“Hatalar bizden hızlı koşarlar.”
“Genel ve Temel nedenlerden (sorunlardan) kaçılamaz.”
Bu iki önerme her eleştirinin dayanması gereken temel
aksiyomlardır.
Bu nedenle Eleştiri/Özeleştiri bir anlayışın, bir
davranışın, bir politikanın genel ve temel nedenlerine inmekle olur.
Çünkü o genel ve temel nedenler her tekil gibi görünen
sorunda tekrar tekrar karşıya çıkacak ve giderek aşılmaz bir duvar haline
geleceklerdir.
Ne demek istiyoruz? Bir örnek verelim.
En tipik örnek Marksizmin başına gelendir.
Marksizm dayandığı metodoloji ve kavram sistemiyle iyi kötü,
en azından, hem insanlık tarihinin genel eğilimi hem de son yüzyıllar Avrupa
tarihinin genel gidişini açıklar görünüyordu.
Buna bağlı olarak da program, strateji, örgüt ve taktikler
geliştirebiliyor ve ezilenlerin çabalarına yol gösterici olabiliyordu.
Ancak gerek kapitalizm öncesi antik tarih, gerek yirminci
yüzyıl (geri kalmış ülkeler ve “Sosyalist Ülkeler” denilen bürokratik
diktatörlükler, en ileri ülkelerdeki faşizmler veya kapitalizm çerçevesindeki
reformlarla yetinme, Yeni Sosyal Hareketler vs.) bu kavramların yetersiz olduğu
ortaya çıktı. Ve Marksizm bir krize girdi.
Bu krizden daha derin ve kapsayıcı kavramlarla çıkabilirdi.
Tabii Marksizmin krizi insanlığın krizi olarak da yansıdı. Marksim
olguları açıklayamayınca program da geliştiremedi. Eski program ve stratejiler
yetersiz kaldı. Bu nedenle, bugün gerek dünyadaki gerek tek tek ülkelerde ve
özellikle de Türkiye’deki çıkışsızlığın temelinde Marksizmin krizi yatmaktadır.
Marksizmin krizinin temelinde ise onun Din’in ve Ulus’un ne
olduğunu açıklayamaması bulunmaktadır.
Ama Din’in ve Ulusun ne olduğunu açıklayamamasının temelinde
de Aydınlanma’nın normatif (yani Toplumu düzenleyen, ama açıklamayan, analiz
etmeyen) kavramlarını sanki onlar toplumu açıklayan, analiz eden kavramlarmış,
yani sosyolojik kavramlarmış gibi ele alması, yani genel bir ifadeyle Aydınlanma’nın
kalıntıları yatmaktadır.
Bugün Marksizmin kimi genel ve temel hataları, metodolojik
hataları onun karşısına aşılmaz bir duvar olarak çıkmıştır. Hiçbir kitle
desteği ve toplumsal hareketlenme onun bu temel ve genel hatalardan
kurtulabilmesini sağlayamamıştır. Çünkü hatalar bizden hızlı koşarlar. Tam
kaçıp kurtulduğumuzu sandığımız anda karşımıza aşılmaz bir duvar olarak
çıkarlar.
O halde insanlığın ve tek tek ülkelerdeki ezilenlerin
krizden çıkabilmesi için öncelikle Marksizmin krizden çıkması, yani sonuç
olarak ulusun ve dinin ne olduğunu açıklayabilir bir kavramsal düzeye
yükselmesi gerekmektedir.
Bunu metodolojik düzeyde değil de sosyolojik düzeyde ifade etmek
gerekirse, bir Din ve Ulus teorisi olması gerekir. Ancak bu durumda tekrar
insanlığa yol gösterecek bir program, strateji ve örgüt biçimleri
geliştirebilir.
Örneğin bizim Marksizmin
Marksist Eleştirisi kitabımızda ve diğer yazılarımızda yaptığımız, ya
da yapmaya çalıştığımız tamı tamına budur.
Burada eleştiri ve özeleştirinin özdeşliği de ortaya çıkar.
Yani marksizmin marksst Eleştirisi aslında Marksizmin özeleştirisidir.
Yani biz Marksist olarak Marksizmi eleştirerek aynı zamanda
Marksizmin Özeleştirisini de yapmış oluruz. (Kitap şuradan indirilebilir)
Bu eleştirinin başarılı olup olmadığı doğruluğu yanlışlığı
ayrı sorunlar, burada eleştiri konusuna nasıl yaklaşmak gerektiğini metodolojik
düzeyde ele alıyoruz.
Genel ve temel nedenler ise iki düzeyde ele alınabilir:
a) Metodolojik düzey;
b) Sosyolojik düzey.
Yani yine yukarıdaki örneğe bağlı kalırsak, sadece
metodolojik eleştiri yetmez, o yanlışların neden yapıldığını da açıklamak
gerekir tarihsel ve toplamsal nedenleriyle. Yani Marksizm toplumun bilimi
olduğundan kendi yanlışının sosyolojik nedenlerini de açıklamak zorundadır.
Örneğin devrimin geri ülkelerde olması, onun karşı devrime uğraması, tarihin
düğümünün tersinden çözülmeye başlaması ve çözülemeyip kördüğüm olması bu
gidişin sosyolojik sorunlarının son duruşmada o metodolojik yanlışların
sürdürülmesine yol açması gibi.
Şimdi bu en temel eleştiri/özeleştiri anlayışı açısından
baktığımızda Demirtaş’ın eleştirisinin bir eleştiri bile olmakta uzak olduğu
görülür.
HDP’nin yanlışlarının metodolojik, programatik, stratejik,
örgütsel nedenlerine hiç girmemektedir. Sadece bu kadar da değil, bu
yanlışların sosyolojik nedenlerine de hiç girmemektedir.
O yanlışlar bulutsuz gökte çakan şimşekler gibi ele
alınmaktadır.
Halbuki bu satırların yazarı, en azından 2007-2008
yıllarından beri, HDP’nin atası olan “Çatı Partisi girişimi”, “Demokrasi
İçin Birlik Hareketi”, “Halkların Demokratik Kongresi” ve HDP
örneklerinde daha başlangıçta, tohum halindeyken yapılan yanlışları sıraladı,
metodolojik nedenlerini ve sosyolojik nedenlerini açıkladı ve ayrıca sorunların
aşılması için somut teklifler yaptı.
Bütün bu kitaplar dolduracak eleştiriler, bu emek, susuşla,
alayla, görmezden gelinerek, bunlar yetmediğinde idari, hukuki veya fiziki
olarak engellendi. (Hatta HDK hazırlıkları sırasında bizzat Demirtaş bile bugün
kendisinin kurbanı olacağı yapısal sorunlara yönelik eleştirilerimize karşı
çıkmıştı.)
Kısa vadeli ve yüzeyden bakınca hareket başarıdan başarıya
koşuyor görünüyordu.
İşlerin hiç de öyle olmadığı şimdi ortaya çıkıyor. HDP’den
daha hızlı koşan hatalar karşısına bir aşılmaz duvar olarak dikilmiş bulunuyor.
O hataları tohumundan tanımayanlar şimdi acı meyveleriyle karşılaşıyorlar.
HDP’nin Demirtaş’a cevabı ise, Demirtaş’ınkinden de geri bir
eleştiri anlayışını yansıtıyor.
Birincisi tamamen bürokratik bir anlayış. Memurlarda ve
devlette bulunan bir anlayış. Eleştiri ve itirazlar “silsilei meratip” içinde
üst organlara iletilecek anlayışı.
Bu tam Türk devletinin, yani şark devleti ve devletçiliğinin
anlayışıdır. Bu devlet kendi milletini,
Tanrının insanı kendi suretinde yaratması gibi, kendi suretinde
yarattığından olsa gerek bu anlayış herkese sinmiş bulunuyor.
Birincisi, bizler (yani demokratlar) tüm devlet
organlarının, tüm şirketlerin, tüm örgütlerin tüm toplantılarının, tüm
kararlarının herkese açık olmasını ve herkesin önünde yapılmasını programatik
olarak savunmalıyız ve böyle yapmakla kalmamalı bizzat kendimiz de öyle
yapmalıyız. Bunun mantık sonucu, bizlerin tüm tartışmalarının da, tüm
toplantılarının da kamuoyuna açık olarak yapılmasıdır.
Birincisi böyle bir anlayış yok. (Bu anlayış Demirtaş’ta da
yok.)
İkincisi, herhangi bir örgütte veya devlette bir üst organa
seçilen herkes daha baştan güvenilmez kabul edilmelidir.
Meşhur Paris komünü tedbirlerinin ardında, seçilenlerin her
an seçenlere ihanet edebileceği gizli varsayımı vardır. Yani seçilenlerin geri
alınması, ortalama işçi ücretinden fazla almaması vs. gibi kurallar aslında
vekil ve asil ilişkisinde vekillere, yani organlara seçilenlere karşı bir güvensizlik
varsayımından, Almanların dediği gibi “güven iyidir ve kontrol daha iyi”
varsayımından hareket eder.
Yani demokratik bir örgüt anlayışı, üst organlara
seçtiklerine hiçbir zaman güvenmeyecek ve sapanından taşı eksik etmeyeceksin
anlayışına dayanır ya da dayanmaladır ve örgütün yapısını böyle oluşturmalıdır.
Bunun mantık sonucu ne olur. Tüm üyelerin yatay ilişkisinin
tüm fiili ve hukuki olanaklarının bulunması. Üst organlara seçilenlerin sürekli
suçlu veya ihanet etmeye hazır muamelesi görmesi.
Çünkü üst organa seçilen zaten konumu gereği bir çok şeyi
kontrol eder, daha çok bilgiye sahiptir, herşeyi daha kuşbakışı görür ve bütün
bunları kendi konumu için kullanabilir. Bunu dengeleyebilmek için üyelerin
yatay olarak eğilimler, gruplar, fraksiyonlar, tezler vs. örgütleyebilmesi, üst
organların bileceği her türlü bilgiye ulaşır olması, yani üst organların
kontrolüne ve sınırlamasına uğramadan onlar üzerinde baskı oluşturma olanakları
olması gerekir.
Halbuki, HDP’nin Demirtaş’ın eleştirisine cevabı ise, sen
önce bize ilet, biz onu örgüte ve gerekirse kamuoyuna iletiriz anlayışına
dayanmaktadır. Yani tam anlamıyla işi üst organların keyfine bırakan bir
anlayış. Tam Türk devletinin Şark Despotluklarının anlayışı.
Bu anlayış ayrıca bir de kendini eleştirileri düşmanın
kullanabileceği; bu nedenle eleştirileri organlar içinde ve silsilei meratibe
uygun olarak yapmak gerekir bahanesinin de ardına gizlenir sıkça. Aslında
yapılan yatay ilişkinin, her üyenin her üyeye ulaşma ve yönetim üzerinde baskı
oluşturma olanağının engellenmesidir.
Bu da devrimci ve demokratların hiçbir şekilde kabul
edebileceği bir anlayış değildir ve baştan reddedilmelidir.
Yeni kuşaklar bilmez, fikir eleştirisi ve savunusu açık
yapılır. Burjuvazi ve onun devletinden sadece somut ilişkiler gizlenir. Zaten
temel nedenlere giren bir eleştirinin de bunlarla (yani işin teknik kısmıyla) ilişkisi
olmaz. Devrimci anlayış budur.
Tam da bu anlayışa uygun olarak devrimciler mahkemelerde
fikirlerini savunur ama ilişkileri gizler.
Yeni kuşaklar ilmez ve eski kuşaklar devrimci gençliklerinin
hafızasını yitirmiştir ama hatırlatalım ki Lenin’in Bir Adım İleri İki Adım
Geri eseri örneğin, Çarlık gizli polisi Okrahana’nın varlığı ve tehdidi
altında yapılmış illegal bir partinin illegal Kongresinin tutanaklarının bir
analizidir aynı zamanda.
Yani Okrahana tehdidi altındaki Rus devrimcileri, gizli
kongrenin tutanaklarını yayınlıyorlar ve bu tutanaklar üzerinden analizler, polemikler
yapıyor ve bunları kitap olarak yayınlıyorlardı. Çünkü söz konusu olan fikirler
ve bunlar arasındaki ayrılıklardı. Kimse delegelerin oraya nasıl getirildiği,
nerede kimin evinde veya nerede kaldığı vs. gibi konuları ele almıyordu. Polis
bunlarla ilgilenir özünde.
Şimdi bir Lenin’e ve devrimci geleneklere bir de HDP’ye
bakalım. HDP yasal olarak kurulmuş tüm faaliyetleri kanunlar emretmese bile
kendisinin halka açık tutması gereken bir parti iken, eleştirilerin önce
organlar içinde üst organa iletilmesi, yani aşağıdan yukarı iletilmesi ve
değerlendirmenin üst organa bırakılması anlayışını savunuyor. Tamamen
bürokratik, şark despotu, merkezi devletin anlayışıdır bu. Bu anlayış baştan
mahkum edilmeliyken, Türkiye’de azıcık demokrasiyi savunduğun söyleyen biricik
parti bunu savunuyor.
Ama daha kötüsü, bu savunma normal karşılanıyor. Başta
Demirtaş, kimse buna itiraz etmiyor.
Haydi, HDP bir devrimci parti değil diyelim, Ama en azından
Öcalan bile en sert eleştirilerini herkesin önünde yapmıyor muydu?
Yoksa bu sadece Öcalan’a özgü bir ayrıcalık mı?
Hukuki olarak herkesin eşit düzeyde olması gerekmez mi?
Öcalan’ın hakkı varsa herkesin hakkı olması gerekmez mi?
İnsanlar bu hakkın kullanımında ortaya çıkan görüşe elbet
adamına veya fikrin içeriğine göre yankı gösterebilirler ama bu ayrı içeriğe
ilişkin bir sorundur. Örgüt demek biçim, biçim de hukuk demektir. Hukuk da her
şeyden önce tüm üyelerin eşit haklı olması ve hiçbir görevin kimseye hukuki bir
imtiyaz sağlamamasıdır.
Ama hukukunuz Türk devletinin hukuku gibi anti demokratikse,
keyfiliğe ve üst organlara her türlü imkanı sağlıyorsa, hukuk savunusu aslında keyfiliğin
savunusudur. Türk devletinde ve HDP’de durum budur. HDP yönetiminin Demirtaş’a
cevabı bundan başka bir şey değildir.
*
Ve nihayet, HDP’nin eleştiri ve özeleştiri anmayışı, bir günah
çıkarma anlayışıdır. Aynı anlayış Demirtaş’ın eleştirisinde de
görülmektedir.
İyi çalışamadık, şurada şu yanlışı yaptık türünden ifadeler
özeleştiri veya eleştiri değildir.
Halka dönüp biz süreci iyi yönetemedik, Öcalan üzerindeki
tecride son veremedik, hatalıyız demek falan özeleştiri veya eleştiri değildir.
Bunun adı Günah Çıkarmadır.
Eleştiri yanlış olduğu söylenen şeyin temeldeki metodolojik
ve sosyolojik nedenlerine inerse eleştiridir.
Öcalan’ın üzerindeki tecridi aşman için tecrit olmaman
gerekir. Tecrit olmamak için hangi programın, stratejin olması gerekir. Bunlara
giren bunları tartışan var mı?
Yok.
Yok.
Bu kriterlerle baktığımızda Demirtaş’ın HDP’ye eleştirisi de
aslında eleştiri bile değildir. HDP’nin yanlışlarının temelleri hakkında hiçbir
şey söylememekte bu konulara bile girmemektedir.
Biz HDP’nin (ve Demirtaş’ın da) bütün yanlışlarının
temellerine yönelik metodolojik ve sosyolojik eleştirilerimizi yıllardır
yaptık, bunları her zaman somut önerilerle destekledik. Ama hiçbir zaman birinin
bile tartışıldığını ve gündeme alındığını görmedik. Meraklısı için kitaplarımız
ve bloğumuzdaki yazılar duruyor. İmkan bulursak bunların yeni ve aktüel
versiyonlarını da çıkarırız. (Örneğin ikisi şurada var: Çatı
Partisi Tartışmaları, HDK
Üzerine Yazılar)
Aşağıda HDP henüz ortada yokken, Türk sosyalistleri Kürt
hareketinden uzak durur ve bin bir rica minnet onunla bir araya gelirken
yazılmış iki yazı var. Orada eleştirilen anlayışlar şimdi acı meyvelerini
veriyor. Meraklısı okur.
Yazılar Öcalan’ın önerisi olan Çatı Partisi girişimi
Ertuğrul Kürkçü ve Mahir Sayın’ın engellemesiyle akamete uğrayınca başarısızlığı
makyajlamak için kurulmuş ne olduğu belli olmayan Demokrasi İçin Birlik
Hareketi denen “Şey” içindeki tartışmalarda yazıldı.
17 Ağustos 2018 Cuma
Eleştiri Yıkıcı Olmalıdır
Ertuğrul Kip arkadaş, her ne kadar bana hitaben değil, (ağır
delikanlılar ve olgun insanlar öyle somut kişilere hitap etmezler, ortaya
konuşurlar isteyen üzerine alır, öyle beş para etmez kişileri muhatap alıp
adamdan sayıyor görünmenin de alemi yoktur zaten) ortaya “eleştiri, kısa,
özlü, yapıcı olmalı” diye bir yazı yazmış.
Biz de üzerimize aldık ve her ne kadar muhatabımız bizi
muhatap almasa da biz onu muhatap alarak bir cevap verelim.
*
Evet, “eleştiri yıkıcı olmalıdır” demenin zamanı
şimdi.
Ne demek “yapıcı” eleştiri?
Eskiden beri burjuvazi “eleştiri yapıcı olmalıdır yıkıcı
olmamalıdır” bayağılıklarını tekrarlar ve biz sosyalistler bu
bayağılıklarla alay ederdik.
Şimdi artık sosyalistler başlamış bu bayağılıkları
tekrarlamaya, unutmuşlar bütün devrimci gelenekleri.
Lenin’de, Marks’ta, Engels’te bir tek kelime bulamazsınız “eleştirilerin
yıkıcı değil yapıcı” olması gerektiğine dair. Bulamazsınız. Çünkü onlar
böyle bayağılıklara pirim vermezlerdi. Onlar için eleştiri bir silahtır.
Silahla da oynanmaz, savaşılır.
Ama artık bütün devrimci, eleştirel ve zındık geleneklerin
unutulduğu bir çağda yaşıyoruz ve bu bayağılıklar sosyalistliğin ve
Marksistliğin şanındanmış gibi tekrarlanıyor.
Çok daha önce “Polemik üzerine” yazılarımda da
izlediğim yöntemin Marksist klasiklerin yöntemi olduğunu yazdım. “Uzun
yazmak üzerine” de yazmıştık. Bunları tekrar atmak gerekmiyor. Okumaya
niyetli olan okur.
*
Hayır sayın Ertuğrul Kip arkadaş, eleştiri “yıkıcı”
olmalıdır ve gerçek eleştiriyse her zaman “yıkıcı”dır.
“Yapıcı” eleştiriler eleştiri değil olsa olsa
danışıklı dövüş olur.
“Yapıcı eleştiri” denen eleştiri, olsa olsa taktik
düzeyinde yapılan eleştiriler olabilir.
Ben ise başından beri, herkesin nefretini kazanma bahasına,
bu “Çatı Partisi Girişimi” denen “şey”de yapılanların, Program,
Strateji, Örgüt gibi başlıklar altında, baştan aşağı yanlış olduğunu, aynı
zamanda samimiyetten de yoksun olduğunu söylüyorum.
Bütün bunları başından beri tek tek, her adımda yazıyor ya
da sözlü ifade ediyorum.
Soruyorum burada şimdi tekrar, bu eleştirilerimin bir tekine
bile cevap verilebildi mi ve eleştirinin yanlışlığı gösterilim çürütülebildi mi?
Hayır, şu ana kadar hiç birisine ne cevap verildi ne de
çürütüldü.
Bir iki cevap teşebbüsü olduğunda onların da yanlışlıkları
gösterildi ve sonunda, örneğin “Aaa, emek ve işgücü farklı şeylermiş”
gibi ciddi sorunlardan alayla kaçan bir anlayışın en sıradan bayağı örnekleri
görüldü.
Ve burada “Yapıcı eleştiri”den söz edenlerin
hiçbirinin bu bayağılıklar karşısında zerrece tepki gösterdiği görülmedi. Yani
biçimsel itirazların ardında içeriksel itirazlar olduğu önermesi bir kez daha
doğrulandı.
*
En iyisi sizin “yıkıcı eleştiri” eleştirinizi ele
alarak “Yapıcı eleştiri” isteğinizin nasıl bir yıkıcı eleştiri olduğunu
göstereyim.
Benim eleştirilerim taktik düzeyde değil, Programatik,
Stratejik ve Orgütsel (ve de Taktik) düzeylerde.
Bu alanların hepsinde var olan çizginin yanlış olduğunu;
Türkiye’deki demokrasi mücadelesine zarar verdiğini ve vereceğini söylüyorum.
Ve kendi önerdiğim program, strateji, taktik ve örgüt
anlayışlarımın çoğunluğu kazanması, bu çizginin terk edilip mahkum edilmesi
için bir mücadele veriyorum.
Bütün bunları her aşamada sözlü ve yazılı olarak ifade
ediyorum.
Ayrı bir program ve strateji öneriyorum; ayrı bir örgüt ve
örgütlenme anlayışı öneriyorum ve bunlara bağlı bambaşka bir taktikler
manzumesi.
(Bu taktikler manzumesi de sert vuruşlar biçimindedir. Uzun
vadeli bir yönelişleri vardır. İnsanları ciddi ve derinden bir hesaplaşmaya;
dolayısıyla uzun vadeli bir siyasi ve teorik eğitim vermeye yöneliktir.
İnsanların sempatileri sayesinde değil, antipatilerine rağmen bazı görüşlerin
doğruluğunu kabul noktasına getirmeyi amaçlarlar.)
Bunlara katılır ya da katılmazsınız. Ama apayrı bir çizgiyi
kendi içinde tutarlılıkla savunduğumu kabul etmek zorundasınız.
Şimdi böyle bir pozisyon karşısında yapıcı eleştiri nasıl
olur?
Bu Program, Strateji, Örgüt düzeyindeki eleştirilerimi doğru
bulursunuz, bunların bu “Şey”de egemen olması için mücadele edersiniz,
ama taktik düzeyde örneğin sert vuruşlar yerine yumuşak vuruşları
önerebilirsiniz.
Bu yaklaşımla yaptığınız “yapıcı” bir eleştiri ise
şöyle olur: Demir arkadaşın bütün eleştirileri doğrudur, ancak bu
eleştirilerini o cansız bir gövdeyi uyandırmak için böyle yapmaktadır, bu
gövdenin uyanacağı yoktur, bunlarla boşuna vakit geçirmesi taktik olarak
yanlıştır.
İşte “yapıcı” eleştiri dediğiniz böyle bir şey olurdu eğer
siz “yapıcı” bir eleştiri yapsaydınız bana karşı.
Peki sizin ölçüleriniz göre “Yıkıcı” eleştiri nasıl olur?
O da şöyle olur örneğin:
“Demir arkadaş, programatik olarak ulusun tanımından
Türklüğü çıkaralım diyor. Bu ütopizmdir, mücadeleye zarar verir. Elbette
uluslar tarihten beri gelen kökleri tarihte olan sosyal olgulardır, elbette
bizler Kürtler ve Türkler arasında bir uzlaşmayı savunmalıyız.
Demir’in savundukları strateji olarak da yanlıştır. Demir
arkadaş, Askeri Bürokratik Oligarşi diye bir hedef seçmekte ve bütün vuruş
yönünü ona yöneltmekte, Burjuvaziye eleştiriyi askeri bürokratik oligarşiyle
iyi mücadele etmediği noktasından yapıp burjuvaziyi tecrit etmeyi önermektedir.
Bu da yanlıştır ve liberallerin kuyruğunda bir politikadır. Bir sosyalistiz.
Anti kapitalist mücadeleden vazgeçemeyiz. Kaldı ki bu savunduğu eski aşamalı
devrim anlayışıdır. Askeri Bürokratik oligarşi ve Burjuvazi birbirinden ayrı
güçler değildirler ve bunların birini öne almak yanlıştır.
Keza Demir arkadaş, Örgütsel biçim konusunda da yanlıştır.
Elbette bizler tek tek kişileriz veya bu olanaktan yararlanmaya çalışan küçük
örgütleriz. Kimseye bir şey diyecek gücümüz yoktur. Onlar da burada oynuyor
göründükleri sürece bunu kullanarak biraz örgütlenmeyi deneyebiliriz. DTP’ye üyelerin
niye burada değil diyemeyiz. Bu kabadayılık ve ölüm fermanımız olur. Hele böyle
güçlenelim, gün gelir onu da deriz.”
İşte üç aşağı beş yukarı bu farazi eleştiriler (Ki bunlar bu
günkü fiili çizgidir. Yani aslında fiilen yapılan eleştiridir.) “yıkıcı”
eleştiri olur. Yani benim izlediğim çizgiyi yok etmeye, onun yanlışlığını
gösterip sıfıra düşürmeye yöneliktir.
İşte benim beklediğim böyle “yıkıcı” eleştirilerdir.
Ama yapılan nedir? Sizin yaptığınız nedir?
Yaptığım eleştiriler karşısında bu eleştiriler yokmuş gibi
davranıp, şu an çoğunluk olma veya kimsenin itiraz etmeme durumundan
yararlanıp, bu eleştirilere susuş uygularsanız, bu en tahripkar eleştiri olur.
İşte yapılan tam da budur.
Sadece bu da değil.
Sadece bu da değil.
Bu farklı program, strateji, örgütlenme anlayışlarıyla açık
bir fikir mücadelesinden kaçıp da onu biz oylama yapmıyoruz diyerek tartışma ve
gündem dışına atarsanız, bu “yıkıcı” eleştirinin Allah’ı olur.
Ve bu davranış karşısında bir ses çıkarmıyor ve böyle bir
şey yokmuş gibi davranıyorsanız bu da o yıkıcı eleştirinin tasdik edilmesi ve
benimsenmesi olur.
Burada şu ana kadar yapılanlar bunlardır. Sizin de
yaptığınız budur.
Siz de, yapılan eleştirilerin içeriğine girmiyor, içeriği
tartışmıyor, “Eleştiri yapıcı olmalıdır” diyerek, içeriği tartışmayı gündemden
düşürüyorsunuz. Bu Allahına kadar “yıkıcı” eleştiridir.
Benim eleştirilerimin yıkıcılığı ile sizin eleştirilerinizin
yıkıcılığı arasında şöyle bir fark vardır.
Benim eleştirilerim eleştiri silahını kullanmakta yani
açıktan fikir mücadelesine girmektedir.
Sizin eleştiri yapmayan fiili eleştirileriniz ise, “silahların
bir eleştirisidir” Marks’ın deyimiyle. Yani eleştiri silahına karşı bir
eleştiridir. Esas korkunç olan budur. Bu karşı tarafı yok etmeye
yöneliktir, ama fikri araçlarla değil, fiziki araçlarla, susuşla, idari
tedbirlerle, uygulamayla.
Yani burada yapıcı eleştiri gereğinden söz edenlerdir
gerçekte eleştiri silahına karşı bir eleştiri yürütenler. Esas yıkıcı olanlar
onlardır ve siz de bunlardan birisiniz.
Gördüğünüz gibi, yapıcılık ve yıkıcılık bakana ve bakılan
yere göre değişen özelliklerdir.
Kaldı ki, geniş anlamda benim eleştirilerim “yapıcı”dır.
Eni sonu hepsi sizleri ikna etmeye, sizlere yanlışlarınızı
göstermeye yöneliktirler.
Size karşı asıl yıkıcı davrananlar, sizi adam yerine koymayıp
eleştirmeyenlerdir.
Örneğin bir Ertuğrul Kürkçü’nün, bir Mahir Sayın’ın sizleri
bir konuda ikna etmek için şu gruba bir yazı yazdığını gördünüz mü?
Bu değil midir en büyük yıkıcı eleştiri?
Tekrar edeyim. Bu “Çatı Partisi Girişimi” ya da “Demokrasi
İçin birlik Hareketi” denen “Şey”, bu günkü anlayışlarıyla
gittiği takdirde, güçlense ve bir güç haline gelse bile, demokrasi mücadelesine
zarar verir, hem de gücü ölçüsünde daha çok zarar verir. Çünkü gerici bir
ulusçuluğu savunmaktadır; radikal ve devrimci demokrat bir çizgiyi
savunmamaktadır.
Bunun ardında da gerici bir milliyetçilik anlayışına
dayanması ve bunu savunması yatmaktadır.
Bütün diğer sorunlar buradan çıkmaktadır.
*
Bir de samimiyet sorunu var tabii.
Elbet kişi olarak kimsenin samimiyetinden şüphe edilemez.
Ama bir hareket, bir örgüt, samimi (içten) olmak, yani
hatalarını, zaaflarını herkesten önce kamu oyuna duyurmak, onları teşhir
etmekte en önde olmak zorundadır.
Bu anlamda samimiyetten yoksundur bu “Şey”.
Dediklerimin yanlışlığını somut olarak gösterebiliyor
musunuz?
Hayır gösteremiyorsunuz.
Hatta bunların doğruluğunu suskunlukla ve örtük ifadelerle
fiilen kabul ediyorsunuz.
Örneğin siz şöyle yazıyorsunuz:
“Catı Partisi yada DBH olarak calısmalara emek veren, hareketi
bir yerlere tasımaya calısan arkadasları,ve solda eksıklıklerıyle de olsa
birseyler üretmeye calısanları elestırırken daha yapıcı bir dil daha acık
ifadeler kullanmalıyız bence.”
Haluk Ağabeyoğlu daha da açık sözlü yazıyor:
“hepimizin aklindan gecen ve asmak icin bir azim
ugrastigimiz zaflarimiz bu kadar yikici bir dil ile mi yazilmalidir”
Yani örgütsel işleyişe ilişkin yazdıklarımın doğruluğu
zımnen kabul ve itiraf ediliyor sizlerce bile.
Ama sizi bu zaafların açıkça ifade edilmemesi değil, açıkça
ifade edilmezi rahatsız ediyor.
Bu bakımdan tam tersi noktalardayız ve tam tersi anlayışlara
sahibiz.
Eğer bu zaaflar varsa, bunları herkesten önce bizlerin, hem
de en acımazsız, en kendiyle alay eder dille herkese anlatmamız gerekir.
Siz ise bunun yapılmasına tepki gösteriyorsunuz.
İçtenlikli ve samimi bir hareket, “yaptıklarımız” diye
değil, “yapamadıklarımız” diye yazılar yazar.
İçten bir hareket, bunlar bizim sorunlarımız, kendimizin ne
olduğunu bile tarif edemez bir durumdayız diye yazar.
Siz bunların hiç birisine, ne olgu ne teori düzeyinde itiraz
edemiyorsunuz ama “uzun yazmak”, “yapıcı eleştiri” diye yazılar
yazarak bunların açıkça yazılmasından duyduğunuz memnuniyetsizliği ifade
ediyorsunuz.
Böyle davranarak en yıkıcı eleştirileri yaptığınızın
farkında değil misiniz?
Tekrar ediyorum.
1)
Ulusu hala bir dil, din, etni, soy ile
tanımlıyorsunuz. Bu gerici ulusçuların ulus tanımıdır. Dolayısıyla çözümleriniz
de gerici bir ulus anlayışı çerçevesinde oluyor.
2)
Türkiye’de demokrasi mücadelesinde esas
vurulacak halkanın askeri bürokratik oligarşi olduğunu kabul etmiyorsunuz ve
eski anlayışlarla hala ekonomist bakış açısıyla hareket ediyorsunuz.
3)
Eğer gerçekten bir parti olma yoluna gidilecekse
bu program ve strateji konusundaki zaafların üzerine gidilmiyor ve bu da
korkunç bir zaaf yaratıyor.
Bunların açık bir tartışması
olmadıkça, bunlar yok gibi sayıldıkça bir ileri gidiş mümkün değildir, hatta
ileri gidiş bile demokrasi mücadelesine zarar verir.
Haydi, bunların aksini
kanıtlayın.
*
“Catı Partisi yada DBH olarak
calısmalara emek veren,hareketi bir yerlere tasımaya calısan arkadasları,ve
solda eksıklıklerıyle de olsa birseyler üretmeye calısanları elestırırken daha
yapıcı bir dil daha acık ifadeler kullanmalıyız bence.”
Peki, arkadaşım, biz “bir
yerlere taşımaya”, “bir şeyler üretmeye” çalışmıyor muyuz?
Ne biliyorsunuz benim ne yapıp ne
yapmadığımı? Günde kaç saat devrimci mücadele için uğraşıp uğraşmadığımı? Benim
yaşım 60 ve 15 yaşımdan beri, sadece boş zamanlarımı değil, 24 saatimi ve bütün
ömrümü bu işlere vermişim. Bilinçli hayatımın 35 yılı sürgün ve hapislerde
geçmiş.
Bir de bunları bana karşı bir
silaha dönüştürmeye çalışıyorsunuz: Türkiye’dekiler bu işi daha iyi bilir
diyerekten
*
“Türkiyede yasayanlar solun
ülkemizdeki durumunu cok iyi gördüklerini bildiklerini düsünüyorum.(Yurt
dısında yasayıpta Türkiyedeki solun durumunu anlayan degerlendiren cok insan
var. onuda ayrıca belirtmeliyim.)” diyorsunuz
Yani demek istediğiniz şu: Sen
yurt dışında yaşıyorsun bu işlerden anlamazsın Türkiye’dekiler bunu daha iyi
bilir. Sesini çıkarma.
Ben 10 yıl hapiste 25 yıl da
sürgünde yaşadım ve hapisteyken “içerdesin sen anlamazsın”, sürgündeyken
de “dışardasın sen anlamazsın” itirazlarıyla çoook karşılaştım ve bu
itirazları yapanların neredeyse hepsi, o “mücadelenin içindekiler” sonunda
gidip tosladılar ve çoğu gelip “sen haklıymışsın” dediler.
Ayrıca bu tür itirazların gerçekte içeriğe itirazlar olduğunu ve belden aşağı vurmaktan başka bir anlama gelmediğini, her türlü tartışmayı baştan olanaksız kıldığını en az on kere yazmışımdır.
Ayrıca bu tür itirazların gerçekte içeriğe itirazlar olduğunu ve belden aşağı vurmaktan başka bir anlama gelmediğini, her türlü tartışmayı baştan olanaksız kıldığını en az on kere yazmışımdır.
*
“Türkiyede ve Dünyada
"SOSYALİST DEMOKRASİ" mücadelesinin nasıl yürütülecegine dair elinde
kesin recetesi olan biri varsa versinde binlerce devrimci-demokrat-sosyalist
insan bosu bosuna bu is nasıl olmalıdır diye kafa patlatmasın. Hemen yarından
itibaren en azından kendi adıma söz veriyorum o receteyi uygulayacagım.”
Yine uluslar arası işçi
hareketinin deneyleri hakkında hiçbir şeyi okumadığını itiraf etmiş oluyorsun.
1)
Sol Muhalefet 1930’lu yıllarda, sosyalist
demokrasi dediğiniz, (çünkü o isim de yanlıştır. Sosyalizm sınıfsız toplumdur,
Sosyalist Demokrasi ile kastedilen proleter demokrasisi veya diktatörlüğüdür,
geçiş dönemindeki demokrasidir) proletarya demokrasisi, konusunu daha o
zamanlar teorik olarak ve pratikte açıklamıştı.
2)
Daha sonra Dördüncü Enternasyonal bunu
programatik bir karar haline getirdi.
3)
Türkiye’de Mahir Sayın’ın sosyalist demokrasi
açılımından çok önce 70’li yılların sonunda bu konular tartışıldı ve açıklığa
kavuşturuldu.
4)
80’li yılların ortasından sonra Mahir Sayın bunu
bayağılaştırılmış bir versiyonunu alarak Kurtuluş’ta bir Rönesans
yapmayı denedi ve Mahir’in yaklaşımının yanlışları o zamanlar geniş olarak
eleştirildi.
5)
Ben bizzat Kuruçeşme paraleli olarak Avrupa’da
yürüyen tartışmalara sunduğum “Sosyalist Demokrasi Tartışmalarında
Tartışılmayan Bazı Sorunları Tartışma Denemesi” (Ki bu yazıyı, ÖDP ve
Kuruçeşme dersleri bağlamında buraya da yolladım) başlıklı yazımda bu konuyu
daha de geniş olarak ele aldım.
Şimdi siz bütün bu mücadeleleri ve birikimi yok var sayarak
yukarıdaki satırları yazıyorsunuz.
Bu o insanların mücadele ve emeklerine saygısızlık da değil
mi?
Kaldı ki, “sosyalist demokrasi” denen ile sosyalist
bir örgüt içindeki demokrasi çok farklı şeylerdir. Onları aynı sananlar,
sosyalist bir örgütün sosyalist bir toplumun ilişkilerini tohum halinde
yaşattığı görüşündeki küçük burjuva ütopyacılarıdır. Marksizm bu hayallerle
mücadele içinde doğmuştur.
Sosyalist örgüt içindeki demokrasi konusu çook uzun zamandır
Avrupa’da örneğin fiilen bütün sol örgütlerde uygulanır.
Bu da çok basittir. Program ve tüzüğü kabul edenler ve
organlarından birinde yer alanlar o örgütün üyesi olurlar. Farklı görüşler
kendilerini ifade etmek, görüşlerine netlik kazandırmak, örgüt çoğunluğunu
kazanabilmek için her türlü faaliyette bulunurlar ve bütün bu faaliyetler
örgütün içinde ve herkesin gözü önünde açık olur. Kongrelerde farklı
platformlar önceden tezlerini yayınlarlar, polemiklerini yaparlar vs.. Bunların
tartışması ve uzlaşmaları veya alternatif olarak çıkmaları sonucu kararlar
alınır. Alınan karar da herkes uyar, Eğer alınan karar çok büyük bir
programatik veya stratejik ayrılığı ifade ediyorsa, bu ayrılmayla veya
bölünmeyle sonuçlanır.
Bu kadar basittir.
Bu “Şey” ise bu kadar basit bir işleyişten
bile yoksundur.
Çünkü kendini oluşturan bileşenler üyelerinin bu şeye
katılmasını kabul etmemektedirler.
Çünkü böyle olduğu takdirde, bu “Şey” içinde,
herhangi bir görüşün, bu şey içindeki bütün üyelere hitap edip, (Dolayısıyla o
örgütlerin tüm üyelerine de) onları kazanıp çoğunluğu kazanma mücadelesine
girmesini kabul etmek anlamına gelecektir. O zaman Çin setleri yıkılmış
olacaktır. O zaman örgütlere göre değil, bambaşka sorunlara göre, örgütleri
ortadan bölen bambaşka ayrım çizgileri ortaya çıkar.
Buna kimse yanaşmamaktadır. Sorun budur. Ama bu da olmadan
bir parti olunamaz.
Bu çok basit ve sade gerçek unutmak ve unutturulmak
istenerek burada her şey saçmalığa mahkum edilmekte ve bizim “Şey”
demek zorunda kaldığımız “Şey” ortaya çıkmaktadır.
Ama sizi bu durum değil, bunun söylenmesi rahatsız ediyor.
Çok ayrı diller konuşuyoruz.
18 Ağustos 2009 Salı
Demir Küçükaydın
"Polemik Yapmak" Üzerine Bir Polemik ya da Polemik Niçin İyidir ve Sağlık
Belirtisidir?
Değerli Hamdi Şafak,
Adım adım esas sorunlara doğru geleceğiz.
Ama oraya gelirken tıpkı ilerleyen bir ordunun arkasında
küçük de olsa bir düşman birliği bırakmaması gibi, temizlik yaparak gelmek
gerekiyor.
Yazdıklarıma açıktan ya da dokundurma yaparak eleştiriler
yönelten ve bunlardan aslında çok rahatsız olan arkadaşların, ifade ettiği veya
ifade etmese de arkada bir varsayım olarak sahip olduğu görüşler Marksizmle,
sosyalizmle ve işçi hareketinin gelenek ve birikimleriyle ilgili değil, onların
inkarını ve unutulmasını ifade ediyor. Dolayısıyla aslında sanki çatı
partisi konusuyla ilgisizmiş gibi görünebilecek bu tartışmalar, aslında klasik
Marksist geleneğe sahip çıkarak mı yoksa onun unutulması ve reddiyle mı bu
işlerin daha iyi sürdürülebileceğine ilişkin bir tartışmadır.
Ben burada klasik Marksist geleneği temsil ettiğimi
düşünüyor ve savunuyorum. Eh burada bulunanların neredeyse tamamı da kendini
Marksist olarak kabul ettiğinden, bu kabulden yola çıkarak, ortak kabul olan
Marksizmin öncüllerine dayanarak, beni eleştirir veya dokundurmalar yaparken
muhataplarımın bu geleneği inkar ettiğini göstermeye çalışıyorum.
O zaman belki konumunuz ve edilen sözler, onların nereye
gittiği ve ne anlama geldiği üzerine daha iyi düşünülebilir ve kendini biraz
olsun yenilemenin yolu açılabilir.
Çünkü bütün iyi niyete rağmen, kullanılan kavramlar,
yaklaşımlar, dayanılan varsayımlar, öne çıkarılanlar vs. ile, nesnel olarak,
öznel amaçlara tamamen zıt sonuçlar verecek duruşlar ve düşünceler içinde
bulunulduğunu düşünüyorum ve bunu göstermeye çalışıyorum.
Bunu yaparken de, artık kendiliğinden öyle kabul edilmiş, bu
güne kadar kuşkulanmak akıldan bile geçirilmeyen sıradanlaşmış kavram ve
duruşlara özellikle dikkati çekerek kafalarda bir takım soru işaretleri
uyandırmaya çalışıyorum.
Daha önce de belirttiğim gibi, her ne kadar bunları sizin
yazdıklarınıza cevap gibi yazıyorsam da, bunlar size değil, sizin de ifade
ettiğiniz görüşlere yönelik eleştirilerdir ve yollanan diğer maillerin de
gösterdiği gibi, aslında muhtemelen buradaki büyük bir çoğunluk tarafından da
paylaşılmaktadır. Tam bundan dolayı böyle oturup emek veriyorum bu yanlışları
göze batırmak için.
*
Bu girizgahtan sonra, bu çatı partisi girişiminde olup da
kendini Marksist ve sosyalist olarak tanımlamayan arkadaşlara yönelik
bir iki söz etmek istiyorum.
Aslında Marksist argümanlarla yapılan bu tartışmaların
yerinin burası olmadığının, burada Marksistler veya sosyalistler olarak değil,
demokratlar olarak tartışılması gerektiğinin
buradaki herkesten fazla bilincindeyim. Özünde nihai amacım da bunu
buradaki Marksist veya sosyalistlere de göstermek ve kavratmak.
Çünkü bu çatı partisi girişimini desteklediğini söyleyen
sosyalistlerin çoğu bunu aslında sosyalistlerin bir araya gelişi için bir
olanak buna bağlı olarak da davranışlara yansıdığı gibi fiilen burayı veya
genel olarak Çatı Partisi Girişimini sosyalistlerin bir platformu veya
sosyalistlerin birliği veya da kendilerini toparlamaları için bir olarak
görüyorlar.
Bu onların yazdıklarında ve davranışlarında açık olarak
görülüyor. Buraya yollanmış maillerin yüzde doksan beşi (Örneğin ilet tuşuna basılarak buraya
yollanmış ve aslında buradaki yazışmaların yüzde doksan beşini oluşturan
maillerin içeriklerine bakın) bunun bir örneğidir. Bunlara da bu güne kadar bir
itiraz yapıldığı görülmedi. Ayrıca bu açık olarak da ifade ediliyor.
Çoğu kimsenin sandığının ve beklentilerinin aksine, aslında
"Çatı Partisi" Kürt ve Türk sosyalistlerinin veya solcularının bir
araya gelmesi değil, tüm demokratların bir araya gelmesi için bir
projedir.
Sosyalistlerin de en tutarlı demokratlar olduğu veya olması
gerektiği varsayımından hareketle de fiiliyatta sosyalistlere de yönelik bir
proje ve çağrıdır, ama onlara birer sosyalist olarak değil, birer demokrat
olarak çağrıdır.
Dolayısıyla bu girişimdeki veya genel olarak Çatı Partisi
üzerine tartışmalarda da ancak birer demokrat olarak, demokratik düzeydeki
argümanlarla tartışmak gerekir.
Ayrıca herkesin aynı demokrasi dilini kullanmadığı ve
kullanması gerekmeyeceği de çok açık.
Örneğin bizlerin kavram sistemiyle bir Müslüman
"demokrat", İslamın o kendi muazzam birikimi, kendi kavram sistemi
ve kendi dili içinde, kendini hiç de
demokrat olarak tanımlamayarak hatta ideolojik mücadele gereği böyle
tanımlamaya karşı çıkarak, ama bizler tarafından "Demokrat" olarak
tanımlan hedefleri ve duruşuyla, bu girişimde yer alabilir ve de almalıdır.
Veya bir Alevi yine Aleviliğin kendi dili içinde, bir
liberal demokrat liberalizmin kendi dili içinde burada yer almalı ve
tartışmalı. (Bu dil sorunlarına ve bunların nasıl aşılabileceğine ilişkin
önerilerime daha sonra gireceğim. Esas amacım zaten bu konulara girebilmek,
Tartışmayı ayrı diller konuşan bir demokratlar arası tartışmaya çevirebilmek ve
belki böylece Çatı Partisi'nin gerçekleşebilirliğini gösterebilmek ve somut bir
adım atabilmek. Buna ulaşabilmek için öncelikle bizim sosyalistlere bunu
göstermeye çalışıyorum. Bunun için koca bir yerleşik kanaatler ordusunu
öncelikle biraz ötelere uzaklaştırmak gerekiyor.)
Elbette bu demokratların bir bölümü veya ezici bir çoğunluğu
sosyalist olabilir, ama bu sosyalistlikleri onların tabiri caiz ise, bu
bağlamda, "özel sorun"ları olur.
Yani sosyalistler olarak kendi aralarındaki tartışmalarda
bir sosyalist olarak tartışabilirler. Ama çatı partisi platformunda sosyalist
olarak tartışmak ve argümanlar getirmek, saçmadır. (Ertuğrul'un, Mahir'in
yaptıklarındaki yanlış tam da burada başlıyor zaten. Ama daha bu konulara
geleceğiz. Adım adım gidelim şimdilik.)
Dolayısıyla benim burada sosyalistlere yönelik olarak
sosyalizmin ya da Marksizmin kabullerinden hareketle eleştiriler yöneltmem de
yanlıştır.
Bunun da bilincindeyim.
Ama teorik olarak böyle yanlış olmakla birlikte, bu grupta
bulunanların neredeyse tamama yakını kendini Marksist ve sosyalist olarak
gördüğünden ve böyle görerek yazdıklarına, yolladıklarına şu ana kadar kimseden
bir itiraz gelmediğinden, bu kendini Marksist olarak görenlerin çoğu da bu çatı
partisini sosyalistlerin toparlanması için bir olanak olarak gördüğünden,
şimdilik bu arkadaşlara klasik Marksist veya sosyalist geleneğin varsayımları
ve kabulleri üzerinden eleştiriler yöneltip bir tartışma yürütüyorum.
Başlamış bir yanlışa katılarak ona kendi içinden
yanlışlığını göstermeye çalışıyorum.
Yaptığım, boğulmakta olan bir insanı sudan çıkarmak için suya girmek zorunda
olmaya benzetilebilir.
Amacım sosyalistleri sudan çıkarmak, yani sosyalistler
olarak değil, demokratlar olarak tartışmaya çekmek, doğrusunun bu olduğunu
göstermek.
Bu nedenle kendini sosyalist ya da Marksist olarak
tanımlamamakla birlikte bu girişimlerde yer alan ve muhtemelen bu maillere
okumasa bile silmek için bile göz atmak zorunda kalan arkadaşlardan özür
diliyorum ve bu arkadaşların bir süre daha zaman tanımalarını ve sabretmelerini
istiyorum.
*
Daha önce herkesin doğruluğundan şüphe bile etmediği "kısa
yazma"nın aslında hiç de savunulacak bir şey olmadığını, bunun ardında
nesnel olarak, ne gibi kültürel, politik, tarihsel ve sınıfsal eğilimlerin dile
geldiğini göstermeye çalıştım.
Şimdi aynı konuyla çok ilgili olan "polemik yapmak"
konusunu ele alalım.
"Polemik yapmak" kavramı aşağı yukarı
1970'lerin ortalarından beri olumsuz bir anlam kazanmış bulunuyor.
Toplantılarda, yazılarda, sık sık "polemik
yapmayalım", "sen polemik yapıyorsun" gibi, bu
olumsuz anlamı dile getiren ifadeler kullanılmakta, polemik yapmakla itham
edilenler de büyük bir gayretle polemik yapmadıklarını kanıtlamaya
çalışmaktadırlar. Polemiğin "kötü bir şey", birleştirici değil
bölücü, zararlı, toparlayıcı değil dağıtıcı olduğu gibi bir ortak kabul herkese
egemen.
Bu ortak kabul sizin bana yazdığınız yazıya da yansımış
bulunuyor. Orada aynen şöyle yazıyorsunuz:
"Somut soru: Siz solun ortak bir mücadele alanı
yaratmasına ihtiyaç olup olmadığını, varsa bu alanın nasıl açılacağını,
aracının ne olması gerektiğini, iç hukukunun ne olması gerektiğini neden
tartışmıyorsunuz? Esas tartışma, artık kıvrılıp bükülmeden birlikte
başarmanın araçlarının nasıl yaratılabileceğinin tartışmaya ne dersiniz? Böyle
bir oluşumda öncelikle üzerinde netleşilmesi gereken bu tarz bir örgütlenmenin
iç hukukunun ne olması gerektiğidir. Buna ilişkin somut önerileriniz var MI? Bu
konuda deneyim ve önerilerinizi aktararak tartışmaları neden daha da
zenginleştirmeyi denemiyorsunuz? Siz polemik tazı yazışmayı sık kullanıyor,
hatta özellikle tercih ediyorsunuz. Bu yazdıklarınızda oldukça itici
olmaktadır."
Önce bir kısa not. Bu satırlarda kategorik olarak
bazı konuları karıştırıyorsunuz ve bu ayrı konu. Konuyu dağıtmamak için bunlara
şimdilik girmeyeceğim. Ama ne kastettiğimi anlatabilmek için geçer ayak bir
örnek vereyim: siz yukarıdaki satırlarda bir konuda "somut öneriler"
getirmek, bir "tüzük tartışması" yapmak vs.yi "polemik"in
zıttı gibi koyuyor ve farklı kategorilerden şeyleri birbiriyle
karşılaştırıyorsunuz. Polemik fikirleri ifadenin özel bir biçimidir, haydi diyelim ki bir yazı formudur; edebi
bir biçimdir. Diğerleri ise içeriğe ilişkin, örneğin örgüte ve örgütlenmeye
ilişkin konulardır. "Tüzük tartışması" yapmanın anti tezi
örneğin "program tartışması" yapmak veya "tüzük
tartışması yapmayı reddetmek" falan olabilir. "Somut öneri"nin
zıttı ise (aslında yoktur da, çünkü somut öneri yapmamak da bir somut öneridir.
Tıpkı politika yapmamanın veya ideolojisizliğin mümkün olamaması gibi mümkün
değildir. Ama haydi işin bu yanını boş verelim.) "soyut öneri"
olabilir. Çünkü insan polemik yapmadan da soyut öneriler veya polemik yaparak
somut öneriler de getirebilir. Siz bunları polemik ile zıtlık içinde koyarak
aslında kategorileri karıştırmış, polemiği örgütsel sorunlara ilişkin bir
kategori yapmış oluyorsunuz. Lenin'in meşhur örneğiyle "iki kere iki
mum eder" gibi bir şey söylemiş oluyorsunuz. Ama içeriksel ve
mantıksal bu yanı bir tarafa bırakılırsa, aslında polemiğe yüklediğiniz olumsuz
anlamı ifade etmiş oluyorsunuz. Bu nedenle bu bahsi bu kısa açıklamayla sınırlı
tutuyorum. (Bu konunun daha geniş bir ele alınışı, Köxüz sitesine
indirilmek üzere koyduğum "Otobiyografik Yazılar" başlıklı
kitabın hapiste diyalektik, martık ve metod üzerine çalışmalarla ilgili
bölümlerinde bulunabilir.)
Yani polemik yapmanın itici bulunduğu ve pek de iyi bir şey
olmadığı, dağıtıcı olduğu, sizin kabulünüz. "İtici bulunuyor"
dediğinize göre başkaları da öyle buluyorlar. Gerçekten de öyledir. Ben de
çoğunluğun sizin gibi düşündüğünü tahmin ediyorum ve zaten tam da bu nedenle
böyle polemik üzerine bir polemik yazmak gereğini duyuyorum.
*
Polemik yapmaya duyulan bu düşmanlıkla, uzun yazmaya duyulan
düşmanlık, öyle birbirinden çok farklı değil ve aslında Marksizmin ve
Aydınlanmanın o devrimci döneminin gelenek ve kazanımlarının unutulması, onlara
karşı gerici bir çıkış, onların reddidir. Çünkü, "uzun yazma"
ve "polemik yapma"ya bu karşı çıkışlar aslında: analitik
düşünceye karşı çıkışın; onun ifade biçimlerine duyulan düşmanlık olarak
görünmesi; metodolojik bir karşı oluşun; o metodolojinin uygulama alanı bulduğu
edebi formlara karşı oluş olarak kendini göstermesidir.
Eğer Goethe'den alarak Michael Löwy'nin geliştirip
kullandığı "Gönül Yakınlıkları" ("Wahlvervandtschaft")
kavramıyla ifade etmek gerekirse, polemik ve uzun yazma düşmanlıkları arasında,
aynı gerici tarihsel eğilimden kaynaklanan bir "Gönül Yakınlığı"
var diyebiliriz.
Aslında, polemik, Marksistlerin, Aydınlanma'nın ortaya
çıkardığı deneme türünü alarak, ona eski yunan filozoflarının diyalog tekniğini
de katarak geliştirdikleri bir diyalektik Deneme türüdür.
Deneme türü, bilimsel sorunları ele alışın, dar, alıntı
kırkanbarı akademik kriterlerin dışına çıkılarak, edebi bir biçimde, daha
özgürce, sadece kavramsal düzeyde değil, imgelerle de ele alınması olarak da
tanımlanabilir.
Zaten bu nedenle de bütün klasik büyük Marksistlerin
eserleri sadece bilimsel değil, esetetiktir, edebidir de. En kuru bilinen
Lenin'de bile bu estetik boyutun tadına varılabilir. Hele Marks, Engels,
Troçki, Kıvılcımlı gibilerde bu çok açıktır.
Marksistler Deneme türünü alıp, onun en başarılı örneklerini
vermekle kalmazlar, onu biraz da kendilerine has polemik tarzıyla harmanlarlar.
Bu nedenle, Polemik, Denemeyle yakın akraba, bağımsız bir
edebi tür olarak da kabul edilebilir. Bu türü, bildiğim kadarıyla, en başarılı
ve en güzel kullananlar Marksistler olmuştur. Marksizm adeta polemik
formu içinde doğmuş, var olmuş ve gelişmiştir.
Marksizmin canlılığını yitirmesi, kendini tekrarlamaya
başlamasına ise polemik formunun terki ve unutulması, hatta olumsuz görülüp
lanetlenmesi eşlik etmiştir.
Bu bakımdan, Türkiye sosyalist hareketine 70'lerin ikinci
yarısında egemen olan ve yaygınlaşan, burada da ifade edilen polemik
düşmanlığının, bu tarihsel eğilimin bir görünümünden başka bir şey olmadığı
söylenebilir. Yetmişlerin ortasından beri polemik düşmanlığına paralel olarak
artık polemikler de görülmemektedir. Altmışlarda ise, o işçi ve sosyalist
hareketin yüksel iş yıllarında ise,
hem polemik düşmanlığı yoktu hem de temel form polemik sayılabilirdi.
Marksizmin polemiği neredeyse temel edebi form olarak
kullanmasının nedeni de sanırım şudur: Farklı sınıfsal eğilimleri, görünüş ve
ifadelerine kapılmadan, o görünüş ve ifadelerin ardındaki metodolojiden, genel
kavramlardan, varsayımlardan hareketle göstermek ve ezilenleri uyarmak olduğu
kadar; karşı tarafı ikna etmek için ve karşısındaki ile kişisel değil fikir
düzeyinde tartışabilmek için en ideal formu sunmasıdır. Yani ezilen ve yoksul
çoğunluğu uyarma ve uyandırma çabası ve sorunu kişiler ve ahlaki düzey değil görüşler
ve metodoloji ve politik düzeyde tartışmak. Yani daha da özü modern toplumun
ürünü olan ve yine onu aşmaya yönelik özelliklerdir bunlar. Diğer bir ifadeyle
siyasi ve ideolojik mücadelede, proletaryanın edebi formudur. Burjuvazinin,
kapitalizm öncesinin dinlerine karşı siyasi ve ideolojik mücadelesinde edebi
formlarından biri Deneme idiyse, proletaryanınki de Denemeden çıkmış veya özel
bir deneme formu olan Polemiktir.
Bu nedenle, Marks, Engels, Lenin, Luxemburg, Troçki,
Kıvılcımlı vs. gibi bütün büyük ve yaratıcı Marksistlerin, hepsinin, neredeyse
bütün eserleri polemiktir. En akademik biçimler içinde yazılmış görünen
eserleri bile, hem bir bütün olarak, hem de dip notlarında, sürekli olarak
polemikler sürdürürler.
Polemik olmayan bir tek doğru dürüst eser gösterilemez
Marksizme ait. Marksizm polemikler içinde doğmuş ve gelişmiştir.
Marksizmin ana karnına düştüğü meşhur 11. Tezi içeren,
"Feuerbach Üzerine Tezler" aslında Feuerbach ile bir
polemiktir.
"Kutsal Aile" polemiktir. Marksizmin doğum
çığlığı Tarihsel Maddeciliğin ilk açıklaması olan "Alman İdeolojisi",
baştan aşağı polemiktir. İlk kez o zamanın en güçlü akımı olan Anarşizme karşı
entelektüel zaferler kazandığı ve pazularını geliştirdiği "Felsefenin
Sefaleti" polemiktir.
"Kapital", alt başlığı olan "Ekonomi
Politiğin Eleştirisi"nin de vurguladığı gibi, Klasik İktisatla, yani
Burjuvazinin ekonomi politiği ile baştan aşağı bir bütün olarak Polemiktir. Ve
dip notlarında da sürekli polemikler sürdürür.
Bir zamanlar nice kuşakların eğitiminde Marksizmi en derli
toplu şekilde anlatan, ilk popülarizasyon denemesi olarak kabul edilebilecek,
en sistematik eser olarak okunan "Anti Duhring", Duhring ile
bir polemiktir. Marks gibi Engels'in de neredeyse bütün eserleri
bir polemiktir.
Geçelim Lenin'e, Lenin'in neredeyse polemik olmayan eseri
yoktur. En polemik değilmiş gibi görünen, en skolastik eseri olan "Devlet
ve Devrim" polemiktir. "Ne Yapmalı" polemiktir, "Bir
Adım İleri, İki Adım Geri" polemiktir. Lenin'inkiler saymakla
tükenmez. Lenin de bütün eserini adeta polemik biçiminde yazmıştır.
Lenin sonrasını buradakilerin çoğunun referans olarak
almayabileceklerini düşünerek sıralamaya gerek bile yok. Ama onlar da bu
geleneği sürdürürler.
*
Ve bu polemikler öyle hiç de bizlerin burada kullandığımız
çelebi dilini; diplomatik nezaket dilini kullanmazlar.
Karşı tarafın fikirlerine en ince zeka oyunlarıyla, en
keskin zekaların yaralıyıcılığıyla, en delici, en öldürücü darbeleri
indirirler. İroni bu polemiklerin, lezzetine lezzet katan, olmazsa olmaz tuzu
biberidir.
Polemiğin unutulması ve yitirilmesi ve olumsuz tanımlanması
reziletini bir fazilet gibi koyan arkadaşlar,
maazallah, Marks, Engels, Lenin'in, otoritelerinin hayranı olmadan,
polemiklerini okusalar; mesela metinlerin kime ait olduğu adları gizlenerek arkadaşlara
okutulsa, benim de maalesef diplomatik çelebi nezaketinden nasibini almış
polemiklerimi "İtici" bulduklarına göre, onları aforoz eder, lanetlerlerdi; onlardan
bucak bucak kaçarlardı.
Çünkü klasik marksist gelenekle burada dile getirilen
yargılar iki ayrı dünyayı, iki ayrı dili yansıtmaktadırlar
*
Bu vesileyle Lenin'in bir anekdotunu kısaca zikretmek
isterim. Hangi kitabında okumuştum hatırlamıyorum ve şu an elimde kitapları
yok, bilen varsa ve kaynağı yazarsa sevinirim. Ama sanırım meşhur İkinci Kongre
sonrasında. Yanlış hatırlamıyorsam Lenin bu anekdotu bir dip notta anlatıyordu.
İkinci Kongre, biliyorsunuz günler boyu sürmüş, korkunç bir
gerilim içinde tartışmalar yapılmış (ve tam da öyle olduğu için o çatışmaların
içinden Bolşevikler çıkabilmişti) ve bütün bunlar en illegal koşullarda
yapılmıştı. Zaten kongreden önce de yazılı basında aylarca ve yıllarca
kitaplarda gazetelerde de polemiklerle bu fikirler olgunlaşmıştı.
(Bizlerin ne entelektüel ne de örgütsel bir başarı elde
edemeyeceğimizin bir göstergesi de böyle tartışmaların olmaması ve bizlerin,
hiç de tutkulu ve canlı tartışmalar olmayan, sadece diplomatik bir ifadeyle
görüş bildirmelerinden öteye gitmeyen, öncesinde de bunların yazılı olarak
tartışılmadığı; çok daha elverişli koşullara rağmen, günlerce değil de, iki gün
süren ve insanların konuşmalarının, gazetelerin köşe yazılarının bilmem kaç
vuruşla sınırlanması gibi, beş on dakikayla sınırlandığı, (Beş on dakikada
sadece görüş ifade edilir zaten tartışma, analiz, çürütme vs. olamaz) toplantılar
yapmamız ve bunu bir fazilet olarak görmemizdir.)
İşte bu kongrede, bir arada, bir delege ve Lenin arasında
bir konuşma geçer. Kongre delegelerinden biri, Lenin'e "ne kadar kötü,
ne kadar sert tartışılıyor" vs.. anlamında bir şeyler söyler. Lenin
ise, "aksine, ne kadar güzel" der. "İşte herkes
fikrini söylüyor. Tutkuyla karşısındakini çürütmeye çalışıyor. Görüşler ifade
ediliyor. Ayrılık noktaları ve ortaklıklar netleşiyor" anlamında
konuşur. Ve ekler anekdotunda: "bu
yoldaşla çok ayrı diller konuşuyorduk" diye.
Burada bulunan arkadaşların dile getirdiği görüşler,
maalesef, çoğunlukla o Lenin'le çok ayrı dilden konuşan delegeninkilere yakın,
Lenin'e değil. Tartışmalarımı, polemiklerimi, eleştirilerimi dağıtıcılık,
bölücülük, yapıcı olmama gibi kategorilerle bir arada görüp, öyle
değerlendirmeler bunu gösteriyor.
*
Buraya kadar yazılanları bir kez daha doğrulayan ve Lenin'in
yaklaşımını başka bir şekilde tekrarlayan, Kıvılcımlı'nın tam 40 yıl önce Aydınlık'ta
yayınlanmış ve tüm sonuçlarıyla unutulmuş ve lanetlenen bir geleneği yansıtan
şu nefis satırlarını hatırlatmadan ve aktarmadan geçemeyeceğim.
"Hakikat bir an unutulamaz. Proletarya sosyalizmi,
hele Türkiye gibi ülkelerde azınlığın azınlığıdır. Gerçi bu NİTELİK değil,
KALİTECE azınlıkta kalma değil; kantitece, sayıca azınlıkta kalmaktır. Gene de
proletarya sosyalizmi, gelmiş geçmiş DEMOKRASİLERİN en su katılmamışı olduğu
için, NİCELİK bakımından da millet çoğunluğunu kazanmak zorundadır. Proletarya
sosyalizmi kendi azınlığından ve Finans – Kapitalin düzdüğü şom karantinadan
kurtulmalıdır ve kurtulabilir.
Bunu ancak en karşı sayılan cepheden insan kazanmakla
başaracaktır. Bu kazanç, durduğu yerde, kendiliğinden gelmez. Kimsenin hatırına
toz kondurmamakla ise hiç olmaz. Düşünce
ve davranış alanında açıkça, yiğitçe savaşarak elde edilir. Dost, düşman bunu
böyle bilmelidir.
Günün burjuva sosyalistleri, kıyamete dek burjuva
sosyalisti olarak mı bırakılacaktır? Bu kanı "sol statükoculuk"
olurdu. Burjuva sosyalistleri içinde samimi ve yürekli olanlar çoktur. Onları proletarya
sosyalizmine kazanmak yalnız dövüşle başarılır. İnanç, ülkü, Düşünce, Davranış
savaşlarının harman olmadığı yere şeytan bile uğramaz, değil ki gerçekten
burjuva ve küçük burjuva savaşçıları uğrasın.
Savaş dendi mi, sırf çelebice sözcükler kendiliğinden
suya düşer. Güreş için birinci şart elense etmektir. Güreş, yenmek için
yapılır. Elense edenler, birbirlerinin sırtlarını yere getirmeyeceklerse, ne
zahmet ederler? Danışıklı dövüşün en kalp akça sayıldığı yer sosyal savaş
alanıdır. Sosyal ve politik dövüş horoz dövüşü değildir. Sırtı yere getirmek,
karşılıklı ACI GÜÇ kullanmağa dayanır. Yalnız kabadayılıkta değil, politikada
dahi, yenmek yenilmek olağan şeydir. Görünüşte güreşenler kişilerdir. Gerçekte
kişilerin yenişleri yahit yenilişleri, her zaman, her yerde: prensiplerin,
düşüncelerin, metodların, davranışların yenilip yenişleri olur ve hep öyle
olmalıdır.
İnsan kuralına uygun kavgadan, hele birbirinden
korkmamalı, ölse hiç kaçmamalıdır. Korku hiçbir "Sadre şifa" vermez.
Kaçış kimseyi kurtarmaz. Tarihte nice uluslar: en kanlı boğazlaşmalar sonucu
kaynaşıp kardeşleşmişlerdir. Modern milletlerin hepsi o kaynaşmalardan
doğmuşlardır. Modern sosyal ve politik savaş, neden başka türlü olsunb.
Topluluklar için doğru olan bu kural, kişiler için de doğrudur.
Hele savaş, Sosyalizm gibi modern çağın en kaçınılmaz
ortak prensipli eğilimleri arasında olursa, büsbütün verimlileşir. Karşılaşılan
her tez, antiteziyle anlam kazanır. Çarpışma ne denli yaman olursa, SENTEZ o
denli güçlü olur. Başka türlüsü: Tezsiz, Anti-tezsiz karşılaşmalardan doğacak
SENTEZ, kuruntu ötesinde ne görülmüş, ne de işitilmiştir.
Ülkü ve prensip savaşında, kimsenin kaşına, gözüne
bakılamaz. Alınmaca, darılmaca yoktur ve olmamalıdır. En düşkün olunulan
"KİŞİLİKLİLİK" ve kişi olgunluğu yalnız kıyasıya savaşarak edinilir
ve geliştirilir." ( Dr. H. Kıvılcımlı, "İşveren Sosyalizmi
İşçi Sosyalizmi", AYDINLIK, Sayı: 8, Haziran 1969, s. 105-116)
Şimdi Kıvılcımlı'nın, kişiliğin, en sağlam birliklerin,
en sağlam sentezlerin en kaşa göze bakmadan yürütülen çatışmalardan,
tartışmalardan, polemiklerden çıkacağını söyleyen, vurgulayan bu satırlarıyla,
burada bana eleştiri yapan veya dokundurmalarla eleştiren arkadaşların
vurguları karşılaştırılsın. Kırk yılda nereden nerelere gelindiği, devrimci
geleneklerin nasıl şimdi unutulup tersinin ululandığı daha iyi anlaşılır.
*
Öz ve biçim arasındaki ilişkiden yola çıkarak biçimdeki
değişimlerin nasıl özdeki değişimleri yansıttığını ele alıyorduk.
Resmi Marksizmde, polemik formunun terki, unutulması ve
olumsuzlanması ile onun içeriğinin de bütün hayatiyetini, dinamizmini,
eleştirelliğini ve devrimciliğini yitirmesi arasındaki ilişki aynen Türkiye'de
de görülür.
Örneğin Türkiye'de 60'ların o devrimci yüksel işi ile o zamanlar polemik formunun çok kullanılışı
veya Kıvılcımlı'nın o yukarıdaki satırlarının Aydınlık'ın sayfaları
arasına yayınlanması ve bunların o zamanının en radikal ve politik gençleri,
Dev Gençlileri, "kremanın kreması" tarafından okunması ile bu
gün Türkiye sosyalist hareketinin çürümüşlüğü, en küçük bir entelektüel
dinamizm ve canlılık göstermemesi; toplantı salonlarını altmış ve yetmişlerin yüksel işlerinin kılıç artıklarının, hayatlarının
kalan son bölümünde gençlik günlerinin güzelliğini onlara verecek bir anlam
arayanlardan başkasının pek bulunmaması ve artık biz göbeklenmiş ve
saç-sakalına ak düşmüşlerin, gençliğimizde öğrendiklerimizi bile unutup,
örneğin polemiği lanetleme, artık kimsenin polemik yapmaması arasında benzer
bir ilişki bulunmaktadır.
Örneğin son yıllarda Türkiye'de belli bir biçim oluştu. Her
hangi bir konu olduğunda, genellikle bir gazeteci -yani bir devrimci ya da teorisyen de değil-
konuyla ilgili olduğunu düşündüğü çeşitli tarafların görüşlerini istemekte,
sonra da onları sırayla yayınlamaktadır.
Bir zamanların, o 60 ve 70'lerin yüksel işlerinin,
kılı kırk yaran, tutkulu, karşı tarafın yanlış gördüğü yanlarını açıkça ele
alıp analiz ederek eleştiren polemikleri yok artık. Şimdiki gericilik, gerileme
ve çürüme döneminin, söyleşi veya anket tarzında, herkes kendi görüşlerini ve
formülasyonlarını tekrarlamakta.
Eğer işin erbabı değilseniz, o çok özel dili, söylenenlerin
ardında asıl söylenmeyenleri anlayacak bir arka plan bilginiz yoksa, farkları
bile anlama şansınız bulunmamaktadır. Kimse, karşı tarafı ikna edeyim, onun argümanlarını
ele alıp tek tek çürüteyim, karşı tarafı doğru görenleri uyarıp onları
uyarayım, karşı tarafı kazanayım, ikna edeyim gibi bir kaygı taşımamaktadır.
Herkesin bir dükkanı vardır ve muhtemelen çok refah içinde olmasa da o yaşamı sürdürecek bir dünyalığı da o dükkan
sağlamaktadır.
Bu yeni anket ya da söyleşi dizileri biçiminde
sosyalistlerin ifade ettikleri, İsmet Paşa'nın kafasının içinde kırk tilkinin
dolaşıp da kırkının kuyruğunun birbirine değmemesi gibi, birbirine temas
etmemektedir. Kimse şunlar bunu diyorlar ama bu yanlıştır şu nedenledir diye
somut bir şey söylememektedir. Kimse kimseye bulaşmamaktadır. Bizim gibi
bulaşmaya kalkanlara ise, "mahallenin delisi" olarak
bakılmakta, Almanların "Narrenfreiheit" dedikleri türden, delil ere tanınan bir özgürlük tanınmakta, "Boş
ver delidir, sen ona uyma" "olgunluğu"
gösterilmektedir.
Örneğin bu Çatı Partisi tamamen bu anket ya da söyleşi formu
içinde "tartışıldı" daha doğrusu tartışılır gibi yapıldı ama
tartışılmadı.
Yani edebi bir form olarak, polemikler, denemeler,
tartışmalar yok. Tek biçim ya günlük köşe yazıları ya da kuyruğu birbirine
değmeyen tilkilerle yapılmış söyleşiler. Koca girişimin böylesine dar ve
sınırlı bir alanda ve içerik olarak da son derece yüzeysel olarak tartışılmış
veya tartışılmamış olmasını bir yana bırakalım. Sadece bu biçimlerin varlığının
bile o içerikteki zayıflıktan ayrı düşünülemeyeceği açık değil mi?
Var sayalım ki, haydi herkes bir araya geldi ve de
"Çatı Partisi" kuruldu. Sanılıyor mu ki, böyle olunca toplumda bir
hareket yaratılabilir, en azından toplumun tartıştığı konular belirlenebilir,
moda deyimiyle gündem tayin edilir ve bir ideolojik hegemonya kurulabilir;
insanlarda sabrın derinliklerini coşkunun zirvelerini harekete geçirecek yeni
bir şeyler söylenebilir?
Hayır, muhtemelen bunların hiç birisi olmaz. Bunun olmayacağı,
sadece onun tartışmalarının (daha doğrusu tartışılmamasının) temel edebi
formunun köşe yazısı ve söyleşi olmasından bile çıkarılabilir diye düşünmek
fazla cesur bir genelleme mi olur acaba?
*
Bu vesileyle şunu da not düşelim. Şimdi olduğu gibi, "Şu
nedenlerle bu iş pek olacak gibi görünmüyor" dendiğinde, örneğin
"esas oğlanlardan ses yok, onun için bu iş biraz yaş görünüyor"
diye argo diliyle özetlenebilecek sözler edildiğinde, gelen tepkiler, sanki iş
iyi gidiyormuş da bu gibi ifadeler işin iyi gitmesini engelliyor ve
baltalıyormuş şeklinde oluyor. (Bizzat Hamdi Şafak'ın eleştirisi böyle. Diğer
gelen maillerde de benzer bir tavır var.)
Bu tepkiler bana cezaevinde af bekleyen mahkumları
hatırlatıyor. Sosyalistlerin bitmez konusunun "birlik" olması gibi,
cezaevindeki mahkumların bitmez konusu aftır.
Bir takım genel hükümlü mahkum arkadaşlar da sık sık gelir,
"ne diyorsun af çıkar mı?" diye sorarlardı. Onlara politik
duruma bakıp, "şu şu nedenlerle pek mümkün görülmüyor"
dediğimizde, sanki af istemiyormuşuz da onun için böyle diyormuşuz gibi
algılarlar ve bize düşman olurlardı.
Haydi o mahkum arkadaşlar anlaşılabilir. Öyle diyerek
onların umudunu elinden almış, kaybedecekleri bir umut bile bırakmamış
oluyoruz. Ama bizim kendini sosyalist olarak tanımlayan arkadaşlarımıza ne
demeli? Hani "Gerçek devrimci" idi, bizlerin ne kadar hoşuna
gitmese de?
Bu tepkiler de politik olmaktan ziyade, psikolojik
bir anlama sahipler. Aslında Çatı Partisi'ne gelen sosyalistlerin büyük bir
bölümü böyle psikolojik nedenlerle bu Çatı Partisi'ne bu kadar sahip
çıkıyorlar. Bu nedenle umutları sarsıcı gibi gördükleri değerlendirmelere böyle
tepki göstermeleri, aslında gençliğin, hayatın bir şeylere adandığı, dolu dolu
yaşandığı, bir anlamı olduğu günlere bir özlem, bu günkü anlamsız yaşam
karşısında bir çığlıktır Psikolojik olarak son derece insani bir durumu
yansıtır. Ama bizler burada maalesef politika yapıyoruz ve politik sorunları
tartışıyoruz, orada psikolojik sorunların bir yerinin olmaması gerekir. Tabiri
caiz ise, psikolojik gerekçe ve sorunlar kişilerin "özel"
sorunlarıdırlar.
Tepkiler de o nedenle psikolojik olarak tanımlanabilir.
Politik olarak ise, insan pek ala, duruma bakıp gerçekçi bir değerlendirmeyle
hiçbir başarı şansı görünmüyor ama ona rağmen yine de başarısı için uğraşmak
gerekebilir diye de düşünüp davranabilir.
Aslında o “normal”, o "cahil" ve
"bilinçsiz" insanlar binlerce yıldır böyle davranırlar.
Bu güne kadar ölmeyen hiçbir canlı var olmadı. İnsan
öleceğini bilen, aslında hayatın, ilk anından başlayarak ölüme doğru, uçuruma
doğru bir koşu olduğunu bilen tek canlıdır belki. Ama bu insanların hiç
ölmeyecek gibi yaşama ve çalışmalarını engellemiştir.
Bunu herkes başarıyor da nedense sosyalistler hiçbir başarı
şansı olmadan ve bunu görmeden çalışmaya pek gönüllü görünmüyorlar.
Sosyalistler kötümserliğin nasıl bir devrimci erdem olduğunu
da unutmuş bulunuyorlar diğer tüm eleştirel ve devrimci gelenekler gibi.
En devrimci hareketlerin aslında, Engels'in de dikkati
çektiği gibi, en kötümser sonuçları çıkarmaya yatkın en kaderci görüşlere
dayandığı da unutulmuş bulunuyor.
*
Son olarak Ertuğrul ve Mahir'in politik ve ideolojik
duruşlarına yaptığım eleştirileri ve dokundurmaları sanki bu arkadaşların
kişiliklerine saldırıymış ve tartışmayı kişiselleştirme imiş gibi algılamalara
karşı bir iki söz.
Belli düşünce ve davranış biçimlerini eleştirmek için o
düşünce ve davranış biçimlerini en iyi savunan veya temsil eden, en yetenekli
kişilerin adını anarak onların düşünce ve davranışları somutunda genel olarak o
düşünce ve davranışları eleştirmek ile kişiliklere yönelik eleştiri yapmak
karıştırılıyor.
Dikkat edilirse artık kimse kimseden söz etmiyor. Kimse şu
arkadaş veya bu örgüt bunları diyor bunlar yanlıştır diye bir çift söz etmiyor.
Herkes artık ortaya konuşuyor. Anlayan anlar. Böylece
"kişiselleştirmekten" de kurtulduklarını düşünüyorlar,
"seviyeli" tartıştıklarını düşünüyorlar her halde.
Yukarıda da değinildiği gibi, bu polemik formunun yok olup
kuyrukların birbirine değmediği söyleşiler formuyla ilgili.
Ama ben düşünce ve davranışları onları mümkün olan en örnek,
en iyi temsilcilerinin somutunda eleştiren eski geleneğe bağlıyım. Bu nedenle
benim yazılarımda bol bol kişi veya örgüt adı ve onlara eleştiriler bulunur.
Ama yazılarımda kimsenin kişiliğine yönelik en küçük bir aşağılama ya da
olumsuz bir değerlendirme görülemez.
Benim yazılarımı kimse kişiselleştirme ile suçlayamaz, çünkü
onlar eleştirdiklerinin iyi niyeti, cesareti, çalışkanlığı, adanmışlığı gibi
kişisel özellikleri olduğu var sayımına dayandıkları için vardırlar.
Hatta eleştirilerim belki muhataplarına aslında çok fazla
olumlu kişisel değerler yüklemekle, onların durumunu ve konumunu abartmakla,
olduğundan daha önemli ve değerli göstermekle eleştirilebilirler.
Kimilerinin anladığının aksine, benim Örneğin Mahir ve Ertuğrul'dan
isim vererek söz etmem ve onları eleştirmem, onların kişilikleriyle ilgili
değildir. Onların politik duruşlarına, görüşlerinedir. Ve onları belki
olduklarından daha etkili, yetenekli, başarılı vs. görüp göstermekle
eleştirilseydim bu belki haklı bir eleştiri olabilirdi.
Ayrıca şunu da belirteyim. Ben Türkiye'nin şarklı ortamının
aksine, kimi kendime daha yakın görürsem ona eleştirilerimde daha sözünü
sakınmasız, daha "gaddar" davranan bir gelenektenimdir. Kendime uzak
gördüklerim karşısında ise, daha hoş görülü, daha anlayışlı olurum. Hep
hafifletici sebepler ararım öylelerinde. Türkiye gibi şarklı ülkelerde ise,
insanların tavrı bunun tamamen zıttı olduğundan, beni de kendileri gibi sanıp
ondan yanlış değerlendirirler.
Ertuğrul ve Mahir, Türkiye devrimci hareketinde duruş ve
görüşlerine özellikle çok değer verip izlediğim üç beş kişi arasındadırlar.
Onları radar ekranımdan hiç kaybetmemeye çalışırım. Bulundukları konumu
izlemeye çalışırım. (Zaten Türkiye'de politika yapan herkesin sol içinde beş on
kişiyi böyle izlemesi gerekir.)
Ama bu arkadaşlarımın duruş ve görüşlerine çok değer
verdiğim için, tam da bu nedenle onların politik ve ideolojik yanlışları
karşısında kendimi tutamam. Yıllardır bu arkadaşlarla polemiklerim vardır,
kendilerinden doğrudan söz etmediğim birçok yazım bile bu arkadaşlarla polemik,
onları uyarma çabasıdır. (Tabii onların beni böyle izlediklerini sanmıyorum.
Bir gücümüz, örgütümüz falan olsaydı izlerlerdi her halde. Ya da izleseler bile
yokmuşuz gibi davranıyor olabilirler.)
Ama bu arkadaşlar aynı zamanda, tam 40 yıl öncesinden, ta
Dev-Genç döneminden beri tanıdığım, kişisel olarak tanıdığım arkadaşlarımdır
da.
Bizlerin ilişkilerinde politik olarak veya ideolojik olarak
birbirimize en karşı olduğumuz anlarda bile, birer devrimci olarak ve birer
insan olarak ilişkilerimiz başka bir düzeyde yürür. Ben şahsen benimle aynı
görüşleri benimsediğini söyleyen birçok insandan daha fazla güvenirim bu
arkadaşlara. Onların da gereğinde böyle davrandığını biliyorum.
Ayrıca aynı tarihi yaşamışız, aynı politik kültürden
geliyoruz. Bunun yarattığı ortaklıklar ve yakınlıklar, ideolojik ve politik
bizlerle aynı görüşleri paylaşan ama başka bir tarihi yaşamış ve başka bir
politik kültürden gelen arkadaşlardan çok daha yakın kılar bizleri birbirimize.
Bu vesileyle, yine Hikmet Kıvılcımlı'dan aktaracağım
aşağıdaki satırlar, yeni kuşaklardan arkadaşlara, ilişkilerin mahiyeti ve nasıl
olması gerektiği konusunda gerekenleri fazlasıyla söylemektedir.
" TİP ve YÖN gibi yeni
güçler yanında ESKİ Sosyalistlerin "Kaç tümeni var?"
demiyelım. Eski adsız birikimin mirasyediliğine düşeriz. Fincancı katırlarını
ürkütme bahanesi de çağını yitirdi. Nitekim şimdi başka bahane uyduruluyor:
Eskilerin kırgınlıkları ile yeni kuşakların kulak tozları, hatta ödleri patlatılmak
isteniyor. Aşağısı sakal, yukarısı bıyık diye tükürülmediğinden
cüretlenilmesin. Hikmet Kıvılcımlı: Nâzım Hikmet'e ve Kerim Sadi'ye ağır
saldırmış... Kerim Sadi: Hikmet'e ve Nâzım'a verip veriştirmedik şey
bırakmamış. Nâzım, daha "şâirane" sözü gümüş sayıp, davranış
altınlarıyla onlara taş çıkartmış.. Bu, madalyanın bilinen bir yüzüdür.
Kimsenin bilmediği, bilenlerinse, yeni kuşaklardan sakladıkları madalyanın inanılmaz öbür yüzü vardır: O "üç silâhşör" Eski sosyalist, birbirlerinin yaraladıkları ölçüde sevmeyi öğrenmişlerdir. Teoride ve pratikte birbirlerinin yanlışlarını yalın kılınç delik deşik etmekte gözlerini kırpmayan bu üç insan, ilk buluşmalarında, çocuksu şen kahkahalarla kucaklaşmaktan bir gün geri kalmamışlardır. Özellikle Eski Sosyalistler bu bakımdan, yeni sosyalistlerarası bağlılıklarda maya rolünü oynıyabilirler. Yeni kuşaklara, kişisel deve kinleri ve sülâle kan dâvaları yerine bu eski sosyalist kardeşlik mayası aktarılabilir." (Dr.Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye'de Sosyalist Konferans İçin, 20.Ocak. 1967)
Kimsenin bilmediği, bilenlerinse, yeni kuşaklardan sakladıkları madalyanın inanılmaz öbür yüzü vardır: O "üç silâhşör" Eski sosyalist, birbirlerinin yaraladıkları ölçüde sevmeyi öğrenmişlerdir. Teoride ve pratikte birbirlerinin yanlışlarını yalın kılınç delik deşik etmekte gözlerini kırpmayan bu üç insan, ilk buluşmalarında, çocuksu şen kahkahalarla kucaklaşmaktan bir gün geri kalmamışlardır. Özellikle Eski Sosyalistler bu bakımdan, yeni sosyalistlerarası bağlılıklarda maya rolünü oynıyabilirler. Yeni kuşaklara, kişisel deve kinleri ve sülâle kan dâvaları yerine bu eski sosyalist kardeşlik mayası aktarılabilir." (Dr.Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye'de Sosyalist Konferans İçin, 20.Ocak. 1967)
*
Tarihe ve başlığa dikkat. Tarih:
1967 yani 42 yıl önce ve başlık bugünün Çatı Partisi benzeri sayılabilecek
"Sosyalist Konferans"
Ve tartışılanlar bugün
"tartıştığımız" veya tartışamadığımız konular.
1967 yılında, bugünün "Çatı
Partisi" benzeri bir sosyalist konferans için de tartışılıyormuş.
Bu konuyu, girişimleri ve
tartışmaları şimdi bilen veya hatırlayan var mı acaba sosyalistler içinde?
Olduğunu sanmıyorum.
Kırk yıl sonra "çatı
partisi" girişimlerini ve bizlerin burada yazdıklarını, yaptıklarını
hatırlayacak olan çıkacak mı?
Onu da sanmıyorum.
Kat edilen yola bakınca, o
zamandan da çok daha gerilerde olduğumuz görülüyor.
"Az gittik uz gittik arpa
boyu yol gittik" sadece masallarda olmuyor.
Buna bir masal dünyası mı demeli?
Masallar gerçekten daha gerçek
olmuş.
Gerçekler ise masaldan daha masal.
Demir Küçükaydın
03 Haziran 2009 Çarşamba
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder