14 Ekim 2019 Pazartesi

Rojava’da Son Durum Üzerine Bir Değerlendirme (İstanbul’u Almayan, Diyarbakır’ı da Rojava’yı da Kerkük’ü de Kaybeder)


İki gündür var olan güçlerin çıkarları ve Türkiye, Rusya, Amerika, Avrupa, Suriye bakımından bir kazan kazan kazan kazan kazan durumu oluştuğuna dair bir yazı yazmaya niyetlenmiştim ama Türk devletinin işgalini protesto gösterilerine katılmaktan yazmaya imkan olmamıştı.
Yazamayıp yazmayı düşündüğü yazıda sadece Rojava’nın Türk devletine yem edilmesinden herkesin çıkarlı olduğu bir durum olduğundan söz edecektim. Avrupa Mültecilerden kurtulacaktı, Türkiye oraya mültecileri yerleştirecekti,  ABD Türkiye ile gerilime son vermiş müttefikini memnun etmiş ve daha fazla Rusya tarafına kaymasını engellemiş olacaktı. Rusya ABD’nin bölgeden uzaklaşması ve karşılığında Suriye rejiminin İdlib’i almasını sağlamış ve Rojava’yı suriye hükümeti ile anlaşmaya zorlamış olacaktı, Suriye konumunu pekiştirmiş, İdlib’e de girmiş olacaktı. Hasılı herkes çıkarlıydı ve zımni bir uzlaşma vardı.  Pastadan herkese bir pay düşüyordu. Bunun nasıl tehlikeli bir durum ortaya çıkardığını ele alacaktım. Ama olaylar hızla gelişince yazıyı yazmak anlamsızlaştı. Son gelişmelerden ve dün akşam sıcağı sıcağına attığım twitlerden başlayayım.

Öncelikle YPG’nin bir katliam ve sürgünü engellemek için Suriye Rejimi ile anlaşmasını olumlu bulduğuma ilişkin şu twitleri attım.
Türk devletinin ve Erdoğan'ın oyununu bozmak en doğru iştir. Eğer gelen haberler doğruysa ve Suriye hükümet güçleri bütün hudut boyunca yerleşecekse, şu an tecrit olmuş ve köşeye sıkışmış olan YPG kanımca en akıllıca hamleyi yaptı.
Türk devletinin ve Erdoğan'ın her halükarda yenilgisi ve başarısızlığı için şeytanla ve şeytanın büyük annesiyle bile uzlaşmalar yapılabilir.
Bu Nemrutlar ve firavunlardan kalma devlet Türk ulusunu da kendi suretinde yarattı. Bu nedenle bütün Türkler devlet yalakasıdır
.
Keza daha sonra şu İngilizce haberi görünce çevirip kısa bir yorumla da paylaştım:
“YPG komutanı Mazlum Kobane şöyle demiş. "Biliyoruz ki, Moskova ve Esad ile acı verici bir uzlaşma yapmak zorundayız. Fakat eğer biz, halkımızın katledilmesi ve uzlaşma arasında seçim yapmak zorundaysak ve elbette halkımızın yaşamı için karar vereceğiz." Bu doğru tavırdır.
Ancak kanımca bu uzlaşma, tıpkı Afrin’de oluğu gibi, epey gecikmişti ve bu nedenle var olan anlaşmaları ve dengeleri değiştirmesi zordu.
Afrin’de de Suriye devletine yol verilmiş ama artık bunun için çok geç olduğundan Suriye de Rusya’ya bağımlı olup onu çiğneyemeyeceğinden, Suriye ordusu sembolik olarak belli yerlere girmekle yetinmişti.
Benzerinin olmasından korkuyordum. Bu nedenle çeşitli ihtimaller üzerine düşünüyordum ve bunu da twitlerde şöyle ifade ettim:
“Suriye Birliklerine ilişkin iki farklı bilgi var. Biri Aydın Selcen'inki Resul Ayn ile Tel Abyad arasına Türk birlikleri 30 Km girecek biçiminde. Bir de Suriye birlikleri bütün hudut boyuna yerleşecek, YPG ve Suriye birlikleri tüm hududu birlikte tutacaklar, Şehirlerde YPG olacak (biçiminde).
Eğer ikincisi doğruysa harika. Bu Erdoğan ve Türk devletinin yenilgisi olur. Türkiye bu rejimden kurtulma sürecine girer.
Eğer birincisi doğruysa, İdlib’tekiler Türk birliklerinin işgal alanına aktarılacaklar ve İdlib'e Suriye birlikleri girecek demektir.
Bu da hiç yoktan iyidir. O zaman bölge halkı ve Kürtler katliam ve sürgünden kurtulmuş olur. Bir süre sonra tekrar toparlar. YPG nihayet Apocu gibi davrandı.
Savaşta geri çekilmeyi de bilmek gerekir. Topraktan güç alarak yeniden kalkılabilir. Öcalan yakalandığında da durum böyle çıkışsız gibi görünüyordu. Öcalan öyle geri çekilişler yaptı ki, sonunda Türkiye ve Orta Doğu'nun demokratik karakterli en büyük hareketini örgütledi.
Bir halk yerinde duruyor ve varlığını sürdürüyorsa, orada tekrar örgütlenip güçlenmek mümkün olur. Bu bakımdan yok olmaktansa varlığı sürdürmek bile önemli olabilir.
Örneğin bir zamanlar Osmanlı topraklarında muazzam bir Ermeni nüfusu ve hareketi vardı.
Maalesef katliamdan sonra bir Ermeni nüfus kalmadığından bir Ermeni demokratik veya sol hareketi bir daha var oluş koşulu bulamadı.
Demokratik ve sol Ermeni geleneği, Ermeni nüfusun kaçıp var olabildikleri yerlerde, ABD’de, Lübnan’da, Fransa’da var olabildi ama Türkiye’de var olamadı.
Türk devletinin planı çok açıktı, hudut boyundaki bütün Kürtleri ve nispeten az da olsa demokratik bir yönetimin tadını tatmış Hristiyan ve Arapları katlederek, yerlerinden ederek, sürerek oraya Suriyeli cihatçı mültecileri ve İdlib’teki cihatçı Arap nüfusu aktararak resmen bir soykırım yapmak.
Ve örneğin Kıbrıs’ta katledilmiş ve sürülmüş Rumların mallarını Türkiye’den aktarılan nüfusa peşkeş çekerek, orada kalıcı bir temel oluşturmak gibi kendine bağlı ve bağımlı bir Arap nüfus ve yerleşim oluşturarak uzun vadede oraları da fiilen ilhak etmek.
Hiçbir hak ve kazanım elde edilmese bile, sadece bunu engellemek dahi bu koşullarda bir başarı olurdu.
Bu nedenle bu gidişi engellemek en acil görevdi.
Nüfusun imhası ve sürgünü engellenirse, oralarda tıpkı yere her düşüşünde topraktan güç olarak tekrar ayağa kalkan Yunan tanrısı gibi tekrar ayağa kalkılabilirdi.
Bunun için de, en acil görev ve yakalanacak ana halka olarak bunu belirleyip ona göre politika belirlemek gerekiyordu.
Öcalan daha önce defalarca Türk devletinin Kürtlere de tıpkı Ermeniler gibi bir soykırım yapabileceğini ifade etmiş ve bu tehlikeye dikkati çekmişti.
Ama liberaller bugünün dünyasında böyle şeyler olamayacağı, ABD veya Avrupa’nın buna müsaade etmeyeceği afyonunu üflüyorlardı ve Öcalan’ın uyarıları Kürt hareketinin bile bir kulağından giriyor diğerinden çıkıyordu.
Bir denge ve durum değişikliğini önceden veya zamanında görerek tedbirini almak başkadır, sonradan iş işten geçtikten sonra ucu ucuna, olayların zorlamasıyla, yumurta ağzına gelince yapmak başkadır.
Maalesef Rojava’dakiler ve Kürt özgürlük hareketi tehlikeyi yeterince erken görememiş ve gerekeni yapmamıştı. Dolayısıyla dengeleri değiştirmesi zordu.
Bu nedenle herkes adeta Suriye ve YPG arasındaki anlaşma sanki Türkiye’nin hudut boyunda durdurulması anlamına geliyormuş gibi bayram yaparken, duruma ihtiyatlı yaklaşıyor haberin kaynakları ve iadesinin diplomatik ayrıntıları üzerinde durarak şu notu düşüyordum:
Midemi bulandıran şu: Sputnik hala tüm hudut boyundan değil, Menbiç ve Kobane'ye Suriye birliklerinin gireceğinden söz ediyor. Hudut boyundan söz yok. Bu can sıkıcı.
Durum mide bulandırıcıydı çünkü sadece YPG’nin açıklamasında bütün hudut boyundan söz ediliyordu. Suriye’nin ve Rusya’nın açıklamaları ise bundan söz edilmiyor, Kobane ve Menbiç’e Suriye güçlerinin intikalinden söz etmekle yetiniliyordu.
Keza batılı ülkelerin siteleri de hep kaynak olarak YPG’yi belirterek bir anlaşmadan söz ediyorlardı ve hudut boyundan bir söz yoktu.
Daha sonra gece yarısı yayınlanan Fehim Taştekin’in “Bataklık senaryosu tetiklenir mi?” başlıklı yazısını okuyunca ve de Ahval’de  Kürtler ile Şam anlaştı: Suriye ordusu sınıra yerleşecek” başlıklı haberdeki, aslında başlıkla çelişen ve başlığın yanlış yönlendirme yaptığını gösteren şu satırları okuyunca, Rusya Türkiye ve ABD arasındaki önceki fiili uzlaşmanın geçerliliği sürdürdüğü, Suriye birliklerinin tüm Türkiye Suriye sınırına konuşlanmayacağı, Afrin’in daha büyük çaplı bir ikinci versiyonu karşısında kaldığımız neredeyse kesinleşti. Haberdeki şu satılar Türkiye’nin 30 kilometre derinliğinde belli bir bölgeyi işgal etmesini dışlamıyordu.
Gazeteci Amed Dicle'ye anlaşmayı sordum. Dicle, Rojava Özerk Yönetimi ile Şam rejiminin 2011 yılından beri diyalogların hep olduğunu hatırlattı ve şöyle dedi:
"Zaman zaman ortak çalışmalar da oldu. Kuzey-Doğu Suriye’nin gelecek vizyonu Suriye’nin bütünlüğü içerisinde kendi sorunların çözmek. Hem terörist gruplara karşı ortak mücadele etmek hem de diyalog yoluyla müzakere ederek sorunları çözmek istiyorlar. Şimdiye kadar bu gerçekleşmedi. Türkiye saldırıları yoğunlaşınca, ABD’nin çekilme kararıyla diyaloglar yoğunlaştı. Görüşmeler, toplantılar yapıldı. Özerk Yönetim, Suriye Demokratik Güçleri, Türkiye’nin saldırılarına karşı, halkı katliamlardan korumak için Rusya’nın garantörlüğünde görüşmeleri yoğunlaştırdı ve ilk etapta bir anlaşma sağlandı."
Kürt tarafını yakından takip eden Amed Dicle'ye göre, bu anlaşmayla Suriye devleti ve Özerk Yönetim arasında bir ittifak oluştu. "Bu öncelikli olarak Suriye sınırlarını korumaya yönelik. İlk anlaşma hayat bulursa diğer konular konuşulacak. Suriye'nin geleceği, Özerk Yönetim, yeni anayasa... Bu başarılı olursa, daha sonra Türkiye’nin işgal ettiği Afrin, Cerablus, El Bab’ın da durumu gündeme gelecek. SDG ile Suriye’nin resmi ordusunun hukuku nasıl olacak bu kendi aralarında konuşulacakları bir meseledir.  Eğer bu ittifak hayata geçirilirse, Türkiye’nin işgal ettiği toprakları geri alma süreci de başlayabilir." diyor.
Serekaniye, Tel Abyad'da SDG’nin Türk ordusuyla çatışmasının devam ettiğini söyleyen Dicle, şöyle dedi:
"Bu bölgeler Şam ordusunun gitmesi Rusya ile Türkiye’nin anlaşmasıyla ilgili bir durumdur. Rusya'nın, Suriye askerlerini bu iki bölgeye götürüp çatıştırması beklenmiyor. Şu anda Tel Abyad ile Serekaniye gitme durumları yok. Muhtemelen önümüzdeki günlerde Rusya’nın Türkiye ile yapacağı görüşmelerle bu durum şekillenir. Uzun vadede Türk askerleri orada olduğu müddetçe çatışma devam edecek" 
Amed Dicle, hava sahası konusunda ise "Amerikan’nın çekilmesiyle hava sahası Rusya’nın denetimine girmiş olur. Sınırın korumanın bir yöntemi de hava sahasının kapatmak olur. Kapatılması da gerekiyor" ifadelerini kullandı.
Demek ki, Anlaşma fiilen bütün hudut boyuna Suriye birliklerinin yerleşmesini ve hava sahasının kapatılmasını kapsamıyor ve bunlar Rusya’ya bırakılmış durumda.
Rusya da muhtemelen tıpkı Afrin’de yaptığı gibi hava sahasını kapatmayacaktır. Kaldı ki oranın hava sahasına Rusya’nın veya ABD’nin mi baktığı belirsizdir ve ABD bu konuda bir şey dememiştir. Rusya bu hava sahasının kontrolü adına ABD ile bir çatışmayı göze alamaz. Dolayısıyla ABD’nin hava sahasını kapatıp kapatmaması veya Rusya’nın kapatmasına ses çıkarmaması ABD’nin tavrına bağlıdır. ABD ise hava sahasını açık tutuyor. Çünkü ABD ise, her şeyden önce İran’ın Suriye ile bağlantısını engellemeye ve Türkiye’yi karşıya itmemeye yönelik olarak hareket etmektedir.
O halde hava sahası kapatılmayacak demektir. Hava sahasının kapatılması Türkiye için büyük bir yenilgi anlamına gelir. Bu ise güç ilişkilerinde köklü bir değişimdir. Bu değişimi ise ABD’nin iç ilişkilerindeki köklü bir değişim sağlayabilir ki, değişim olsa bile bunun böyle bir politika değişikliğine yol açması zayıf bir olasılıktır.
Bu nedenle Türkiye’nin hava akınları yapmasının önü açıktır.
Suriye birlikleri de hudut boyuna yerleşmeyecektir.
Bu durumda sadece Türk ordu birliklerini durdurmak ve Türk ordusuna ve onun mayın eşeklerine büyük kayıplar verdirtmek dengelerde bir değişime yol açabilir.
Hava sahası açık olduğuna göre bunu başarmanın tek yolu hudut boyundaki büyük yerleşim birimleridir.
Bu yerleşim birimleri, yer altından tünellerle, cephane ve yiyecek, içecek stoklarıyla tam bir tuzağa dönüştürülmüş ve ölümüne bir mücadele için hazırlanmış olmalıdır. YPG savaşçıları, IŞİD ile mücadelede yeterince savaş tecrübesi edinmiş olmalıdır. Sorun böyle bir savaşın önceden planlanmış olmasındadır.
Maalesef bunun yeterince ve güçlü yapıldığına dair bir ipucu bulunmamaktadır. Afrin’de de bu yapılamamıştı.
Afrin savaşı sırasında, biz de bunca zaman kuşatma altında kalmış Afrin’de bu tür güçlü hazırlıklar yapılmış olacağını düşünerek epey umuda kapılmıştık. Ama daha sonra doğru dürüst bir örgütlenme ve hazırlık yapılmadığı ortaya çıkmıştı.
Bugün Droneler çağında, en etkili savaş yeri şehirler ve yer altıdır. Her ev tuzağa, bir kaleye dönüştürülebilir yer altında tıpkı termitler ve karıncalar gibi hazırlanacak bir yapıyla, adeta yer altında kurulacak bağlantılar, depolar, tuzaklarla dolu ikinci bir şehirle bu başarılabilir ve çok değerli zamanlar kazanılabilir.
Maalesef bunların yapılmış olduğuna dair bir veri veya ip ucu yok. Dolayısıyla şimdi Afrin’deki filmin ikinci baskısını seyredeceğiz muhtemelen. Dileriz yanılıyoruzdur.
Türk ordusu başarısızlıklara uğramadan, ne Türkiye’de bu Erdoğan diktatörlüğü zayıflar ne de uluslararası dengelerde bir taş yerinden kımıldar.
Kimileri ortada bir başarısızlık olmadan Türk devleti ve rejimi içindeki çelişkilerden hareketle bir çıkış bekliyor genellikle. Bunlar Erdoğan’ın ve Ordunun başarılarının onun yerini pekiştireceğini ve dengeleri en küçük bir demokrasi girişiminin bile aleyhine çevireceğini görmüyorlar.
Şu andaki son bilgiler göre durum şöyle. Türkiye’ye birkaç yüz kilometre boyunca bir alanda 30 kilometre giriş olanağı sunuluyor. Bunun karşılığında muhtemelen İdlip’teki cihatçılara destek kesilecek ve İdlib’in Suriye devlet güçlerince alınması sağlanacak. Çünkü Türkiye ve Rusya arasında bir “mütekabiliyet” ilişkisiyle işler götürülüyor. Halep’e karşılık El Bab, Şam kırsalına karşılık, Afrin, şimdi de İdlib’e karşılık muhtemelen Resul Ayn Tel Abyad arasında 30 kilometrelik derinlik.
Bu anlaşma ve dengeyi tıpkı Kobane direnişinde olduğu gibi olağanüstü bir kahramanlık, Kürt kitlesinin Türkiye’deki ayaklanması gibi muazzam bir hareket ve bunların senkronizasyonu değiştirebilir.
 Şu an böyle bir olasılık ortada görünmüyor.
Dolayısıyla Türkiye bu işgalini bir zafer gibi gösterebilecek ve muhtemelen Erdoğan konumunu güçlendirecektir. Bu güçlü konumunu kullanarak iktidarını daha da pekiştirebilmenin imkanlarını da yaratacaktır.
Elbette diğer ülkeler de tıpkı Kıbrıs işgalinde olduğu gibi, baskı yapmaya ve tavizler koparmaya çalışacaklardır, zayıf yerlerine oynayacaklardır.
Ne var ki artan memnuniyetsizlik muhtemelen demokratik bir harekete yol açmayacaktır, çünkü çürümenin çapı artık yaydığı zehirli hava ile en küçük bir demokratik hayat belirtisinin yeşermesine pek olanak tanımamaktadır.
Memnuniyetsizlik muhtemelen, çeşitli devletler ve askeri bürokratik oligarşinin çatışmasının araçları olarak kalacaktır.
Türkler Ermeni katliamının, bu katliamı yapmış devletin ve bu devlet tarafından yaratılmış bir ulus olmanın lanetiyle damgalıdırlar.
Türkler Türk olmayı bırakıp, Türk devletine karşı savaşmaya girip birer demokrat olmayı, bu devleti yıkıp Türklükle tanımlanmayan bir demokratik devlet kurmayı, Türk Sorunu’nu çözmeyi göze alamazlarsa, bu sorunun parçası olmaya devam ederlerse, bu lanet onların yine de sonunu getirecektir.
Ama çok kanlı ve acılı bir biçimde.
Öyle görülüyor ki, sonunda Türkiye bir iç savaş ve kanlı çatışmalarla parça parça olacaktır.
Kürt hareketi şimdiye kadar bu gidişi engelleyecek bir demokratik hareketin var olup yaşayabileceği bir humuslu toprak, bir niş, bir oksijenli ortam sunuyordu. Türklere bunun olanaklarını sundu ama Türkler (yani Türk sosyalistleri fiilen) bu ortamda bir demokratik hareket yaratacak kapasite gösteremeyip Kürt hareketinin ateşinde ısınıp onun kıçına hayranlıkla bakmakla yetindiler.
Ama şimdi Kürt hareketi de sınırlarına dayanmış bulunuyor.
Ne HDP’de ne de Kandildekilerde yeni bir perspektif açacak sabrın derinliklerini ve coşkunun zirvelerini harekete geçirecek bir vizyon, bir program, bir strateji yok.
Bir zamanlar Yalçın Küçük Kerkük’ü almayan Diyarbakır’ı kaybeder demişti. O Türk devletine bunu söylerken, Kürtleri kazanmazsanız Diyarbakır’ı da kaybedersiniz, ama kazanırsanız, Kerkük bile gönüllü olarak size katılır demek istiyordu.
Türk Genelkurmayı bunu Kerkük’ü de işgal et ki Diyarbakır’ı elinde tutasın olarak anladı ve uyguluyor.
Tabii zorla güzellik olmayacağından ilk zayıflık anında Diyarbakır’ı da kaybedecektir.
Kaybedecektir ama bütün bunlar hepsi çok acılar demektir.
Biz bu formülü, Kürt hareketi açısından, onu bir özne olarak ele alarak, tersinden şöyle ifade edelim.
İstanbul’u almayan, Diyarbakır’ı da Kerkük’ü de kaybeder.
Kürt hareketinin böyle bir perspektif ve programa ihtiyacı var.
Kürt hareketinin Türkleri kazanması ve İstanbul’u alması gerekiyor. Ona tekrar sadece böyle devasa bir hedef canlılık verebilir.
Ama bunun için Kürt hareketinin, Kürt hareketi olmaktan çıkması, demokratik bir harekete dönüşmesi, yani Kürtler için statü istemekten çıkması, Türklerin statüsünü yok etmeye yönelmesi; ne Türklerin, ne Kürtlerin, ne Ermenilerin, ne Rumların, ne Yahudilerin, ne Sünnilerin, ne Alevilerin, ne Hıristiyanların, hasılı hiçbir dilin, dinin kültürün vs. statüsünün olmayacağı bir demokratik cumhuriyet için mücadeleye geçmesi gerekiyor.
Ancak böylece Türklerin dönüştürülmesi ve Türklükten çıkartılarak birer demokrata dönüşmesi sağlanabilir ve İstanbul feth edilebilir. İstanbul’u feth eden, bütün Orta Doğuyu feth eder.
Demir Küçükaydın
14 Ekim 2019 Pazartesi

Hiç yorum yok: