Bu yıl aynı zamanda 1968’in de ellinci yılı.
68’i herkes duymuştur ve bilir. Şimdi yetmişine dayanmış ve
işi bitmiş benim kuşağım 68 kuşağı diye bilinir.
Ama 68’in 30 Ocak’ta (yani dün) Vietnam’da Tet Saldırısı’yla
başladığını hatırlayan ve bilen pek yoktur. Bu yıl Tet Saldırısı üzerine hemen hiçbir
şey çıkmadı dense yeridir. 68 üzerine yazılar muhtemelen Mayıs ayında,
yazılacaktır. Ama 68 aslında 30 Ocak’ta başlayan Tet Saldırısı’yla başlamıştı.
30 Ocak 1968’de Vietnam’daki Budistlerin yeni yıl (Tet) tatilinde
seksen bin Vietkong gerillası ve kuzey Vietnamlı savaşçı, yüze yakın yerde aynı
anda bir saldırı başlatmıştı ABD’ye ve onun desteklediği Güney Vietnam diktatörünün
ordusuna karşı. Amerikan Elçiliğine bile saldırılmıştı. Bu saldırı bütün dünya
tam bir şok yaşamıştı. Bu saldırının şokuyla beş ay sonra Londra. Berlin,
Paris, İstanbul’da üniversitelerde ayaklanmalar başlayacaktı.
Aslında bu saldırı askeri bakımdan bir başarı olmamıştı.
Çünkü o zaman Vietnam’daki partinin bakanı olan Le Duan, birçok komutan ve
parti yöneticisinin karşı çıkmasına rağmen, saldırıyla birlikte büyük bir
ayaklanma da olacağı beklentisiyle bu saldırıyı başlatmıştı. Sonunda askeri
bakımdan büyük kayıplar verilmişti, Giap’ın daha sonra söylediği gibi yıllarca kayıpların
yerini doldurulamamıştı. Ama buna rağmen Vienam yine de ABD’yi yenmişti. Çünkü ABD
tecrit olmuştu, içinden çürümüştü.
Evet askeri bakımdan beklenen hedeflere ulaşılmamış büyük
kayıplar verilmişti ama politik olarak büyük bir zafer elde edildi. ABD ahlaki
ve moral üstünlüğü yitirdi, haksız bir savaş yürüttüğü bütün dünyada kabul
gördü ve sonunda o yenilmez Amerikan Ordusu Vietnam’da yenildi.
Bu saldırıyla birlikte ilk kez ABD’nin Vietnam’da yürüttüğü
savaşın haklılığı ve ABD ordusunun gücü tüm dünyada sorgulanır olmuştu.
Tet saldırısıyla adeta özdeşleşmiş olan, Güney Vietnamlı Polis
Generalinin bir gerillayı infaz ederken çekilmiş resmi, dünyanın dört bir
yanındaki 68 isyanının tohumlarını atmıştı.
*
İşte şimdi Afrin’e saldıran Türk devleti ve
Erdoğan-Ergenekon İslamcı-Türkçü faşist rejimi de böyle yenilecek.
Henüz Türk ordusunun bombalarıyla yok edilen ailenin kapı
önünde kalmışı ayakkabıları batı basınında görmezden geliniyor. ABD’sinden
Avrupa’sına bütün ülkeler Türk Devletinin saldırısı karşısında, tıpkı Hitler’i yatıştırmak
için ona Çekoslovakya’ı kurban olarak vermeleri gibi, Afrin’i Erdoğan’a bir
kurban olarak sunuyorlar. Ama onu yatıştıracaklarına bitini kanlandırıyor,
cesaret veriyor ve azdırıyorlar.
1970’li yıllarda, Ankara’nın CHP’li bir belediye başkanı
vardı Vedat Dalokay isimli, bir ara CHP’nin MHP ile koalisyon kurmasını MHP’nin
böylece ehlileştirileceğini savunuyordu. İşte bu dönemde rahmetli Can Yücel, bu
tezi savunanlara karşı, “Faşizm yarak gibidir okşarsan kabarır, kafasına
vurursan siner” anlamında bir şeyler yazmıştı.
İşte Çekoslovakya’yı yutmak nasıl Hitler’in bitini
kanlandırıp azdırdıysa, Afrin’i de Erdoğan’a kurbanlık koyun gibi sunmak, Erdoğan-Ergenekon
İslamcı-Türkçü faşist rejimini de azdıracak ve sonunda er veya geç karşı
karşıya geleceklerdir. Dün gece Türk ordusunun İdlib’e Nusracı çetelerin
koruması ve desteğiyle dalma girişimi bu kabarışın ilk işaretlerinden biridir.
Erdoğan-Ergenekon rejimi şu an hem Rusya’nın, hem ABD’nin,
hem Avrupa’nın açık veya örtülü desteğini veya görmezden gelmesini sağlamış
görünüyor. Ancak bu fazla gitmeyecektir. Yakında tüm dengenin tersine döndüğünü
ne yaparsa yapsın kimseye yaranamadığını görecektir. Hem de bu dengeleri
tersine döndürecek bizzat kendisi olacaktır.
İşte o zaman, şimdi Afrin’de yürütülen direniş, tıpkı Tet
saldırısının dünyada devrimci bir yükselişe yol açması gibi, Ortadoğu çapında
demokratik bir devrimin işaret fişeğine dönüşecektir. Kobane direnişi nasıl IŞİD’in
sonunu getirdiyse, Afrin direnişi de, Afrihn işgal edilse bile, Erdoğan-Ergenekon
İslamcı-Türkçü faşist rejiminin sonunu getirecektir.
*
Bu yıl aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı’nın bitişinin yüzüncü
yılı.
Birinci Dünya Savaşı Osmanlı İmparatorluğu, Rus Çarlığı,
Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve Alman İmparatorluğu’nun sonuydu.
Bunlar kapitalizm öncesi uygarlıkların ve antik tarihin
moderniteyle (kapitalizmle) buluşma noktasındaki son imparatorluklarıydı.
Bunların sonu ile Otomobilin ve Elektriğin yaygınlaşmaya başlamasının çakışması
rastlantı değildir.
Bu antik imparatorlukları modernleştirmek yönündeki “Aydınlanmacı
Monarklar”ların (“Büyük Katerina”, “Büyük Friederic”, “Ulu Han Abdülhamit”
hepsi de büyük ve ulu maşallah) tüm çabaları, başına topladığı cinleri
dağıtamayan büyücü çıraklığıyla sonuçlandı. Onların kurduğu okullardan çıkanlar
o imparatorlukların sonlarını getirdiler.
Ne var ki bu antik Şark despotlukları ve kalıntılarının
çözülüşü, bu moderniteye geçiş, Fransız Devrimi’nde olduğu gibi, onun devrimci
biçimi içinde, tüm insanların eşitliğini amaçlayan Aydınlanma biçiminde değil; insanların
eşitliği yerine ulusların eşitliğini geçiren karşı devrimci uluslar ve
ulusçuluk biçiminde gerçekleşmişti.
Böylece tüm dünyada moderniteye (kapitalizme ve ona uygun
bir üstyapıya) geçiş, onun en karşı devrimci biçimi olan ulusçuluk biçiminde bütün
dünyaya yayıldı. Tıpkı İslam’ın karşı devrimci Emevi ve Abbasi İslamları biçiminde
yayılışı gibi. Tıpkı Hıristiyanlığın Bizans (Ortodoks) ve Roma (Katolik) Hristiyanlığı
biçiminde yayılışları gibi.
Sınıflı toplumlarda bütün devrimler, karşı devrimci
biçimleri içinde yayılırlar, çünkü egemen sınıflar ve devletler onları ele
geçirirler.
Bu genel gidiş içinde Aydınlanma’nın devrimci ideallerine
dayanan ve onları genişletmek isteğinden doğan, insanların eşitliği
varsayımından hareket eden sosyalist hareketler bile ancak bir ulusal hareket
olduklarında veya bir ulusal harekete dönüştüklerinde başarılı olabiliyorlardı.
Bu dönem sosyalistlerin bile ulusçulara dönüşüp, içinden
çıktıkları Aydınlanma’nın demokratik ve eşitlikçi geleneklerini unuttuğu bir
dönemdi. Enternasyonalizm aslında insanların eşitliğinin yerini ulusların
eşitliğinin almasının ve ulusçuluğun temel ilkesinin sosyalistlerce bile
benimsenmesinin bir ifadesinden başka bir şey değildi.
Aydınlanma’nın mirasını taşıyan son büyük girişim olan Ekim
devrimi bile kısa zamanda köylü bir ülkede tecrit olunca “Tek Ülkede Sosyalizm”
parolası biçiminde bir ulusçuluk karşı devrimiyle tasfiye olmaktan
kurtulamamış, sonunda İkinci Dünya Savaşı’nın kızgın günlerinde, Aydınlanma
ideallerinin ulusçu bir form içindeki silik kalıntısı Enternasyonal marşını
bile terk ederek, Büyük Ruslar’a övgü düzen bir marşı kabul etmişti.
Şimdi yapay zekaların, uçakla ülkeden ülkeye seyahatlerin, internetin,
akıllı telefonların, Google çevirilerin, Earth’ların, GPS’lerin, dijital ve hiçbir
ulusal devletin kontrol edemeyeceği bitcoinlerin dünyasında yaşıyoruz. Uluslar
ve ulusal devletlerle bunların bir arada bulunması da fazla uzun süremez.
Bugünkü ulusal devletler, birinci dünya savaşı öncesinde
dünyaya egemen olan ve hiç yıkılmayacaklarmış gibi görünen imparatorluklara
benzerler.
Kürt Ulusal Hareketinin bizzat kendi evrimi bile bunun bunu
göstermektedir.
Kürt Ulusal Hareketi moderniteye geçişin ulusal hareketler
biçiminde gerçekleştiği bir dünyada doğdu. Bu dünyada sosyalist hareketler bile
ulusal hareketlere dönüşerek var olabiliyorlardı.
Kürt hareketi de bu özellikleri gösterir. Aslında 68’den
etkilenmiş sosyalist bir hareket içinden doğan PKK ancak bir ulusal hareket
olabildiği takdirde ve ölçüde bir kitlesel etki sağlayabiliyordu.
Ama aynı zamanda PKK artık insanlığın uluslar ve ulusçuluk
deli gömleğine sığmadığı bir çağın, daha doğrusu bu çağa geçişin de ürünüdür.
Abdullah Öcalan’ın Marksizme eleştirileri, ulusları ve
ulusçuluğu mahkum etmeleri, demokratik bir cumhuriyet ve Demokratik Ulus
parolasını yükseltmeleri hep bu sınırlara takılışın ve bunları aşma çabasının
bir yansımalarıdır.
Öcalan ve PKK canlı bir harekete dayandıkları için, bütün
kültürel ve teorik yetersizliklerine rağmen bu ihtiyacı en erken ve can alıcı
biçimde hissedip en erken çözüm çabasına girenler olmuşlardır.
Enternasyonalizm nasıl aydınlanma hümanizmi ve
kozmopolitizminin ulusçu bir formülasyon içinde soluk bir yankısı ise,
Demokratik Ulus ve Demokratik Cumhuriyet parolaları ve özlemleri, tersinden ulusçu
bir formülasyon içinde ulusçuluğun deli gömleğini parçalama girişimleridir.
Birkaç gün önce yayınlanan PKK önderlerinden Mustafa Karasu’nun
şu satırları ancak bu tarihsel bağlamda anlaşılabilir.
“Bu açıdan şovenizme,
milliyetçiliğe, sosyal şovenizme, ulus devlet anlayışına ve bunun dayandığı
ulus zihniyetine karşı ideolojik mücadelenin yürütülmesi gerekmektedir. Efrîn
işgali ve buna karşı Türkiye'de gösterilen ya da gösterilmeyen tepkiler
ideolojik mücadelenin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymuştur. Kuşkusuz bu
ideolojik mücadelede sosyalistlerin öncü olması gerekmektedir. Bu açıdan başta
sosyalistler olmak üzere tüm demokratlara Türkiye'nin şovenizm, sapkın
ulusallık virüsü ve hastalığından kurtulması için tarihi sorumluluklar
düşmektedir. Sosyalistler, aydınlar, yazarlar, demokratlar, Türkiye halklarının
bilinci ve vicdanıdırlar. Bu açıdan Türkiye'deki tablodan en başta da
kendilerini sorumlu görmelidirler. Toplum bizim aynamızdır demelidirler. Biz
faşistleri, şovenistleri ve insanlık dışı kesimleri suçlayamayız. Onların
karakteri zaten odur. Ona uygun davranıyorlar. Önemli olan, biz sosyalistler ve
demokratlar ne kadar rolümüzü yerine getiriyoruz, bunu sorgulamalıyız.
Faşistlerin ve insanlık dışı çevrelerin düşünce ve duygularını neden
geriletemiyoruz bunları sorgulamamız gerekir.
Tabii ki Kürt Özgürlük
Hareketi olarak, Kürt sosyalistleri ve demokratları olarak bizler de kendimizi
sorgulayacağız. Türkiye'deki ve Ortadoğu'daki bu şovenist ve soykırımcı
zihniyeti ve faşist gericiliği, her türlü gericiliğin varlığı konusunda biz ne
kadar sorumlu davranıyoruz, sorumluluklarımızı yerine getiriyoruz? Bu tür
gericiliklerin varlığı ve geriletilememesi konusunda bizlerin de
yetersizlikleri vardır. Kürtler içindeki milliyetçiliği aşmada eksikliklerimiz
vardır. Çünkü Kürtler içindeki milliyetçilik de karşı milliyetçilik ve
şovenizme gerekçe yapılmaktadır. Dolayısıyla esas sorumlu Türkiye’dir, Türkiye
sosyalistleridir, demokratlarıdır gibi yüzeysel ve kendimizi sorumluluk dışında
tutan bir yaklaşım gösteremeyiz. Önder Apo bu konuda tarihi sorumluluk
göstermiştir. Bu açıdan demokratik ulus yaklaşımını ortaya koymuş ve Kürt sorununun
çözümünü Türkiye'nin ve Ortadoğu'nun demokratikleşmesiyle iç içe ele almıştır.
Kürt Özgürlük Hareketi olarak da her zaman Türkiye halklarıyla kardeşlik içinde
sorunu çözme yaklaşımı içinde olduk. Söylem, tutum ve politikalarımızda buna
dikkat ettik. Kürtler içinde milliyetçi eğilimlerin kardeşlik içinde
demokratikleşme mücadelesine zararlı olduğunu bilerek bu tür eğilimlere karşı
tutum koyduk. Biz bundan sonra da sosyalist kimliğimize uygun davranacağız.
Bunu yaparken dostça, kardeşçe ve yoldaşça Türkiye'deki sosyalist, her renkteki
sol, demokrat, aydın ve yazarlar içindeki yanlış eğilimlere de bir tepkisellik
içine girmeden eleştirilerimizi yönelteceğiz. Çünkü Türkiye açısından
yanlışlıklara karşı ideolojik mücadelenin önemi bulunmaktadır. Bu mücadele esas
olarak Türkiye'nin sosyalistleri, demokratları, vicdanlı, ahlaklı aydın ve
yazarları tarafından yapılırsa daha sonuç alıcı olur.”
Bu büyük tarihsel eğilim ve dönüşümü görmeyenlerin bütün
tahlilleri boşa çıkacaktır.
*
Buna bağlı olarak, bugün Afrin’de yürütülen savaş üzerine
analiz ve tahminler yapanların hepsinin bütün hesaplarını bozacak ve sonunda
öngörülerinin boşlukta kalmasına yol açacak olan temel yanlışı, yukarıda
değinilen tarihsel dönüşümü anlamadıkları ve göremedikleri için, savaşta gözle
görünmeyen asıl cephenin ne olduğunu kavramamalarıdır.
Savaşı, ABD ve Rusya arasındaki bir bilek güreşi açısından
analiz edenler; Türkiye, İran, Suudi Arabistan, İsrail vs. gibi bölge güçleri
arasında bir rekabeti analizlerine katanlar, Kürtler ve Türk devleti, arasında bur
savaş olarak görenler… bunların hepsinin tüm çözümlemeleri ve bu savaşta
bulundukları yer yanlıştır.
Bu savaşın ana cephesi, ulusal devletler ile, ulusları bir
dil, din, etni ile tanımlayan demokrasi düşmanı devletler ile, böyle
tanımlamayı reddeden, ulusçuluğu aşmaya çalışan, demokratik özlemleri
destekleyen Özgürlük Hareketi arasında bir savaş olmasıdır.
Bu mücadeleyi, ulusalcılığa karşı demokratik bir gücün, yani
özgürlük hareketinin, global ölçekteki güçlerin, bölge çapındaki güçlerin,
bölgedeki ulusal devletlerin ve diğer anti demokratik güçlerin aralarındaki
çelişkileri değerlendirmesi ve bu çelişkilerden yararlanarak yol alması olarak
gördüğünüzde ancak doğru bir pozisyşon alabilir ve olayların gidiş yönünün ana
eğilimin tahlil edebilirsiniz.
31 Ocak 2018 Çarşamba
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:
1 yorum:
Ustad, muhtesem analiz ve onerge.Eline saglik.
Yorum Gönder