31 Mayıs 2022 Salı

Ulusçuluk ve Ulusçuların Ulusçuluk Tanımları (Marksizm’in Yeniden İnşası – 07)

 

(Marksizmin Yeniden İnşası” başlığıyla süren bu yazı serisine, bir süre önce geçirdiğimiz Covid 19 ve sonrasında devam eden, “Long Covid” veya “Post Covid” nedeniyle uzunca bir ara vermek zorunda kaldık. Bu nedenle önce kısa bir hatırlatma yapalım.)

Önce “Mucizevi Yıl” dediğimiz 1983’te “uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için ulusların var olduğu” önermesiyle özetlenebilecek, uluslar ve ulusçuluk ilişkisini ters yüz eden bir “Kopernik Devrimi” veya Marx ve Hegel ilişkisi analojisiyle “ayakları üzerine dikme” gerçekleştiğini ele aldık.

Sonra genellikle Marksistlerce “başı üzerine ters çevirme” veya idealizme geri dönüşmüş gibi karşılanan bu önermenin düşünce varlık veya altyapı üstyapı ilişkisini değil, hangi kategoriden bir toplumsal olgu karşısında olduğumuz sorunuyla ilgili olduğunu, Müslümanlar ve İslamiyet ilişkisi analojisiyle, yani İslam olduğu için Müslümanlar değil, Müslümanlar var olduğu için İslamın var olduğu örneğiyle gösterdik.

Sonra birçok Marksistin belirttiği gibi Marksizmin ulus ve ulusçuluğun bir teorisini ortaya koyamadığını, diğer akademisyen ve sosyal bilimcilerin de böyle bir tanım yapamadıklarını, hatta tanımının yapılamayacağına dair teoriler de ortaya koyduklarını gördük.

Bunun nedeninin ulusun ve ulusçuluğun hangi daha genel kategoriden bir olgu olduğunun bilinmediği veya tesbit edilemediğiyle ilgili olduğunu da geçer ayak belirttik.

Konuyu ele alışın bu aşamasında, kendimizin bir cevabı olmakla birlikte adım adım gidebilmek ve konuyu dağıtmamak için, ulusun ve ulusçuluğun henüz hangi kategoriden bir olgu olduğunun bilinmediği, dolayısıyla tanımlanamadığını veri kabul ettik.

(Cevabımız: Uluslar ve ulusçuluk bir Din’dir, modern toplumun dininin, yani toplumsal yaşamı özel ve politik diye iki alana ayıran dinin, karşı devrime uğramış biçimidir şeklindedir. Ama henüz okuyucuyu buralara getirmeye çalışıyoruz. Okuyucuya bildiğini sandığını bilmediğini göstermeye çalışıyoruz. Bilmediğini bilmemekten bilmediğini bilmeye geçiş, hele toplumsal olgular söz konusu olduğunda olağanüstü zordur. Bir fiziksel veya biyolojik varlıklar toplumun ya da gözlemcinin dışındadır ve bir kere gözlemlediğinizde onun varlığını o zamana kadar bilmediğinizi bilebilir hale gelirsiniz. Bundan sonrası onu kategorize etmeye kalır. Ama sosyal olaylarda içinde varolduğunuz toplumsal biçimi veya ilişkileri görmeniz çok zordur. İçinde var olduğunuz toplumsal ilişkiler aynı zamanda sizin kavramlarınızı oluşturur ve dünyaya bakışınızı belirler. Bu bir fasit daire yaratır. Örneğin ulusçular ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamaz, ama ulusunve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamamak ulusçuların bir özelliğidir. Yani ulusçu olduğunuz için ulusçuluğun ne olduğunu anlayamazsınız ve anlayamadığınız için ulusçu olmaya devam edersiniz. Bu açmazı kavramayı, belki en iyi bir kuyunun içinde bulunan ve kuyuya düşmemek için önüne bakın bir insan imgesi gösterebilir. Önünüze baktığınız sürece aslında bir kuyunun içinde olduğunuzu göremezsiniz. Ama kuyuya düşmekten korktuğunuz için de sürekli önünüze bakarsınız. Yapmaya çalıştığımız kuyunun içindekilere, (yani ulusçulara) kuyunun içinde olduklarını (ulusçu olduklarını) gösterme. “Yukarı bak, kuyunun ağzını (yani ulusun ve ulusçuluğun hangi genel toplumsal kategoriden bir olgu olduğunu, bunu görebildiğinde de dolayısıyla zaten ulusçu olduğunu) göreceksin” diyoruz.

Bizim zorluğumuz burada. Ne bir akademik titrimiz ve otoritemiz ne de arkamızda bir örgütün gücü var. Olamaz da zaten bu görüşlerle. Bizim yukarı bakmayı sağlayacak gücümüz, kuyunun içindekilerin yukarı bakmaya niyeti yok veya yokarı bakarsak önümüzdeki kuyuyu göremez kuyuya düşeriz diyerek söylenenlere kulaklarını tıkıyorlar. Bu yazı serisinde yapmaya çalıştığımız kendilerinin ulusçu olmadıklarını düşünen ulusçulara ulusçu olduklarını göstermek. Bu daha sonra Din konusunda da tekrarlanacak. Dinsiz olduklarını düşünenlere aslında dindar olduklarını ve dinsiz olmanın mümkün olmadığını göstermek. Bunun için de mantık konusuna girmek, temeldeki mantık hatasını, yani mantıksal çelişkiyi ele almak ve göstermek gerekiyor.)

O halde ulusların ve ulusçuluğun, hangi genel kategoriden (“İdeoloji” mi, “Din” mi, “Devlet biçimi” mi? yoksa henüz analiz edilip bir kavramla karşılanmamış bambaşka kategoriden bir şey mi?) bir olgu olduğu bilinemiyorsa, geçici bir çözüm olarak, küçük de olsa bir yol kat edebilmek ve bir birikim yapabilmek için, ulusçular olduğu için uluslar olduğuna göre, öncelikli olan ulusçuluktan hareket ederek, en azından tüm ulusçuluklarda ortak olanın ne olduğuna bakıp buradan yola çıkılabilir diyerek, Ernest Gellner’in “Ulusçuluk Ulusal birim ile politik birimin çakışmasını öngören politik ilkedir” tanımının gerçekten bütün ulusçuluklarda ortak olanı tanımladığını, ulusçuluk ilkesine dayanmayan devlet ve toplumlardan farklarıyla ve tipik örneklerle gösterdik.

Sonra ulusçuluğun bu tanımına dayanarak Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı, Löwy vs., tüm Marksistlerin aslında tamı tamına bu ilkeye dayandıklarını, yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini hiçbir şekilde sorgulamadıklarını, aksine savunduklarını, yani ulusçu olduklarını, onların ulusçuluğa değil, ulusçuluğun dayandığı ilkenin ihlaline ulusçuluk dediklerini veya itiraz ettiklerini gördük.

Yine bu tanıma göre Marksistlerce ulusçuluğa karşı veya onun zıttı olduğu kabul edilen enternasyonalizmin de ulusçulukla aynı ilkeye, yani politik olanla ulusal olanın çakışması ilkesine dayandığını, yani aslında ulusçuluk olduğunu ve yine enternasyonalizmin bir fadesi olarak savunulan “ulusların kendi kaderini tayin ilkesinin” de ulusal olanla politik olanın çakışması, yani her ulusa bir devlet ilkesine dayandığını, dolayısıyla aslında bu ilkeyi ulusçuluğa karşı olma iddiasıyla savunan bütün Marksistlerin ulusçu olduğunu gördük.

Böylece kendilerinin ulusçu olmadıklarını düşünen ve samimi ve öznel olarak da öyle olan Marksist ve sosyalistlerin kendi öznel niyet ve amaçlarının aksine nesnel olarak ulusçu olduklarını, ulusçuluğun ilkesine dayanıp, onu savunduklarını ve yaygınlaştırdıklarını gördük.

Böylece ilk bakışta çelişik ve açıklanamazmış gibi görünen, tarihsel ve olgusal olarak Marksistlerin ve Marksizmin niçin ve neden ulusçulukla iç içe geçtiğinin ve ulusçuluğun yeryüzü ölçüsündeki zaferinin kendilerini ulusçuluk karşıtı ve enternasyonalist olarak tanımlayan Marksistlerin omuzlarında gerçekleştiğini açıklamış olduk.

Ulusçuluğun doğru bir tanımının yapılamamasının pratikte nesnel olarak ulusçuluğun varlığına, yayılmasına ve zaferine hizmet ettiği sonucunu da çıkardık.

Ve tam da bu nedenle Marksizmin Yeniden İnşası’na ulus ve ulusçuluktan başlamak gerektiğini de dolaylı olarak göstermiş olduk.

*

Daha sonra 1983’teki “Kopernik Devrimi”ni (“Ulusçuluk ulustan önce gelir”) ve bu ulusçuluk tanımını (“ulusçuluk ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmaktır”) yapan ve kabul eden üç önemli teorisyenin de (Gellner, Hobsbawm, Anderson) kendi yaptıkları ve kabul ettikleri ulusçuluk tanımını yanlış anlayıp yorumladıklarını, yaptıkları tanımın anlamını ve sonuçlarını kavramadıklarını gösterdik.

Gördük ki, onlar bu yaptıkları tanımı, yani “ulusal olanla politik olanın çakışması” şeklindeki tanımı, anlamış değiller. Ortaya koydukları ulusçuluk tanımının kendisi ulusal olanın nasıl tanımlandığını boş bırakmakta ve aslında ulus ve devlet ilişkisini ele alan, ulusçuluğu bu ilişki bağlamında tanımlayan cebirsel bir formül olmakla birlikte, onlar ulusçuluğun özel bir biçimini (yani ulusu kültürle, tarihle, dille, dinle tanımlayan biçimini, bizim çift katlı gerici veya karşı devrimci ulusçuluk dediğimiz biçimini) ulusçuluk olarak anlıyorlar. Ulusu böyle tanımlamaya karşı da tanımlayan (Yani ulusun bir dille, dinle, tarihle, kültürle kanımlamaya karşı da tanımlayan, devletin bunların körü olduğu) bir ulusçuluk olabileceğini düşünemiyorlar veya bunu ulusçuluk değilmiş gibi anlıyorlar.

Halbuki yaptıkları tanıma göre ulusçuluğun özü ulusun nasıl tanımlandığı değil, ulusun devletle, devletin ulusla ilişkisidir. Yani her ulusun bir devleti olmalıdır ya da her devletin bir ulusu olmalı veya bir ulusa dayanmalıdır ilkesidir. Ulusçuluk budur. Ulusçuluk tanımı bunu söylemektedir.

Başka ulusların varlığını kabul edip etmeme, ulusun nasıl tanımlandığı, ulusun çıkarının nasıl en iyi savunulacağı gibi konular, ulusçuların tartışacağı, ulusçuluğun içinden tartışılacak konulardır. Ulusçuluğu bu gibi konularla tanımlamak, ulusçuluğun kavramlarıyla düşünüp, davranıp, ulusçuluğu ve ulusları tartışma dışı bırakmak, içinde mücadele edilecek tarafsız bir ortam gibi ele almaktır veya içinde yaşadığımız solunan ve farkına varmadığımız hava gibi ele almaya benzer.

Dolayısıyla bütün bu ulusçuluk tanımları ve tartışmaları ulusçuların ulusçuluk tanımları ve tartışmalarıdır.

Ulusçuluk egemenliğini ve varlığını bu ulusçuların ulusçuluk tanımları ve kabulleri üzerinden sürdürmektedir.

Hatta bu nedenle ulusçuluk zaferini ve egemenliğini, ulusçuların ulusçuluk tanımlarına göre kendilerini ulusçuluk karşıtı olarak kategorize edenlerin, tam da bu nedenle ulusçu olduklarını göremeyenlerin, yani görünüşte ulusçuluk düşmanlarının aracılığıyla sürdürmektedir.

Bu şöyle de formüle edilebilir: ulusçuluk öznel olarak ulusçuluk karşıtı ama nesnel olarak ulusçu olanların omuzlarında zafer kazanmıştır ve hala bu egemenliğini sürdürmektedir.

*

1983 “mucizevi yıl”ında “Kopernik Devrimi”ni yapan “triumvira”, yanlış bir varsayımdan hareketle (ulusçuluğun politik olanı dile, dine vs. göre tanımladığını kabul edip buna ulusçuluk olarak kabul ederek) doğru bir sonuç (bunlara dayanmayan ulusçuluğu da yani genel olarak ulusçuluğu da kapsayan, ulusun nasıl tanımlandığını boş bırakan, tanımı ulusçuluk ve politik ilişkisinden tanımlayan bir formülasyon) çıkarmış bulunuyorlar.

Aslında bilimler tarihinde birçok keşif de böyle yapılmıştır. En tipiği Kristof Kolomb’un yaptığıdır.

Kolomb’un doğru varsayımı dünyanın yuvarlak olduğu idi, yanlış varsayımı ise, dünyanın çapı ve çevresinin daha küçük olduğu idi. Kolomb, eski Yunanlıların dünyanın çapını ve çevresini, Euclid Geometrisine dayanarak, bugünkü modern araçlarla yapılmış ölçümlere bile yakın derecede doğru olarak veren bilgisi unutulmuştu veya Kolomb bunu bilmiyordu ve o nedenle vardığı yeri yeni bir yer olarak değil, Hindistan olarak görüyordu. İşte Gellner, Anderson, Hobsbawm’ın yanlış bir varsayıma dayanarak doğru ulusçuluk tanımı, Kolomb’un yanlış varsayım nedeniyle yeni bir kıta keşfetmesine benzetilebilir.

Yaptıkları tanım, ulusun nasıl tanımlandığı üzerinden değil, ulusun devletle ilişkisi üzerindendi. Ve bu tanım bu biçimiyle bütün ulusçuluklarda ortak olanı gösteriyordu. Bu tanımda ulusun ulusçularca nasıl tanımlandığı bir cebirsel formül gibi açık bırakılıyordu. Çeşitli ulusçuluklar bu formülü farklı içerikle (farklı ulusçuluk anlayış ve tanımlarıyla) doldurabilir veya matematiksel bir ifadeyle, o formüle somut farklı somut rakamlar koyabilirlerdi.

Halbuki kendileri, bizim iki katlı gerici ulusçuluk dediğimiz, ulusu bir dille, dinle, tarihle, kültürle vs. tanımlayan ulusçuluğu ulusçuluk olarak anlayarak, ulusu böyle tanımlamayan ulusçulukları (Kuzey Amerika ve kuzey Avrupa ulusçulukları buna yakındır, genellikle bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlamaya eğilim gösterirler.) ulusçuluk olarak tanımlamamış oluyorlardı. Bu anladıkları veya yükledikleri içerikle, o tanım bütün ulusçuluklarda ortak olanı değil, iki kat gerici ulusçuluklarda ortak olanı, ulusu bir dille, dinle, tarihle, tanımlamayı içermiş oluyordu. Sonra aynı yanlışın aslında ulusun ulusçuluktan önce geldiği, uluslar olduğu için ulusçular olduğu anlayışında olanların tümünde ve (Marksistler de böyle bir ulus ve ulusçuluk anlayışında olduğundan) Marksistlerde de otomatik olarak görüldüğünü, çünkü uluslar olduğu için ulusçular olduğu kabulünün dile, dine, tarihe, ırka, kültüre veya soya dayanan bir ulusçuluk anlamına geldiğini, dolayısıyla bütün Marksistlerin ve Enternasyonalistlerin de sadece ulusçu değil, en gerici ulusçuluğu, yani ulusu bir dille dinle, tarihle tanımlayan ulusçuluğu ulusçuluk olarak anladıklarını ve tanımladıklarını gördük.

Bu durumda şu sonuçlar çıkıyordu:

a)    Ulusçuluğu dille, dinle, kültürle tanımlanmış bir ulusçulukla özdeşleştirerek, kendilerini ulusçu olarak görmeyenler (Örneğin 1983 devrimin yapanlar: Hobsbawm, Anderson, Gellner. Bunlara neredeyse bütün ulusçuluk üzerine yazan akademisyenler, antropologlar ve sosyologlar alemini de katmak mümkün. Keza Türkiye’de ulus ve ulusçuluk konusunun önde gelenleri olan Tanıl Bora, Taner Akçam vs. de dahil edilebilir.) aslında ulusçuluğun en gerici biçimini kategorik ulusçuluk olarak tanımlayarak ve anlayarak, dolayısıyla dile, dine, tarihe, kültüre dayanmayan, nisbeten daha demokratik bir ulusçuluğu ulusçuluk olarak tanımlamayarak ve onu ulusçuluk olarak görmeyerek, aslında en gerici ulusçuluğun ulus ve ulusçuluk tanımlarını kabul etmiş oluyorlardı.

b)    Ulusların ulusçulardan önce var olduğunu kabul edenler ise (örneğin Marksistler), zaten ulusların bir dile, dine, tarihe vs. dayandıklarını kabul ettiklerinden, çift kat gerici ulusçulardılar ama ulusçuluğu bütün ulusçuların ulusçuluk tanımlarında olduğu gibi, saldırgan, yayılmacı, başka ulusların haklarını kabul etmeyen, ırkçı politika ve ideolojilerle özdeşleştirdiklerinden, kendilerinin ulusçu olmadıklarını düşünüyorlar ve ulusçuluğu bir ulusun çıkarlarını öne almak, yayılmacılık, başka ulusların varlığını tanımamak vs. olarak tanımlıyorlardı. Dolayısıyla bu tanımlarıyla ulusçuluğu yeniden üretmiş oluyorlardı, bu tanımlara dayanarak ulusçu olmadığını söylemek aslında ulusçu olduğunu kabul etmek anlamına geliyordu.

En ulusçuluk karşıtı gibi görünen bu iki kategorinin bile bütün ulusçuluk tanımları ulusçuların ulusçuluk tanımlarıdır. Ulusçuluğa karşı çıkar gibi görünürken onu yeniden üretirler.

Bu tanımlar veri kabul edilerek ulusçuluk anlaşılamayacağı gibi, yeniden üretilir.

Peki bu mekanizma nasıl çalışmaktadır? Nasıl olmaktadır da ulusçuluk karşıtı olanlar, ulusçu olmakta ve ulusçu olduğunu görememekte ve ulusçuluğun dünya tarihsel zaferinin gerçekleştiricileri olmaktadırlar. Burada “yanlış” olan nedir? Hangi mantık çelişkisi veya hatası bunu görmeyi engellemektedir?

Burada bir kendine gönderme, kendine referans söz konusudur.

Ulusçuluk ulusçuluğun tanımı üzerinden en ulusçuluk karşıtlarını bile kendisinin yayılışının, egemenliğinin ve sürdürüşünün araçlarına dönüştürmektedir.

Çünkü ulusçuluk tanımları ulusçuların ulusçuluk tanımlarıdır ve ulusçuların ulusçuluk tanımlarına göre ulusçuluğa karşı çıktığınızı savunur veya böyle davranırken aslında ulusçuların ulusçuluk tanımlarına dayandığnız, onları kabul ettiğniz için onu yeniden üretir, yayar ve egemenliğini sağlarsınız.

Ulusçuluk tanımlarının ulusçuların ulusçuluk tanımları olması, ulusçuluğun ne olduğunu anlamayı ve onun dışına çıkabilmeyi adeta olanaksızlaştırmaktadır. Bu tanımlara göre ulusçuluk karşıtı olmak ulusçuluğu yeniden üretmeye yol açar.

Buna yol açan “kendine referanz”, “kendine gönderme” olgsu, yani bir tür “antinomi”nin, mantık çelişkisinin varlığıdır.

Tam da bu kendine referans olgusu veya antinomisi nedeniyle ulusçuluk ulusçuluk “karşıtlarının” aracılığıyla başarıdan başarıya koşmaktadır. Çünkü ulusçuluk karşıtlarının ulusçuluk tanımları, ulusçuların ulusçuluk tanımlarıdır.

Ulusçuluk karşıtları, tam da ulusçuların ulusçuluk tanımlarına dayşandıkları, ulusçuluğu bu tanımlarla özdeşleştirdikleri için kendilerinin ulusçu olduğunu görememektedirler. Göremedikleri için de ulusçu olmaya devam etmektedirler. Fasit daireyi yaratan, kuyunun içinde olup kuyuya düşmemek için sürekli önüne bakan ve kuyunun içinde oldğunu görememe çıkmazını yaratan tamı tamına bu kendine gönderme, kendine referans durumudur.

*

Kendine Referans’a geçmeden önce yazılanları somutlamak için bizzat içinde yaşadığımız Türkiye’den örnekler verelim.

PKK hareketi, Kürt hareketi içinde, örneğin Barzanicilerden farklı olarak, ulusçu olmadığını iddia eden, ulusçuluk karşıtı olduğunu söyleyen bir harekettir.

Peki nasıl olmaktadır da bu hareket ulusçu olmadığını düşünerek ulusçuluk yapabilmekte hatta belli bir anlamda bir ulus yaratabilmektedir?

Tam da ulusçu olduğu için ulusçuların ulusçuluk tanımlarıyla.

Ulusçuluğu örneğin, ayrı bir devlet kurma olarak tanımlayarak, ayrılmayı ulusçuluk olarak tanımlayarak.

Çünkü örneğin ulusçular ayrılmamayı, ayrı bir devlet kurmama ve birlikte yaşamaya karar vermeyi ulusçuluğa karşı, ulusçu olmayan bir düşünce ve davranış olarak tanımlarlar.

 

Ama ayrılıp ayrılmamaya karar verecek olanlar kimlerdir? Kürtler. Yani bir dille dinle tanımlanmış bir ulus. Çünkü “Statü”nün tanınmasını, yani bir ayrı ulus olarak tanınmayı istemektedir. Ama bu ulusçu hareket, ulusçuluğun tamı tamına bu olduğunu kabul etmemektedir. Onlara göre bu eşyanın tabiatı gereği böyledir. Solunan hava gibidir. Ulus nötral bir şeydir. Bu ulusçuluk anlayışı içinde kendini kolaylıkla ulusçuluk karşıtı olarak tanımlayarak, demektedir ki bizi ayrı bir ulus olarak tanıyın, korkmayın biz ulusçu değiliz ayrılmayacağız. Yani tanım, ulusçuların ulusçuluk tanımı (örneğin: ayrı devlet kurmayı istemek ulusçuluktur) olduğu ve kendisi de ulusçu olarak bu tanıma dayandığı için, (ayrılmayı hedeflemediğine göre) ulusçu olmadığını düşünüp ulusçuluğa karşı davrandığını düşünmektedir.

Şimdi de tam tersinden aynı ulusçuluğun ulusçuluk karşıtlarınca nasıl yapıldığını görelim.

Kürt Hareketini utangaç değil de açıktan destekleyen radikal Türkiyeli sosyalist grupları ele alalım. Bunlar Kürt olmamalarına rağmen enternasyonalist dayanışma için gereğinde PKK’ya katılıyorlar  veya Rojova’ya gidip savaşıyorlar. Yani lafta da değil fiilen ulusçuluğa karşı savaştıklarını düşünüyorlar. Hem de “kendi” uluslarının ulusçuluğuna karşı savaştıklarını düşünüyorlar.

Ama bütün bunlar neyi gösterir? Kürtlerin ayrı bir devlet kurma hakkını savunmak ulusçuluk ile çelişmez ki. Tam da ulusçuluğun temel ilkesinin savunulmasıdır. “Her ulusa bir devlet”, “Her devlete bir ulus”, “Devlet ve Ulus çakışmalıdır”.  Budur ulusçuluk. Bunun ulusçulukla çeliştiğini söylemektir tamı tamına ulusçuların ulusçuluk tanımını kabul etmek.  Ulusçuların ulusçuluk tanımına göre, başka bir ulusun ayrı bir devlet kurma hakkını savunmak ulusçuluk değildir ulusçuluğa karşı olmaktır, enternasyonalizmdir. Yani ulusçuluk tarafından gerçek anlamıyla ulusçuluk ulusçuluk olmayan olarak tanımlanmaktadır.

Ulusçuluğu, başka ulusların haklarını tanımamak olarak tanımlamak, yani ulusçuların ulusçuluk tanımını kabul etmek gerekir ulusçu olmadığını iddia etmek için. İşte Türkiyeli devrimcilerin yaptığı da tamı tamına budur. Ve tam da bunu yaparken, yani kendi ulusçuluk tanımlarına göre ulusçuluğa karşı savaşırken ulusçuluk yapmakta uslusçuluğun başarısı için savaşmaktadırlar.

Sonuç olarak, olgu olarak ulusçuluk, ulusçuların ulusçuluk tanımları sayesinde veya aracılığıyla kendini ulusçuluk karşıtı olarak gören ulusçular aracılığıyla varlığını ve egemenliğini sürdürmektidir.

Osmanlı’da da durum farklı değildi.

Örneğin Osmanlı’da Taşnak ve Hınçak gibi, bugünkü PKK benzeri, kendilerini sosyalist olarak tanımlayan partiler vardı. Bunlar da tıpkı PKK gibi aslında ulusçu, hatta bizim gerici ulusçu dediğimiz türden, yani ulusu bir dille, dinle, tarihle tanımlayan türden ulusçu idiler. Ama tam da ulusçu oldukları için ulusçuların ulusçuluk tanımlarına dayanarak, Osmanlı toprakları içinde yaşayan ulusların politik olarak bir arada yaşamaya karar vermelerini ve öyle yapmalarının ulusçuluk olmadığını düşünüyorlar, ulusçuluğu ayrılmayı istemek olarak tanımlıyorlardı.

Özetle öznel ulusçuluk karşıtları, nesnel olarak ulusçuların ulusçuluk tanımlarını kabul ederek bu tanımlara göre ulusçu olmadığını düşünmekte ve savunmakta ve bu sayede gerçek anlamıyla ulusçuluğun kendisini  tartışma konusu yapmaktan (“ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi”ni reddetmek, bu ilkeye karşı olmak) çıkararak ulusçuluğun zafer yürüyüşünü gerçekleştirmiştir ve gerçekleştirmektedir.

Bu öylesine korkunç bir eğemenliktir ki, ulusçuluk tamı tamına ulusçuların ulusçuluk tanımları aracılığıyla bunların gizli varsayımlar olarak kabul edilmişlikleri aracılığıyla tüm dünyadaki egemenliğini sürdürmektedir.

Bu tıpkı bugün artık yeryüzünde, meta üretimi dışında başka bir üretim biçimini tasavvur bile edemeyip, herşeyi meta üretimini ve kapitalizmi veri olarak kabul ederek sorunlara çözüm aramaya benzetilebilir. Aslında biri (meta üretimini ortadan kaldırmak planlı bir kullanım değerleri ekonomisine geçmek) temele, altyapıya, diğeri (Ulusal olanla politik olanan çakışmasını ortadan kaldırmak, uluslara ve ulusçuluğa son vermek) üstyapıya ilişkin olarak aynı egemenliğin ve kendini tartışma dışı bırakmanın görünümüdürler.

*

Örneğin ulus ve ulusçuluk üzerine yazan bütün entelektüeller, bütün akademik ulusçuluk yayınları, hepsi ulusçuluğu yayılmacılık, ırkçılık, dillerin eşitliğini kabul etmeme veya şu veya bu ulusçuluğun ulusu nasıl tanımladığı üzerinden tanımlıyorlar. Kalın kalın kitaplar yazıyorlar.

Hepsi çeşitli somut ulusları ele alarak bunların, 83 devriminden sonra Akademik alemde yaygın olduğu üzere, ulusçuların ulusları nasıl şekillendirdiklerini inceliyorlar.

Ama bütün bu ele alışlarda, ulusçuların ulusçuluk tanımlarıyla hareket edilerek, ulusçuluk yeniden ve yeniden üretiliyor.

Ulusçuların ulusu nasıl tanımladıkları üzerine çalışmalar, ulusçuların ulusçuluğu nasıl tanımladıkları konusunun gündemden uzaklaştırılmasının aracı olarak, ulusçuların ulusçuluk anlayış ve tanımlarının egemenliğine hizmet ediyorlar. Ulusçuların ulusu nasıl tanımladığı üzerine incelemeler ulusçuların ulusçuluğu nasıl tanımladığının görülmesini ve bu açmazın aşılmasını engelleyerek ulusçuluğun egemenliğini yeniden üretiyor.

Bütün uluslar ve ulusçuluk literatürü böyle incelenebilir. Bunu sonra gelecekler kolaylıkla yapabilirler.

Bugün ihtiyaç olan, ulusların nasıl tanımlandığı ve nasıl oluşturulduğu üzerine (örneğin Türk ulusunun nasıl oluşturulduğu üzerine) değil, bizzat Türk ulusunun nasıl oluşturulduğu üzerine yazılanların, ulusçuların ulusçuluk anlayışlarına dayandığı ve ulusçuluğu tekrar nasıl üretip ulusçuluğun egemenliğine hizmet ettiğini göstermektir.

Araştırmalar ulusçuluk araştırmalarındaki ulusçuluk tanım ve kavramlarına yönelmelidir ki bunların ulusçuluğu yeniden ürettiği biraz olsun görülebilsin.

Bugün acil hedef, ulusçuluk üzerine yazılanların ulusçuluğu nasıl yeniden ürettiği, onların ulusçuların ulusçuluk tanımlarına dayanarak ulusçuluğun egemenliğine nasıl hizmet ettiklerini göstermektir.

*

Sadece tadımlık bir örnek verelim.

Örneğin Türkiye’de ulus ve ulusçuluk konusunda en çok eser vermişlerden biri olan ve kendisi de muhtemelen samimi olarak bir ulusçuluk karşıtı olduğuna inanan, aynı zamanda yöneticilerinden bulunduğu yayınevinin özellikle uluslar ve ulusçuluk konusunda yayınladığı akademik çalışmaları da seçen, Tanıl Bora’nın nasıl ulusçuların ulusçuluk tanımını alarak ulusçuluğu tanımladığını ve böylece ulusçuluğa karşı dururmuş görünürken, aslında ulusçuluğu yeniden nasıl ürettiğini görelim.

“Milliyetçilik ideolojilerinin kendilerini var ettikleri tarihsel zeminde, başka, öteki milliyetçiliklerle ilişkileri yer alır. Her milliyetçilik, başka milli ve etno-kültürel kimlikleri içermeye / "özümsemeye" / "soğurmaya" ya da ötekileştirmeye, hasım kılmaya, yahut bunlara direnmeye dönük bir vadide şekillenir - ve sürekli yeniden şekillenir.” (Tanıl Bora, Sunuş, “Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce”, Cilt 4, Milliyetçilik)

(Önce şunu belirtelim, daha bu serinin başlarında, milliyetçiliğin ve milletlerin “İdeoloji” gibi değil, “din gibi” bir şey olduğunu, milliyetçiliğin ve milletlerin tanımlanamamasının nedeninin hangi genel toplumsal kategoriden bir olgu olduğunun tesbit edilememesiyle ilgili olduğunu önceden görmüştük. Tanıl Bora bu literatürü iyi bilmesine rağmen bunları unutmuş veya atlamış, eski alışkanlıklarıyla yazmaya devam etmiş dolayısıyla sanki bir “Lapalis hakikatı”ndan, çok sıradan ve bayağı bir gerçekten söz edermiş gibi, milliyetçiliği bir ideoloji olarak tanımlayıveriyor. Ama şimdilik, konuyu dağıtmamak için bunu geçelim.

Tanıl Bora’nın milliyetçiliği nasıl bir politika, bir saldırgan milliyetçilik, milliyetçiliğin ilkesinin ihlali ile özdeşleştirdiğini görelim. Tabii milliyetçiliği böyle tanımlayınca da hem kendisini bir milliyetçi olarak görmemeyi, hem de milliyetçiliği yeniden nasıl ürettiğine bakalım.)

Her milliyetçilik, başka milli ve etno-kültürel kimlikleri içermeye / "özümsemeye" / "soğurmaya" (Yani daha politik ifadeyle assimile etmeye) ya da ötekileştirmeye, hasım kılmaya (Yani rekabete ve düşmanlaştırmaya), yahut bunlara direnmeye dönük bir vadide şekillenir - ve sürekli yeniden şekillenir”

Yani yayılma, düşmanlaştırma, rekabete girme veya bunlara maruz kalanların bunlara direnmesi ulusçuluk olarak tanımlanıyor. Ulusçuluk bu niteliklerle tanımlanıyor. Bu tamı tamına ulusçuların ulusçuluk tanımından başka nedir ki?

Yani bir hareket, parti veya görüş, diğer kültürleri assimile etmeye, baskı altına almaya veya düşmanlatırmaya çalışmıyorsa ulusçu değildir demiş oluyor. Bu tanıma dayanarak, örneğin Kürtlere karşı yapılanlara karşı çıkan Türk sosyalistleri ulusçu değildir bu tanıma göre. Halbuki biz yukarıda ve çok daha önce de Marks’ın ulusçuluğunu ele alırken, bunun ulusçulukla çelişmediğini, hatta tam da ulusçuluğun bunu gerektirdiğini görmüştük.

Bizzat Marksistler böyle “düşmanlaştırmayan”, “soğurmayan”, “ötekileştirmeyen” vs. bir ulusçuluğun da mümkün olduğunun, bunların ulusçuluğun özüne ilişkin olmadığının en esaslı kanıtı değil midirler?

Hatta kendisinin kendi hakkındaki yargılarıyla değil de nesnel olarak yaptığından hareketle bir hüküm verdiğimizde, bizzat Tanıl Bora’nın kendisi milliyetçiliği böyle politikalar olarak tanımlayarak aslında kendisinin böyle saldırgan olmayan bir milliyetçiliğin mümkün olduğunun somut örneği olduğunu göstermiyor ve ulusçulukla özdeşleştirdiği özelliklerin ulusçuluğun özüyle hiçbir ilişki olduğunu kanıtlamış olmuyor mu?

*

Haydi benzeri bir örneği, yine sosyalist ve Marksist harekette kendini en milliyetçilik karşıtı olarak gören Troçkist gelenekten, ulusçuluk üzerine en çok yazanlardan biri olan Michael Löwy’nin yazdıklarından verelim.

Milliyetçilik doğası itibariyle akıldışı bir ideolojidir. Bir milletin diğerlerinden üstünlüğünü haklı gösterecek hiçbir rasyonel kriter sunmaz, çünkü rasyonalizmin özü -katışıksız biçimde araçsal olmadığında- evrensele yönelmektir. Öyleyse milliyetçilik, bir millete maledilmiş ilahi misyon, bir halkın doğuştan ve ebedi üstünlüğü, daima daha da genişleyen bir yaşam alanı (Lebensraum) hakkı vs. gibi rasyonel olmayan mitlere başvurmak zorundadır. Aynı şekilde jeopolitik, ırksal, antropolojik bakımdan sahte-rasyonel ve sözde-bilimsel meşrulaştırma biçimlerine müracaat edilebilir. Bunlar, genellikle, hiçbir kültürel ve tarihi gerçekliğe dayanmaz; yalnızca sınırları kolanizasyon ve/veya dekolonizasyonun (Afrika ve Latin Amerika' da olduğu gibi) tesadüfi ürünü olan, az ya da çok yapay devletlerin resmi ideolojilerine hizmet eder.” (Michael Löwy, Enternasyonalizm, Milliyetçilik ve Anti-Emperyalizm, “Ulusal Sorun, Enternasyonalizm ve Küreselleşme”, s. 66)

Görüldüğü gibi, Tanıl Boraya da oldukça benzer şeylerden de söz ederek, ulusçuluğu kötü olan herşeyle tanımlayarak, dolayısıyla aksinin ulusçuluk olmadığını söyleyerek, ulusçuların ulusçuluk tanımlarını kabul etmiş ve bu tanım üzerinden ulusçu olmadığnı ilan etmiş oluyor ama tabii bu ilanıyla milliyetçilerin milliyetçilik tanımını yaymış ve meşrulaştırmış oluyor dolayısıyla milliyetçi olmadığını söylerken milliyetçi olduğunu söylemiş oluyor.

Anlaşılmayan şudur, kötü olan, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesidir. Bu “nütr” ilişkinin kendisidir. Ulusçuluğu kötü olan herşeyle özdeşleştirip tanımlayarak aslında o nötral görünen ilişki günahsızlaştırılmakta ve kabul edilmektedir.

(Tabii yukarıdaki alıntılarda ulusçuluğu tanımlamakta kullanılan özelliklerin “bilimsel” veya “akli” olmadığı argümanı var ki, o da ayrı bir fecaat. Zımnen bilimsel veya akli olsa olsa daha kabul edilebilir gibi bir anlamı içeriyor. Löwy gibi bir anarko Marksist denebilecek bir teorisyene hiç yakışmayacak akıl yürütmeler.)

*

Ulusçu olmadığını iddia ederken, söylerken ulusçu olduğunu ilan etmek, kanıtlamak.

Ulusçuluğa karşı çıkarken, ulusçuluğu kabul etmek ve yaymak.

Aynı anda hem kendisi hem zıttı.

Yani bir bakıma bir antinomi, mantık çelişkisi karşısındayız.

Antinomiler Kendine Referans, Kendine Gönderme’lere dayanırlar.

Ulusçuluğun ve ilerde görüleceği gibi dinin ne olduğunun anlaşılamamasının temelinde onların aynı zamanda kendine göndermelere dayanması, yani mantık çelişkilerine dayanması bulunmaktadır.

Bu kendine göndermeyi, antinomiyi, dolayısıyla reddederken kabul etme durumunu ve olgusunu ortaya çıkaran, ulusçuluğun ulusçuluğun tanımı, dinin (Modern dinin ya da aydınlanma dininin)  dinin tanımı üzerinden şekillenmesi ve var oluşudur.

O halde, bu olguyu daha iyi ele alabilmek için, biraz başka bir alana girip, Antinomiler, Kendine Göndermeler, Sonsuz Döngüler gibi konuları kısaca ele almakta yarar var.

Gelecek yazıda bunları ele alalım.

30 Mayıs 2022 Pazartesi

Demir Küçükaydın

demiraltona@gmail.com

Bloğum: Demirden Kapılar

https://demirden-kapilar.blogspot.com/

Youtube Kanalım:
https://www.youtube.com/user/demiraltona

Podcast

https://soundcloud.com/demirden-kapilar

Facebook

https://www.facebook.com/demiraltona/

Twitter

https://twitter.com/demiraltona

Instagram

https://www.instagram.com/demiraltona

Steemit

https://steemit.com/@demiraltona

Kitaplar (İndirilebilir)

https://disk.yandex.com.tr/d/zgV6eNZL329XUu

Academia

https://independent.academia.edu/DemirKucukaydin

Mail ile otomatik yazılarımı almak istiyorsanız şu adrese bir boş email yollayınız:

yorumlar-subscribe@lists.riseup.net

Mail listesinden çıkmak için şu adrese bir boş mail yollayınız:
yorumlar-unsubscribe@lists.riseup.net

 

 

Hiç yorum yok: