Ciguli, Romanlar, TKP, Kobane, Kürtler ve Marksizm'in Krizi
arasında ne gibi bir ilişki olabilir?
Ciguli bir Romandı. Kobane birden dünyanın gündemine gelmiş
bir şehirdir, bu şehir artık Kürtlerin ve de Demokratik özlemlerin sembolü
olmuştur. Ciguli’nin ölüm haberi “Kobani İçin Küresel Destek Günü” ve
Peşmergelerin Kobani’ye girişiyle aynı gün gazetelerde yer aldı. Bu bir ilişki
olarak görülebilir. Ama bu zorunlu ve derinden bir ilişki değildir, tümüyle bir
rastlantısaldır. Bunların arasında zorunlu ve derinden bir ilişki var mıdır? Varsa
nasıl bir ilişkidir? Bütün bunlar biyolojik ya da fiziksel değil toplumsal
olgular olduğuna göre bunları bize ancak Tarih ve Toplum Bilimi (Marksizm)
açıklayabilir? Ama Marksizmcin kendisi de bir toplumsal olay olduğundan,
kendisinin teorik sorunlardaki krizi de toplumsal bir olay alarak yine Marksizm’in
konusuna girer. Yani en azından hepsi toplumsal, sosyolojik (toplum bilimin
alanına giren) olaylardır. Konumuz bunun ardındaki görünmez ve derin
ilişkilerdir.
Fizikten örnek verelim. Basur ve varis, dalında olmuş
elmanın düşüşü, Riemann Geometrisi, Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesi,
yıldızların parlaması, galaksilerin kenarlarında çok hızlı dönen bölgelerin
fırlamaması arasında ne gibi bir ilişki vardır?
Bu birbiriyle ilgisiz görünen şeylerin hepsi, aynı özün, yani
yerçekimi veya gravitasyon denen dört temel kuvvetten birinin, farklı
görünümlerinden başka bir şey değildir. Kabaca şöyle:
İnsan iki ayağı üzerinde yürüyen bir canlı olduğundan kanın
ayaklardan ta kalbe kadar yükselmesi gereği ve yerçekimi arasındaki çelişki
varis ya da basurun temel nedenidir. Dalındaki olgun elmayı da yerçekimi
düşürür. Yerçekimi aynı zamanda geometrik olarak uzay zamanın eğrilmesi olarak da
tanımlanabilir ve eğri bir uzayın hesaplanmasında Riemann geometrisinin
dayandığı aksiyomlar daha işlevseldir. Dünya güneşin çekim etkisi nedeniyle
onun etrafında döner. Yıldızların merkezinde çekim nedeniyle büyük basınçlar ve
sıcaklıklar oluşup termonükleer reaksiyonlar başlar ve yıldızlar parlar. Galaksilerin
kenarları da ne olduğunu hala bilmediğimiz “karanlık madde”nin çekim gücü
nedeniyle fırlamazlar ve Kepler yasasına aykırıymış gibi davranırlar.
Başlıktakı şeyler ya da olgular arasındaki ilişkiler de Fiziktekine
benzer. Bu birbiriyle ilgisiz gibi görünen olgu ve şeylerin ardında aynı toplumsal
yasalar ve güçler vardır.
Bunların hepsi de, özünde bir tek yasaya indirgenebilir: Marks’ın
ifadesiyle: “İnsanların düşüncelerini
varlıkları belirler; varlıklarını düşünceleri değil”. Elbet bu çok basit ve
temel ilişki, somut görünümleri içinde, çok farklı biçimlerde de ifade
edilebilir. Örneğin toplumun üstyapısını (tüm toplumsal ilişkilerini, hukuk,
ahlak, estetik, eğitim vs.) altyapısı (yaşamını sağlayan ürünleri nasıl, hangi
araçlarla ürettiği) belirler; yani insanlar Avcı ve Toplayıcıyken başka türlü
toplumsal ilişkiler kurar; modern sanayi toplumunda başka. Üretim ilişkilerinin
değişiminin ve emek üretkenliğinin artışının belli bir noktasında sınıflar
ortaya çıkmıştır. Bu aynı yasa sınıflar alanında da şöyle yansır: insan sarayda
başka düşünür kulübede başka. Bu şöyle de ifade edilebilir: sınıfların
eğilimlerini ve çıkarlarını iktisadi ilişkiler içindeki konumları belirler.
Ciguli hasbelkader bir zamanlar Türkiye’de meşhur olmuş bir
Roman Müzisyendir. Belki de Koabni’nin adını hayatında duymamıştır. Kobani’de
savaşanlar veya onun için görteri yapanların bu garip romanın yeryüzündeki
varlığı ve ölümü ilişkin zerrece bir bilgileri ve ilgileri yoktur.
Ama sizin toplumsal yasalara veya politikaya ilgi duymamanız
onların size ilgi duymadıkları anlamına gelmez. Aksine onların ilgisine mahzar
olmamak gibi bir ayrıcalığa kimse sahip değildir.
*
Biraz etrafına bakan Müzisyenlerin genellikle Romanlar ve Abdallardan
çıktığını görür. Hatta Batı’daki Modern Klasik müziğin ilk ustaları bile (Mozart,
Bach vs.) Müzisyen ailelerden, yani tıpkı Roman ve Abdallar gibi müziği meslek
edinmiş nesillerden, gelirlerdi.
Bu neden böyledir ve nasıl açıklanabilir? Bu onların
genlerinde mi var? Yoksa nedeni belli toplumsal ilişkilerde mi gizli? Eğer toplumsal
ilişkilerde ise, bu ilişkiler başkaları üzerinde etki göstermiyor mu da hep
Romanlar müzisyen oluyor? Demek ki onların genlerinde müziğe özel bir kabiliyet
olmalı. Böyle düşünen çoktur.
Ama Romanlara ilişkin, çok az bilinen ve aslında bilinç
altına itilmiş, bilinmezden gelip unutulmuş bir başka gerçek daha vardır: 1960’lara
kadar TKP’nin bütün proleter tabanı da neredeyse sadece Roman tütün
işçileridir. Peki, bunu nasıl açıklayacağız? Komünistlik, tütün işçiliği ve
Roman olmak arasında nesil bir ilişki olabilir? Yoksa Komünizm geni de mi var
bu Romanlarda?
(Bu vesileyle bu konuda Toplumsal
Tarih dergisinin Ekim 2014 tarihli 250. Sayısında, araştırmacı, Egemen
Yılgür’ün, “Türkiye Solunun Unutulmuş
Özneleri Roman Tütün İşçileri” adlı çalışmasına dikkati çekelim. Orada
zengin malzemeye ve iğneyle kuyu kazarca bir araştırmaya dayanarak, 1960’ların
yükselişine kadar, neredeyse yarım yüzyıl, TKP’nin bir grup beyaz Türk aydın ve
bir miktar da Yahudi, Ermeni, Rum dışında esas olarak İşçi üyelerinin esas
olarak Osmanlı döneminde Selanik civarında politikleşmiş Roman Tütün İşçilerine
(veya yine bu çevreyle ilişkili başka işlere yönelmiş Romanlara) dayandığı
görülmekte.)
*
Burada bir parantez açarak konumuzla ilgili ve ipucu
olabilecek bir başka olguya dikkati çekelim.
Yaşayanlar bilirler, 1960’lardan sonra ise, Sosyalist hareketin
temel insan kaynağı Aleviler ve Kürtler olmuştur.
Ancak 1990’lardan sonda, yani Kürt Hareketinin ve
direnişinin başlamasından sonra 2000’lerde de, bu damarın kuruduğunu, Marksist
ve Sosyalist olanların neredeyse hepsinin “Beyaz Türkler”, yani toplumsal konumlanışıyla
ezilen ve emekçi sınıflar arasında yer almayan; aynı zamanda dili ve kültürü
nedeniyle de özel bir baskı görmeyenler, olduğunu görüyoruz.
Bugün örneğin Kadıköy’e gelip biraz etrafına bakan birisi,
oranın adeta bir “Kurtarılmış Bölge” olduğun sanabilir. Ama aynı bölge aslında
ulusalcıların ve Kemalistlerin de kalesidir. Beyaz Türklerin ulusalcılığı ve Kemalizm’i
Sosyalizmin Kızıl giysilerini giymiştir.
Ve işin ilginci bu eğilim sadece Türkiye’ye de has değildir.
Bütün dünyada, hemen hemen her ülkede, uzun yıllar boyunca ezilen azınlıklar
sosyalist hareketin temel kaynaklarından biri olmuşlardır. İngiltere’de İskoçlar
ve İrlandalılar; Avrupa’da Yahudiler vs.. Ancak son yıllarda Türkiye’dekine benzer
bir süreç diğer ülkelerde de görülmektedir. Rusya'da artık komünistler Büyük
Ruslar’dan çıkmaktadır. Eski Yugoslavya’da esas egemen ulus Sırplar en
sosyalist görünenlerdir. Doğu Avrupa’da da benzer eğilimler görülebilir.
Ortada ilginç bir çelişki de bulunmaktadır. Sosyalizm ve
Marksizm insanların iktisadi eşitliğini hedefler, ama nedense saflarına akanlar
iktisadi nedenlerle değil, başka nedenlerle baskı altına alınanlar olmuştur. Ve
yine şimdi başka nedenlerle imtiyazlı olanlar olmaktadır. Bu iki birbirine zıt
görüngü nasıl izah edilebilir? Bunların arasında belli ki zorunlu bir ilişki
bulunmaktadır. Nedir bu ilişki?
Tabii genellikle sınıf kavramıyla iş görmesine rağmen,
sosyalist harekete taze kan sağlayan damarların sınıfsal baskıdan ziyade, dili,
dili vs. üzerinden baskı altındaki toplum kesimleri olması ama bu olguyu
sosyalist hareketin hiç tematize etmemesi veya hiç dikkat etmemesi ilginçtir ve
Marksizm'in Krizi ile Kürtlük (Kobani) ve Romanlık (Ciguli) arasında bir ilişki
olduğunu sezdirir.
*
Yine Roman Müzisyen Ciguli’ye ve TKP’nin 60’lara kadar tek
proleter tabanı Roman Komünist Roman İşçilere dönelim.
Soru şudur: Roman oluş 1960’lara kadar TKP’nin neredeyse tek
işçi tabanı oluşu da belirliyor; müzisyen olmayı da. Birbirine zıt gibi görünün
bu olgular ile Romanlık arasında ne gibi bir ilişkiyi; hangi derin ve temel
güçler yaratmaktadır?
Kapitalizm öncesinde en uç biçimi Hindistan’da görüldüğü
gibi, hep bir kastlaşma eğilimi görülür.
Ekonominin farklı alanları, tam da ekonomik ilişkiler
üstyapıyı, yani dini belirlediği için, farklı ekonomik faaliyetler farklı
dinleri gerektirdiğinden, toplum farklı dinler arasında bölünmüş gibi görülür. Kapitalizm
öncesinde iş bölümü çoğu zaman aynı zamanda din bölümü biçiminde ortaya çıkar.
Farklı dinler arasında evlenme olamayacağından, giderek içine kapalı kastlaşma
eğilimi başat olur; bu da farklı “etniler”; “halklar” arası bir bölünmeymiş
gibi görülür; tam da bu nedenle, sık sık birbirine karıştırılan, Romanlar
ve/veya Çingeneler ve de Abdallar en azından Roma, Bizans ve Osmanlı uygarlık
alanında bir tür müzisyenler, demirciler vs. “kastı” oluşturur. Kapitalizm
öncesi toplum, farklılıkları gidermez, aksine vurgular, kabartır. Her dinin
(Osmanlı’da bunlara Millet deniyor. En uç biçimi Hindistan’da Kastlar) yaşam
alanı, işi, kıyafeti, toplumsal hiyerarşideki yeri, dili vs. açık olarak ifade
edilir vurgulanır ve zamanla pekişir. Kapitalizm öncesi toplumun bu eğilimi bir
kalıntı olarak, belli bölge insanlarının veya belli dil ve dinlerden insanların
belli işlerde yoğunlaşmaları biçiminde bugün bile görülür.
Kapitalizmde ise, işgücü
denen ve artı değeri yaratan metaın,
etnisi, dili, dini, “ırkı”, soyu, sopu, cinsi, cinsel tercihi vs. üreteceği
artı değer üzerinde hiçbir etkide bulunmadığından kapitalizm, kapitalizm öncesi
üretim biçimlerinin kastlaşma eğiliminin tam tersine bir eğilim taşır. Kapitalizm
herkesi eşitleme, standartlaştırma dolayısıyla da birleştirme eğilimindedir. Kapitalizm
öncesinde toplum başat olarak dikine bölünüktür; modern toplum iste başat
olarak yatay bölünüktür. Bu nedenle insanların dili, “dini”, “inancı”, soyu,
sopu, ırkı vs. ne olursa olsun eşitliği; yani insan hakları bildirisi, temel
ilke olur. İnsan hakları bildirisi aslında kapitalizm için ideal olan toplumsal
ilişkileri tanımlayan dinin bir amentüsünden başka bir şey değildir. Yani
dinleri kişilerin özel sorunu olarak tanımlamanın kendisi bir dindir, toplumun
tüm ilişkilerini düzenler. (Uluslar ise kapitalizmin bu temel eğilimine zıt
dikine bölünmelerdir. Neden ve nasıl ortaya çıkmıştır bu temel eğilime zıt
görüngüler?)
Tam da bu nedenle Fransız Devrimi veya Aydınlanma, örneğin kapitalizm
öncesi toplumda bir kast durumundaki Yahudileri eşit yurttaş yapabilmiştir.
Böylece binlerce yıldır biriktirdikleri muazzam yazılı gelenekleriyle de Yahudiler
neredeyse tüm 19. Yüzyıl boyunca Avrupa’da demokratik ve eşitlikçi ideallerin
en büyük savunucusu olmuşlar; işçi hareketi bu idealleri en tutarlı bir şekilde
savunduğu için de neredeyse bütün sosyalist teorisyenler de Yahudilerden çıkmıştır.
Ancak sınıflı toplumda her devrim (her yeni din) egemen
sınıflar tarafından ele geçirilir ve bir karşı devrim de yaşar; çünkü hiçbir
ahlaki veya dinsel ilke sınıfların varlığını ortadan kaldırmaz; sadece onları
veri kabul edip sonuçları ortadan kaldırmaya, ılımlandırmaya çalışır. Ama tam
da insanın düşüncesini varlığı belirlediğinden, en eşitlikçi kural ve öğütler
bile bu yasayı kaldıramadığından, egemen sınıflar çıkarlarını korumak için o
dinlerdeki yıkıcı ve ezilenlere hizmet edebilen öğeleri temizlerler; bunun için
de kendilerine karşı mücadele içinde doğup gelişmiş dinleri benimseyip bir süre
sonra birer karşı devrimle ele geçirirler. İznik Konsülü’nden Muaviye’ye veya
Napolyon veya Stalin’e kadar görülen ve olanın özü hep budur.
Benzeri Aydınlanma devriminde de olur. İnsanları eşitliği
işçilerin birleşme ve egemen sınıfların varlığını tehdit etme potansiyeli
taşıdığından, bir karşı devrimle insanların
eşitliğinin yerini ulusların eşitliği
alır. Bunu ikinci bir karşı devrim izler. İlk adımda uluslar bir toprak
parçasında yaşayanlarla tanımlanırken, ikinci bir karşı devrimle de dille, dinle,
kültürle, ırkla tanımlanmaya başlanırlar. Böylece ulusların eşitliği denerek
insanların eşitliği ilkesi ortadan kaldırılmış olur. Bu nedenle aslında Uluslar
ve Ulusçuluk kapitalizmin doğrudan bir ürünü ve koşulu değil; kapitalizmin
egemen sınıfı olan burjuvazinin sınıf
çıkarlarını korumak için yaptığı karşı devrimin bir ifadesidir. Egemen üretim
biçiminin tarihsel ve ekonomik eğilimleriyle egemen sınıfların çıkarı özdeş
değildir. Kapitalist üretimin eğilimleri egemen sınıfların çıkarları nedeniyle
kırılmalara uğrar ve gerçek tarih böyle yürür. Aksi takdirde, Kapitalizmin
gelişimiyle birlikte bir tek dünya cumhuriyeti kurulabilirdi ve bu kapitalist
üretimin genel eğilimlerine çok daha denk düşerdi.
Kapitalizm ulusların değil; bir tek dünya pazarında tüm
dillerin, dinlerin, vs. eşitliğini gerektirir. Ulusların eşitliği, insanların
eşitliğini gerektiren kapitalizmin ve dünya pazarının gerektirdiği devrim
içinde, burjuvazinin karşı devriminin ifadesi olmuştur.
Bu karşı devrim karşısında alt sınıflar, yani işçi hareketi,
ulusların eşitliğini değil, insanların eşitliğini savunduğu sürece, insanların
eşitliği üzerinden ezilen diller, dinler üzerindeki baskıyı kaldırabileceğinden
ve bu yöndeki mücadelenin aracı olabileceğinden, ezilen diller ve dinlerdeki
insanlar, dil ve din körü Sosyalist hareketin saflarına akmışlardır. Ve örneğin
Yahudiler arasında Siyonizm, yani bir dile ve dine dayanan ulusçuluk, bütün bu
demokratik özlem ve programların baskın olduğu dönem boyunca, hiçbir zaman tam bir
etki sağlayamamıştır.
Ancak İşçi hareketi ya da sosyalist hareket, bir yandan
insanların eşitliğini savunurken diğer yandan da ulusların eşitliğini
savunuyordu. Bu iki ilke birbiriyle çelişiyordu. Enternasyonalizm bir bakıma bu
çelişkinin ifadesidir. Bu nedenle sosyalist hareket, uluslara karşı bir savaş
olamamış; aksine ulusları ve ulusların eşitliğini savunmuştur. Ama ulusların
eşitliğini savunmanın kendisi ulusçuluktan başka bir şey değildir. Çünkü eşit
olacak şey artık uluslardır ve ulusları yok etme değil, onları veri kabul edip
benimseme ve öylece eşit kılma hedeflenmektedir.
İşçi hareketi ve sosyalizm 19. Yüzyıl boyunca bu çelişkiyi içinde
taşıdı. Er veya geç bu çelişki bir tarafın üstün gelmesiyle çözülecekti. Ekim
Devrimi’nin geri bir ülkede olması; bunun tecrit olup ileri ülkelerdeki bir
devrimle desteklenmemesi ve bu tarihsel koşullarda bir gerçekleşen bürokratik
karşı devrim sonucunda, üstün gelen taraf, ulusçuluk oldu. Ve bundan sonra örneğin
Yahudiler de dil, din, soy körü bir toplumda eşit yurttaş ve bireylere dayanan
programı terk edip; karşı devrime yani dile, dine, soya göre tanımlanmış
uluslar ilkesine (Siyonizm) geçiş yaptılar.
*
Balkanların Roman müzisyenleri de TKP’li Komünist Roman proleter
taban da bu aynı tarihsel arka plan ve bu arka planı yaratan güçlerle
ilgilidir.
Osmanlı imparatorluğunun son döneminde, Selanik ve civarı, yani
Makedonya, kapitalist ilişkilerin en gelişmiş olduğu bölge olduğundan,
Aydınlanmacı ve Sosyalist fikirler ve işçi hareketi Selanik ve civarında
gelişmiştir. Selanik'in büyük bölümü (Nüfusunun yüzde ellisinden fazlası) Yahudi
de olduğundan, Aydınlanma ve Sosyalizm Yahudiler arasında ekstradan yaygındır.
Bu nedenle Yahudi işçi ve sosyalist hareketinde daha
eşitlikçi ve daha hümanist; daha az ulusçu bir vurgu vardır. Diğer sosyalist
hareketler ise, aslında büyük ölçüde ulusalcı eğilimlerin sosyalizm biçiminde
ifade edilmesidir.
Fransız devriminden sonraki karşı devrim ve devrimin
bölünmesi aynen Selanik’te de görülebilir. Yahudi Burjuvazi, o zamanlar
Siyonizm etkisiz olduğundan, Türk ulusçuluğunu yaratır, Türk ulusçuluğunun en
militan savunucuları Yahudiler olur.
Bu nedenle Türk ulusunun babası Atatürk’ün en azından kültürel
olarak Selanik Yahudi burjuvazisinin kültürü ve fikriyatıyla beslenmiş bir
Osmanlı Generali olması bir rastlantı değil; Osmanlı devlet sınıflarının gericiliği
ile Yahudi Burjuvazisinin eğilimlerinin tencere ve kapak gibi birbirine denk
düşmesinin ifadesidir.
Bu nedenle Selanik bir yanıyla Türk milliyetçiliğinin
merkezi olur ama aynı zamanda oradaki işçi hareketi nedeniyle sosyalizmin ve
demokratik ideallerin de merkezidir. Fransız devriminin Yahudileri gettodan
çıkarması gibi, Selanik’in Yahudi işçilere dayanan ve bu nedenle güçlü hümanist
ve demokratik eğilimleri olan işçi hareketi de İşçileşmiş, tütün işçisi olmuş
Roman işçileri, en azından işçi hareketi içinde gettodan çıkarır. Romanlar
diğer işçilerle birlikte “Kızıl Kulüp”lere
gidip diğer işçilerle eşit konumda var olurlar.
Ve bu tecrübe, bu Roman Tütün İşçileri’nin neredeyse yarım
yüzyıl, tüm horgörü ve yük gibi görmelere rağmen, TKP’nin işçi tabanı olarak Komünizm
idealine sadık kalmalarına yol açar. Tıpkı Fransız Devrimi’nin sunduğu
eşitliğin yüz yıldan fazla Yahudilerin Sosyalist harekette temel güç olmalarına
yol açtığı gibi.
(Benzeri PKK’da da görülür. PKK da laik bir hareket
olduğundan, Kürdistan’da ezilmiş ve dışlanmış, neredeyse bir kast gibi içine
kapalı kalmış Ezidilere eşit ilişkiyi tattırdığından, Avrupa’ya giden
Ezidilerin ezici bir bölümü PKK’nın sempatizanı ve militanıdır. (Almanya’da
Hannover civarındaki Celle Ezidilerin en yoğun olduğu bölgedir ve Ezidilerin neredeyse
hepsi PKK sempatizanıdır.) PKK’da Ezidi komutanlar vardır. PKK bir yanıyla
kadın hareketidir, bir yanıyla yoksullar hareketidir ama bir yanıyla da
Kürdistan’da ezilmiş ve dışlanmış dinlerden olanların da hareketidir. Hele
Şengal’de PKK’nın Ezidileri korumasından sonra Ezidilerin şimdiye kadar PKK’ya
en uzak duran kesimlerinin bile bundan sonra Kürt hareketinin demokratik
ideallerinin en büyük savunucularından biri olacağı tahmin edilebilir. PKK’nın
durumu biraz 19. Yüzyıldaki Marksist ve sosyalist hareketin durumuna
benzemektedir.)
Peki, Ciguli, niye bir Roman olmasına rağmen ve de sözüm ona
Sosyalist bir ülkenin yurttaşı olmasına rağmen, bir Müzisyenler kastının üyesi Roman
olarak kalmış ve yüzyılın başındaki Romanların binde biri kadar bile olsun
Sosyalizmle ve politikayla ilişkisi olmamıştır. (Ciguli ile yapılmış ve Roll dergisinde yayınlanmış bu söyleşide
gerekli bilgiler bulunmaktadır: http://birdirbir.org/ciguliye-veda-bu-imajda-kalasin/
)
Proleterleşme olanağı olmayan bir bölgeden geldi denemez.
Çünkü Ciguli’nin anası ve babası tam anlamıyla dört dörtlük proleterdirler. Hem
de “Sosyalist” bir ülkenin proleterleri. Babası bir fabrikada hamallık yapar
annesi de aynı fabrikada temizlikçilik. Ciguli’nin yaşadığı adeta modern
proleterlikten Müzisyenler kastına bir dönüştür.
Çünkü “sosyalist Bulgaristan” bu insanları Fransız Devrimi
kadar olsun eşit yurttaş yapmamış ve yapamamıştır. Biçimsel bir eşitliği bile
hazmedememiş, zorla Hıristiyan ve Bulgar yapmaya kalkmıştır. Gerçek adı olan
Ciguli’ye Angel adını zorla vermiştir.
Bizzat sosyalistler birer gerici milliyetçiye dönüşmüş;
kendileri, bırakalım sosyalizmi, aydınlanmanın eşitlikçi ve demokratik (yani
biçimsel eşitlikçi) ideallerine bile yüz çevirmişlerdir.
Yani sosyalim ve işçi hareketi tıpkı 1789’dan sonra
Cumhuriyetçi hareketin yaşadığı karşı devrim gibi bir karşı devrim yaşadı.
Bunun sonucu, Çingenler ve Romanlar müzisyenler, Fransız Devrimi’ndeki
Yahudiler kadar bile eşitliği yaşayamadan, bir müzisyenler, sepetçiler,
demirciler kastı gibi yaşamaya, hatta Türkiye’de olduğu gibi bir hüviyetten,
yani vatandaşlık haklarından bile yoksun olmaya devam ettiler. Ve sosyalistler
bir hüviyeti bile bulunmayan bu insanların sorunları sosyal eşitlik ideali
peşinde koşuyoruz diyerek sorun bile etmediler. Bu koşullarda Çingenelerin
ezilmesi, aşağılanması devam etti; bu koşullarda 1990’larda özel savaşın
çürüttüğü toplum tüm ırkçılığını gariban Ciguli üzerinden kusmaya devam edebildi.
Doğu Avrupa çökünce, bu Roman müzisyenler, ekmek parası için
dünya pazarına dağıldılar. Türkiye’ye gelen Ciguli, Kürtlere karşı yükselmiş en
kaba ve ırkçı bir muamelenin dolaylı muhatabı ve sembolü oldu.
Ciguli’nin kendisi gibi çok iyi bir müzisyen bir akrabası
Marin Vasilev ise, Almanya’da sosyal haklardan yoksun bir göçmen olarak
müziğine değer veren insanların sessiz dayanışmasıyla yaşadı sosyal hakları
olmadığı için de doktora gidemediğinden geç sayılacak yaşta öldü. (Marin
Vasilev’i şahsen tanımıştık. Ölümü üzerine yazdığımız ve yine bu konuyla ilgili
yazı “Ciguli’nin
kardeşi” Altonalı Hemşehrim Marin Vasilev’in Anısına” başlıklı yazı şu
adreste okunabilir: http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2013/10/cigulinin-kardesi-altonal-hemsehrim.html
)
Marin Vasilev, dünya çapındaki beyaz adamın ırkçılığının
kurbanı oldu. Ciguli de Beyaz Türk ırkçılığının bir nesnesiydi. Ama her ikisini
de birer müzisyen olarak doğup büyüdükleri toprakları terk ederek boyunlarında
birer akordeonla ekmek parası için başka başka yerlere atan; onlara biçimsel
olarak bile eşitliği çok görmüş sözüm ona sosyalist devletler ve kendi bencilliğine
gömülmüş işçi hareketi idi.
Sosyalizm tekrar insanların azından biçimsel eşitliği
idealini yükseltmek; uluslara karşı bir mücadeleyi başlatmak ve onun bayrağı
olmak zorundadır. Bu eşitsizlikler karşısında susmak; bunları “etnik
milliyetçilik” ya da “kimlik siyaseti” diye hor görmek; egemen ulus
milliyetçiliğinin en gerici biçimlerini savunmaktan başka bir anlama
gelmemektedir.
Sosyalizm insanların eşitliğinden hareket eder. Bu eşitlik
iki biçimde ve düzeydedir. Birincisi biçimsel
veya hukuki eşitliktir. Buna demokrasi
denebilir. Diğeri sosyal ya da ekonomik
eşitliktir. Buna sosyalizm denebilir.
Sosyalizm fikrinin ardındaki varsayım. İnsanların biçimsel eşitliğinin
yetmeyeceği; bu sosyal eşitlikle desteklenmediğinde biçimsel eşitliğin de
yitirileceği idi. Bütün tarih bunun böyle olduğunu göstermişti.
Ama burada gizli varsayım, biçimsel eşitliğin veri olmasıdır.
Biçimsel eşitliğin olmadığı, tüm insanların eşit olmadığı bir dünyada, sosyal
eşitliği öne çıkarmak ve savunmak aslında o biçimsel eşitsizliği gündemden düşürmek;
biçimsel eşitsizlik altında yaşayanların sorunlarını sorun etmemek; sonuçta da
o biçimsel eşitsizliği savunmanın aracına dönüşmeyle sonuçlanmaktadır.
Sosyalist hareketin tarihinin özü budur. Bugünkü Marksizm'in
bunalımının da, Ciguli’nin Akordeon çalarak ekmeğini kazanan bir müzisyenliğe
mahkum olmasının da ardında aynı neden yatmaktadır. Pek ala hakları belirli ve
eşit bir yurttaş ama aynı zamanda işçi olarak kendi zevki için de akordeon çalabilirdi.
Ama onun için bu yol tıkanmıştı.
Sosyalist hareketin kaderi tamı tamına bu oldu. O ulusçuluğun
ve ulusun bir karşı devrim olduğunu göremedi; ulusun ve ulusçuluğun dil, dine vs.
göre tanımlanmış versiyonlarının ikinci bir karşı devrim olduğunu da görmedi ve
giderek onları savunmaya başladı. Hatta bizzat kendisi aynı zamanda birer
modernleşmeye geçiş olan bu karşı devrimlerin aracına dönüştü. Aynı zamanda
birer devrim olan (modern topluma geçiş olan) bu karşı devrimler (ulusların kuruluşları) bizzat
sosyalizm tarafından gerçekleştirildi ve yayıldı.
19. Yüzyıl boyunca, bu dönüşümü göremediği veya anlayamadığı
için örneğin bir yandan Demokratik Cumhuriyet’i, yani insanların dile, dini,
etnisi, soyu sopu vs. ne olursa olsun bunların bir anlamının olmadığı bir demokratik
cumhuriyeti savunurken; aynı zamanda örneğin Almanya’nın birliğini,
savunuyordu.
Marks, Engels ve diğerleri şu basit soruyu göremiyorlardı: Eğer
o devlet kendini bir dille, dinle, tanımlamayacaksa, bunu Almanya’nın veya
Almanların birliği olarak tanımlamak ne oluyordu? İşin daha da kötüsü
Almanlığın neyle tanımlanacağı idi. Alman
neydi? Almanca Konuşmak ise, niye diller dinler eşit iken Almanlardan söz
ediliyor? Bunun politik bir anlamı olmaması gerekmez miydi? Kültür mü, tarih mi? Almanlığı bunların
hangisiyle tanımlarsanız tanımlayın varacağınız yer kan ve “ırk” olabilirdi.
Hitler bu karşı devrimin ayak izleri üzerinden yürüdü öve onun mantık
sonuçlarına varmasından başka bir şey de değildi.
Bu çelişki sosyalist hareketin içinde daha doğuşundan
itibaren her zaman var oldu. Marks bir yanda Amerika’da Kuzey’in savaşını Güney’e
karşı desteklerken, Yani ulusu beyazlıkla tanımlamaya karşı ulusu beyazlıkla
tanımlayan ulusun, ulusu böyle tanımlamayı reddeden bir ulusça ezilmesini
savunurken; diğer yanda “başka ulusları
ezen bir ulus özgür olamaz” diyordu.
Kedi bindiği dalı kesiyordu. Ama bu çelişkinin nerede bulunduğu kullandığı
kavramlar ele veriyordu. Kuzey ve Güney savaşını, ekonomi ve sınıfların
kavramlarıyla (kölelik, kapitalizmle uyuşmazlık vs.) açıklar ve tavır alırken
bunun aynı zamanda farklı uluslar ve ulusçuluklar arasında bir savaş olduğunu
göremiyor ve üstyapının kavramlarına çeviremiyor, onlarla ifade edemiyordu.
Çünkü bir din ve ulus teorisi yoktu. Eğer fiili tavrını ulusçuluğun diliyle
formüle edebilseydi, “Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz”
denklemi yerine; “ancak, kendini bir
dille, dinle, ırkla tanımlayan ulusları ezen bir ulus özgür olabilir”
demesi gerekiyordu.
Benzer şekilde, Engels "Tarihsiz Halklar"dan söz
ediyordu. Sanki tarihli halklar olabilirmiş gibi. Engelsi eleştirenler de
halkların tarihi olmadığı noktasından değil de sanki başka halkların tarihi
varmış da bunlardan bazılarını tarihsiz olarak tanımladığı için eleştiriyorlar
aynı gerici ulusçuluğu ele veriyorlardı. Ulusların tarihi yoktur uluslara tarih
vermek gerici ulusçuluğun bir karakteridir diyen yoktu. Aynı Engels, Erfurt
programını eleştirirken tam bir demokratik cumhuriyet öneriyordu. Ama bu
demokratik cumhuriyeti, bizzat o devletin ve ulusun nasıl tanımlandığına
ilişkin kavramlarla değil; bürokrasi ve merkeziyetçilik gibi devletin yapısına
ve işleyişine ilişkin kavramlarla sınırlı olarak tanımlıyordu.
Lenin bir yandan Demokratik Cumhuriyet’ten, dil, din, soy,
kültür körü, okulların ayrılmadığı; herkesin ana dilinde eğitim hakkının olduğu
bir ulustan söz ediyor ve bunu programlaştırıyor; diğer yandan “ulusların kaderlerini tayin hakkı” diyor;
bunun aslında ulusu bir dille, dinle,
kültür ve tarihle tanımlama hakkı olduğunu görmüyordu.
Bu çelişki, onun en otantik, devrimci ve eleştirel
savunusunda, Troçki’nin ömrünün son yıllarında, gerici bir ulusçuluğa teslim
olmasıyla son buluyordu ikinci dünya savaşının arifesine gelen günlerde. Troçki
Yahudiler üzerindeki baskıyı ortadan kaldırmak için onların da ayrı bir
devletinin olması gerektiği gibi bir sonuca ulaşıyor ve fiilen; ulusu bir dile,
dine göre tanımlamış bir devlet programına teslim oluyordu.
Tüm böyle sonuçlanacak gidişe rağmen, 19. Yüzyıl boyunca
yine de eşitlik ve demokrasi bir ağırlık taşıyordu.
Ancak Stalinist karşı devrimle birlikte, yaygın ve egemen sosyalist
ve işçi hareketinde bu özellik de yitirilince sosyalistler fiilen biçimsel
eşitsizliklerin körü, sosyal eşitlik diyerek biçimsel eşitsizlikler içinde
egemen devleti veya ulusu savunan milliyetçilere dönüştüler.
Önceleri biçimsel eşitlikten yoksun olanlar, eşitlik
özlemlerini sosyalist hareket içinde ifade ediyorlar ve sosyalist hareket
aracılığıyla biçimsel bir eşitlik mücadelesine giriyorlardı.
Ama sosyalist hareketin bu özelliğini yitirmesiyle birlikte
artık dili, dini vs. nedeniyle ezilenler için sosyalist hareketin çekici bir
yanı kalmamıştı ve sosyalistler fiilen birer egemen ulus ulusçusuna
dönmüşlerdi. Böylece ezilen uluslar ve dinler ile sosyalizmin ilişkisi ortadan
kalktı. Sosyalizme demokratik vurguyu ve özü veren kanallar kurudu.
Bizzat Türkiye Sosyalist hareketi bile bunu gösterir.
1960’lara kadar sosyalist hareketin esas işçi tabanını, yüzyılın başında
Osmanlı topraklarında eşitlikçi demokratik ve hümanist idealleri yükselten Selanikli
işçi hareketinin sosyalizme kazandırdığı Çingeneler oluşturmuştu. (keza kılıç
artığı Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler de)
1960’larda ve 70’lerde ise esas olarak Aleviler ve Kürtler
idi sosyalist hareketin temel kaynağı. Çünkü onlar ancak sosyalizm aracılığıyla
en azından biçimsel bir eşitliğe ulaşabileceklerini düşünüyorlar; sosyalist hareket
de o zamanlar savunduğu demokratik ve hümanist ideallerle buna imkan
sağlıyordu.
Ancak sosyalist hareketin kendisinin bu eşitsizlikler
karşısındaki sessizliği; gerek anti emperyalizm gerek sosyalizm ardına sığınarak
bu eşitsizliklere savaşı ertelemesi, bigane kalması ve giderek egemen ulusun
bir egemenlik aracına dönüşmesi, Alevilerin ve Kürtlerin sosyalist hareketten
ayrılarak, Alevi ve Kürt olarak mücadeleye girmelerini başlattı. Bir zamanın
sosyalistleri birden Alevi ve Kürt olduklarını keşfetmeye başladılar. Büyük
nefretlerin ve hayal kırıklıklarının ardında büyük aşklar vardır. Sosyalizme bir
zamanlar duyulan büyük aşk, hayal kırıklığı ölçüsünde büyük bir nefrete ve
uzaklaşmaya da dönüştü.
*
Peki, Kobani’nin bunlarla ilişkisi ne?
Kobani bu tarihsel eğilimin tekrar tersine, akması gereken
yatağa oturuşunun bir ipucu, bir başlangıcıdır. Kobani bir bakıma, yere
çakılmış biçimsel eşitlik idealinin yeniden topraktan güç alarak ayağa kalmaya
başlamasıdır.
Tarih hem dillere, dinlere göre tanımlanan ulusların bir
çıkış yolu olmadığını göstermişti; hem
de globalleşme artık bunu savunulamaz kılmıştı. Yani ekonomi temeli artık daha
yakıcı bir şekilde uluslar ve ulusçulukla ve bunun en gerici biçimleriyle
çelişiyordu. Bu temel elbet düşüncedeki ifadelerini de bulacaktı. 68
yükselişinin ve sosyalizmin düşünsel temelleri bunun için iyi bir katalizatör
ve gelenek oldu.
Artık ulusların ve hele dile, dine dayanan ulusların hiçbir
gelecek sunmadığının iyice açığa çıktığı bir dünyada geç bir moderniteye
geçişin ürünü olan Kürt modernleşmesi; bunun içinde de en geç doğan PKK, bir
bakıma Marksizm'in ve işçi hareketinin, Demokratik Cumhuriyetten Gerici
ulusçuluğa teslimiyete doğru giden yolunu; bu sefer tersine kat etme eğilimi
göstermeye başladı. Sosyalist hareketin vardığı yer, Kürt hareketinin hareket
noktasıydı. Ama ilerledikçe, geriye gitmek, Aydınlanmaya dönmek gerektiğini sezmeye
başladı.
İşçi hareketi Demokratik bir Cumhuriyet programından gerici
bir ulusçuluğa ve merkezi devletlere doğru bir karşı devrim yaşamıştı; bu hareket
ise merkezi bir devleti savunmaktan; daha ademi merkezsi biçimlere; Kürtlüğe
dayanan bir siyasi birliği savunmaktan tüm dillere ve dinlere eşitliği savunun
bir daha demokratik ulusçuluğa eğilim gösteriyordu.
Bu tersine eğilim Rojava’da kendini gösteriyordu. Rojava hem
İsviçre gibi bir kantonal biçim ile Merkezi ve bürokratik devletlere karşı öz
yönetime dayanan bir alternatif sunmaya çalışıyor; hem de kendini bir dille,
dinle tanımlayan uluslar karşısında dil ve din körü, tüm dilleri ve dinleri eşit
olarak gören bir yönetim kurmaya çalışıyordu.
Üstelik Öcalan ve PKK bütün bunları sistematik bir teori
yokluğunda, el yordamıyla bulmuştu ve şimdi Rojava da el yordamıyla yapmaya
çalışıyordu.
Bu nedenle uzun yıllar sonra ilk kez tekrar farklı dilerden
ve dinlerden insanlar Kobane’ye savaşmaya ve onu korumaya gidiyorlardı.
Bu nedenle ilk kez küçük bir şehri savunan savaşçılarla
dayanışmak için binlerce insan dünyanın dört bir yanında sokaklara çıkıyordu. Bu
unutulmuş ve kaybedilmiş hayallere bir dönüşün sembolü olduğu için böyleydi.
Ama bunun içinde geçmişin ve geleceğin bir arada olduğu da
görülüyordu.
Ama aynı Gün Kobane’ye giren Peşmerge komutanları, Kürt
Ulusal Ordusunu kurmaktan; bir önceleri Kobani ve Rojava’nın yaptığı vurgunun
aksine, tüm insanların ve halkların içinde eşit olduğu bir cumhuriyetten değil;
Kürtlerin Birliği’nden; yani Kürtlükle tanımlanmış bir ulusal devletten söz
ediyorlardı.
Yani bu hareket 19 Yüzyılda Marksizm'in veya sosyalist
hareketin taşıdığı tüm çelişkileri de içinde taşıyordu.
Bu şunu gösteriyor ki, Kobane’de her şey henüz ortadadır.
Rojava insanların Kürt olduğu için değil, dili dini eşit
olduğu için; kendini böyle tanımlamakla reddettiği için bir arada olduğu bir
siyasi birim olarak kalamazsa, orada artık Paramaz Kızılbaşlar olmaz.
Paramaz Kızılbaşlar olursa da orası Kürtlükle tanılanmış bir
siyasi birim olmaz.
Oranın ordusu Kürt ordusu değil; demokratların ordusu olur.
Böyle bir ordu tüm Ortadoğu'yu kazanabilir ve birleştirebilir böylece Kürtlerin
de birliğini bir yan ürün olarak sağlayabilir. Ama Kürtlerin ordusu olursa,
Ortadoğu birleşemez, ama sadece Ortadoğu değil, Kürtler de birleşemez.
Sanılıyor ki, Kürtlerin birliğini sağlamanın tek yolu,
Kürtlükle tanımlanmış bir devlette birleşmektir.
Birincisi Kürtlerin, Türklerin, Alevilerin vs. birliğini
sağlama amacının kendisi gerici ve yanlış bir amaçtır. Çünkü böyle tanımlanmış
siyasi birlikler aslında bunlar içindeki sınıf mücadelesinin dolayısıyla
demokratik eğilimleri bastırmanın aracıdır. Bu birimlerde her zaman burjuvazi
egemen olur. Bu tür siyasi birliklerin ezilenlerce kullanılması ihtimali
yoktur. daha kötüsü, ırkçılıkla sonuçlanma eğilimi taşırlar. Tarih Alman ve
Türk örneklerinde bunu bir çok kez göstermiştir.
Kaldı ki Kürtlerin Birliği bir amaç olsa bile bunun tek yolu
Kürtlükle tanımlanmış bir devlette birlik değildir.
Demokratik bir cumhuriyette sadece Kürtler değil, tüm
dillerden ve dinlerden insanların birliği sağlanabilir. Kendini bir dille,
dinle, tarihle tanımlamamış bir cumhuriyette isteyen istediği birliği
kurabilir. Kürtler de, Türkler de, Araplar da, Aleviler de, Sünniler de,
Fenerbahçeliler de Beşiktaşlılar da; turşuyu sirkeyle yapanlar da limon tuzuyla
yapanlar da.
Çünkü demokratik bir cumhuriyette bu birliklerin hiçbir
politik anlamı olmaz.
O halde Kürtlerin Birliği’nden söz edenlerin sorunu
Kürtlerin Birliği değildir.
Kürtlerin birliği ile kastedilen, ulusun Kürtlükle
tanımlanmasıdır ve böyle Kürtlükle tanımlanmış ulusun Bütün Kürtleri bir tek
devletin sınırları içinde toplamasıdır.
Barzani’nin temsil ettiği program budur. Dayandığı ulusçuluk
anlayışı Türkiye veya diğer bütün bölge devletlerinin dayandığı anlayıştan
farklı değildir. Onların karşısında yeni bir düzeni temsil etmez.
Öcalan’ın temsil ettiği program veya Rojava’da kurulmaya
çalışılan ise ikincisidir.
PKK veya Rojava her iki eğilimi de içinde taşıyor tıpkı 19.
Yüzyıl işçi ve sosyalist hareketi gibi.
Dünya Kobane Gününde sokaklara dökülenler arasında bu iki
farklı program da bir aradaydı. PKK gerek Türkiye’de şimdiye kadar HDP vs.
aracılığıyla başardığı gibi, gerek Dünya Kobane Günü’ne dünyadaki farklı
gerekçeye dayanan iki farklı programı aynı yürüyüşte buluşturmayı başardı.
Ancak bunların arasında derin bir çelişki bulunmaya devam ediyor.
Şimdi eğer fiili güçlerin baskısı altında Barzani’nin sembolize
ettiği eğilim üstün gelirse, PKK da biter. Aslı varken sonra öyle olmuş
kopyasına kimse itibar etmez.
Ama Kürt hareketinin diğer eğilimi, büyük ölçüde Öcalan ve PKK’nın
temsil ettiği eğilim üstün gelirse, sadece Kürdistan ve Türkiye’de değil, bütün
dünyada Demokratik hareket, belki bu sefer sosyalizm boyasına da bulanmadan;
kendi öz biçimleri içinde tekrar bir Rönesans yaşayabilir ve yeryüzü
ölçüsündeki karşı devrimci dalganın geriletilmesi başlayabilir.
Böylece Sosyalist Hareket de ilk kez kendi gerçek renkleri
ve programıyla ortaya çıkma olanağı bulabilir.
Ciguli hangi kaderi yaşayacak? Roman bir müzisyen olarak mı
kalacak yoksa TKP’nin Roman Tütün İşçileri’nin bir kere tadıp bir daha
yaşayamasalar bile tadını unutamayıp ömürleri boyunca hatırladıkları, eşit bir
yurttaş olarak bir işçi mi olacak, kendi zevki için çalacak?
Kobani’de ve önümüzdeki mücadelelerde bu sorunun cevabı
verilecektir.
02 Kasım 2014 Pazar
Demir Küçükaydın
“Ciguli’nin Kardeşi” Altonalı Hemşerim Marin Vasilev’in Anısına
“Ciguli’nin
Kardeşi”nin öldüğünü evvelki gün bir toplantıda öğrendim. Adının Marin Vasilev
olduğunu da. O bizler için hep “Ciguli’nin Kardeşi” idi. Almanlar için adı
Marin Vasilev’miş. Muhtemelen gerçek adı ise, bir Müslüman adıydı ve herkes
için bilinmez kalacak.
“Ciguli’nin Kardeşi”, Ciguli’nin kardeşi değildi ama çok
yakın bir akrabasıydı. Bir keresinde söylemişti ama unuttum. Zaten fiziği bu
yakınlığın en büyük kanıtıydı.
Adı da muhtemelen Marin Vasilev değildi. Marin Vasilev,
muhtemelen Bulgar hükümetinin Bulgar isimleri verme ve zorla Bulgarlaştırma
döneminde verdiği isimdi. Çünkü Ciguli, yıllar önce kendisiyle yapılmış bir
söyleşide şöyle diyor:
“Yok hocam, Roman ne
demek? Ben burada duydum bu sözleri. Gerçekleri konuşalım, ben Roman değilim.
Romanca iki laf bilmiyorum. Annem babam Müslüman Türk. Adları, yerleri belli
Haskova'da. Biz beş kardeşiz, ağabeyim İbrahim kalpten rahmetli oldu. Babam Hüseyin
rahmetli Haskova'da hamaldı. Annem de fabrikalarda süpürgecilik yapardı, ağır
işlerde çalışırdı. Ben küçükten beri düğünlerde kazandığım paralarla
kardeşlerimi okuttum, çok yardım ettim onlara. Bulgarlar zorla adımızı
değiştirdiklerinde bana Ahmet yerine Angel
Yordanov Popov adını verdiler. Ama artık yok böyle şey,
herkes istediği adı alır. Haskova'da beni Ahmet diye kimse bilmez, Ciguli
dersen bebek bile benim eve getirir seni.”
Marin Vasilev adı da “Ciguli’nin Kardeşi”ne böyle sonradan,
devlet zoruyla verilmiş bir ad olabilir. O da Almanlar için daha kabul
edilebilir ve bildik olduğundan onlar için bu adı kullanmış da olabilir. Çünkü
Marin Vasilev Türkçe konuşurdu.
Bütün balkan ülkelerinde Çingeneler Türkçe bilir ve
aralarında genellikle Türkçe konuşurlar. Sorulduğunda da Türk (veya Müslüman)
olduklarını söylerler. Bu onlara belli bir korunma da sağlar. Zaten bu nedenle
öyle derler. Ne de olsa Türkiye bir devlettir. Eskiden oralara egemen olmuş bir
devletin devamcısı olduğu iddiasındaki bir devlet. İsimsiz ve kimliksiz bir
“Roman” veya “Çingene” olmaktan daha iyidir. Ya da en azından böyle olması
umulur. Ezilen “azınlık”ların, binlerce savunma mekanizmasından biridir bu.
Ciguli’nin Angel Yordanov Popov mu, Ahmet mi olduğunu nasıl
kimse bilmiyorduysa ve bu bu kimseyi nasıl ilgilendirmediyse, “Ciguli’nin
Kardeşi”nin bilmediğimiz Müslüman ismini veya Marin Vasilev olduğunu neredeyse
kimse bilmiyordu ve bu kimseyi
ilgilendirmiyordu. O Altona’nın Türkiyelileri için “Ciguli’nin Kardeşi”; Almanlar için o Altona’nın adeta maskotu ve
akordeonunun sesiyle Altona resminin ayrılmaz bir parçası olmuş “Akordeon Çalan Adam”ıydı.
O resim artık sesini kaybetti.
Resimlerin sesi olur mu? Olur.
Bir yerden geçerken hep aynı sesi duyarsanız, artık o ses
ile o yerin görüntüsü arasında kopmaz bir bağ oluşur.
Hatta koku ile de böyledir bu. Resimlerin sesi gibi kokusu
da olur eğer orada hep o koku varsa.
O Altonalıların tanışmak isteyip de bir türlü
tanışamadıkları, her sabah gün doğmadan süt şişelerini kapıya bırakan sütçüydü.
Bir Altonalı anne, Paula C yazmış “Spritzen Meydanı’nın Akordeoncusu” adlı içten ve güzel yazısında:
“Akordeoncu yıllarca günlük hayatıma eşlik etti. O her geçip giden
günde ve soğuk veya sıcak her havada Spritzen Meydanı’nda ya da Mercado’nun
önünde çalıyordu. Dikkati çekecek kadar küçük bir adamdı, takriben 1,55
boyundaydı. Bu küçük adam, her zaman siyahlar giyinmiş ve kafasında bir şapka ve
büyük bir vakarla dururdu. Güldüğünde eksik dişlerinin boşlukları görülürdü.
Birisi bana onan Bulgaristanlı bir Roman olduğunu, akordeon çalarak tamamı
Bulgaristan’da yaşayan ailesini geçindirdiğini anlatmıştı. Benim gibi müzikten
anlamayan bir insan bile onun akordeonunu ustaca çaldığını anlayabiliyordu.
Günlük hayatın koşuşturmacası ve stresi içinde o benim için sakinleştirici bir
değişmezdi ve müziğiyle her zaman benim hüzünlü yanlarıma dostça dokunuyordu.
Yaz akşamlarında oturma odamın penceresini açtığımda uzaklardan sesi gelirdi.
Bazen yanında başka müzisyenler de olurdu, bir klarnet, bir gitar veya ikinci
bir akordeonla ona eşlik eden. Bu bileşimler de onun yalnız çalışı kadar harika
çalarlardı.
Başlangıçta küçük
kızımı onun kutusuna para koyması için yollardım. Zamanla uzaktan selamlaşmaya
başladık. Burada olmadığı ve çalmadığı zamanlarda nerede yaşıyor acaba diye
sorardım kendi kendine. Ama tanımadığım insanlarla konuşmaktan çekindiğim için
soramazdım. Hergün yolumuz kesişirdi ama hiçbir zaman birbirimizle konuşmadık.
Kendimi Peter Bichsels’in, her gün sabah karanlığında sütü kapının önüne bırakan
sütçüye tanışmayı çok isteyen ama buna cesaret edemeyen ve beni çocukluğunda epey düşündüren bayan
Blum’u gibi hissediyordum.
Sonra birgün
akordeoncu yok oldu. Diğer Romalar gibi sürülmüş olabileceğini düşünüp
dertleniyordum. O zamanlar Hamburg Senatosunun Doğu Avrupalı Romanların
sürülmesine katılmak gerektiğini söylediği zamanlardı. Birkaç hafta geçti.
Sonra tekrar gördüm. Bu sefer tüm cesaretimi toplayarak onunla konuştum. Ne de
olsa akibetimin Bayan Blum gibi olmasını istemiyordum. Ama şunu anladım ki
birkaç kelime dışında Almanca bilmiyordu bu konuşmadan görülmediği dönem
boyunca nerede olduğunu bile çıkaramamıştım. (…)
Bu yaz tatilden
geldiğimizde yine ortalıkta görünmüyordu. Onun bu sefer de birgün yine ortaya
çıkacağını düşünüyordum. Sonra mahalleden bir tanıdığım Kalp krizinden öldüğünü
söyledi. Sonra Hinz und Kuntz’da hikayesini ve adının Marin Vasilev olduğunu
öğrendim. (…)
Gelecek hafta 17.00-19.00 arasında her zaman çaldığı yerde, Spritzen
alanında açık ve müzikli bir anma toplantısı yapılacak Marin Vasilev için.
Dostları, arkadaşları ve komşuları ona veda edecekler diye yazıyor davet
metninde. Çok güzel bir fikir. Hergün Spritzen Alanı’nından geçerken Akordeonun
sesinin yokluğunu hissediyor ve sesini özlüyorum.” (Paula C, “Spritzen Alanı’nın Akordeoncusu”)
Benim de “Ciguli’nin Kardeşi”yle ilişkim ve duygularım aşağı
yukarı aynıydı.
Ama farklı olarak aynı dili oknuştuğumuzdan anlaşır ve sık
sık hal hatır sorardık. Bir kere bir arkadaşım hem onlara destek olmak hem de
onların harika müziğini dinleyip dinletmek için bir doğum gününe çağırmıştı ama
gelen Türkiyeli misafirlerin çoğu, Marin ve arkadaşının da değerini bilip
anlamamışlar, birkaç şarkı çaldıktan sonra susturmuşlar ve bizi nefis bir müzik
ziyafetinden mahrum bırakmışlardı. Onların gözünde o bir sokak çalgıcısı, belki
dilenciden biraz daha üstte bir yerlerde alt tabakadan bir insandı.
Marin harika bir akordeon virtüözüydü. Her türlü müziği
çalardı. Caz, Bles, Tango, Doğu Avrupa, Yunan, Türk. Bilmediğini de çalması
için iki kez dinlemesi yeterdi.
Çok güzel ve yanık, çok geniş bir aralığı olan çok güzel bir
sesi de vardı. Çok söylemezdi ama bazan, kimbilir belki de memleketini özler,
efkarlanır, Balkan havaları söylerdi. Gizlice böyle söylediği anlara denk
gelmeyi beklerdim. Rastladım mı da hiç belli etmeden, ne kadar acele işim
olursa olsun durur dinlerdim. Kimbilir belki köklerim Balkanlarda olduğundan,
küçücük bir çocukken babaannemden duyduğum seslerin tınısını hatırlattığınıdan,
çok etkilenirdim.
Çok isterdim onu çalarken kaydetmeyi. Bir keresinde uzaktan
bir grupla çalarken utanarak gizlice kaydetmiştim. Ama bunu yapmak için izin
istemeye bile cesaret edememiştim. Acaba kırılır mı diyerek? Bu seslerin, bu
tınıların uzayın sağır boşluklarında bir daha hiç duyulmadan kaybolmasına gönlüm
razı olmazdı. Keşke bu işlerden anlayan birileri bunu yapsa diye düşünürdüm.
(Maalesef o gizli yaptığım kayıtlar artık yok. Silinmiş)
Ölmeden önce en son bir kalp krizi geçirmiş. Hastahaneye
kaldırılmış. Doktor hastahanede kalmasını söylemiş. Sigortasız olduğu için
masraf çıkar ödeyemem diye hastahanede kalmamış. Bir süre sonra da yolda
giderken yeni bir kriz geçirince bu sefer hasahaneye bile yetiştirilemeden,
düştüğü yerde bütün müdahalelere rağmen kurtarılamamış.
Altonalılar müzikten anlarlar. İyi bir müzik grubu gelip de
çarşıda çalmaya başlayınca, hemen etrafı dolar, küçük bir konser salonuna
dönüşür sokak. Genç anneler veya babalar, çocuklarının eline para verip,
müzisyenin kutusuna atmaya yollarlar. Böylece küçücük tay tay yürüyen
çocuklarını bile müzik ve ona değer verme konusunda eğitirler. O küçük çocuklar
bazan hiç kimseye aldırmadan, orta boşlukta müziğin ritmine uyup oynamaya
çalışırlar. Çok güzel, sıcak, sevgi ve müzik dolu bir ortam oluşur.
Altona büyük bir şehrin ortasında bir köy gibidir. Herşey
tanıdıktır, herkesin bir şekilde birbirine göz aşinalığı vardır. bilinmez,
yabancı, anomim bir ortamda değil; bildik bir ortamda, mahallesinde, köyünde
hisseder insan kendini. Ama insanlar, eğer başka vesilelerle tanışmamışlarsa,
birbirlerine bir yabancıya gösterilen mesafe ve saygıyla davranmaya, rahatsız
etmemeye özen gösterirler.
Geçenlerde bir yazar, uygarlık (ya da buna şehirlilik de
diyebiliriz) üçüncü şahsın ya da tanımadığının tanımadığının hakkına saygıdır
diye yazmıştı. Altona’da birbirine aşina olanların birbirine yabancı gibi
davrandığı, bir köydeki sehir havası vardır, ilginç bir alaşımdır;
İstanbul’daki gibi şehirdeki bir köy değildir. Bu alaşımın benzeri eski
İstanbul’un Hıristiyan ve Müslüman karışık mahallelerinde olurdu.
Sanırım Marin’i Altona’ya bağlayan buydu.
Marin çalarken bir konser salonuna dönüşmüyordu etrafı. Bu
onun müziğine değer verilmediğinden değil. Aksine herkez gizlice onun müziğinin
bildik sesleriniyle karşılacağından emin olduğu için, artık Altona’nın bir
parçası, “bizden biri” olduğu için, aşina olunduğu için, özel alkışların
muhatabı değildi. Ama Altonalıların sesiz ve görünmez koruyuculuğunu hissediyor
olmalıydı. Çünkü bunca yıl içinde Altona’dan birçok müzisyen geldi geçti ama o
hep kaldı. Marin biraz da sağlık gibi değeri yokluğunda anlaşılanlardandı.
İstanbul ve Kadıköy; İzmir ve Karşıyaka ne ise biraz da
Hamburg ve Altona da öyledir. Artık Hamburg’un bir parçasıdır. Ama hala kendi
kişiliğini ve kimliğini koruyan, başka bir ruhu olan bir parçası.
Hamburg su seviyesinde suyun yanındadır. Altona yüksektedir.
Hamburg daha kapitalizm öncesi çağlarda Yahudileri koğuşturup ve sürerken, o
sürülen Yahudiler Altona’ya yerleşmişlerdir. Hamburg’tan Altona’ya geçiş olan
yolun adı Büyük Özgürlük’tür. Altona’ya geçiş bir özgürlüğe geçiş sayılmıştır.
Sanayi Devrimi ile birlikte Altona bir işçi ve fabrika semtine dönüşür. Sosyal
Demokrat ve Komünist partilerin geleneği yerleşir. Sigara fabrikalarında, işin
yeknesaklığı nedeniyle işçiler aralarından birinin işini yaparlar ve onu kitap
ve gazete okumakla görevlendirirler. Bir zamanların bu sigara fabrikalarının
entelektüel işçilerinin bile bir geleneği hissedilir sanki havada. Faşizm
hiçbir zaman tam ele geçirememiştir Altona’yı, en geç ve güç düşen yerlerden
biridir. Savaş sonrasında yabancı işçiler doldurur Altona’nın fabrikalarını ve
evlerini. 68’le birlikte öğrenciler, aydınlar da. Böylece eski özgürlükçü ve
kozmopolit gelenek sürer. Son yıllarda geliri iyi medya çalışanları akın
ettilerse de bütün dünyada olduğu gibi, Altona onların saldırısına karşı
kendini savundu ve onları da yavaş yavaş özümsedi ve özümsüyor.
Fatih Akın, Altonalıdır. Onun filimlerine yansır Altona’nın
bütün bu ruhu. Altona üzerine bir film yapmaktan Altona’nın atmosferini bozar,
birden onu ilgi merkezi haline getirip ticarileşmesine yol açar diye korktuğunu
duymuştum. Ne derece doğrudur bilmiyorum ama gerçek olabilir; Altona’nın sessiz
ve koruyucu dayanışmasıdır bu.
İşte Altonalılar için Marin de bir parça Altona’ydı.
Sessizce benimsenmişti. Bu küçük adam da orada belli ki kendini daha korunmuş
ve rahat hissediyordu.
Ve Altonalılar, öldüğünde, onu yine bir sokak konseriyle,
Evsiz Barksızların gazetesindeki yazı ve denemeleriyle andılar.
(Konser şurada izlenebilir: http://videostaringa.com/gedenkfeier-fur-marin-vasilev-vid-_K8YZG3Y8rs.html
ve http://videostaringa.com/gedenkfeier-fur-marin-vasilev-vid-AxuLglMebSE.html
)
*
“Ciguli’nin Kardeşi”ni ilk nasıl tanıdım?
Avrupa’ya sürgüne geldiğim yıllarda sokaklarda genellikle
Latin Amerikalılar çalardı. İnti İllimani’nin veya benzerlerinin parçaları.
Tabii genellikle de El condor pasa.
Sanırım Şili’deki darbeden kaçıp burada ekmek parası peşine düşenlerdi çoğu.
Tabii Alman Sokak müzisyenleri veya bazan geçici olarak bir araya gelen
gruplar. O zamanlar yabancı gençler arasında robot dansı yaygındı. Bir de sık
sık bu görülürdü.
Sonra Sovyetler ve Doğu Avrupa’nın çöküşü geldi. Senfoni
orkestralarının veya operaların birinci sınıf sanatçıları batı Avrupa’nın
sehirlerinin sokaklarını doldurmaya başladılar üç kuruş kazanıp ekmek paralaını
çıkarabilmek ve ailelerine üç beş kuruş götürebilmek için. Kimi akıllı
girişimciler bu “sokağa düşmüş” çok değerli sanatçıları alıp ucuza çalıştırıp,
birinci sınıf programlar yaparak epey karlar ettiler.
Ama yavaş yavaş o “sokağa düşmüş” sanatçılar da ilişkileri
ve insanları tanıyıp biraz toparlanarak sokaklardan kurtuldular. Daha sonra
daha kenar bölgelerin sanatçıları onların boşalttığı yerleri oldurmaya başladı.
Balkanların çingeleri gelmeye başladı. Bunlardan Koçani gibi gruplar oluşturanlar da sık sık konserler vermeye
geliyorlardı. Onları Moğollar izledi.
En son, Moğolistan’dan gelen, aynı anda birkaç sesin
gırtlaktan çıkarıldığı, Tibet’teki budist rahiplerin de kullandığı bambaşka bir
müzik türünü yapanlar görülüyordu. Bu müzik türüyle ilk kez Cengiz Blues diye bir filmde
karşılaşmıştım. “Allah Allah, Cengiz ile Bules’un ne ilişkisi olabilir” diye
meraktan gitmişim. Nefis bir yarı belgesel film görmüştüm. Sovyetlerdeki Tuva
bölgesinde yaygın bir müzik türü ve bu alandaki bir büyük sanatçı ile New
York’lu siyah bir Blues şarkıcısını anlatıyordu. Çok sonra Moğolistan ya da
yakın bölgelerden benzer müzikleri yapan gruplar Avrupa sokaklarına gelmeye
başlamıştı.
O aralar CD’de kapladığı yerden on misli küçük bir alana
sıkıştırılabilen ve insan kulağı hissetmediği için işitilen müzikte bir kalite
kaybı da olmayan mp3 denen yöntemle müziği sıkıştırma yöntemleri geliştirildi.
Yine aynı sıralar internet ve kitlesel kullanımı yaygınlaşmaya başlamıştı. Ve
bu arada Napster diye bir program
yayılmış, eldeki müzikleri dijitalize edip sıkıştırıp mp3 yaparak başkalarıyla
paylaşma ve başkalarının müziklerini indirme olanağı ortaya çıkmıştı.
O açlıkla yirmidört saat müzik indiriyor, çoğaltıp
arkadaşlara veriyor, indirdiklerimi de geceleri takside çalışırken sürekli
dinliyordum. Önümde yapyani ufuklar açıldığı için de sürekli müzik indiriyor,
indirdiğim herşeyi dinlemek hiç bilmediğim lezzetleri tatmak istiyordum.
Dünyanın dört bir yanından hiç bilmediğimiz, duymadığımız müzikleri istediğimiz
zamanda ve yerde istediğimiz kadar dinleme olanağı ortaya çıkmıştı.
İşte internetin, mp3’lerin yaygınlaştığı; birinci kuşak Rus
veya Doğu Avrupalı sanatçıların yavaş yavaş sokaklardan çekilip, yerlerini yeni
gelenlere bırakmaya başladığı zamanlarda, sanırım doksanların sonu ve iki
binlerin başı olmalı, “Ciguli’nin Kardeşi” (ki o zamanlar bu adı da yoktu ve
kimse onun varlığına dikkat etmiyordu muhtemelen) önce bir kemancı ile birlikte
ara sıra Altona’da çalmaya başladı.
Tabii hasta bir dinleyici olarak müzik, hele balkanların
müziği olunca hemen dikkatimi çekti. O dönemde bir de bir başka kemancı daha
vardı daha sık Altona’da gördüğüm. Chagall’ın resimlerinden çıkmış gibiydi: O
kadar benziyordu. Bir parmağı eksik bir kemancıydı.
Bir süre sonra küçük akordeoncu adam ve birlikte çaldığı
kemancı partneri daha sık görülmeye başlandı. Sonra sanırım ayrıldılar ve ayrı
ayrı çalmaya başladılar. Arada zaman zaman birlikte çaldıkları da oluyordu.
Sonra kemancı olan hiç görülmez oldu. Belki vefat etti, belki memleketine gitti,
belki başka yerlerde çalmaya.
Bizim küçü akordeoncu giderek daha fazla Altona’da görülmeye
başlandı. Bir süre sonra Altona’dan başka yerde çalmıyordu artık.
Bir yerde yarım saatten fazla çalmak yasak olduğundan, yarım
saat çalar, sonra ara verir bir sigara yakar başka bir yere geçer, sigarasını
içtikten sonra yeni yerinde çalmaya başlardı. Ama bütün bunlar hepsi Altona’nın
küçük alışveriş alanında olurdu.
Yıllar böyle geçti ve bir süre sonra dükkanlar da, yoldan
gelip geçen altonalılar da bu kendi küçük ama müziği büyük sanatçıyı
benimsediler.
O sıralar yavaş yavaş aramızda onun “Ciguli’nin Kardeşi”
olduğuna dair sözler duyulmaya başlandı. O zamanlar Türkiye’ye gidemediğimden
Ciguli’yi bilmiyordum. Adını duymuştum ama o piyasayı doldurmuş, pespaye beşpara etmez sözde müzisyenlerden;
özel savaş döneminin o korkunç çürüyüşünün bir ifadesi müzisyenlerden biri
olmalı diye düşünüyordum.
Ciguli’nin kardeşi olduğunu duyunca, içimden, “eğer kardeş
iseler herhaldei Ciguli de bizim küçük ve şapkalı Altonalı akordeoncumuz gibi
harika bir müzisyendir, Adam ne yapsın?
Ekmek parası için oralarda şaklabanlık yapıyordur, milletin istediği şarkıları
bu arsız ve görgüsüzlere söylüyordur” diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Pek de yanılmamışım. Şimdi Marin için İnternet’te araştırma
yaptığımda, Ciguli’nin müziğini keşfettim, mithiş bir müzisyen ve hele sesi.
Bazı söyleşilerini okudum. Çürümenin bir kurbanı olmuş belli ki. Ciguli’nin
değerini zerrece anlamamışlar.
Marin, “Ciguli’nin Kardeşi” Altona’da çalarken belki dil
bilmediği için Almanlarla konuşup onlara derdini anlatamıyordu ama Altonalılar
onun müziğinin dilini anlıyorlardı.
Türkiyedekiler ise belki Ciguli’nin dilini anlıyorlardı ama
onun müziğinin ve kalbinin dilini anlamaktan uzak kendilerine hayran
budalalardı.
Güle güle Marin, güle güle “Ciguli’nin Kardeşi”, isimsiz
Çingene. Altona’nın fötr şapkalı küçük akordeoncusu, hemşehrim. Küçük Dev
Müzisyen.
Selamını, akordeonun sesini özlüyorum.
Sanki hep çıkıp gelecek ve tekrar çalmaya başlayacakmışsın
gibi bir duyguyla geçiyorum her gün çaldığın yerlerden.
Demir Küçükaydın
20 Ekim 2013 Pazar
Ek not: Ayrıca
Bir ara Balkan Karavan diye bir grup
kurmuşlar kendi aralarında. Ama sürdürememişler. Çünkü provaya zaman
ayıramıyormuş çalmaktan. Bu grubun birkaç parçası şurada dinlenebilir:
Marin Vasilev’in ölümü Üzerine Altonlıların düzenlediği anma
Konserinde hakiki kardeşinin söylediği Celem Celem şuradan izlenebilir:
Şurada da Marin Vasilev’in kendisi yine Celem Celem’i
çalıyor uzurn uzun:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder