8 Aralık 2021 Çarşamba

Demirtaş’ın Yazısının Düşündürdükleri (Türk Milliyetçileri ve Kürdistan Solu veya Alışılmış İfadesiyle: “Türk Solcuları ve Kürt Hareketi”)

 

Bugün Selahattin Demirtaş’ın Yeni Yaşam’da yayınlanan Aynı Halaya Durmak İçin” yazısını okurken içim acıdı.

Hele son cümlesi: “HDP’nin, bizlerin solun neresinde durduğunu merak edenler önyargı ve kronik üsttenci bakıştan arınarak bulundukları yerin soluna bakarlarsa bizi orada göreceklerdir. Bu sol için kaygılanacak değil, gurur duyulacak bir durumdur” diye yazıyordu. Birçok yayın organı da bu cümlenin en vurucu yanını öne çıkarmıştı. Örneğin Duvar: “Demirtaş: ‘Bulunduğunuz yerin soluna bakarsanız bizi görürsünüz”ü başa almıştı. Artı Gerçek: “Selahattin Demirtaş’tan TKP’ye sol yanıtı” başlığından sonra haberin başında yine aynı sözleri öne çıkarmıştı.

“Bunda içi acıtacak ne var? Demirtaş TKP ve benzerlerine isim vermeden de olsa hak ettikleri cevabı vermiş” denecektir.

Ve bunu diyenlere de içim acıyacak.

Neden?

Kadın hareketinde Almancada “Mittaterschaft” diye (“suç ortaklığı” diye çevrilebilecek) bir kavram vardır. Ezilenin ezenin bakış açısını içselleştirmesi ve mücadelesini bu içselleştirdiği bakış açısı ve kavram sistemi içinden vermesini, bilinçsizce de olsa o ezme ezilme ilişkisinin yeniden üretilmesine katkı verilmesini anlatır kabaca. Bu siyah hareketinde de vardır. Siyahlar beyaza benzemeye çalışırlardı başlangıçta. Demirtaş’ın yazısı da pek kimsenin dikkatini çekmeyen ve çekmeyecek olana bu yanıyla içimi acıttı.

Konu aslında çok önemli. Ama kavraması biraz zor. Çünkü kavramların ve kavramlara yüklediğimiz anlamların da bir ideolojik egemenlik konusu olduğuyla ilgili ve herkes bu ideolojik egemenliğin altında olduğundan, suda yaşayıp da suda yaşadığını bilmeyen balıklara suda yaşadıklarını anlatmak kadar zor.

Aslında Demirtaş’ın sadece bu cümlesi değil bütün yazı (koyu harflerle), “Türk solcu”larına, “Kürt Hareketi”nin, hem sosyal ve sınıfsal olarak, hem yaşam pratiğiyle, hem politikası ve hedefleriyle, olgulara dayanarak, ne kadar solcu olduğunu anlatmaya yönelmişti.

Tam da yanlış olan buydu.

Kimsenin yanlış olarak görmediği ve görmeyeceği, ne güzel cevap verdi dediği…

İçimi acıtan buydu.

Çünkü bu yıllardır alışılmış, artık herkesin normal karşıladığı, tıpkı havanın basıncını üzerimizde hissetmememiz, bilincinde bile olmamamız gibi bir durumdu.

Okuyucunun meramımı kolay anlatamayacağımı, yığınla tecrübeyle biliyorum. O nedenle okuyucudan bildiklerini unutarak aşağıda yazılanları sabırla ve dikkatlice okumasını dileyeceğim.

*

Bir zamanlar, yanılmıyorsam Hırant Dink, “Bu memlekette Ermeniler yok olduğunu, Kürtler var olduğunu” kanıtlamaya çalışıyor anlamında bir söz etmişti.

Yine benzeri bağlamda sanırım Musa Anter’e ait bir başka söz daha vardı: “Kürtler milletvekili, bakan vs. her şey oluyor ama Kürt olamıyor” diye bir söz daha vardı.

Bunlar bilinen ve meşhur olanlar.

Bir de bu satırların yazarının, bilinmeyen, duyulduğunda da anlaşılmayan bir sözü daha vardır Kürtlerin bir tek Kürt olamamasının bir sonucu ve de ona nazire olarak politik kimlikler söz konusu olduğunda söylediği:

Türkler solcu, sağcı, liberal, feminist, çevreci, komünist, enternasyonalist vs. her şey oluyor ama bir türlü Türk ol(a)mıyorlar, Kürtler ise hiçbir zaman solcu, sağcı, liberal, komünist, enternasyonalist vs. olamıyorlar hep Kürt olarak kalıyorlar.”

Bu, Kürtlerin Kürt olamamasına nazire olarak yazdığım sözler iyi anlaşılırsa, Demirtaş’ın yazısının neden içimi acıttığı daha iyi anlaşılabilir.

*

İlk olarak Demirtaş’ın tüm yazısının içeriğini özetlediğim ve yukarıda koyu harflerle yazdığım paragrafı yine koyu harflerle, şimdi ifade ettiğim bakış açısından ve aslında gerçek durumdan hareketle, gerçek duruma uygun kavramlarla tekrar yazayım:

Bütün yazı Türk Milliyetçilerine Kürdistan’daki sol hareketin hem sosyal ve sınıfsal olarak hem yaşam pratiğiyle, hem politikası ve hedefleriyle ne kadar solcu olduğunu anlatmaya yönelmişti.

Tam da yanlış olan buydu.

Dikkat edilirse yukarıdaki cümlede ilk versiyondaki özne ve muhatabı tanımlamayı değiştirdim. İlk versiyonda “Türk Solcusu” dediğime ikinci versiyonda “Türk milliyetçisi”, ilk versiyonda “Kürt Hareketi” dediğime “Kürdistan’daki sol hareket” diyorum.

İkinci versiyonda eşyayı kendi adıyla anıyorum. Yani TKP (ve neredeyse bütün Türk solu ve sosyalistleri) Türk milliyetçisidir.

Kürdistan’daki hareketin ana damarı ise, Kürdistan’ın soludur.

Türkler, sosyalist, feminist, çevreci, liberal vs. olur ama Türk olamaz, onları bir türlü olamadıkları ve kendilerini öyle tanımlamadıkları nesnel özleriyle tanımlıyorum. Onlar Türk milliyetçisi oldukları için Türk ol(a)mazlar.

”Kürtleri” de bir türlü olamadıkları, solculukla (feminist, demokrat, komünist, enternasyonalist, çevreci vs. de olamıyorlar) tanımlıyorum ve Kürtlükle değil, Kürdistanlılıkla, yani bir coğrafi konumla sınırlıyorum. Yani onları da bir türlü olamadıkları solculukla tanımlıyorum.

Peki özne ve muhatabı böyle gerçek ismiyle yani özüyle ifade edilince nasıl oluyor da önerme yine de yanlış, hatta daha da yanlış oluyor.

Çünkü Türk milliyetçisini solcu olarak kabul edip, Kürdün de solcu olduğunu kanıtlamaya çalışmanın iyi kötü kendi içinde bir tutarlılığı vardır. Demirtaş’ın yaptığı da budur. Burada yanlış olan muhatabın, gerçeğin tam tersi olarak, yanlış tanımlanmasıdır. Ama bunun anlaşılır bir yanı vardır. Bir yanlış anlama sonucu da olsa solcu olarak gördüğüne kendinin de solcu, hatta daha solcu olduğunu anlatmaya çalışmak anlaşılabilir.

Ama özne ve muhatabı gerçek durumlarıyla tanımladığımızda, bu sefer başka bir mantıksızlık, bir tutarsızlık ortaya çıkmaktadır: bir sağcıya solcu olduğunu kanıtlama durumu.

Bir insan, Türk olduğunu kabul etmeyen, etmediği için de bir türlü Türk ol(a)mayan, dolayısıyla hep solcu, sosyalist, feminist vs. olan bir egemense, o zaten özünde sağcı ve en gericisinden Türk milliyetçisidir.

Türk’ün Türk olduğunu kabul etmemesi, egemenliğini gizlemenin ve sürdürmenin, Türklüğe karşı mücadeleyi gündemden düşürmenin bir aracıdır.

Bu tıpkı egemen sınıfların sınıf mücadelesinin varlığını ve egemen olduklarını reddetmeleri ama bizzat bu reddedişin kendisinin bir sınıf mücadelesi ve egemen sınıfın konumunu sürdürmelerinin aracı olması gibi.

O halde kendini solcu olarak tanımlamak, Türk milliyetçiliğinin ve Türklerin egemen ulus olma durumlarını sürdürmenin bir aracı olduğuna göre, kendine Türk Solcusu (pardon onlar Türk ol(a)madığından sadece solcu) Türk milliyetçisidir.

Bu durumda kendine solcu diyen Türk milliyetçilerine, solcu olduğunu kanıtlamaya kalkmak (ki nesnel olarak Demirtaş’ın yaptığı budur) saçma olmaktadır. (Sadece saçma da değildir, efendisinin bakışını içselleştirmiş bir Tom Amca’nın diliyle konuşmak gibidir.)

Bu çelişkili duruma düşmekten kurtulmanın tek yolu, Kürt olarak belki en az Türk milliyetçileri kadar sağcı ve milliyetçi olduğunu kanıtlamaya kalkmak olabilir. Bu da az çok iç tutarlılığı olan bir davranış olur.

O halde gerçek ve nesnel durumlarla adlandırılmalar yapıldığında, Selahattin Demirtaş’ın bütün yazıda yaptığının, Türk Milliyetçisi Türklere, Kürdistan’daki solcuların da solcu olduğunu kanıtlamaya çalışmaktır.

Yani, eğer Demirtaş’ın yaptığı, Türk milliyetçisi Türklere eğer Kürdistan’da kendine Solcu diyenlerin de, tıpkı kendini solcu olarak tanımlayan Türk milliyetçileri kadar milliyetçi olduklarını kanıtlamak olsaydı, yapılanın bir iç tutarlılığı olabilirdi.

Burada yapılanın politik olarak doğru olup olmadığına değil, yapılanların kendi iç tutarlılığına ve mantığına bakıyoruz.

Bu durumda Demirtaş’ın yazısının mantıki çelişkilerden arındığında ise başka çelişkiler ortaya çıkar.

Demirtaş’ın yazısını, Türk Milliyetçileri hakkında bir görünüşe aldanma, onun ne olduğunu anlayamama, yanlış bir tanımlamaya dayanma olarak ele aldığımızda. Demirtaş’ın, Türk Milliyetçilerini, onlar kendilerini solcu olarak tanımladığından dolayısıyla onları solcu sandığından, onlara solculuğunu kanıtlamaya çalışıyor.

Bu durumda mantıki çelişki ortadan kalkıyor ama. Yanlış yer değiştiriyor. Birilerini özleriyle değil, görünümleriyle, insanları ve akımları gerçek özleriyle değil, kendilerini nitelemeleriyle tanımlayarak yanlış yapılmış oluyor.

Marx’ın dediği gibi ne bir kimseyi ne de bir dönemi onun kendisi hakkındaki yargılarıyla yargılayamayız. Bu temel ilke ihlal edilmiş oluyor.

Buna bağlı olarak bir solcu olarak başka bir görev daha yapılmamış oluyor. Bir solcunun görevi, sözlerin, davranışların, tanımların, kavramların ardındaki gerçek kuvvetleri, çıkarları ve konumları ezilenlere göstermeye çalışmaktır. Dolayısıyla bu da yapılmamış oluyor.

Ancak sorunu daha da karmaşıklaştıran bir başka düzey daha vardır. Çünkü aslında Demirtaş’ınki bir görünüşe aldanma ve bu nedenle muhatabının niteliği hakkında yanlış bir yargıya varma da değildir. Demirtaş onların gerçek niteliklerini bilir ve bilecek kalitededir. Yani Demirtaş’ın yanılgısı değil, bilinçli bir tercihi de söz konusudur. Yani karşı tarafın milliyetçi ve sağcı olduğunu bilmektedir ama taktik ya da diplomasi gereği onları kendi iddialarayla ele alıp onların kendi iddiaları temelinde onlara solcu ve hatta daha solcu olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır.

Aslında neredeyse bütün Kürdistanlı solcular (ve Kürdistani sağcılar da) Türk sosyalistlerinin Türk milliyetçisi olduğu görüşündedirler ve bunu da bilirler. (Aslında bizzat Demirtaş’ın satırlarının arasında ve yazısının ruhunda da bu görüş vardır. Hatta son satır, yani hitap ettiği Türk solcularını daha sağda görme aynı zamanda bu gerçek görüşün diplomatik bir ifadesidir.) Ama onlara siz sağcı, milliyetçisiniz dememekte, ama kendisinden daha sağda ama yine de yelpazede sol bir yere yerleştirerek hitap etmektedir.

Peki bu durumda ne oluyor? Demirtaş, aslında sağcı ve milliyetçi olarak gördüğü ve bildiği Türklere, onlar kendilerini solcu gördüğü için veya öyle lanse ettiği için, taktik veya diplomasi gereği solcuymuş gibi hitap ederek, kendisinin (ya da Kürt hareketinin de) solda olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.

O zaman da başka bir yanlış yapmış oluyor; yaptığı politika değil, diploması oluyor.

Çünkü bir solcunun, kendini ezilenlerin yanındı konumlandıranın, yapması gereken güzel sözlerin ve nitelemelerin, hareketlerin ardında hangi toplumsal çıkarların bulunduğunu, onların gerçek karakterini göstermektir.

Bu yapılmadığında, politika ve teori diplomasiye (ve taktiğe) kurban ediliyor.

Diplomasi, politikaya kurban edilmemelidir. Aksine diplomasi, politikanın aracı olabilir ve olmalıdır.

*

Buradan ne sonuç çıkarmalı?
Kürtler Türklere ne kadar solcu olduklarını kanıtlamayı bırakmalıdırlar. Aslında tam da gerçekte yaptıkları gibi “Solcu” Türklerle milliyetçilik yarışına girmelidirler. Yani bütün Türk “solcularını”, “sosyalistlerini”, “enternasyonalistlerini” milliyetçi ve sağcı olarak tanımlayıp, eşyayı adıyla anıp, “en az biz de sizin kadar milliyetçi ve sağcıyız” yarışına girmeli veya kendilerinin bu yönünü onlara kanıtlamaya çalışmalıdırlar.

Yani Türklere siz bu devletin ve milletin örneğin Türklükle tanımlanmasını normal bir şey kabul ediyor, Kendini Türk olarak kabul etmeyen, ana dili Türkçe olmayan insanlardan alınan vergilerle, onlara zorla Türkçe, Türk Tarihi, Türk Edebiyatı öğretilmesini sorun etmiyor, ulusun ve devletin dille, bir tarihle (örneğin, Şekil 1’de olduğu gibi) Türklükle tanımlanmasını sorun etmiyor, onu yok edilmesi, kendisine karşı mücadele edilmesi gereken baş hedef olarak tanımlamıyorsunuz. Bununla savaşmamak onu kabul etmek demektir. Yani sizler kendinizi nasıl tanımlarsanız tanımlayın, Türk’sünüz ve ulusun ve devletin Türklükle tanımlanmasını ortadan kaldırma gibi bir hedefi ve sorunu olmayan gerici Türk milliyetçilerisiniz.

Biz de en azından sizler kadar milliyetçiyiz. Biz de tıpkı sizin gibi, ulusun Kürtlükle tanımlanmasını sorun etmeyen, resmi Dili Kürtçe olacak, kendini Kürt olarak kabul etmeyenlerden alacağı vergilerle okullarda herkese Kürt dili, Kürt tarihi, Kürt edebiyatı öğretecek, Türk bayrağı benzeri bir Kürt bayrağı da olacak, bir ulus ve devlet için mücadele ediyoruz. Aslında bizler özünde sizinle aynı bakışı paylaşıyoruz. Yani biz de sizin kadar milliyetçiyiz. Hatta biz sizden daha milliyetçiyiz. Sizin böyle bir devletiniz var. Bunun için bir zorluğa katlanma durumunda değilsiniz. Ama biz bunun için acılar çekiyoruz. Yani aslında milliyetçilik söz konusu olduğunda bizim Türklere değil, Türklerin bizlere en azından bizim kadar milliyetçi olduklarını kanıtlaması gerekir.

*

İşte, her şeyi özüyle andığımızda, ortaya çıkan öz budur ve söylenmesi gerekenler bunlardır.

Özneler kendi sosyolojik nesnel konum, çıkar ve amaçlarına göre kendilerini tanımlasalar ve öyle tanımlanmış özneler olarak konuşsalardı eleştirilerin ve hatta Demirtaş’ın yazısının bu şekilde olması gerekirdi. Ama her şey ters yüz edilmiş olarak konuşuluyor ve tartışılıyor.

Çok mu sert?

Evet öyle ama özünde durum budur ve öz ve görünüm böyle çakışsaydı her şey son derece berrak olarak görülürdü.

Ama Marks’ın dediği gibi öz ve görünüm aynı olsaydı, bütün bilim gereksiz olurdu.

Yani biz de burada özlerin kendi zıddı biçimde göründüğünü ve o zıt biçimde görünen olguların ardındaki gerçek konum ve çıkarları göstererek her solcunun (safını ezilenlerin yanında tutmuş olanın) yapması gereken sıradan görevi yapıyoruz.

*

Bir de Kürt hareketini destekleyen Türk sosyalistleri var. (Bunları TKP ve Sol Parti ile (eğer böyle giderse EMEP’le de, Okuyan’ın bayanına göre onlar da onlarla birlikte imişler.) karıştırmamak gerekir.)

Genellikle radikal sol gruplardan olan bu Türk Sosyalistleri de kendilerinin milliyetçi değil enternasyonalist olduklarını söylüyorlar. (Aslında enternasyonalizm ve milliyetçilik aynı ilkeye dayandığından, yani ulusal olanın politik olanla (Devlete ilişkin olanla) çakışması ilkesine dayanmak ve onu savunmaktır. Bu anlamda Enternasyonalist olduğunu söylemek milliyetçi olduğunu söylemenin değişik bir biçimidir. Ancak burada buna girmeyelim.)

Türk sosyalistlerinin milliyetçilik tanımı, milliyetçilerin milliyetçilik tanımı olduğundan onlar kendilerini milliyetçi olarak görmezler. Ve tam da bu durum onların milliyetçi olduğunun esas göstergesidir.

Aslında bunlar normal bir Türk milliyetçisinin yapması gerekenleri yapıyorlar.

Kürtlerin ayrı bir devlet kurmasını savunmak tam da Türk milliyetçiliğinin, hem de gerici bir milliyetçiliğin ve Türk milliyetçiliğinin gereğidir. Bunun milliyetçilik olmadığını sanmak gibi bir sorun ve yanlış tanımlama var milliyetçiliği.

Neden çelişmez ve hatta gerici bir milliyetçiliğin gereğidir?

Çünkü gerici milliyetçilik, ulusal olanı (milli olanı) bir dille, tarihle, kültürle tanımlamakta bir sorun görmez ve örneğin Stalin’in tanımında da olduğu gibi, ulusun zaten böyle bir şey olduğundan hareket eder. Böyle bir topluluğun, politik olanla çakışmasını istemek, yani bir devleti olmasını istemek ve savunmak gerici milliyetçiliğin ta kendisidir.

Kürtler ayrı bir devlet kursa, diyelim ki ayrı bir Kürt devleti kursalar, Türk devleti daha demokratik olabilir ve Türk milleti de daha refah ve huzur içinde yaşar.

Bir milletin, (hele bu millet bir dille, tarihle tanımlanmışsa) refah ve huzur içinde yaşamasını istemek özünde milliyetçiliğin hatta gerici milliyetçiliğin ta kendisidir.

Bu bakımdan Kürt hareketini desteklemeyen Türk sosyalistleri (Yani TKP, Sol Parti vs.), aslında aptal Türk milliyetçileridirler ya da Türk milletinin bile değil, kendini o millet yerine koyan başka zümrelerin, merkezi bürokratik devletin, dar çıkarlarını savunmaktadırlar. Yani onlar gerici milliyetçilikten de aşağı bir durumdadırlar. Gerçek Türk milliyetçisi olanlar kendilerini milliyetçi, değil enternasyonalist olarak gören ve enternasyonalizme uygun şekilde Kürtlerin ayrı devlet kurmasını savunan ve Kürt hareketini destekleyenlerdir.

Eşyayı adıyla andığımızda aslında bütün olan biten budur. Ama bu gerçekte olanın solculuk, sosyalizm, enternasyonalizm vs. gibi kavramlar içinde ifade edilmeye çalışılması bütün bu karmaşayı oluşturmaktadır.

Türkler Türk ol(a)mazlar, çünkü egemen olduklarını itiraf etmiş olurlar, o nedenle solcu, feminist, sosyalist, çevreci olabilirler. Bu sayede Türklüğe karşı mücadele etmekten kurtulurlar.

Kürtler de kendilerini açıktan Türkler gibi milliyetçi olarak tanımlayamazlar, çünkü kazanmaya çalıştıkları, bir türlü Türk ol(a)mayan Türkler kendilerini solcu falan olarak tanımladıklarından onların kavramlarıyla onlara hitap etme durumunda kalıp onları ikna etmeye çalışırlar.

Ve bunun sonucu olarak ortaya milliyetçi bile denemeyecek kadar gerici olan Türklere solcu olduğunu göstermeye çalışan ve bana acı veren Demirtaş’ın acıklı durumu ortaya çıkar.

Kendisinin de daha iyi solcu olduğunu değil, diğerlerinin saf kan gerici Türk milliyetçisi hatta Türk milliyetçisi bile olamayacak kadar, daha da gerici bir zümrenin çıkarını savunduklarını kanıtlamaya çalışsaydı, onlara aynı göz hizasından tam da layık oldukları şekilde ve Kürdistanlı bir Solcu ve demokrat gibi davranmış olurdu.

Böyle yapmadığı için, Türk ol(a)mayan bir bürokratik zümrenin çıkarlarını ve konumunu savunan Türklerin egemenliğini yeniden üreten ideolojinin kendini yeniden üretmesine farkına bile varmadan hizmet etmiş oluyor.

*

Peki bu satırların yazarı bütün bu manzarayı bilimsel ve sosyolojik kavramlarla nasıl ele alıyor?

Bir kere bizim milliyetçilik kavram ve tanımımız milliyetçilerin milliyetçilik kavramı ve tanımı değil. Gerici milliyetçilerin milliyetçilik kavramı ise hiç değil.

Gerici Milliyetçiler bir dille, dinle, tarihle tanımlanmış bir ulusu ulusun normal hali olarak alırlar, başka türlü bir ulusal ver oluşu tahayyül bile edemezler.

Halbuki ulus pek ala, bir dille, tarihle, dinle, kültürle tanımlanmaya karşı da tanımlanabilir ve böyle bir ulus da olabilir. Böyle bir milliyetçilik demokratik bir milliyetçilik olur.

Böyle bir demokratik milliyetçiliği savunanlar ise (ki henüz bu Türkiye’de ve hatta dünyada da pek yok) bunun milliyetçilik olmadığını, milliyetçiliğin aşılması olduğunu söylerler. Ama bu tanım da milliyetçilerin milliyetçilik tanımıdır ama demokratik milliyetçiliğin milliyetçilik tanımıdır gerici milliyetçilikten farklı olarak.

Milliyetçi olmamak, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddetmek, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın politik değil, özele ilişkin olmasını savunmak ve bunun için mücadele etmektir.

Bu da pratikte, bugün dünyadaki bütün devletler ulus ilkesine göre tanımlandığından, yeryüzünde yaşayanları ilk görev olarak uluslara ve ulusal devletlere ve gerici veya demokratik ulusçulara karşı mücadele etmeye çağırmak ve bunun için mücadele etmekle olabilir.

Şimdi bu satırları okuyan herkes muhtemelen kendisinin milliyetçi olmadığını düşünen gerici milliyetçi veya milliyetçiliği aştığını düşünen demokratik milliyetçi olduğundan kimse bu yazılanlardan bir şey anlamayacaktır. (Bu normaldir, çünkü milliyetçilik kendine göndermelere dayanır dışına çıkmak kolay değildir.)

Bir Marksist olarak çarpıcı bir ifadeyle demokratik bir milliyetçiliğin nasıl bir şey olduğunu Marks’ın bir “veciz” sözüne nazire olarak ifade edeyim.

*

Marks’ın sözü: “Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz”dır.

Bu sözü bütün Marksistler ve Marksist olmayanlar, (hepsi de milliyetçi olduğundan) milliyetçiliğe karşı bir sözmüş gibi anlarlar. Yukarıda ifade ettiğim bakış açısından ise bu söz, aslında, tıpkı Türkler ve Kürtlerinki gibi gerici milliyetçiliği ifade eder ve savunur.

Marks’ın sözü, iki gizli ve yanlış varsayıma dayanır.

Birincisi, ulusların tıpkı sınıflar gibi insanların kabulleri dışında var oldukları, yani uluslar olduğu için ulusçular olduğu varsayımıdır.

Halbuki bu varsayım yanlıştır. Bunun tam tersidir doğru olan: Ulusçular olduğu için uluslar vardır. (1983’den beri bu “Kopernik Devrimi” gerçekleşmiştir)

Ulusların var olması, tıpkı Müslümanlar olduğu için İslam dininin var olması gibidir. (Bu analoji ve paralellik de rastlantısal değildir ama ayrı konu) İslam dini olduğu için Müslümanların var olduğunu varsaymak yanlıştır. Gerçeği kafası üstü oturtmaktır. Uluslar olduğu için ulusçuların var olduğunu kabul etmek de öyledir.

Marks’ın bu birinci gizli varsayıma bağlı ikinci gizli varsayımı, ulusların dile, dine, tarihe, kültüre dayanan, ulusçulardan önce ortaya çıkmış varlıklar olduğudur.

Dolayısıyla bir ulusun dile, dine, tarihe göre tanımlanmış olması Marks için, kendisine karşı mücadele edilmesi gereken bir sorun değil, eşyanın tabiatı gereğidir.

(Halbuki örneğin dünyanın en eski ulusu ABD’nin tarihi bile yoktu ki diğerleri olsun. Hatta aynı dil ve dinden İngilizlere karşı savaşta ortaya çıkmıştı bu ulus kendini bir dille tanımlamamıştı.)

Ama eğer ulusçular olduğu için uluslar var ise, ulusçular pek ala bir ulusu bir dille, tarihle, dinle, kültürle tanımlamaya karşı da tanımlayabilirler. Ama bunun olabilmesi için o ulusçuların demokrat olmaları, yani dil, din, tarih, kültür körü bir ulus ve devletten yana olmaları, yurttaşların tam bir eşitliğini esas almaları, bunların kişilerin özel sorunu olduğunu savunmaları gerekir.

Böyle bir ulus ve devlet, dil, din, tarih, soy, kültür körü olur. Burada devletin resmi dili olmaz. Herkesin ana dilinde eğitim hakkı (ana dili öğrenme hakkı değil, o Avrupa Birliği kriteri olur, özünde gericidir, bir egemen ulusu ve resmi dili varsayar) olur. Ve orada herkes ana dilinde nasıl aynı fiziği, kimyayı biyolojiyi okuyorsa, aynı tarihi, aynı edebiyatı okur. Bu pratikte, tüm dillerden, dinlerden, kültürlerden, etnilerden vs. eşit sayıda yurttaşların bir araya gelip ortaklaşa yazdıkları aynı Tarih ve Edebiyat olur.

Böyle bir demokratik ulusta, Türklük, Kürtlük, tıpkı bir spor takımı taraftarlığı gibi, politik bir anlamı olmayan kimlikler olurlar. Kendini şu veya bu ulustan veya ulusuz kabul etmenin politik bir anlamının olmadığı bir ulus olur bu. Buna demokratik ulus bu tür ulusçuluğa da demokratik ulusçuluk denir.

Demek ki, demokratik ulusçular olmadan demokratik bir ulus olamaz.

Türklerin, Kürtlerin kendilerine karşı savaş verip, Türk ve Kürt olmaktan çıkmaları birer demokrata dönüşmeleri, yani ulusu Türklük ve Kürtlükle tanımlayanlara, yani Kürtlüğün ve Türklüğün politik bir anlamı olmasını savunanlara karşı, Türklüğün ve Kürtlüğün özel bir sorun olması için mücadele edip üstün gelmeleri gerekir ki Demokratik bir ulus ortaya çıksın.

Yani ulusu bir dille, dinle, tarihle, kültürle tanımamaya karşı tanımlamayı hedef edinmiş demokratik ulusçular olmadan da demokratik bir ulus yaratılamaz.

O zaman Demokratik bir ulusçunun bakış açısından Marks’ın sözünü şöyle düzeltmek gerektiği açıktır: “Ulusları bir dille, tarihle, kültürle vs. tanımlayan ulusları ve ulusçuları ezen bir ulus özgür olabilir.

Bunu savunan kimse yok.

Bu nedenle Türkiye ve Kürdistan’da kısa ve orta vadede bir demokratik dönüşüm, bir demokratik ulus ve devlet için hiçbir umut görünmemektedir.

Marksistler Marks’ın önermesinin bir gerici ulusçuluk önermesi olduğunu görmeden ve Marksizm’in bu açıdan eleştirisini yapmadan, yani özünde bir Marksist ulus teorisi geliştirmeden ne bu gerici ulusçuluğun ne de genel olarak ulusçuluğun kapanından çıkma olanağı bulunmuyor. Onlar bile bundan çıkamadan insanlığın hiçbir şansı bulunmuyor. Bırakalım Türkleri ve Kürtleri vs. bir yana

Demir Küçükaydın

5 Aralık 2021 Pazar

demiraltona@gmail.com

3 yorum:

çirkin kral dedi ki...

Demir Hocam çok doğru bir analiz yapmışsınız. Belki Selahattin Demirtaş konuyu fazla detaylandırmadan ifade etmeye çalışmış olabilir. Özellikle Selçuklular, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti, Sırf hükümran, olmanın en basit yolu olan İslam, Milliyetçilik ve Sol sosuna bulanmış ırkçılığı en büyük düşünce görüp, Anadolu halklarının nesnel yapılarını hiçbir zaman önemsememiştir. Hatta yok etmek için her türlü dejenerasyonu, asimilasyonu sürdürmüştür, sürdürmeye devam ediyor. Türk ya da Türkiye solu bu bataklığın içerisinden hiçbir zaman çıkmak istemediği gibi bir düşüncesi, derdi ve tasası da olmadı maalesef. Bu yüzden halkların nesnel yapılarını kavraya bildiler ne de sınıf ya da emek temelli doğru bir duruş, teorik siyasal politikayı oturtamadılar. Bu yüzden halkta kendilerini hiçbir zaman benimsemedi. Ve Asırlardır bu Öznel oportünist kavramda ısrarlarını sürdürüyorlar.

Elif dedi ki...

Ben de Benedict Anderson da bu yazıyı beğendik ☺️. Elinize sağlık hocam.

Covav dedi ki...

Putları kırmak ne kadar da zor belli ki bizler de birer put olmuşuz, taşlaşmış. Kırsalar bile içindeki putları sanki onlara ağıt yakar gibi etrafında dönüyorlar hâlâ.