İki gündür var olan güçlerin çıkarları ve Türkiye, Rusya,
Amerika, Avrupa, Suriye bakımından bir kazan kazan kazan kazan kazan durumu
oluştuğuna dair bir yazı yazmaya niyetlenmiştim ama Türk devletinin işgalini
protesto gösterilerine katılmaktan yazmaya imkan olmamıştı.
Yazamayıp yazmayı düşündüğü yazıda sadece Rojava’nın Türk
devletine yem edilmesinden herkesin çıkarlı olduğu bir durum olduğundan söz
edecektim. Avrupa Mültecilerden kurtulacaktı, Türkiye oraya mültecileri yerleştirecekti,
ABD Türkiye ile gerilime son vermiş
müttefikini memnun etmiş ve daha fazla Rusya tarafına kaymasını engellemiş
olacaktı. Rusya ABD’nin bölgeden uzaklaşması ve karşılığında Suriye rejiminin
İdlib’i almasını sağlamış ve Rojava’yı suriye hükümeti ile anlaşmaya zorlamış
olacaktı, Suriye konumunu pekiştirmiş, İdlib’e de girmiş olacaktı. Hasılı herkes
çıkarlıydı ve zımni bir uzlaşma vardı. Pastadan
herkese bir pay düşüyordu. Bunun nasıl tehlikeli bir durum ortaya çıkardığını
ele alacaktım. Ama olaylar hızla gelişince yazıyı yazmak anlamsızlaştı. Son
gelişmelerden ve dün akşam sıcağı sıcağına attığım twitlerden başlayayım.
Öncelikle YPG’nin bir katliam ve sürgünü engellemek için Suriye
Rejimi ile anlaşmasını olumlu bulduğuma ilişkin şu twitleri attım.
“Türk
devletinin ve Erdoğan'ın oyununu bozmak en doğru iştir. Eğer gelen haberler
doğruysa ve Suriye hükümet güçleri bütün hudut boyunca yerleşecekse, şu an
tecrit olmuş ve köşeye sıkışmış olan YPG kanımca en akıllıca hamleyi yaptı.
Türk devletinin ve Erdoğan'ın her halükarda yenilgisi ve başarısızlığı için şeytanla ve şeytanın büyük annesiyle bile uzlaşmalar yapılabilir.
Bu Nemrutlar ve firavunlardan kalma devlet Türk ulusunu da kendi suretinde yarattı. Bu nedenle bütün Türkler devlet yalakasıdır.”
Türk devletinin ve Erdoğan'ın her halükarda yenilgisi ve başarısızlığı için şeytanla ve şeytanın büyük annesiyle bile uzlaşmalar yapılabilir.
Bu Nemrutlar ve firavunlardan kalma devlet Türk ulusunu da kendi suretinde yarattı. Bu nedenle bütün Türkler devlet yalakasıdır.”
Keza daha sonra şu İngilizce haberi görünce çevirip kısa bir
yorumla da paylaştım:
“YPG komutanı
Mazlum Kobane şöyle demiş. "Biliyoruz ki, Moskova ve Esad ile acı
verici bir uzlaşma yapmak zorundayız. Fakat eğer biz, halkımızın katledilmesi
ve uzlaşma arasında seçim yapmak zorundaysak ve elbette halkımızın yaşamı için
karar vereceğiz." Bu doğru tavırdır.”
Ancak kanımca bu uzlaşma,
tıpkı Afrin’de oluğu gibi, epey gecikmişti ve bu nedenle var olan anlaşmaları
ve dengeleri değiştirmesi zordu.
Afrin’de de Suriye devletine
yol verilmiş ama artık bunun için çok geç olduğundan Suriye de Rusya’ya bağımlı
olup onu çiğneyemeyeceğinden, Suriye ordusu sembolik olarak belli yerlere
girmekle yetinmişti.
Benzerinin olmasından
korkuyordum. Bu nedenle çeşitli ihtimaller üzerine düşünüyordum ve bunu da twitlerde
şöyle ifade ettim:
“Suriye
Birliklerine ilişkin iki farklı bilgi var. Biri Aydın Selcen'inki Resul Ayn ile
Tel Abyad arasına Türk birlikleri 30 Km girecek biçiminde. Bir de Suriye
birlikleri bütün hudut boyuna yerleşecek, YPG ve Suriye birlikleri tüm hududu
birlikte tutacaklar, Şehirlerde YPG olacak (biçiminde).
Eğer ikincisi doğruysa harika. Bu Erdoğan ve Türk devletinin yenilgisi olur. Türkiye bu rejimden kurtulma sürecine girer.
Eğer ikincisi doğruysa harika. Bu Erdoğan ve Türk devletinin yenilgisi olur. Türkiye bu rejimden kurtulma sürecine girer.
Eğer
birincisi doğruysa, İdlib’tekiler Türk birliklerinin işgal alanına
aktarılacaklar ve İdlib'e Suriye birlikleri girecek demektir.
Bu da
hiç yoktan iyidir. O zaman bölge halkı ve Kürtler katliam ve sürgünden
kurtulmuş olur. Bir süre sonra tekrar toparlar. YPG nihayet Apocu gibi davrandı.
Savaşta geri çekilmeyi de bilmek gerekir. Topraktan güç alarak yeniden kalkılabilir. Öcalan yakalandığında da durum böyle çıkışsız gibi görünüyordu. Öcalan öyle geri çekilişler yaptı ki, sonunda Türkiye ve Orta Doğu'nun demokratik karakterli en büyük hareketini örgütledi.”
Savaşta geri çekilmeyi de bilmek gerekir. Topraktan güç alarak yeniden kalkılabilir. Öcalan yakalandığında da durum böyle çıkışsız gibi görünüyordu. Öcalan öyle geri çekilişler yaptı ki, sonunda Türkiye ve Orta Doğu'nun demokratik karakterli en büyük hareketini örgütledi.”
Bir halk yerinde duruyor ve
varlığını sürdürüyorsa, orada tekrar örgütlenip güçlenmek mümkün olur. Bu
bakımdan yok olmaktansa varlığı sürdürmek bile önemli olabilir.
Örneğin bir zamanlar Osmanlı topraklarında
muazzam bir Ermeni nüfusu ve hareketi vardı.
Maalesef katliamdan sonra bir
Ermeni nüfus kalmadığından bir Ermeni demokratik veya sol hareketi bir daha var
oluş koşulu bulamadı.
Demokratik ve sol Ermeni
geleneği, Ermeni nüfusun kaçıp var olabildikleri yerlerde, ABD’de, Lübnan’da,
Fransa’da var olabildi ama Türkiye’de var olamadı.
Türk devletinin planı çok
açıktı, hudut boyundaki bütün Kürtleri ve nispeten az da olsa demokratik bir yönetimin
tadını tatmış Hristiyan ve Arapları katlederek, yerlerinden ederek, sürerek
oraya Suriyeli cihatçı mültecileri ve İdlib’teki cihatçı Arap nüfusu aktararak
resmen bir soykırım yapmak.
Ve örneğin Kıbrıs’ta katledilmiş
ve sürülmüş Rumların mallarını Türkiye’den aktarılan nüfusa peşkeş çekerek,
orada kalıcı bir temel oluşturmak gibi kendine bağlı ve bağımlı bir Arap nüfus
ve yerleşim oluşturarak uzun vadede oraları da fiilen ilhak etmek.
Hiçbir hak ve kazanım elde
edilmese bile, sadece bunu engellemek dahi bu koşullarda bir başarı olurdu.
Bu nedenle bu gidişi engellemek
en acil görevdi.
Nüfusun imhası ve sürgünü
engellenirse, oralarda tıpkı yere her düşüşünde topraktan güç olarak tekrar
ayağa kalkan Yunan tanrısı gibi tekrar ayağa kalkılabilirdi.
Bunun için de, en acil görev
ve yakalanacak ana halka olarak bunu belirleyip ona göre politika belirlemek
gerekiyordu.
Öcalan daha önce defalarca
Türk devletinin Kürtlere de tıpkı Ermeniler gibi bir soykırım yapabileceğini
ifade etmiş ve bu tehlikeye dikkati çekmişti.
Ama liberaller bugünün
dünyasında böyle şeyler olamayacağı, ABD veya Avrupa’nın buna müsaade
etmeyeceği afyonunu üflüyorlardı ve Öcalan’ın uyarıları Kürt hareketinin bile
bir kulağından giriyor diğerinden çıkıyordu.
Bir denge ve durum
değişikliğini önceden veya zamanında görerek tedbirini almak başkadır, sonradan
iş işten geçtikten sonra ucu ucuna, olayların zorlamasıyla, yumurta ağzına
gelince yapmak başkadır.
Maalesef Rojava’dakiler ve Kürt
özgürlük hareketi tehlikeyi yeterince erken görememiş ve gerekeni yapmamıştı.
Dolayısıyla dengeleri değiştirmesi zordu.
Bu nedenle herkes adeta Suriye
ve YPG arasındaki anlaşma sanki Türkiye’nin hudut boyunda durdurulması anlamına
geliyormuş gibi bayram yaparken, duruma ihtiyatlı yaklaşıyor haberin kaynakları
ve iadesinin diplomatik ayrıntıları üzerinde durarak şu notu düşüyordum:
“Midemi bulandıran şu: Sputnik hala tüm hudut boyundan değil, Menbiç ve Kobane'ye Suriye birliklerinin gireceğinden söz ediyor. Hudut boyundan söz yok. Bu can sıkıcı.”
“Midemi bulandıran şu: Sputnik hala tüm hudut boyundan değil, Menbiç ve Kobane'ye Suriye birliklerinin gireceğinden söz ediyor. Hudut boyundan söz yok. Bu can sıkıcı.”
Durum mide bulandırıcıydı çünkü
sadece YPG’nin açıklamasında bütün hudut boyundan söz ediliyordu. Suriye’nin ve
Rusya’nın açıklamaları ise bundan söz edilmiyor, Kobane ve Menbiç’e Suriye
güçlerinin intikalinden söz etmekle yetiniliyordu.
Keza batılı ülkelerin
siteleri de hep kaynak olarak YPG’yi belirterek bir anlaşmadan söz ediyorlardı
ve hudut boyundan bir söz yoktu.
Daha sonra gece yarısı
yayınlanan Fehim Taştekin’in “Bataklık
senaryosu tetiklenir mi?” başlıklı yazısını okuyunca ve de Ahval’de “Kürtler
ile Şam anlaştı: Suriye ordusu sınıra yerleşecek” başlıklı haberdeki,
aslında başlıkla çelişen ve başlığın yanlış yönlendirme yaptığını gösteren şu
satırları okuyunca, Rusya Türkiye ve ABD arasındaki önceki fiili uzlaşmanın
geçerliliği sürdürdüğü, Suriye birliklerinin tüm Türkiye Suriye sınırına
konuşlanmayacağı, Afrin’in daha büyük çaplı bir ikinci versiyonu karşısında
kaldığımız neredeyse kesinleşti. Haberdeki şu satılar Türkiye’nin 30 kilometre
derinliğinde belli bir bölgeyi işgal etmesini dışlamıyordu.
“Gazeteci Amed Dicle'ye
anlaşmayı sordum. Dicle, Rojava Özerk Yönetimi ile Şam rejiminin 2011 yılından
beri diyalogların hep olduğunu hatırlattı ve şöyle dedi:
"Zaman
zaman ortak çalışmalar da oldu. Kuzey-Doğu Suriye’nin gelecek vizyonu
Suriye’nin bütünlüğü içerisinde kendi sorunların çözmek. Hem terörist gruplara
karşı ortak mücadele etmek hem de diyalog yoluyla müzakere ederek sorunları
çözmek istiyorlar. Şimdiye kadar bu gerçekleşmedi. Türkiye saldırıları
yoğunlaşınca, ABD’nin çekilme kararıyla diyaloglar yoğunlaştı. Görüşmeler,
toplantılar yapıldı. Özerk Yönetim, Suriye Demokratik Güçleri, Türkiye’nin
saldırılarına karşı, halkı katliamlardan korumak için Rusya’nın garantörlüğünde
görüşmeleri yoğunlaştırdı ve ilk etapta bir anlaşma sağlandı."
Kürt
tarafını yakından takip eden Amed Dicle'ye göre, bu anlaşmayla Suriye devleti
ve Özerk Yönetim arasında bir ittifak oluştu. "Bu öncelikli olarak Suriye
sınırlarını korumaya yönelik. İlk anlaşma hayat bulursa diğer konular
konuşulacak. Suriye'nin geleceği, Özerk Yönetim, yeni anayasa... Bu başarılı
olursa, daha sonra Türkiye’nin işgal ettiği Afrin, Cerablus, El Bab’ın da
durumu gündeme gelecek. SDG ile Suriye’nin resmi ordusunun hukuku nasıl olacak
bu kendi aralarında konuşulacakları bir meseledir. Eğer bu ittifak hayata geçirilirse,
Türkiye’nin işgal ettiği toprakları geri alma süreci de başlayabilir."
diyor.
Serekaniye,
Tel Abyad'da SDG’nin Türk ordusuyla çatışmasının devam ettiğini söyleyen Dicle,
şöyle dedi:
"Bu
bölgeler Şam ordusunun gitmesi Rusya ile Türkiye’nin anlaşmasıyla ilgili bir
durumdur. Rusya'nın, Suriye askerlerini bu iki bölgeye götürüp çatıştırması
beklenmiyor. Şu anda Tel Abyad ile Serekaniye gitme durumları yok.
Muhtemelen önümüzdeki günlerde Rusya’nın Türkiye ile yapacağı görüşmelerle bu
durum şekillenir. Uzun vadede Türk askerleri orada olduğu müddetçe çatışma
devam edecek"
Amed
Dicle, hava sahası konusunda ise "Amerikan’nın çekilmesiyle hava sahası
Rusya’nın denetimine girmiş olur. Sınırın korumanın bir yöntemi de hava
sahasının kapatmak olur. Kapatılması da gerekiyor" ifadelerini kullandı.”
Demek ki, Anlaşma fiilen
bütün hudut boyuna Suriye birliklerinin yerleşmesini ve hava sahasının
kapatılmasını kapsamıyor ve bunlar Rusya’ya bırakılmış durumda.
Rusya da muhtemelen tıpkı
Afrin’de yaptığı gibi hava sahasını kapatmayacaktır. Kaldı ki oranın hava
sahasına Rusya’nın veya ABD’nin mi baktığı belirsizdir ve ABD bu konuda bir şey
dememiştir. Rusya bu hava sahasının kontrolü adına ABD ile bir çatışmayı göze
alamaz. Dolayısıyla ABD’nin hava sahasını kapatıp kapatmaması veya Rusya’nın
kapatmasına ses çıkarmaması ABD’nin tavrına bağlıdır. ABD ise hava sahasını
açık tutuyor. Çünkü ABD ise, her şeyden önce İran’ın Suriye ile bağlantısını
engellemeye ve Türkiye’yi karşıya itmemeye yönelik olarak hareket etmektedir.
O halde hava sahası
kapatılmayacak demektir. Hava sahasının kapatılması Türkiye için büyük bir
yenilgi anlamına gelir. Bu ise güç ilişkilerinde köklü bir değişimdir. Bu değişimi
ise ABD’nin iç ilişkilerindeki köklü bir değişim sağlayabilir ki, değişim olsa
bile bunun böyle bir politika değişikliğine yol açması zayıf bir olasılıktır.
Bu nedenle Türkiye’nin hava
akınları yapmasının önü açıktır.
Suriye birlikleri de hudut
boyuna yerleşmeyecektir.
Bu durumda sadece Türk ordu
birliklerini durdurmak ve Türk ordusuna ve onun mayın eşeklerine büyük kayıplar
verdirtmek dengelerde bir değişime yol açabilir.
Hava sahası açık olduğuna
göre bunu başarmanın tek yolu hudut boyundaki büyük yerleşim birimleridir.
Bu yerleşim birimleri, yer
altından tünellerle, cephane ve yiyecek, içecek stoklarıyla tam bir tuzağa
dönüştürülmüş ve ölümüne bir mücadele için hazırlanmış olmalıdır. YPG
savaşçıları, IŞİD ile mücadelede yeterince savaş tecrübesi edinmiş olmalıdır.
Sorun böyle bir savaşın önceden planlanmış olmasındadır.
Maalesef bunun yeterince ve
güçlü yapıldığına dair bir ipucu bulunmamaktadır. Afrin’de de bu yapılamamıştı.
Afrin savaşı sırasında, biz
de bunca zaman kuşatma altında kalmış Afrin’de bu tür güçlü hazırlıklar
yapılmış olacağını düşünerek epey umuda kapılmıştık. Ama daha sonra doğru dürüst
bir örgütlenme ve hazırlık yapılmadığı ortaya çıkmıştı.
Bugün Droneler çağında, en
etkili savaş yeri şehirler ve yer altıdır. Her ev tuzağa, bir kaleye
dönüştürülebilir yer altında tıpkı termitler ve karıncalar gibi hazırlanacak
bir yapıyla, adeta yer altında kurulacak bağlantılar, depolar, tuzaklarla dolu
ikinci bir şehirle bu başarılabilir ve çok değerli zamanlar kazanılabilir.
Maalesef bunların yapılmış
olduğuna dair bir veri veya ip ucu yok. Dolayısıyla şimdi Afrin’deki filmin
ikinci baskısını seyredeceğiz muhtemelen. Dileriz yanılıyoruzdur.
Türk ordusu başarısızlıklara
uğramadan, ne Türkiye’de bu Erdoğan diktatörlüğü zayıflar ne de uluslararası
dengelerde bir taş yerinden kımıldar.
Kimileri ortada bir başarısızlık
olmadan Türk devleti ve rejimi içindeki çelişkilerden hareketle bir çıkış
bekliyor genellikle. Bunlar Erdoğan’ın ve Ordunun başarılarının onun yerini
pekiştireceğini ve dengeleri en küçük bir demokrasi girişiminin bile aleyhine
çevireceğini görmüyorlar.
Şu andaki son bilgiler göre
durum şöyle. Türkiye’ye birkaç yüz kilometre boyunca bir alanda 30 kilometre
giriş olanağı sunuluyor. Bunun karşılığında muhtemelen İdlip’teki cihatçılara
destek kesilecek ve İdlib’in Suriye devlet güçlerince alınması sağlanacak. Çünkü
Türkiye ve Rusya arasında bir “mütekabiliyet” ilişkisiyle işler götürülüyor.
Halep’e karşılık El Bab, Şam kırsalına karşılık, Afrin, şimdi de İdlib’e
karşılık muhtemelen Resul Ayn Tel Abyad arasında 30 kilometrelik derinlik.
Bu anlaşma ve dengeyi tıpkı
Kobane direnişinde olduğu gibi olağanüstü bir kahramanlık, Kürt kitlesinin
Türkiye’deki ayaklanması gibi muazzam bir hareket ve bunların senkronizasyonu değiştirebilir.
Şu an böyle bir olasılık ortada görünmüyor.
Dolayısıyla Türkiye bu işgalini
bir zafer gibi gösterebilecek ve muhtemelen Erdoğan konumunu güçlendirecektir. Bu
güçlü konumunu kullanarak iktidarını daha da pekiştirebilmenin imkanlarını da
yaratacaktır.
Elbette diğer ülkeler de tıpkı
Kıbrıs işgalinde olduğu gibi, baskı yapmaya ve tavizler koparmaya
çalışacaklardır, zayıf yerlerine oynayacaklardır.
Ne var ki artan memnuniyetsizlik
muhtemelen demokratik bir harekete yol açmayacaktır, çünkü çürümenin çapı artık
yaydığı zehirli hava ile en küçük bir demokratik hayat belirtisinin yeşermesine
pek olanak tanımamaktadır.
Memnuniyetsizlik muhtemelen, çeşitli
devletler ve askeri bürokratik oligarşinin çatışmasının araçları olarak
kalacaktır.
Türkler Ermeni katliamının,
bu katliamı yapmış devletin ve bu devlet tarafından yaratılmış bir ulus olmanın
lanetiyle damgalıdırlar.
Türkler Türk olmayı bırakıp,
Türk devletine karşı savaşmaya girip birer demokrat olmayı, bu devleti yıkıp Türklükle
tanımlanmayan bir demokratik devlet kurmayı, Türk Sorunu’nu çözmeyi göze
alamazlarsa, bu sorunun parçası olmaya devam ederlerse, bu lanet onların yine
de sonunu getirecektir.
Ama çok kanlı ve acılı bir
biçimde.
Öyle görülüyor ki, sonunda Türkiye
bir iç savaş ve kanlı çatışmalarla parça parça olacaktır.
Kürt hareketi şimdiye kadar bu
gidişi engelleyecek bir demokratik hareketin var olup yaşayabileceği bir
humuslu toprak, bir niş, bir oksijenli ortam sunuyordu. Türklere bunun
olanaklarını sundu ama Türkler (yani Türk sosyalistleri fiilen) bu ortamda bir
demokratik hareket yaratacak kapasite gösteremeyip Kürt hareketinin ateşinde ısınıp
onun kıçına hayranlıkla bakmakla yetindiler.
Ama şimdi Kürt hareketi de
sınırlarına dayanmış bulunuyor.
Ne HDP’de ne de
Kandildekilerde yeni bir perspektif açacak sabrın derinliklerini ve coşkunun
zirvelerini harekete geçirecek bir vizyon, bir program, bir strateji yok.
Bir zamanlar Yalçın Küçük
Kerkük’ü almayan Diyarbakır’ı kaybeder demişti. O Türk devletine bunu
söylerken, Kürtleri kazanmazsanız Diyarbakır’ı da kaybedersiniz, ama
kazanırsanız, Kerkük bile gönüllü olarak size katılır demek istiyordu.
Türk Genelkurmayı bunu Kerkük’ü
de işgal et ki Diyarbakır’ı elinde tutasın olarak anladı ve uyguluyor.
Tabii zorla güzellik
olmayacağından ilk zayıflık anında Diyarbakır’ı da kaybedecektir.
Kaybedecektir ama bütün
bunlar hepsi çok acılar demektir.
Biz bu formülü, Kürt hareketi
açısından, onu bir özne olarak ele alarak, tersinden şöyle ifade edelim.
İstanbul’u
almayan, Diyarbakır’ı da Kerkük’ü de kaybeder.
Kürt hareketinin böyle bir
perspektif ve programa ihtiyacı var.
Kürt hareketinin Türkleri
kazanması ve İstanbul’u alması gerekiyor. Ona tekrar sadece böyle devasa bir
hedef canlılık verebilir.
Ama bunun için Kürt
hareketinin, Kürt hareketi olmaktan çıkması, demokratik bir harekete dönüşmesi,
yani Kürtler için statü istemekten çıkması, Türklerin statüsünü yok etmeye
yönelmesi; ne Türklerin, ne Kürtlerin, ne Ermenilerin, ne Rumların, ne Yahudilerin,
ne Sünnilerin, ne Alevilerin, ne Hıristiyanların, hasılı hiçbir dilin, dinin kültürün
vs. statüsünün olmayacağı bir demokratik cumhuriyet için mücadeleye geçmesi
gerekiyor.
Ancak böylece Türklerin dönüştürülmesi
ve Türklükten çıkartılarak birer demokrata dönüşmesi sağlanabilir ve İstanbul
feth edilebilir. İstanbul’u feth eden, bütün Orta Doğuyu feth eder.
Demir Küçükaydın
14 Ekim 2019 Pazartesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder