“Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha,
Güzelim dünya elveda
Ve merhaba
Kainat”
Nazım Hikmet
(Dördüncü
Enternasyonal’den Münihli Alman yoldaşlarının Selim için yazdıkları “Nachruf”un
(Anma yazısı veya konuşması) başına koydukları şiir)
Münih merkez istasyonu (Hauptbahnhof) yakınında, adı Vietnamca
“Su” anlamına gelen küçük çocuğu ile beni uğurlamaya gelen, artık kocaman olgun
bir adam olan Selim’in oğlu Adem’e yarım buçuk Almancamla, “babanı nasıl algılıyordun bir çocuk olarak?” diye sordum.
Sordum, çünkü kanımca bizim gibi hayatını sosyalizm için devrimci
mücadeleye veren insanların çocuklarının bizler hakkındaki izlenimleri,
algıları bizlerin onlar hakkındaki düşünce, izlenim ve algılarından çok daha
önemlidir. Tıpkı büyüklerin çocuklardan öğrendiğinin çocukların büyüklerden
öğrendiğinden daha fazlası olması gibi.
Eğer tam doğru anladıysam, Adem, mealen “Babam yaptıklarıyla
gurur (“Stoltz”) duyuyordu, ama aynı zamanda bulunduğu durumdan mutlu değildi.
Ama biz çocukları ve ailesi için elinden gelen her şeyi yapıyordu” dedi.
Selim’in oğlunun bu birkaç cümlelik sade değerlendirmesi
sadece Selim’in değil, 60’ların ve 70’lerin yükselişinde, politikleşme
radikalleşme dalgalarında, bu yıllara denk gelmiş gençliklerinde sosyalist ve devrimci
olmuş, sonra hep o günlerin hayali ve özlemiyle yaşamış, “hayat gailesi”ne
düşmüş bir kuşağın ruh halinin bir çocuğun gözlerindeki yansısıdır.
Selim günde iki üç paket sigara içiyordu. O gurur duyduğu gençliğinde
yaşadıkları ve idealleri ile yaşadığı ve hayal ettiği arasındaki uçurumu uç uca
eklediği sigaralarla kapatmaya çalışıyordu. Kanımca içtiği sigaralar onun bu
erken ölümünün başlıca nedeniydi.
Emekli olduktan sonra yabancılaşmış emeğe verilecek güç ve
zamanı tümüyle tekrar gençliğin ideallerine adama olanağı elde etmişti. Politik
olarak daha aktif olma yazma ve okuma olanağı ortaya çıkmıştı ve giderek daha
yoğun olarak çalışabiliyordu. Kafasında yeni projeler vardı.
Daha bir yıl önce sapasağlamdı. Bir süre sonra, önce akciğer
kanseri teşhisi koyuldu. Rastlantısal olarak kansere karşı en yeni tedavi
yöntemlerinin uygulanacağı bir grup içine de seçilmişti ve iyileşmesi için epey
umut var görünüyordu. Seneye tatilde Türkiye’ye gitmeyi planlıyordu. Ne var ki sonra
kanser metastaz yaptı ve beyne sıçradı.
Ama yine de, birkaç ay önce ziyaretine gittiğimizde, tedavi
süreci bitince Berlin’e gelme planları yapıyor ve bizimle Münih’in merkezine
kadar yürüyebiliyordu.
Sonra hastalık artan bir hızla ağırlaşmaya başladı. Onun
bizleri ziyaret etmesi bir yana, ağır ışın tedavileri ve kemoterapiler nedeniyle
bizim bile onu ziyaretimiz mümkün olmadı. Telefonda bile konuşamıyorduk artık.
Eşi Erika, durumun giderek ağırlaştığını görünce, en azında yetmişinci
doğum gününde eski arkadaşları ve ailesinin yanında olmasının onu
sevindireceğini düşünmüş ve biz yakın arkadaşlarını doğum gününe davet etmişti.
Ancak Selim’in durumu giderek hızla ağırlaştı ve öyle küçük
bir topluluğa bile dayanamayacak hale geldi, bunun üzerine bizler, aslında bir
vedalaşma olacak doğum gününe gidişi iptal ettik. Artık gidersek cenazesine gideceğimizi
tahmin ediyorduk. Ama bunu kendimize bile itiraf etmekten çekiniyorduk.
Tam o gidemediğimiz son doğum gününden birkaç gün önce
Doktor, artık tedavi uygulayıp ona yeni işkenceler çektirmeyelim, kalan
zamanını evinde ailesiyle geçirsin demiş.
Selim de tedavinin kesildiğini bildiğine göre yakında
öleceğini de biliyordu.
Ailesinin anlattıklarından anladığım kadarıyla yetmiş yaşını
doldurabilmek için son bir gayretle yaşamaya devam etmiş. Doğum gününde eşi
çocukları ve torunuyla sakin bir ortamda beraber olmuş. Sonra kendisi ilaç ve
gıda almayı kesmiş. Öyle anlaşılıyor ki, yetmişini gördükten sonra ölmeye karar
vermiş, direnmeyi bırakmış. Doğum gününün ertesinde sabaha karşı uykusunda
vefat etmiş.
Alman yoldaşlarının ardından yazdıkları anma yazısının (“Nachruf”)
başına koydukları Nazım Hikmet’in satırlarıyla “Merhaba Kâinat” demiş.
Hayat nasıl sönmüş yıldızların küllerinden doğduysa, bizlerin
toprağa karışmamızla kendini yeniden üretiyor.
*
Eşi, Selim’in durumunun hızla ağırlaştığını, ilaç ve gıda
almayı bıraktığını ve muhtemelen ölmeye karar verdiğini görünce aceleyle bizleri
onun son gün veya saatlerinde yanında olmaya çağırdı tekrar.
Haberi alınca sabah için ilk uygun trene bilet aldım.
Ancak sabaha karşı Selim’i kaybettiğimizin mesajı geldi.
Gidemediğimiz doğum gününde ölmüştü, yaşarken son bir kez görememiştim, şimdi
en azından cenazesine olsun yetişmeliydim.
Berlin merkez istasyonundan (Hauptbahnhof) binecektim trene,
oraya da banliyö treni ile (S Bahn) gidecektim. Ne var ki, tren, eskiden Doğu
Almanya varken, oraya geçişlerin yapıldığı meşhur Friedrichstraße durağında
durdu ve bir sonraki durak olan merkez istasyonuna devam etmedi.
En küçük bir açıklama, nasıl gidileceğine dair en küçük bir
bilgilendirme bile yoktu. Trenin yola devam edip etmeyeceği bile
bildirilmiyordu.
Almanya’da böyle şeyler olmazdı, dillere destan Alman
organizasyon yeteneği bu gibi durumlarda özellikle görülürdü. Normal olarak bir
sorun olduğunda bir açıklama yapılır, bir mağduriyet oluşmaması için tedbirler
alınırdı.
Bu çok grip, alışılmamış bir durumdu. Ne olabilirdi ki?
Birdenbire tam da o gün Erdoğan’ın Berlin’e geleceğini
hatırladım. Anlaşılan Türk devleti ve Erdoğan kendi keyfiliğini ve zehrini
buralara bile akıtmış, muhtemelen Alman demiryollarını ve devlet cihazını bile
ne yapacağını bilemez duruma düşürmüştü. Erdoğan’ın ziyareti nedeniyle Trenler
bile ansızın durduruluyor, merkez İstasyona yakın olan Parlamento, başbakanlık
vs. gibi yönetim organlarının bulunduğu bölgeden geçmesi engelleniyordu.
Banliyö treninin tekrar hareket etmesini veya bir açıklama beklemek
anlamsızdı. Böyle beklersem Münih’e gideceğim Treni kaçıracaktım. Bir açıklama
bile olmadığına göre belli ki karışık bir durum vardı. Biraz hızlı gidersem
yayan olarak beni Münih’e götürecek trene yetişebilirdim.
Koşar adım çıktım ve hızla yürümeye başladım. Ancak nereye
gitsem polisin engellemesiyle karşılaşıyordum. Alman devletinin yönetim
organlarının bulunduğu aynı zamanda merkez istasyonuna da gidiş yolu olan bölge
tamamen kuşatılmıştı. Hiçbir zaman olmamış ve muhtemelen olmayacak bir durum
vardı. Bir yol bulup merkez istasyonuna gitmek mümkün olmuyordu. Google Map’a
baktım. Onun önerdiği bütün kısa yollar hep Erdoğan’ın gelişiyle ilgili olduğunu
tahmin ettiğim kuşatılmış bölgeden geçiyordu. Oradan oraya koşuşturarak, sonunda
benim gibi ne yapacağını bilmeden ellerinde bavulları ile trenlerini kaçırma
kaygısıyla panik içinde koşan insanlarla birlikte ara sokaklardan bir yol bulup
ucu ucuna Trene yetişebildim.
Bu binlerce yıllık, Firavunlar, Nemrutlar çağından kalma
Şark despotluğu, bu Türk devleti ve onun şu ara kullandığı ve sayesinde kitle
desteği sağladığı Erdoğan, zehrini, keyfiliğini buralara bile akıtmış, Selim’i
ölümünde bile rahat bırakmamıştı. Keyfiliğin, merkeziliğin ve bunların kendi
başına bir amaç haline gelmesinin ifadesi bu Şark despotluğu, Berlin’e kadar
uzayan kapkara gölgesiyle buradaki insanların bile hayatını karartmaya devam
ediyordu.
Ortada bir gösteri ya da protesto bile yoktu. Zaten sabahın
bu saatinde olmazdı da. Sadece istasyonun önünde, belli ki bir şirketten
kiralanmış bir arabaya koyulmuş, Amnesty International’in “Niçin Türkiye’de insan hakları savunucuları
nedensiz tutuklanıyor” diye Erdoğan’a soru soran bir plakatı vardı.
Daha sonra tahminimde yanılmadığımı görecektim. Erdoğan
Almanya’ya 136 kişilik bir terör listesi verdiğin söyleyince, Almanya
kendilerine böyle bir liste verilmediğini açıklarken, Türk makamlarıyla “iletişimsizlikten” de yakınacaktı. Bu
diplomatik “iletişimsizlik” ifadesi,
o sabah yaşadıklarımızın nedenini de açıklamış oluyordu.
Anlaşılan Türk devletinin keyfiliğine ayak uydurmak ve bu
nedenle en küçük bir açıklama bile yapmadan şehrin trafiğini alt üst etmek
zorunda kalmışlardı.
Türkiye’de “devlet büyükleri” denen küçük adamların, onlarca
siyah zırhlı otomobil ve polis konvoylarıyla bir yerden diğer yere giderken
trafiği kesmeleri, insanları saatlerce yolda bırakmaları, milleti “devletin bir
unsuru” olarak gören Türk devletinin olağan uygulamalarındandı.
Anlaşılan Almanya da bu uygulamalara ayak uydurmak zorunda
kalmıştı.
Eh Alman devletinin de bunu hak etmediği söylenemez.
Türkiye’nin 30 milyarlık demiryolu yenileme projesini almaya
olsun değmez mi?
Gülü seven dikenine katlanır. Körle yatan şaşı kalkar.
*
Münih’te Selimlerin evine vardığımda Selim hala ölüm
döşeğinde uyur gibi, az sonra kalkacak ve konuşmaya başlayacakmış gibi
yatıyordu.
Eşi ve çocukları bir süre beni Selim’e yalnız bıraktılar ve
odanın kapısını kapayıp çıktılar.
Huzur içinde uyur gibi yatan yoldaşım ve arkadaşımla
geçmişimizi hatırlamaya çalıştım.
Kaç senedir tanışıyorduk?
1971 veya 72’de, 12 Mart döneminde, İstanbul Dev-Genç davası
tutukluluğu sırasında Davutpaşa kışlasının cezaevinde tanışmıştık. 46 yıl
olmuş. Yuvarlak hesap yarım yüzyıl. Koca bir hayat.
Bizim kuşakta çoğu arkadaş küçük burjuva, köylü, esnaf veya
memur ailelerden gelir. Cihan ve benim gibi işçi çocuğu olan da çok azdır.
Selim bizim kuşağın içinde gerçekten burjuva bir aileden
gelen istisna tiplerden biriydi. Yanlış hatırlamıyorsam Celal Bayar’ın yeğeni veya
oldukça yakın bir akrabasıydı.
Burjuva ailelerden gelip gençliklerinde devrimci veya
sosyalist harekete bir şekilde katılanların çoğu sonradan bu “gençlik aşklarını”
terk ederler ve var olan sistemle bir “mantık izdivacı” yaparlar. Gazetelerin
veya şirketlerin yukarıdaki dünyasında yaşamaya devam ederler.
Selim bunlardan değildi, o tüm hayatını ezilenlerin davasına
adamış olarak yaşadı. İkbali bir yana bıraktı. Gençlik aşkına sadık kaldı.
Bu nedenle annesi ve babası uzun yıllar onu adeta ailenin
bir yüz karası olarak gördüler. İstanbul Toptaşı’nda hapis yattığımız yıllarda
ziyaretine bile gelmediler.
Toptaşı’nda yatarken, maddi durumumuz kötü olduğunda, güzel
yemeklere hasret kaldığımız bir gün Selim, “annemin sadece bir “köfte” demesi
yeter, aşçı hemen köfteleri hazırlar, şoför de bize getirir. Afiyetle yeriz
midemiz bayram eder. Kendisi gelmiyor bari “köfte” dese, “köfte” bile demiyor”
demişti şaka yollu.
Çok sonra, bizler hüküm yiyip Niğde’ye naklolduktan ve 70’li
yılların o yükselişi başladıktan sonra bir kez ziyaretine gelmişlerdi sanırsam.
Selim’in annesinin ziyareti de Selim’in içinden geldiği üst
sınıfların gerçek yaşamla kopukluğunun trajikomik bir öyküsüne dönüşmüştü.
Selim’in annesi, kolonyalar, alkollü içecekler, güzel metal
kaşıklar, çatallar, bıçaklar getirmiş. Tabii bunların hepsi yasak diye hapishane
idaresi tarafından geri yollanınca şaşırmış. Hapishaneye metal nesnelerin,
alkolün, kolonyanın alınmayacağını tasavvur etmekten bile uzak bir dünyadandı.
Bu ziyaretten yine de bize bir şeyler düşmüştü. Getirdikleri
arasında, İstanbul’un köklü yerli ailelerinin yaptığı türden bir içki de
varmış. Konyağın veya likörün içine meyveler konuyor ve bekletiliyor sanırsam.
Adını bilmiyorum. Böyle bir içki de getirmiş bir kavanozla. Gardiyanlar her şeyi
geri yollarken anlaşılan kavanozun içindekinin koyu rengini ve meyve tanelerini
görünce reçel sanıp içeri almışlar. Tabii biz de bilmiyoruz böyle bir şeyin var
olduğunu bile, sabah komünümüzde parça parça dağıtılacak reçel sanıyoruz.
Akşama Selim bunun reçel değil, o içki olduğun söyledi ve bir süre akşamları bu
içkiden azar azar içtik.
Yine bu ziyarette bir kavanoz içinde beyaz donmuş iç yağı
gibi bir şey gelmiş. Dolapları düzenleyen arkadaş, o günün komün nöbetçisi,
gelenleri düzenlerken, bunu muhtemelen donmuş yağ gibi düşünüp dolapların
arkasına bir yere koymuş, Aylar sonra ben bir nöbetimde dolapları düzenlerken
bu kavanozu görünce her halde unutulmuş ve bozulmuş bir şeydir diye atmaya
niyetlendim ama bir açıp bakayım neymiş, neden küflenmemiş şimdiye dek diye merak
ettim. Açınca bir damla sakızı kokusu geldi burnuma. Birazcık tattım harika bir
tatlı. Bu nedir diye Selim’e başvurduk. O bunun sakız reçeli olduğunu söyledi
ve daha sonra yıllarca tadı damağımda kalacak bu sakız reçelini azar azar yedik
sonraki günlerde.
Yıllar sonra bir gün Kadıköy’de, eski istanbulun
geleneklerini sürdüren son mohikanlardan bir tatlıcıda yine bu sakız reçelini
gördüm. Bu sakız reçelinden istedim bir zamanlar tadı damağımda kalan. Tatlıcı
bunun reçel olmadığını, eskiden İstanbullu Rumların ikindi vakti çay yapıp
içtiklerinde bunu tatlandırıcı olarak kullandıklarını anlatmıştı.
*
Böyle bir dünyadan gelip, o dünyayı terk edip o dünyaya
karşı bir mücadele içinde yer almak, bu ancak tarihin büyük devrimci yükseliş
dönemlerinde gençliklerini yaşayanların girebilecekleri bir yoldur.
Küçük burjuvazinin saflarından çıkarak devrimci olmak
kolaydır. Küçük burjuvazinin yoksullaşması radikalizmin değirmenine sürekli su
taşır.
Ama burjuvazinin saflarından devrimci ve mücadeleye girmek
ve radikalizmi, ama mücadele biçimlerine ilişkin yüzeysel bir radikalizmi
değil, derinliğine, programatik bir radikalizmi sürdürmek zordur.
Ne var ki, sosyalizm mücadelesine gerçek katkıları da bunlar
yapar.
Başta Marks ve Engels, Marksizm’in bütün büyük ve radikal
teorisyenleri burjuva ailelerden veya o kültürle yoğrulmuş ortamlardan
gelirler.
Sanılanın aksine küçük burjuvazi, ekonomik ve sınıfsal
olarak değil ama tarihsel ve kültürel olarak işçi sınıfına ve Marksizme, burjuvaziden
daha uzaktır. Çünkü sınıfların sadece iktisadi konumlarına ilişkin özellikleri
yoktur, bu konumlanma aynı zamanda tarihsel ve kültürel özelliklerle de
çakışır. Modern üretim biçimi olan kapitalizmin ürünüdür burjuvazi de
proletarya da. Ama küçük burjuvazi modern üretim biçiminin zorunlu bir ögesi
olmadığı gibi çoğu durumda geçmişin bir kalıntısıdır. Dolayısıyla tarihsel ve
kültürel olarak kapitalizme ve onun ürünü işçi sınıfına daha uzak bir tarihsel
döneme ve kültüre karşılık düşer.
Burjuvazinin dünyasından gelip, (ki bununla sınıfsal olarak
ekonomik olarak burjuvaziye dahil olmayı değil, daha ziyade burjuvazinin
kültürüne ve değerlerine sahip olmayı kast ediyorum) burjuva sosyalisti olmak
kolaydır ve böylesi çoktur.
Ama burjuvazinin dünyasından gelip devrimci ve radikal
olmak, çok güçlü iç mücadeleleri, hazreti Muhammet’in dediği gibi, savaşların
en kutsalı olan kendi nefsine karşı
savaşı gerektirir.
Böyle bir savaşı pek az burjuva aydını göze alabilir. Ancak
bu savaşı verebilenler proletaryanın, sosyalizmin ve Marksizmin devrimci
saflarında yer alabilirler. Ve genellikle, ne çıkarsa da onlardan çıkar.
Küçük burjuvazinin bu noktaya gelebilmesi için ise önce “burjuva
olması” gerekir. Yani burjuvazinin kültürünü ve tarihsel birikimini özümlemesi,
ama ondan sonra onun büyüsüne kapılmadan onunla da bir hesaplaşmaya girmesi,
derin iç mücadeleler yaşaması gerekir. Bu ise çok uzun bir yoldur ve insanlar
genellikle çocukluk ve gençliklerindeki sosyalleşmenin sonuçlarından kurtulmayı
ölünceye kadar başaramazlar. Dolayısıyla burjuva (modern) bir kabuk içinde bir
küçük burjuva olarak kalırlar veya burjuvazinin uygarlığına ve onun
sosyalizmine teslim olurlar.
Bunu biraz İslam’ın Alevilik ile ilişkisine benzetebiliriz.
Bir uygarlık ve bir
kent dini olan İslam, henüz neolitik köy komünü ilişkilerinde yaşayan ve o
toplumun kültürünü ve dünyasını yaşayan Alevilerin, diğer uygarlık dinlerine
göre, İslam’a olan uzaklığını ifade etmek için, Alevilerin Müslüman olması için
önce gavur veya Hıristiyan olmaları gerektiğini söyler
Bugünün politik tartışmalarında tamamen anlamını yitirmiş ve
günümüzün başka çatışmalarının bir aracına dönüşmüş bu ifade aslında derin bir
sosyolojik analizden çıkmış bir sonuçtur. Bu sosyolojik analiz, toplumların ve
sınıfların aslında tarihsel ve kültürel konumlanışlarının da bulunduğunun bir ifadesidir.
Yani bununla bir uygarlık dininden olmak bile, sınıfsız köy komününün dininden
olmaktan daha yakındır son antik uygarlık dini olan İslam’a denmiş olmaktadır.
Bir Müslümana, Hıristiyan veya Musevi, hatta çok tanrılı bir Hindu veya bir
tanrısız Budist bile bir Alevi’den daha yakındır. Çünkü bunların hepsi bir
şekilde birer uygarlık dinidir. Yazı uygarlıkla ortaya çıktığından hepsi “kitaplı
din”dir.
Ama Alevilik, o tüm gelişmişliğine rağmen bu gelişimini
henüz uygarlığa geçememiş bir neolitik köy komününün sözlü “kitapsız”,
sınıfsız, devletsiz ilişkileri çerçevesinde yapmıştır.
İşte bir “gavurun” “Müslüman”a bir Alevi’den daha yakın
olması, Alevinin Müslüman olmak için önce “gavur olması”, burjuvazinin işçi
sınıfına küçük burjuvaziden daha yakın olması, küçük burjuvazinin gerçek bir
Marksist olmak için önce “burjuva olması”, onun kültürünü ve birikimini özümsemesine
benzer.
Maalesef küçük burjuvazinin saflarından sonra da burjuva
dünyası ve kültürüyle hesaplaşıp onu aşabilen pek çıkmaz, küçük burjuvazinin radikalizmle
ve dogmatizmle kopuşları genellikle burjuva dünyası ve kültürü karşısında onun
büyüsüne kapılıp ona teslim olmayla sonuçlanır.
Bu nedenle entelektüel ve politik hayatı tüm dünyada küçük
burjuva radikalizmi, devrimciliği ve sosyalizmi ile burjuva liberalizmi,
reformizmi ve sosyalizminin kayıkçı döğüşü kaplar.
Ve bunlar birbirinin varlığına hem haklılık kazandırır hem
de kendi saçma ikilemleri ve gündemleriyle toplumu boğarlar. Bu ikilemin
dışında var olan proletarya sosyalizmi ise, ancak tarihin ve toplumun gözeneklerinde
yaşama olanağı bulabilir, büyük devrimci kabarış dönemleri ortaya çıkıncaya
kadar.
*
İşte Selim, burjuvazinin saflarından gelip, oraya dönmeyi
reddeden, ömrü boyunca bir ücretli olarak yaşamayı seçen ve sosyalizm için
mücadeleye bulunduğu her durumda imkanları ölçüsünde katılan bir insandı.
Ben Selim’i, 12 Mart döneminde İstanbul Dev-Genç davasından
tutuklandığımda Davutpaşa Kışlası’ndaki askeri cezaevinde tanıdım. Dev-Genç davası
sanıkları tutuklanmışlardı. Biraz yatılı okul havası vardı. Çünkü tutuklamalar
Fikir Kulüplerinin kurucu ve yöneticileri üzerinden yapılmıştı. Sanıkların bir
kısmı zaten okulların bitirmişler, mühendis, avukat vs. olmuşlardı. Diğer bir
kısmı, Dev-Genç’te hukuki ve fiili sorumluluklar pek çakışmadığından, yani
bürokrasiye hiç önem verilmediğinden, aslında Dev-Genç’in esas çekirdeğinde yer
almış kadrolar değildi. Devlete usulen resmen bildirilmiş isimler veya
yöneticilerdi.
Devlet de binlerce yıllık tecrübesiyle bunu bildiğinden,
belli bir imtiyaz ve rahatlık sağlıyordu Davutpaşa’da tutuklanmış Dev-Gençlilere.
Zaten davalar sırasında birçoğu tahliye olmuştu tutuklananların.
Tabii bu arada, diğer davalardan, eylemlerden tutuklanan
arkadaşlar da bazen bizlerin arsına katılıyordu. Bu imtiyazlı mahpusluk onlar
için biraz kedini toparlama ve soluklama olanağı oluyordu.
Selim’i işte Davutpaşa’daki bu kısa tutukluluğu sırasında
tanımıştım. Özellikle Nail Satılgan’la, ki o zamanlar Maocuydu ve bu
tartışmalar sonunda Maoculuğu terk ettiğini sonra bana söyleyecekti, tartışmalarımı
dikkatle izlemesi dikkatimi çekmişti.
Ne var ki, Selim fazla tutuklu kalmadı, tahliye oldu.
Davutpaşa’daki tutukluluk benim için bir terapi gibi
olmuştu. Daha sonra TSİP’i kuracak olanların tecridini kırmış tekrar kendime güvenimi
kazanmıştım. Bu güvenle çıkınca onlarla kopuşmuş, toparlanma girişimlerinde
bulunmuş ve toparlanan arkadaşlarla Türkiye Komünist Partisi’ni Beşiktaş’ta bir
apartman dairesinde yapılan bir kongreyle yeniden kurmuştuk. İşte sonra Selim’le
birlikte tutuklanacağım Kıvılcım
gazetesi bu gizli partinin yayın organı idi.
Kıvılcım’ı
çıkarmaya başlayınca, o zaman Laleli, Beyazıt veya İstiklal caddesinde bulunan,
genellikle solcuların açtığı kitap sergilerine gazeteyi elden götürüp satıp
satmayacaklarını soruyordum. İstiklal caddesindeki sergide Selim ile
karşılaşmıştım. Bana karşı çok sıcak davranmıştı. Herkesin çekindiği ve uzak
durmaya çalıştığı bu ortamda kış ortasında baharın gelişi gibiydi bu davranış. Birkaç
arkadaşıyla bir kitap sergisi işletiyordu, sattıkları kitaplarla hem geçinmeye
hem de bu vesileyle kurdukları ilişkilerle bir şeyler yapmaya, örgütlenmeye çalışıyorlardı.
O zamanlar Türkiye’nin her yerinde mantar gibi böyle küçük
gruplar ortaya çıkıyordu.
Selim büyük ilgi gösterdi ve Kıvılcım’ın Aksaray’daki küçük bürosuna gelip gitmeye, gazeteyi açıkça
desteklemeye başladı. Gruplarının Bursa, Şavşat, Ergani gibi yerlerde
ilişkileri vardı.
Epeyce konuştuk. Benzer şeyler düşünüyorduk. Birlikte
hareket etmeye karar verdik. Şimdi ölmüş bulunan Nusret Yılmaz gibi arkadaşları
gazete çevresiyle ilişkilendiren de Selim’di.
Kıvılcım tam bir
yükselişin arifesinde çıkmıştı, büyük ilgi görüyordu. İmkansızlıktan 2500
basarak çıkmaya başlamış ve altıncı ve son sayısında 8.000 basılmıştı. İmkân
olsaydı çok daha fazla basılıp dağıtılabilirdi.
Bu ilgi ve radikal çizgisiyle devleti ve Ecevit’i rahatsız
etmişti. Bu nedenle altı sayı çıkmadan altıncı haftasında tutuklandık.
Biz tutuklanınca, mevzileri boş bırakmamak için Vedat Orakçıoğlu
ve Selim gazeteyi çıkarmaya devam etmeye çalışmışlar. Ama onları da
tutuklamışlar.
Böylece hepimiz hapiste toplandık.
İşte kolajda yer alan beşli resim bu bir araya gelişimiz sırasında
çekilmişti Toptaşı Cezaevinde. Sonra Vedat tahliye oldu ve ceza alınca yurt
dışına çıkıp İsveç’de devrimci ve sosyalist mücadeleye devam etti.
Biz dördümüz, hiçbir delil olmadan daha sonra varlıklarına
son verilecek Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde örgütten ve propagandadan ceza
aldık ve hüküm kesinleştikten sonra da, 12 Mart döneminin kılıç artıklarının
toplandığı, ama sonra 70’lerin yükselişinde bir tür ziyaret ve hac yerine
dönüşecek Niğde Cezaevi’ne nakledildik.
Hapiste yapılacak iş belliydi. Kendini geliştirmek ve
sonraki mücadelelere hazırlamak. Elden geldiğince de dışardaki mücadeleye
destek olmak.
Selim de Dündar Erenler ve Erol Atakan gibi verilen cezayı
bir devrimci olarak ve bir devrimci gibi yattı.
Bugünün muhalif ve solcularıyla bizim kuşak arasında
devletin hapis, şiddet, işkence ve hak gaspları karşısında sürekli dikkatimi
çeken şöyle bir fark vardı ve hala vardır.
Bugünün kuşakları bu muamelelere maruz kaldıklarında
kendilerinin haksızlığa uğradıklarını düşünüyorlar. Yani aslında kendilerini
devletle aynı bütünün içinde görüyorlar, onu tabiri caiz ise içinden
eleştiriyorlar. Haksızlığa uğramaktan şikâyet eden bir dil egemen oluyor
onların mücadelelerine.
Bizler için ise devlet düşmanımızdı, bizler bu düşmana karşı
savaşıyorduk. Bize yapılanları düşmanımızın bizi ezip yok etmek için yaptıkları
olarak görüyorduk. Bizler devletten ve onun bize yaptıklarından şikâyet etmezdik.
Bizler devleti teşhir ederdik. Bu çok önemli bir farktır. Bizler ancak devletin
saldırıları karşısında yeterince dirençli olamamışsak kendimizden şikayet
ederdik.
Belki de bu nedenle bizler için tüm haksızlıklar, işkenceler,
hukuksuzluklar, keyfilikler daha katlanılabilir oluyordu. Bugünkü kuşaklar için
ise paradigma farklı. Ama bu fark aynı zamanda devlete karşı yaklaşımda
radikallikten bir uzaklaşmaya karşılık düşüyor.
Selim de herkes gibi hiç şikâyet etmedi uğradığımız
haksızlıktan, hukuksuzluktan, gençliğimizi yok eden keyfilikten. O devlet bütün
halkın olduğu gibi bizim de düşmanımızdı. Kendine layık olanı yapıyordu. Biz de
kendimize laik olanı yapmalı, ona direnmeli ve onu yıkmalıydık. Bu kadar basit.
Ne var ki muhalifliğin, demokratlığın, devrimciliğin ve Marksistliğin
gerektirdiği bu alfabetik duruş bugün unutulmuş bulunuyor.
Selim İngilizce biliyordu. Daha önce de bir gemide miço
olarak çalışmış ve başka ülkeleri de görmüştü. Bu nedenle özellikle çevirileri
ile dışardaki mücadeleye katkıda bulunmaya çalışıyordu. Niğde’de, Lenin’in
özellikle RSDİP programı hazırlıkları sorasında yazdıklarını tercüme etmiş ve
bunlar o zaman Kıvılcım Yayınları arasında
yayınlanmıştı. Şimdi çevirdiği bu kitapların tam isimlerini hatırlayamadım. Kim
bilir, nerede bulunur ki bu kitaplar? Antikacıların internet sitelerine baktım
bu kitaplardan bir iz, bir toz kalmış mı diye. Bir şey bulamadım.
Tabii bu çevriler Selim’in adıyla yayınlanmamıştı. Hem
içerde olduğumuzdan hem de ismin bilinmesine değer vermediğimizden. Bugün ise
en solcu ve devrimci geçinenlerin bile, “düşünsel mülkiyet” diye her şeyi kendi
isimlerine bağladığı ve kullanımını ücretlendirdiği ve bunun da son derece
olağan karşılandığı bir dünyada yaşıyoruz.
Bizler ise Kıvılcımlı gibi, sadece adımızı değil, tüm
yaşamımızı toplumun, ezilenlerin kullanımına açık bir vakıf ya da kamu malı
olarak görüyorduk. Bizim görevimiz bu kamu malını, bu orta malını olabildiğince
ezilenlerin mücadelesine yararlı ve amade kılmaktı.
*
Selim 70’lerin ikinci yarısında cezasını bitirdi ve dışarı
çıktı. Çıktığı zaman Türkiye’de faşistlerin saldırılarının ve onlara karşı
devrimcilerin öz savunmalarının en sert yaşandığı dönemdi. Bu dönemde Kıvılcım gazetesinden kalanların
toplandığı (Bugünkü Doğu Perinceğin Vatan Partisi ile ilgisi olmayan ve onun
tam zıddı olan) Vatan Partisi’nde çalıştı ve o arada da askere gitti.
O dönemde Vatan Partisi’nde yaşanan krizin nedenleri üzerine
tartışmalar derinlere indikçe faşizmin tanımı ve ona karşı nasıl mücadele
edilebileceği, Enternasyonal’in feshi, Sovyetlerin sınıf karakteri gibi sorunlara
doğru genelleşmiş ve derinleşmişti. Bu tartışmalarda benim de içinde bulunduğum
taraf var olan parti çizgisini bir tür burjuva sosyalizmi olarak görüyordu.
Aslında farkında değildik ama Troçkistlerin yıllardır savunduğu görüşlere
kendimiz farkına varmadan yaklaşmış veya bunları Amerika’yı yeniden keşif ederce
keşfetmiş bulunuyorduk. Ama bunun böyle olduğunu da bilmiyorduk. Ve üstüne
üstlük, Troçki ve Troçkizm hakkında, Stalinizmin yaydığı ve Türk
sosyalistlerinde çok güçlü ve hala yaygın önyargılara sahiptik.
Sonunda bir şekilde Troçkist literatürle karşılaşıp
okuyunca, ulaştıklarımızın yıllardır onlar tarafından savunulduğunu görünce o
çizgiye geldiğimi ilan etmiştim.
(Bu dönemdeki tartışmalar ve farkına varmadan Troçkist veya
klasik Marksist geleneğin sonuçlarını adeta yeniden keşfetmemizin belgeleri, o
zaman çıkardığımız Kıvılcım isimli
teorik derginin 3-4. üncü sayısındaki “Komisyon
Raporu” isimli metinde bulunabilir. Daha sonra bu görüşlerin Troçkist
gelenekle çakıştığının farkına varılmasının belgeleri ise yine o dönemde çıkan Sosyalist gazetesinin son birkaç
sayısında vardır.)
Ancak tıpkı sınıfların, farklı toplumsal kesimlerin, örneğin
bir bunalım veya devrim döneminde, aynı hızla ve senkronize bir şekilde
politikleşme ve radikalleşme göstermemeleri, böyle bir çakışmanın genellikle
çok nadir olması gibi, insanlar aynı hızla ve senkronize olarak bir teorik
evrim geçirmezler.
Bu senkronize olmayış, birçok durumda egemen sınıfların,
karşı devrimlerin var olan direnci tek tek yenmelerinin yolunu açar. Bu nedenle
yenilmeleri daha kolay olur. Tek tek yenilenler sonra aynı noktada buluşurlar
ama ortada koca bir yenilgi vardır artık. Eski yolu bu sefer dizlerin üzerinde
kat etmek gerekir.
Vatan Partisi’ndeki tartışmalarda da ben, belki de
hapishanenin bana daha çok okuma olanağı sağlayan koşullarından dolayı, daha
hızlı bir evrim geçirip Troçki’den söz etmeye başlayınca birdenbire ayak
sürümeler, direnmeler başladı. Herkes aynı hızla aynı sonuçlara ulaşamıyordu. Belki
biraz da bunun sonucu o parti dağıldı. Zaten bir süre sonra da 12 Eylül darbesi
geldi.
Dışarıyla bağlar koptuğundan dışardaki arkadaşların ne olduğunu
bilmiyordum. Ancak bazılarının yolladığı kartpostallardaki ifadelerden,
resimlerden ve imalardan onların, biraz gecikmeyle olsa da benim daha önce
vardığım yere vardıklarını ve bulundukları ülkelerdeki Dördüncü Enternasyonal
seksiyonlarında çalışmaya başladıklarını tahmin edebiliyordum.
Zaten sonra tahliye olduktan sora benim Avrupa’ya kaçmamı
sağlayanlar bu arkadaşlar ve onların ilişkileri oldu.
Avrupa’ya çıktığımda benim için en güzel sürprizlerden biri,
Selim’in Dördüncü Enternasyonal’in Almanya seksiyonu olan GIM’de
(Enternasyonlist Marksist Grup) çalıştığını öğrenmek oldu. Aynı hızla ve zamandaş
olmasa da Vatan Partisi’nin en iyileri, birkaç fire dışında, önce
söylediklerini mantık sonuçlarına ulaştırmış ve aynı yerde, Dördüncü
Enternasyonal’de tekrar buluşmuş oluyordu.
*
Birkaç aylık Fransa döneminden sonra Almanya’ya gelip GIM’de
çalışmaya başlayınca Selim’le aynı Almanya seksiyonunun üyeleri olarak daha
yakın ilişkilerimiz ve daha sık görüşmelerimiz olabiliyordu. Aslında ben
Almanca bilmediğimden, toplantılarda Selim benim bütün konuşmalarımı tercüme
ediyor ve konuşulanları da bana anlatıyordu.
O zamanlar Frankfurt’ta bulunan GİM’in merkezindeki
toplantılarda sık sık bir araya gelirdik.
Daha sonra bu GIM, Türkiye’nin “Halkın Kurtuluşu”nun Almanya karşılığı olan KPD’nin büyük kısmıyla
birleşip, Birleşik Sosyalist Parti (VSP) adını aldı.
Birleşme protokolüne göre, birleşik parti Dördüncü
Enternasyonal’in üyesi olmayacağından, Dördüncü Enternasyonal üyesi olanların
Dördüncü Enternasyonal’de üyeliklerini onun yayın organı olan Inprekorr’un aboneliği aracılığıyla
sürdürebilmelerine imkan tanınmıştı. Böylece bu üyeler en azından Dördüncü
Enternasyonaldeki tartışmalara katılma ve onları etkileme olanağı
bulabiliyorlardı.
Ancak bu birleşmeler olurken duvarlar yıkılıyor, bütün doğu
Avrupa çöküyor ve o zamanın sorunları olaylarca aşılıyordu.
Daha sonra bu partinin bir kısmı, Batı Alman soluna da
açılmaya çalışan eski alman Sosyalist Birlik partisi ve onun devamcılarına
girdi. (Şimdi Almanya’da Die Linke, (Sol
Parti) bunun devamıdır.) Bir kısmı saflığı korumaya öncelik verdi.
İşin doğrusu ben bunları pek izlemedim. Çünkü sorunun çok
daha derinlerde ve en temel kavramlara ilişkin en derin ve soyut teorik
sorunlarda olduğunu düşünüyordum.
Klasik Marksist ya da Troçkist geleneğin teorik gücü bundan
sonraki güçsüzlüğünün nedeni idi bana göre, çok daha derinlere gidip en temel
kavramları gözden geçirmek gerekiyordu.
Zaten bundan sonraki teorik evrimim bu sorunları çözmeye
yönelik olmuştur. Ve sanırım, şöyle dört başı mamur bir teorik kitap biçiminde
olmasa da çeşitli yazılarımda fragmanlar halinde bu görevi başardığımı
düşünüyorum.
Marksizm’deki Yapı ve Özne çelişkisini, başka bir uygarlığı
programlaştırmak sorununu, bir üstyapılar teorisi olmayışını, bunun nedenlerini;
dinin bir toplumun sınırlarını ve ilişkilerini belirlediğini dolayısıyla
“Üstyapı” diye kavramlaştırılanın somut ifadesi olduğunu, Modern toplumun
dininin ne olduğunu; ulusun ne olduğunu ve onun modern toplumun dininin karşı
devrime uğramış biçimi olduğunu vs. bulduğumu ve açıkladığımı; bu kavramsal
temelin programatik ve stratejik sonuçlarını taslaklaştırdığımı, ilerde Marksizmin
ve sosyalistlerin mücadelesinin bu kavramsal çerçeveye dayanarak tekrar eski
yaratıcılığını ve eski entelektüel gücünü kazanacağını düşünüyorum. Yaptığım
fizikte Einstein’in görecelik kuramının veya Quantum fiziğinin Newton ve Leibniz
döneminin fiziğini karşısındaki durumuna benzetilebilir. Eskiyi yıkmaz ama onu
da içeren daha geniş ve derin bir bakış sağlar.
(Bu evrimi “Bir
Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyogragisi”nde, “Marksizmin Marksist Eleştirisi”ne “Önsöz” olarak yazdığım “Tarihsel
Maddeciliğin Tarihine Katkı”da ve çeşitli konulardaki yazılarımdan yaptığım
derlemelerin önsözlerinde bulmak mümkündür. Keza analitik bir göz, bütün
yazılarımda adım adım hem evrimi hem de keşifleri izleyebilir.)
*
Selim bu çöküş döneminde önce çeşitli bölünmelerin dışında
kaldı ve sonra örgütsüz bir sosyalist olarak var olmaya devam etti. Tabii bu
arada geçim sorunları nedeniyle yoğun biçimde çalışıyordu da. SAP’ta (Avrupa ve
Almanya’nın en büyük yazılım şirketlerinden biri) bir iş bulmuştu. Programı
öğreten veya programdaki gelişmeleri kullanıcılara anlatan onları eğiten eden
bir bölümde çalışıyordu. Bu nedenle sık sık başka şehirlere gittiğinden zaman
zaman Hamburg’a da geliyor ve görüşüyorduk.
İyi iki arkadaş ve yoldaştık ama teorik konular ve ilgilerde
Selim benim yazdıklarıma ve ulaştığım sonuçlara mesafeli idi. Kanımca Selim,
biraz Nail Satılgan gibi, bildiği sularda, karayı gözden yitirmeden yoluna
devam etmek istiyordu. Belki bu yaklaşım gemiyi karaya oturtmaktan veya
boğulmaktan kurtarabilir ve fırtınalar karşısında sakin limanlar sunabilirdi
ama artık bu yetmezdi. Bana göre o yollar tıkalıydı. İnsanlığın okyanuslara
açılmaya, karayı gözden yitirmeyi göze almaya, ihtiyacı vardı.
Selim’le elbette genel sosyalizm davasına bağlılık anlamıyla
yoldaşlık, ayrıca arkadaşlık ve dostluğumuz devam ediyor, zaman ve imkan
buldukça buluşuyor, konuşuyor, dertleşiyorduk. Ancak gerek dördüncü
Enternasyonal, gerek klasik konular ilgimin merkezinde olmadığından Selim’in o
dönemde ne gibi bir örgütsel ve politik ilişkiler içinde olduğunu pek hatırlamıyorum.
Bu dönemi çok daha iyi bilen Münih’te ta seksenli yıllardan
beri aynı örgüt saflarında yer aldığı Alman yoldaşları ardından yazdıkları
yazıda özetle şöyle anlatmışlar:
VSP (Birleşik Sosyalist Parti) projesinin Doğu Avrupa’daki
gelişmeler sonucunda çöküşünden sonra VSP’deki Döndüncü Enternasyonal’in bir
kısım üyeleri VSP’den ayrılıyorlar ve başka bir örgüt kuruyorlar. Selim burada
bölünen taraflarda yer almıyor ve örgütsüz ama inançlarına bağlı bir sosyalist
olarak kalıyor.
Bu dönemde Münih’teki yoldaşlarıyla arasında belli bir kopukluk
oluyor. Daha sonra tekrar birleşme teşebbüsleri olduğunda Selim’in ilişkisi ve
ilgisi tekrar canlanıyor. İki akımın birleşmesinden bir süre sonra da tekrar
Dördüncü Enternasyonal’in yeni kurulan Almanya Seksiyonu olan ISO’ya
(Internationalen Sozialistische Organisation) tekrar katılıyor.
ISO içindeki tartışmalarda duruşu, Devrimci Marksizmin
klasik kavrayışına dayanıyordu diye yazıyor Münih’li yoldaşları. Organisasyon
teorisi ve kurallarına ilişkin, Dördüncü Enternasyonal’in geniş bir parti
örgütlemek için yıllardan beri sürdürdüğü yönelişleri de pek benimsememiş. Ama
örgütlü çalışmaya da devam etmiş.
Alman yoldaşları son yıllarda politik ağırlık noktası
Türkiye ve Kürdistan üzerinde yoğunlaşmıştı diyorlar. Özellikle Gezi
hareketinden ve yenilgisinden sonra Türkiye ve Almanya’daki Türkler ve Kürtler
arasında canlanan tartışmalara katılmaya, müdahale etmeye çalıştı, çeşitli
yazılar yazdı, bunun bir örneği, bu işlerin yanı sıra Türkçe olarak yazdığı çeşitli
postmodern sınıf teorilerini eleştirdiği (Anthony Giddens, Chantale Mouffe und
Laclau) kitap zikredilebilir diyorlar. (Burada kastedilen Selim’in yazdığı “Gezi’den sonra Sınıf, Neoliberal sınıf
teorilerinin Eleştirisi” isimli kitap.)
Münih’li Alman yoldaşları ayrıca “Die Intarnationale”nin 6/2017 tarihli Kasım-Aralık sayısında yayınlanan
sağ populizm karşısında bir sol populizmi çıkarma üzerine yapılan tartışmada bu
görüşlere karşı yazdığı sert eleştiriye de dikkati çekiyorlar. Bu yazının bir
yıl sonra bile hala okunmaya değer olduğundan söz ediyorlar.
Selim ayrıca HDK’da (Halkların Demokratik Kongresi) çalışıyordu
ve HDK’nın Münih yönetimine de seçilmişti.
*
Selim, klasik önermelere ve duruşlara bağlı kalma ve onları
savunma çizgisinde kalmıştı. Alman yoldaşlarının satırlarından da benzeri bir
gözlemde bulundukları ve bunu ardından yazdıkları yazıda belirttikleri
görülüyor.
Bence de öyleydi. Ve ayrıca son yıllarında her ne kadar
Türkiye’deki mücadelelere yoğunlaşsa da, ekmek derdine düştüğü ve bağımsız bir
sosyalist olarak kaldığı yıllarda teorik tartışmalardan ve Türkiye’deki politik
gelişmelerden uzak kalmıştı ve bu açığı ve açığı kapatma yönündeki açlığı hissediliyordu.
Yaşasaydı bu açığı kapatacaktı muhtemelen. Bu son kitabının tartıştığı konularda
da hissedilir
Yukarıda zikredilen “Gezi’den
Sonra” isimli son kitabı yayınlanıp da bir örneğini bana verdiğinde fikrimi
sorduğunda Selim’e “gerçekliğin somut” olduğunu, klasik doğruları ve konumları
savunmanın insanı birdenbire tutuculuğa itebileceğini, Türkiye’nin somut
ilişkileri içinde “sınıfçı” olmanın ulusalcılığın bir örtüsü olabildiğini,
kendisinin böyle duruşların bilinçsiz bir aracına dönüşebileceğini söylemiş ve
şunları eklemiştim. Esas tartışma gündemin ne olacağı üzerinedir. Egemenlik bu
noktada oluşur. Sen liberallerle ulusalcıların tartışmasına katılıyor ve
onların gündemini tartışmış oluyorsun. Bir de örneğin benim gündeme getirmeye
çalıştığım tartışma var. Sen buna değil ona girerek, nesnel olarak bu
tartışmanın gündemden düşmesine, tartışılmamasına hizmet etmiş oluyorsun.
Örneğin Gezi esnasında ve sonrasında yığınla yazı yazdım. Gezi üzerine sonradan
yaptığım kapsamlı değerlendirmelerim var. Gezi sonrasında hem pratik çalışmalara
katıldım hem teorik olarak yığınla yazı yazdım öneriler yaptım. En çok yazan ve
bu yazdıkları hiçbir yerde ele alınmayan, yok sayılan bir insanım. Bunlar
başkalarının hiçbir değerlendirmesinde yok ve onların alternatifi. Bu
yazdıklarımla bir tartışmaya girmedin, onları eleştirmedin. Onları yok sayarak
yok sayanlarla aynı konuları tartışarak bunların gündeme bir türlü gelmemesine
hizmet ettin nesnel olarak. Muhtemelen kitabını da tam bu nedenle bastılar
kanımca. Kelimesi kelimesine böyle olmayabilir ama dediklerim böyleydi.
Ama zaten problemlerimiz, paradigmalarımız çok farklı
olduğundan pek konuşacak bir ortak dilimiz de yoktu. Ben ulus, din, yapı ve
özne çelişkisi gibi olgular ve bunları açıklayacak kavramlarla uğraşırken, Selim
hala sınıf hakkındaki klasik ve eski kavramların ve tartışmaların bildik
sularında geziyordu.
Bizleri bağlayan teorik ilgilerimiz değil, genel sosyalizm
ve demokrasi idealine bağlılığımız, uzun ve ortak geçmişimizdi. Yeni heyecanlar
vadetmeyen ama güvenli ve bildik bir dünya uzun ve iyi bir yoldaşlığın ve
arkadaşlığın güvenli sularında gezinmeye devam ettik.
Selim yaşasaydı belki bu durum değişebilirdi. Çünkü emekli
olduktan sonra hem Almanya hem de Türkiye ve Kürdistan solu içinde giderek daha
aktif oluyordu. Ama bir yıldan az bir sürede ortaya çıkıp hızla gelişen Kanser
onu politik ve teorik sorunlardan tamamen uzaklaştırdı.
*
Selim’e bu veda yazısını Ferdinand Hodlers’in “Hayat Yorgunları” resmine ilişkin bir
anıyla bitirelim. Ve “Katharine Blum’un
Çiğnenen Onuru”nu kurtaralım.
Beni uğurlamaya gelen oğluna, Selim’in vefatı dolayısıyla Faebook’ta
paylaştığım “Hayat Yorgunları” (Lebensmüden) resmi ile bir zamanlar yaptığım kolajı
gösteriyor ve soruyorum: “Bu resmi biliyor musun?”
Elbette biliyorum dedi. Bütün ev taşınmalarımızda bu resim
hep babamın öncelikleri arasındaydı ve başköşedeki yerini alıyordu, bu resme büyük
değer veriyordu dedi.
Sanırım seksenli yılların sonunda Selim’i bir ziyaretimde,
eşi bizi Münih’teki Pinakothek müzesine götürmüştü. Orada Hodlers’in “Hayat Yorgunları”
isimli harikulade gerçekçi, hatta aşırı gerçekçi bir tablosunun önüne gelince,
Selim’in eşi Erika, evde Selim’in hapishane resimlerinden bildiği bizim beş
kişilik resmimizle paralellik kurarak bizlere takılmak için, işte sizler şimdi
böylesiniz demişti, bizler de gülmüştük.
Sonra ben bu resmi ve bizim o beş arkadaş resmimizi o sıralar
yeni çıkmış olan renkli fotokopi makinesiyle büyültüp çoğaltıp bütün o
resimdeki arkadaşlara birer tane yollamıştım. Bu kolaj herkesin evinde baş
köşede bir yerde asılı bulunuyordu.
Ne var ki bu kolajın kötü bir kaderi oldu.
Ölen bir arkadaşımızın kardeşi olan bir gazeteci, Avrupa’ya
ilticacılarla söyleşiler yapmaya geliyor. Bizleri doğrudan veya dolaylı olarak
tanıdığından bizlere baş vuruyor. Baş vurduğunda hepimiz sanki önceden
sözleşmiş gibi basına ve medyaya güvenmediğimizi, ancak yazılı olursa ve aynen
yayınlanırsa, biraz da hatırını kırmamak için, söyleşi yapmayı kabul
edebileceğimizi söylemişiz.
Ama bu gazeteci hiç kimseyle söyleşi yapmadan, ahbabı olduğu
için, Selim’lere de uğruyor. Yemek yer veya sohbet ederken bu resmi görüyor ve çok
güzel bir resim, eşim bu resmi görürse çok sevinir diyor ve eşine göstermek
için istiyor. Selim de tamamen özel bir sohbette bir arkadaşın isteğine elbette
evet diye cevap veriyor.
Bir süre sonra, kapağında bu resimle Nokta dergisi çıkıyor. Dönem devletin dev-Sol’a infazlar yaptığı
dönem. Resmin bulunduğu sayının satır aralarında verdiği mesaj, bırakın bu
devrimcilikleri falan, bakın Avrupa’ya gidenler böyle hayat yorgunları olmuş
anlamına gelecek bir şekilde ve sanki bizlerle söyleşiler yapılmış gibi,
tamamen kafadan uydurma veya oradan buradan duyulmuş kimi dedikodular.
Tıpkı Kaharine Blum’un başına gelen gibi bir medya cinayeti
bizim de başımıza geliyor.
İşin aslını bilmeyen Türkiye’deki okurlar bizleri arıyor ve
nasıl böyle şeyler söylersiniz, nasıl böyle bir rezalete alet olursunuz diye
eleştiriyordu.
Bizler ise bir şeyden haberimiz olmadığından ne oldu diye
anlamaya çalışıyorduk.
Düzeltmeye uğraştık, bir tekzip yolladık falan ama belki bir
sonraki sayıda çıkacak küçücük bir tekzibi kim görür ki?
Yani kendi aramızda şakalaşmanın bir vesilesi olan bu resim,
sansasyon basını tarafından devrimcilere yönelik gerici bir propagandanın da
aleti olmuştu.
Eğer bir gün birileri bir araştırma yaparken o Nokta’ya rastlar ve bu resmi ve orada
yazılanları görürse, oradaki her şeyin sadece o resim hariç, gerçek olmadığını
bilmelidirler.
Selim’in ezilenlere adanmış tüm hayatı bunun en esaslı
kanıtıdır.
*
Selim’in ardından Alman yoldaşları bir “Nachruf” yazdılar.
Sanırım Türkiye devrimci hareketinde başka ülkede yıllarca
birlikte çalıştığı yoldaşlarının ardından bir anma yazısı yazdıkları belki de
ilk ve tek sosyalisttir.
Selim Engels’in geleneğine uygun olarak cesedinin en ucuz
tarifeden yakılmasını ve hiçbir dini tören istemediğini açıkça belirtmiş.
Ailesi de onun bu isteğini yerine getirecek.
Veda töreni 22 Ekim’de yapılacak.
Dördüncü Enternasyonal’in Almanya seksiyonu ISO’nun Münih
bölge grubu, “örnek, adanmış, onurlu ve her şeyden önce sevgi dolu bu yoldaşı
kaybettik. Onun değerli anısını koruyacağız ve mücadelemizde yaşayacak” diye
bitirmiş bildirisini.
Böyle anılarak gitmekten daha güzel ne olabilir?
Anısı ezilenlerin mücadelesinde yaşıyacaktır.
10 Ekim 2018 Çarşamba
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder