasit daireyi yaratan, kuyunun içinde olup kuyuya
düşmemek için sürekli önüne bakan ve kuyunun içinde oldğunu görememe çıkmazını
yaratan tamı tamına bu kendine gönderme,
kendine referans durumudur.
*
Kendine Referans’a geçmeden önce yazılanları somutlamak için
bizzat içinde yaşadığımız Türkiye’den örnekler verelim.
PKK hareketi, Kürt hareketi içinde, örneğin Barzanicilerden
farklı olarak, ulusçu olmadığını iddia eden, ulusçuluk karşıtı olduğunu
söyleyen bir harekettir.
Peki nasıl olmaktadır da bu hareket ulusçu olmadığını
düşünerek ulusçuluk yapabilmekte hatta belli bir anlamda bir ulus
yaratabilmektedir?
Tam da ulusçu olduğu için ulusçuların ulusçuluk tanımlarıyla.
Ulusçuluğu örneğin, ayrı bir devlet kurma olarak
tanımlayarak, ayrılmayı ulusçuluk olarak tanımlayarak.
Çünkü örneğin ulusçular ayrılmamayı, ayrı bir devlet kurmama
ve birlikte yaşamaya karar vermeyi ulusçuluğa karşı, ulusçu olmayan bir düşünce
ve davranış olarak tanımlarlar.
Ama ayrılıp ayrılmamaya karar verecek olanlar kimlerdir?
Kürtler. Yani bir dille dinle tanımlanmış bir ulus. Çünkü “Statü”nün
tanınmasını, yani bir ayrı ulus olarak tanınmayı istemektedir. Ama bu ulusçu
hareket, ulusçuluğun tamı tamına bu olduğunu kabul etmemektedir. Onlara göre bu
eşyanın tabiatı gereği böyledir. Solunan hava gibidir. Ulus nötral bir şeydir.
Bu ulusçuluk anlayışı içinde kendini kolaylıkla ulusçuluk karşıtı olarak tanımlayarak,
demektedir ki bizi ayrı bir ulus olarak tanıyın, korkmayın biz ulusçu değiliz
ayrılmayacağız. Yani tanım, ulusçuların ulusçuluk tanımı (örneğin: ayrı devlet
kurmayı istemek ulusçuluktur) olduğu ve kendisi de ulusçu olarak bu tanıma
dayandığı için, (ayrılmayı hedeflemediğine göre) ulusçu olmadığını düşünüp
ulusçuluğa karşı davrandığını düşünmektedir.
Şimdi de tam tersinden aynı ulusçuluğun ulusçuluk
karşıtlarınca nasıl yapıldığını görelim.
Kürt Hareketini utangaç değil de açıktan destekleyen radikal
Türkiyeli sosyalist grupları ele alalım. Bunlar Kürt olmamalarına rağmen
enternasyonalist dayanışma için gereğinde PKK’ya katılıyorlar veya Rojova’ya gidip savaşıyorlar. Yani lafta
da değil fiilen ulusçuluğa karşı savaştıklarını düşünüyorlar. Hem de “kendi”
uluslarının ulusçuluğuna karşı savaştıklarını düşünüyorlar.
Ama bütün bunlar neyi gösterir? Kürtlerin ayrı bir devlet
kurma hakkını savunmak ulusçuluk ile çelişmez ki. Tam da ulusçuluğun temel
ilkesinin savunulmasıdır. “Her ulusa bir devlet”, “Her devlete bir ulus”,
“Devlet ve Ulus çakışmalıdır”. Budur ulusçuluk.
Bunun ulusçulukla çeliştiğini söylemektir tamı tamına ulusçuların ulusçuluk
tanımını kabul etmek. Ulusçuların
ulusçuluk tanımına göre, başka bir ulusun ayrı bir devlet kurma hakkını
savunmak ulusçuluk değildir ulusçuluğa karşı olmaktır, enternasyonalizmdir.
Yani ulusçuluk tarafından gerçek anlamıyla ulusçuluk ulusçuluk olmayan olarak
tanımlanmaktadır.
Ulusçuluğu, başka ulusların haklarını tanımamak olarak
tanımlamak, yani ulusçuların ulusçuluk tanımını kabul etmek gerekir ulusçu
olmadığını iddia etmek için. İşte Türkiyeli devrimcilerin yaptığı da tamı
tamına budur. Ve tam da bunu yaparken, yani kendi ulusçuluk tanımlarına göre
ulusçuluğa karşı savaşırken ulusçuluk yapmakta uslusçuluğun başarısı için savaşmaktadırlar.
Sonuç olarak, olgu olarak ulusçuluk, ulusçuların ulusçuluk
tanımları sayesinde veya aracılığıyla kendini ulusçuluk karşıtı olarak gören
ulusçular aracılığıyla varlığını ve egemenliğini sürdürmektidir.
Osmanlı’da da durum farklı değildi.
Örneğin Osmanlı’da Taşnak ve Hınçak gibi, bugünkü PKK
benzeri, kendilerini sosyalist olarak tanımlayan partiler vardı. Bunlar da
tıpkı PKK gibi aslında ulusçu, hatta bizim gerici ulusçu dediğimiz türden, yani
ulusu bir dille, dinle, tarihle tanımlayan türden ulusçu idiler. Ama tam da
ulusçu oldukları için ulusçuların ulusçuluk tanımlarına dayanarak, Osmanlı
toprakları içinde yaşayan ulusların politik olarak bir arada yaşamaya karar
vermelerini ve öyle yapmalarının ulusçuluk olmadığını düşünüyorlar, ulusçuluğu
ayrılmayı istemek olarak tanımlıyorlardı.
Özetle öznel ulusçuluk karşıtları, nesnel olarak ulusçuların
ulusçuluk tanımlarını kabul ederek bu tanımlara göre ulusçu olmadığını
düşünmekte ve savunmakta ve bu sayede gerçek anlamıyla ulusçuluğun
kendisini tartışma konusu yapmaktan (“ulusal
olanla politik olanın çakışması ilkesi”ni reddetmek, bu ilkeye karşı olmak)
çıkararak ulusçuluğun zafer yürüyüşünü gerçekleştirmiştir ve
gerçekleştirmektedir.
Bu öylesine korkunç bir eğemenliktir ki, ulusçuluk tamı
tamına ulusçuların ulusçuluk tanımları aracılığıyla bunların gizli varsayımlar
olarak kabul edilmişlikleri aracılığıyla tüm dünyadaki egemenliğini
sürdürmektedir.
Bu tıpkı bugün artık yeryüzünde, meta üretimi dışında başka
bir üretim biçimini tasavvur bile edemeyip, herşeyi meta üretimini ve
kapitalizmi veri olarak kabul ederek sorunlara çözüm aramaya benzetilebilir.
Aslında biri (meta üretimini ortadan kaldırmak planlı bir kullanım değerleri
ekonomisine geçmek) temele, altyapıya, diğeri (Ulusal olanla politik
olanan çakışmasını ortadan kaldırmak, uluslara ve ulusçuluğa son vermek) üstyapıya ilişkin olarak aynı
egemenliğin ve kendini tartışma dışı bırakmanın görünümüdürler.
*
Örneğin ulus ve ulusçuluk üzerine yazan bütün entelektüeller,
bütün akademik ulusçuluk yayınları, hepsi ulusçuluğu yayılmacılık, ırkçılık,
dillerin eşitliğini kabul etmeme veya şu veya bu ulusçuluğun ulusu nasıl
tanımladığı üzerinden tanımlıyorlar. Kalın kalın kitaplar yazıyorlar.
Hepsi çeşitli somut ulusları ele alarak bunların, 83
devriminden sonra Akademik alemde yaygın olduğu üzere, ulusçuların ulusları
nasıl şekillendirdiklerini inceliyorlar.
Ama bütün bu ele alışlarda, ulusçuların ulusçuluk
tanımlarıyla hareket edilerek, ulusçuluk yeniden ve yeniden üretiliyor.
Ulusçuların ulusu
nasıl tanımladıkları üzerine çalışmalar, ulusçuların ulusçuluğu nasıl tanımladıkları konusunun gündemden
uzaklaştırılmasının aracı olarak, ulusçuların ulusçuluk anlayış ve tanımlarının
egemenliğine hizmet ediyorlar. Ulusçuların ulusu nasıl tanımladığı üzerine
incelemeler ulusçuların ulusçuluğu nasıl tanımladığının görülmesini ve bu
açmazın aşılmasını engelleyerek ulusçuluğun egemenliğini yeniden üretiyor.
Bütün uluslar ve ulusçuluk literatürü böyle incelenebilir.
Bunu sonra gelecekler kolaylıkla yapabilirler.
Bugün ihtiyaç olan, ulusların nasıl tanımlandığı ve nasıl
oluşturulduğu üzerine (örneğin Türk ulusunun nasıl oluşturulduğu üzerine)
değil, bizzat Türk ulusunun nasıl oluşturulduğu üzerine yazılanların,
ulusçuların ulusçuluk anlayışlarına dayandığı ve ulusçuluğu tekrar nasıl üretip
ulusçuluğun egemenliğine hizmet ettiğini göstermektir.
Araştırmalar ulusçuluk araştırmalarındaki ulusçuluk tanım ve
kavramlarına yönelmelidir ki bunların ulusçuluğu yeniden ürettiği biraz olsun
görülebilsin.
Bugün acil hedef, ulusçuluk üzerine yazılanların ulusçuluğu
nasıl yeniden ürettiği, onların ulusçuların ulusçuluk tanımlarına dayanarak
ulusçuluğun egemenliğine nasıl hizmet ettiklerini göstermektir.
*
Sadece tadımlık bir örnek verelim.
Örneğin Türkiye’de ulus ve
ulusçuluk konusunda en çok eser vermişlerden biri olan ve kendisi de muhtemelen
samimi olarak bir ulusçuluk karşıtı olduğuna inanan, aynı zamanda
yöneticilerinden bulunduğu yayınevinin özellikle uluslar ve ulusçuluk konusunda
yayınladığı akademik çalışmaları da seçen, Tanıl Bora’nın nasıl ulusçuların
ulusçuluk tanımını alarak ulusçuluğu tanımladığını ve böylece ulusçuluğa karşı
dururmuş görünürken, aslında ulusçuluğu yeniden nasıl ürettiğini görelim.
“Milliyetçilik
ideolojilerinin kendilerini var ettikleri tarihsel zeminde, başka, öteki
milliyetçiliklerle ilişkileri yer alır. Her milliyetçilik, başka milli ve
etno-kültürel kimlikleri içermeye / "özümsemeye" /
"soğurmaya" ya da ötekileştirmeye, hasım kılmaya, yahut bunlara
direnmeye dönük bir vadide şekillenir - ve sürekli yeniden şekillenir.” (Tanıl
Bora, Sunuş, “Modern Türkiye’de
Siyasal Düşünce”, Cilt 4, Milliyetçilik)
(Önce şunu belirtelim, daha bu serinin başlarında, milliyetçiliğin
ve milletlerin “İdeoloji” gibi değil,
“din gibi” bir şey olduğunu,
milliyetçiliğin ve milletlerin tanımlanamamasının nedeninin hangi genel
toplumsal kategoriden bir olgu olduğunun tesbit edilememesiyle ilgili olduğunu
önceden görmüştük. Tanıl Bora bu literatürü iyi bilmesine rağmen bunları
unutmuş veya atlamış, eski alışkanlıklarıyla yazmaya devam etmiş dolayısıyla sanki
bir “Lapalis hakikatı”ndan, çok sıradan
ve bayağı bir gerçekten söz edermiş gibi, milliyetçiliği bir ideoloji olarak tanımlayıveriyor. Ama
şimdilik, konuyu dağıtmamak için bunu geçelim.
Tanıl Bora’nın milliyetçiliği nasıl bir politika, bir saldırgan
milliyetçilik, milliyetçiliğin ilkesinin ihlali ile özdeşleştirdiğini
görelim. Tabii milliyetçiliği böyle tanımlayınca da hem kendisini bir
milliyetçi olarak görmemeyi, hem de milliyetçiliği yeniden nasıl ürettiğine
bakalım.)
“Her milliyetçilik,
başka milli ve etno-kültürel kimlikleri içermeye / "özümsemeye" /
"soğurmaya" (Yani daha
politik ifadeyle assimile etmeye) ya
da ötekileştirmeye, hasım kılmaya (Yani rekabete ve düşmanlaştırmaya), yahut bunlara direnmeye dönük bir vadide
şekillenir - ve sürekli yeniden şekillenir”
Yani yayılma, düşmanlaştırma, rekabete girme veya bunlara
maruz kalanların bunlara direnmesi ulusçuluk olarak tanımlanıyor. Ulusçuluk bu
niteliklerle tanımlanıyor. Bu tamı tamına ulusçuların ulusçuluk tanımından
başka nedir ki?
Yani bir hareket, parti veya görüş, diğer kültürleri assimile
etmeye, baskı altına almaya veya düşmanlatırmaya çalışmıyorsa ulusçu değildir
demiş oluyor. Bu tanıma dayanarak, örneğin Kürtlere karşı yapılanlara karşı
çıkan Türk sosyalistleri ulusçu değildir bu tanıma göre. Halbuki biz yukarıda
ve çok daha önce de Marks’ın ulusçuluğunu ele alırken, bunun ulusçulukla
çelişmediğini, hatta tam da ulusçuluğun bunu gerektirdiğini görmüştük.
Bizzat Marksistler böyle “düşmanlaştırmayan”,
“soğurmayan”, “ötekileştirmeyen” vs. bir ulusçuluğun da mümkün olduğunun, bunların
ulusçuluğun özüne ilişkin olmadığının en esaslı kanıtı değil midirler?
Hatta kendisinin kendi hakkındaki yargılarıyla değil de
nesnel olarak yaptığından hareketle bir hüküm verdiğimizde, bizzat Tanıl
Bora’nın kendisi milliyetçiliği böyle politikalar olarak tanımlayarak aslında
kendisinin böyle saldırgan olmayan bir milliyetçiliğin mümkün olduğunun somut
örneği olduğunu göstermiyor ve ulusçulukla özdeşleştirdiği özelliklerin
ulusçuluğun özüyle hiçbir ilişki olduğunu kanıtlamış olmuyor mu?
*
Haydi benzeri bir örneği, yine sosyalist ve Marksist
harekette kendini en milliyetçilik karşıtı olarak gören Troçkist gelenekten, ulusçuluk
üzerine en çok yazanlardan biri olan Michael Löwy’nin yazdıklarından verelim.
“Milliyetçilik doğası
itibariyle akıldışı bir ideolojidir. Bir milletin diğerlerinden üstünlüğünü
haklı gösterecek hiçbir rasyonel kriter sunmaz, çünkü rasyonalizmin özü
-katışıksız biçimde araçsal olmadığında- evrensele yönelmektir. Öyleyse
milliyetçilik, bir millete maledilmiş ilahi misyon, bir halkın doğuştan ve
ebedi üstünlüğü, daima daha da genişleyen bir yaşam alanı (Lebensraum) hakkı
vs. gibi rasyonel olmayan mitlere başvurmak zorundadır. Aynı şekilde
jeopolitik, ırksal, antropolojik bakımdan sahte-rasyonel ve sözde-bilimsel
meşrulaştırma biçimlerine müracaat edilebilir. Bunlar, genellikle, hiçbir
kültürel ve tarihi gerçekliğe dayanmaz; yalnızca sınırları kolanizasyon ve/veya
dekolonizasyonun (Afrika ve Latin Amerika' da olduğu gibi) tesadüfi ürünü olan,
az ya da çok yapay devletlerin resmi ideolojilerine hizmet eder.” (Michael
Löwy, Enternasyonalizm, Milliyetçilik ve
Anti-Emperyalizm, “Ulusal Sorun, Enternasyonalizm ve Küreselleşme”, s. 66)
Görüldüğü gibi, Tanıl Boraya da oldukça benzer şeylerden de
söz ederek, ulusçuluğu kötü olan herşeyle tanımlayarak, dolayısıyla aksinin
ulusçuluk olmadığını söyleyerek, ulusçuların ulusçuluk tanımlarını kabul etmiş
ve bu tanım üzerinden ulusçu olmadığnı ilan etmiş oluyor ama tabii bu ilanıyla
milliyetçilerin milliyetçilik tanımını yaymış ve meşrulaştırmış oluyor
dolayısıyla milliyetçi olmadığını söylerken milliyetçi olduğunu söylemiş
oluyor.
Anlaşılmayan şudur, kötü olan, ulusal olanla politik olanın
çakışması ilkesidir. Bu “nütr” ilişkinin kendisidir. Ulusçuluğu kötü olan
herşeyle özdeşleştirip tanımlayarak aslında o nötral görünen ilişki
günahsızlaştırılmakta ve kabul edilmektedir.
(Tabii yukarıdaki alıntılarda ulusçuluğu tanımlamakta
kullanılan özelliklerin “bilimsel”
veya “akli” olmadığı argümanı var ki,
o da ayrı bir fecaat. Zımnen bilimsel veya akli olsa olsa daha kabul edilebilir
gibi bir anlamı içeriyor. Löwy gibi bir anarko Marksist denebilecek bir
teorisyene hiç yakışmayacak akıl yürütmeler.)
*
Ulusçu olmadığını iddia ederken, söylerken ulusçu olduğunu
ilan etmek, kanıtlamak.
Ulusçuluğa karşı çıkarken, ulusçuluğu kabul etmek ve yaymak.
Aynı anda hem kendisi hem zıttı.
Yani bir bakıma bir antinomi,
mantık çelişkisi karşısındayız.
Antinomiler Kendine
Referans, Kendine Gönderme’lere
dayanırlar.
Ulusçuluğun ve ilerde görüleceği gibi dinin ne olduğunun anlaşılamamasının
temelinde onların aynı zamanda kendine göndermelere dayanması, yani mantık
çelişkilerine dayanması bulunmaktadır.
Bu kendine göndermeyi, antinomiyi, dolayısıyla reddederken
kabul etme durumunu ve olgusunu ortaya çıkaran, ulusçuluğun ulusçuluğun tanımı,
dinin (Modern dinin ya da aydınlanma dininin) dinin tanımı üzerinden şekillenmesi ve var
oluşudur.
O halde, bu olguyu daha iyi ele alabilmek için, biraz başka
bir alana girip, Antinomiler, Kendine Göndermeler, Sonsuz Döngüler gibi konuları kısaca ele
almakta yarar var.
Gelecek yazıda bunları ele alalım.
30 Mayıs 2022 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Bloğum: Demirden Kapılar
https://demirden-kapilar.blogspot.com/
Youtube Kanalım:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Podcast
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
Facebook
https://www.facebook.com/demiraltona/
Twitter
https://twitter.com/demiraltona
Instagram
https://www.instagram.com/demiraltona
Steemit
https://steemit.com/@demiraltona
Kitaplar (İndirilebilir)
https://disk.yandex.com.tr/d/zgV6eNZL329XUu
Academia
https://independent.academia.edu/DemirKucukaydin
Mail ile otomatik yazılarımı almak istiyorsanız şu adrese bir
boş email yollayınız:
yorumlar-subscribe@lists.riseup.net
Mail listesinden çıkmak için şu adrese bir boş mail
yollayınız:
yorumlar-unsubscribe@lists.riseup.net
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder