“Bir Devrimin Eşiğinde”
yazı serisinin ilk iki yazısından sonra gelen yorumlara bakınca,
yazdıklarımızın neredeyse hiç anlaşılmadığını; biraz fantezi, biraz bilim kurgu
ya da son zamanların şişirilmiş “Sapiens”
ve “Homo Deus – Yarının Kısa Tarihi”
gibi popüler kitapların yazarı Yuval Noah Harari’nin yazdıkları gibi
değerlendirildiğini gördük.
Bu durumda kısa bir parantez açıp, bazı kavramları açıp,
biraz açıklama yapıp, uyarılarda bulunup, ondan sonra devam etmek gerekiyor.
Elbette böyle bir anlaşılmamayı beklemiyor da değildim, yazılarımı
beğenen veya eleştirenlerin aslında yazıları anlamadan beğendiği ve
eleştirdiğini sürekli gördüğüm için şaşırtmadı.
Yazılarımı herkes var olan yaygın ve hiçbir bilimsel değeri
olmayan kavramlarla veya kimi güncel politikaya ilişkin bağlamlarda okuyor ve
diyelim ki Erdoğan karşıtı bir cümle kafasına yatmışsa beğeniyor, Atatürkçü ise
Atatürk’ü açıklamaya çalışan bir yazı görünce kızıyor veya eleştiriyor.
Sanılanın aksine bu “Bir devrimin eşiğinde” yazısı politik
olmayan bir yazı değildir. Bütün yazılarım politiktir. Çünkü politikam
bilimsel, bilimim politiktir.
Ama okuyucuların kabul ettiği yaygın ve gücü yaygınlığından
gelen yanlış anlamıyla politik yazı değildir yazılarım; benim en güncel ve
politikaya ilişkinmiş gibi görünen yazılarım bile aslında politika değil,
metodoloji tartışırlar; tamamen bilimsel yazılardır.
Yazılarım bir tek sorunu tartışır, toplumun hareket
yasaları, yani Marksizm, yani Gerçek Sosyoloji, yani toplumsal gerçekliği
açıklamanın yöntemi, kavramları. Yazılarda olguların bilindiği var sayılır
genellikle.
Yazılar yöntemin ve kavramların doğruluğunun veya
yanlışlığının görülmesine yönelik uygulamalardır.
Bunu kavramadıkça yazıların gerçek anlamını anlamak ve bu
yazıların aslında aktüel görevlere ilişkin bir politik mücadele yaptığını
görmek olanaklı değildir.
*
İkinci olarak, ben klasik Marksizm’in, (ki “klasik Marksizm”
derken, Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı, Mandel, Luxemburg gibi
devlerin kullandığı veya geliştirmeye çalıştığı kavram sistemini kast ediyorum)
kavram sistemini bir yandan otantik biçimini çarpıtmalara karşı savunan; ama aynı zamanda onu bu otantik haliyle içinde
taşıyarak eleştiren ve aşan bir kavram sistemi geliştirdiğimi düşünüyorum ve bu
yeni kavram sistemi ve metodolojiyi uygulamaya ve geliştirmeye çalışıyorum.
Bu Klasik Marksizm’in kavram sistemi ile benim geliştirdiğim
biçimiyle Marksizimin kavram sisteminin ilişkisi (Aufhebung) için en güzel örnek, klasik Newton Fiziği ile Modern
fiziğin ilişkisidir.
Modern fizik, yani Einstein’in Özel ve Genel Görecelik
teorisi diyelim, Newton fiziğini eleştirir ama içinde taşır. O klasik fizik
onun özel bir hali olarak belli bir doğruluk içerir ve günlük yaşamımızda bizlere
rahat rahat yeter.
Bu ilişkiyi, Einstein da bir tepeye tırmanma imgesiyle ifade
eder, hareket noktamız aynıdır ama der yukarılara doğru çıktıkça daima daha
geniş bir alanı görürüz der.
Ya da Newton bunu kendinden önceki büyük fizikçileri kast
ederek, devlerin omuzlarında durduğu için daha uzağı görebilme imgesiyle
anlatır.
Klasik Marksizmle bu ilişki ve ilişkiyi nasıl gördüğüm, “Marksizmin Marksist Eleştirisi” adlı
kitabımın adında bile görülebilir.
Türkiye’de “eleştiri” bir şeyin reddi, inkarı, çürütülmesi
gibi algılandığından bu kitabım da Marksizmin inkarı, eleştirisi veya çürütülme
çabası gibi algılanmıştır.
Halbuki eleştiri, içinde taşıyarak bir aşmayı (Aufhebung),
onu geliştirmeyi ima eder.
İnkar genellikle eleştirerek değil, susuşla veya karşı görüşü
bayağılaştırarak ve sonra o bayağılaştırılmış biçimiyle o görüş eleştirilerek
yapılır.
Bizim kitabımız henüz susuşla eleştirilme aşamasını aşamadı
bile.
Bu kitabın önsözünde de, Marksizmin bu eleştirel gelişimini
hangi yollardan giderek nasıl yaptığımızı anlatmaya çalıştık. Önsözün alt
başlığında da bunu açıkça belirttik: “Tarihsel
Maddeciliğin Tarihine Katkı”. Anlatılan katkı kendi katkılarımızdan başka
bir yel değildi.
Peki bu eleştiri ve katkı esas olarak hangi noktadadır?
Bunu en kısa ve özlü olarak şöyle açıklayabilirim. Klasik Marksizm,
tarihi Sınıflar mücadelesi tarihi olarak ele alır; geliştirdiğim Marksizm ise,
tarihi bir dinler tarihi olarak ele alır. Sınıflar ve sınıf mücadelesi dinlerin
içinde, dinlerin evrimini açıklamakta ele alınırlar.
Klasik Marksizm ise, dini sınıflar ve sınıf mücadelesi
içinde ve onun aracı olarak açıklamaya çalışır.
Bu biraz Marks’ın Hegel ile ilişkisini anlattığı imgeyle,
başı üzerinde duran yöntemi ayakları üzerine getirmek gibidir. Bizim yaptığımız
ve Marksın yaptığıyla ilişkimiz de böyledir denebilir.
Sınıflar ve sınıf mücadelesi, bizzat Marks ve Engels’in de
belirttiği gibi burjuvazinin (daha doğrusu Aydınlanmanın, çünkü aslında bu “burjuva
devrimi” gibi kavramlar da tarihe sınıflar mücadelesi açısından bakan yaklaşımın
ürünü olduğu için yanlıştır ama şimdilik bunu bir kenara koyalım. Çünkü
hayatımız bir çok durumda bir düşünce veya kavramın yanlış olduğunu bile bile,
o yanlışı yapandan kopmamak ve onu o yanlıştan kurtarmak için o yanlışı yapmak
veya yanlış kavramları kullanmakla da geçti.) keşfettiği ve burjuvazinin ufkunu
aşamayan kavramlardır. Marksizmi sınıf mücadelesine indirgemek nu burjuvazinin
kabul edeceği düzeye düşürmektir. (Maalesef de böyle olmuştur. Ulusalcılığın
metodolojik kökleri de buralardadır.)
Marksizm, toplumsal yapı üzerinde tarihsel hareketin
nasıl gerçekleştiğini açıklamaya yönelik ilk sitemli acıkama Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya
Önsöz’de ifadesini bulur. O kavramlar temel kavramlardır. O kavram sisteminde
yapısal kavramlar vardır.
Yani kabaca manifesto tarihsel hareketi öznelerle (sınıflar)
açıklar, Önsöz ise Yapının değişmeleriyle. Ama yapı canlı bir şey, somut bir
güç değildir. Bu yapıdaki değişmeler toplumun değişimine ve evrimine,
devrimlere nasıl dönüşmektedir? Sorun budur. Ortada iki farklı açıklama ilkesi
vardır ve bunlar kavramsal bir iç tutarlılık içinde birleştirilmeyi beklerler.
Tarihi sınıflar mücadelesiyle açıklama yanlış değildir ama
tıpkı Newton Fiziğinin özel bir hal olması gibi, tarihin çok özel bir durumunda
ve sınırlı olarak geçerlidir.
Toplumu üretici güçlerde ve üretim ilişkilerindeki, ekonomi
temelindeki değişmelerle açıklama da yanlış değildir. İkisi de doğru olan bu
açıklamalar, ortak bir kavramsal temele sahip değildir ve farklı sonuçlara yol
açarlar.
Bu tıpkı bugün fizikte sonsuz büyüklükteki harekeleri ve evreni
ve onun evrimini açıklayan Görecelik Kuramı ve atom altı parçacıkların
hareketini açıklayan Kuantum Kuramı arasındaki uyumsuzluk gibi bir uyumsuzluktur.
İkisi de deneylerle mükemmel bir bizimde kanıtlanmaktadırlar. Ama ikisi
arasında bir iç tutarlılık yoktur.
Bugün bütün ciddi büyük fizikçiler bu uyumsuzluğu giderecek
bir daha genel teori arayışındadırlar.
İşte Marks bu uyumsuzluğu devrimci sınıfın aynı zamanda en
büyük üretici güç olduğu gibi bir önermeyle aşmak istemişti. Böylece
Yapı (Üretici Güç) ve özne (Devrimci Sınıf) aynı kavram aracılığıyla birleşiyor
ve sorun çözülüyor gibi görünüyordu.
Ancak Marks’ın bu çabası, aslında çözdüğünden daha büyük bir
sorun yaratıyordu.
Örneğin toplumsal hareketi Yapı ile açıklayan kavramlara
göre örneğin, sınıfsız toplumlarda devrimler olabilir. Örneğin avcılık ve toplayıcılıktan,
neolitik köy komününe geçişte olduğu gibi.
Neolitik devrimle yani üretici güçlerdeki değişmeyle birlikte, tüm
üretim ilişkileri ve onun da üzerinde yükseldiği üstyapı değişir. Ama Marks’ın
çözümüne göre, devrimci bir sınıf yoktur, çünkü sınıf yoktur. Yani çözümün öne sürdüğü özne yoktur bu
değişimi yapacak. Üretici güçler cansız varlıklar olarak bu değişimi gerçekleştiremezler.
Veya başka bir örnek. “Burjuva devrimi” deniyor. “Burjuvazi
devrimci idi” deniyor. Burjuvazi devrimci idiyse, ve “devrimci sınıf en büyük
üretici güç” ise, burjuvazi aynı zamanda bir “üretici güç” mü oluyor?
Görüldüğü gibi çok problemli bir çözüm. Çözdüğünden daha fazla
sorun çıkarıyor.
Aynı sorun, daha can yakıcı olarak, kapitalizm öncesi 5000
yıllık uygarlıklar tarihinin gidiş yasalarını acıkmamaya çalışan neredeyse tek
Marksist Kıvılcımlı’nın karşısına da çıktı.
Klasik uygarlıklar tarihinde, Devrimci sınıf olmadığı gibi,
üstüne üstlük tarihsel devrimleri devrimci
sınıflar da değil, tabiri caiz ise sınıfsız toplum veya ondan çıkış uygarlığa
geçiş aşamasında sayılabilecek göçebeler veya kentliler devrimleri yapıyorlar,
uygarlıkları yıkıyor ve dana yeni veya genç uygarlıklar kuruyorlardı.
Bunu nasıl açıklanacaktı?
Kıvılcımlı da Marks’ın yolunu izledi ve bu sorunu çözmek
için, Marks’ın devrimci sınıfı aynı zamanda en büyük üretici güç olarak
tanımlaması ve özneyi yapıya böyle bağlaması gibi, bu tarihsel devrimleri yapan
toplumların (“barbarlar”) dayanışmacı ve sınıfsız topluma dayanan özelliklerini
bir üretici güç olarak tanımladı. Yani Gelenek ve Görenekler, dayanışmacılık
(“Asabiyet”, “Kolektif Aksiyon”) birer üretici güç olarak tanımlanarak, yapıyı
belli bir özneye bağlayarak tarihsel hareketi açıklamayı denedi.
Klasik Marksist geleneği sürdüren Troçkistler ise, modern
tarihte üretici güçlerin böylesine gelişmişlik düzeyine rağmen en büyük üretic
güç olan işçi sınıfının hala devrim yapamamasını (“Önderlik krizi”) gibi öznel
bir yetersizlikle açıklamaya çalıştı.
Yani aslında tarihsel hareketi gerçekleştirecek özne ile
yapı arasındaki ilişkiyi kurma; bu iki açıklama ilkesini bir tek “evren formülü”nde (Theory of everything)
birleştirme çabaları bir türlü sonuç vermedi.
*
İşte benim yaptığım, tesadüfen dünyada kimsenin de bilmediği
Kıvılcımlı’yı ve diğerlerini bilen biri olarak, gerek Batı Marksizmi’nin, gerek
ulus teorilerindeki müthiş ilerlemenin, gerek yeni sosyal hareketlerin, gerek
Troçkist geleneğin, gerek Kıvılcımlı’nın,
omuzları üzerinde durarak bu açmazı aşmak oldu. Akademik eğitimim olmadığı
için, bir taşralı sıradan militan olduğum için, bu çözüme çok geç ulaşabildiğim
için elbette bu çözümü dört başı mamur bir eserde derli toplu ifade edemedim,
panik içinde, giderayak, politik mücadeleye ilişkin yazıların içine yedirerek
ifade etmeye çalıştım.
Sorun ve çözüm şuradaydı.
Marksizm
Aydınlanma’nın çocuğu olduğu için onun din kavramını olduğu gibi almış ve dolayısıyla
dini hukuki veya epistemolojik bir kavram indirgemişti.
Sosyolojik olarak ele aldığında da sınıf mücadelesi aracı
olarak ele almıştı. Özellikle de ezilen sınıfların mücadelelerini açıklamak
için.
Ancak hukuki veya epistemolojik bir olgu olarak dini
tanımlamanın kendisi sosyolojik (yani bilimsel, yani Marksist) bir açıklama
değildir. “İnanç” diye (ister bilimin dışı diye epistemolojik anlamıyla
kullanılsın; ister “politik olmayan, özele ilişkin” hukuki anlamıyla kullanılsın)
bir
sosyolojik kategori yoktur. Yani aslında Din’in ne olduğunu açıklamış
değildir Marksizm. Bir din teorisi yoktur. Din’e ilişkin Marksizmin elinde tek kalan sınıf mücadelesinde bir araç
olmasıdır
Ama sınıfsız toplumlarda da dinler vardır. Dini sınıflı toplumdaki
mücadelelin bir aracı, bir ideoloji olarak tanımlamak da Dinin ne olduğunu
açıklayamamaktadır.
*
Bu durumda tüm insanlık tarihine ve toplumlara bakıp da
dinin ne olduğuna baktığımızda dinsiz toplum olmadığını görürüz öncelikle.
Peki dinin işlevi nedir?
İki temel işlevi vardır:
a) Toplumun sınırlarını çizer,
b) bu sınırların içindekilerin tüm ilişkilerini düzenler.
Bütün dinlerin ortak özelliği budur.
Bu ise Marksizmin Üstyapı
olarak tanımladığından başak bir şey değildir.
Toplum diye bir şey yoktur, Üstyapı diye bir şey yoktur.
Bunlar soyutlamalardır. Analiz araçlarıdır.
Toplum somutta sınırları ve ilişkileri dinler tarafından
belirlenen topluluklar olarak vardır. Yani Din dediğimiz şey alında Toplum
kavramı gibi bir soyutlama olan üstyapının somut toplumdaki somut karşılığıdır.
Üstyapının somut halidir.
Üstyapısı olmayan bir toplum olamayacağından dinsiz bir
toplum yoktur.
Bu nedenle dinsiz toplum yoktur.
O zaman dinsiz toplum olamayacağına göre dini toplumsal
ilişkileri ve toplumun sınırlarını belirlemekten çıkarıp kişilerin özel sorunu
haline getirdiğini söyleyen modern toplumun dini nedir sorusu ortaya çıkar?
İşte burada tıpkı işçinin emeğini değil de işgücünü
satmasının, o işgücünün kullanım değerinin gerçekleşmesinin emek olduğuna
benzer Marks’ın büyük keşfine benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Bir özel ve
politik ayrımı yapıp dini özel olarak tanımlamanın, din olmadığını söylemenin
kendisi bir dindir.
Böylece eğer Marks, Kapital’de nasıl modern toplumun
temelinin yüzündeki peçeyi kaldırdı ise, üstyapısının yüzündeki peçeyi
kaldırmış oluyoruz.
Ama buradan şu sonuç çıkar, klasik Marksizm, modern toplumun
bu din kavramını alarak ve kabullenerek, aslında toplumu açıklayan değil
düzenleyen analitik değil normatif bir kavramı alıp bilimsel bir kavram gibi
kullanarak modern toplumun dininin bir savunucusu ve yayıcısı olmuştur.
Ama durum daha da kötüdür, dini açıklayamadığından modern
toplumun dininin karşı devrimci biçimi olan ulusçuluğu da açıklayamadığından bu
dinin karşı devrime uğramış, yani ulusçu biçiminin savunucusu ve yayıcısı
olmuştur.
Böylece niye bir çok ulusun Marksistler tarafından kurulduğu; Marksizmin uluslara ve
ulusçu harekete dayanmadığı yerlerde hiçbir başarı gösteremediği olgusunun da
açıklaması bir yan ürün olarak ortaya çıkar.
*
Marksizim ancak Aydınlama’nın veya burjuvazinin bu din
kavramını aşıp sosyolojik olarak dini açıkladığında modern toplumun dininin
sırrına erebilirdi ve bizzat bu bilimsel din açıklaması da var olan dinin
karşısında yeni bir din olarak ortaya çıkar. Yani Marksizm gerçekten dini
sosyolojik olarak açıkladığında tam anlamıyla bilim olabilirdi ve bilim
olduğnda da bu dinin içinde onu ezilenler tarafından eleştiren bir ve yine
ezilenler eliyle yayan parti olmaktan çıkıp yeni ve gerçek bir din olabilirdi.
İşte yaptığımızın özü budur.
Yani Marksizm yeterince bilimsel olmadığı için, Aydınlanmanın
kalıntılarından kurtulamadığı için bilimsel bir din tanımı yapamamış ve bu
nedenle de modern toplumun dininin içinde kalmış onun alternatifi bir din
haline gelememiş onun içinde muhalif bir parti, bir ideoloji olmaktan öteye gidememiştir.
Dinin bilimsel bir tanımını yaptığında Marksizm bir ideoloji
veya parti olmaktan çıkar, din haline gelir. Bilim olduğunda din olur
Marksizim.
Marksizm Aydınlanmanın din tanımını da tıpkı din tanımı gibi
olduğu gibi alıp benimsediği için bilim olamamıştır. Marksizmi din olarak
tanımlayanların iddiasının aksine, din olamamıştır, bilim olamadığı için bir din
de olamamış, bir parti, bir sınıf mücadelesi aracı olarak kalmıştır.
*
Dinin tümüyle toplumun üstyapısı olduğu önermesinin bütün bildiklerimizi
at üst eden tüm kavram sistemimizi alt üst eden büyük devrimci sonuçları
vardır.
Elbette birincisi yapı üzerinde tarihsel hareketin nasıl
gerçekleştiği sorununu çözmektedir.
Örneğin Marks, üstyapı değişmelerini altyapı yani üretici
güçler ve ilişkilerdeki devrimler ile açıklıyordu. Bu yeni temel ilişkilere
uygun yeni üstyapının yerleşmesi idi devrimler.
O halde, Dinler üstyapının somut biçimleri olduğuna göre,
bir dinden diğer dine geçişler devrimlerdir. Böylece tarihi sınıflar
mücadelesiyle açıklayan ve devrim kavramını da sadece sınıf mücadelesi
bağlamında tanımlayan tarih anlayışının kısırlığı aşılıyor tarih tekrar devrimlerle,
dinlerin ortaya çıkışları ve değişmeleriyle dolu bir tarih oluyordu.
Böylece burjuva devrimi dene şeyin aslında aydınlanma devrimi
olduğu ortaya çıkıyordu.
Böylece ona burjuva devrimi denmekle birlikte tarihte somut
olarak burjuvazinin bu devrimde hep karşı devrimci bir işlev gördüğü çelişkisi
de bir yan ürün olarak çözülüyordu.
Sınıflar devrim yapmıyordu. İnsanlar dinden dine geçerek
devrimleri gerçekleştiriyorlardı. VE bu dinden dine geçişler alt sınıflar
aracılığıyla oluyordu ama bu alt sınıflar, yeni bir dini benimseyerek devrim
yapıyorlardı. Mekke’nin plepleri Müslim olarak devrim yapıyorlardı. Roma’nın
köleleri veya köylüleri Hıristiyan olarak devrim yapıyorlardı. Paris’in
donsuzları yurttaş veya insan olarak devrim yapıyorlardı.
Yapı özne çelişkisi, dinden dine geçişlerle, yani temeldeki
yeni ilişkilere uygun yeni bir üstyapıya geçişle, devrimci sınıfı veya
barbarları üretici güç olarak tanımlamaya gerek olmadan ama aynı zamanda
sınıflı toplumlarda yeni dinlerin özellikle ezilen sınıfların yeni dini
benimsemeleri aracılığıyla geçişi olgusuna da uygun olarak çözülmüş oluyordu. Tarihsel
hareket yeni üretici güçler ve üretim ilişkileri seviyesine uygun dinlerin
ortaya çıkış ve yayılışlarıyla dolayısıyla insanların bu uğurdaki mücdelelerde
kendilerini ve ilişkilerini değiştirmeleriyle gerçekleşiyordu.
Ama daha sonra üst sınıflar bu yeni dini ele geçiriyorlar,
birer karşı devrim yapıyorlardı.
Ezilen sınıflar bu sefer tarikatlar (Partiler) ile sınıf
mücadelesini sürdürüyorlar ama yeni bir din olarak ortaya çıkan bir hareket
olmadıkça veya bir tarikat yeni bir dine dönüşmedikçe (Hıristiyanlık iyi bir
örnek) bir devrim, yani din değişimi başaramıyorlardı. (Marksizm de tersinden
örnek.)
Sınıflı toplumlardaki bütün dinler egemen sınıfların o dine geçişleri ile birer
karşı devrim yaşamışlardır. Dinler yayılmalarını genellikle bu karşı devrimci
biçimleri içinde gerçekleştirirler.
Örneğin Hristiyanlık Konstantin, İslam Muaviye, Aydınlanma
devrimi Fransa’da Napoleon, Rusya’da Stalin ile (Osmanlı’da Enver-Talat) benzeri karşı devrimler yaşamıştı.
Uluslar ve ulusçuluk bu modern toplumun dininim karşı devrime
uğramış biçiminden, Aydınlanmanın evrensel kozmopolitminin ve insanların
eşitliğinin yerine, ulusların yani devletlerin eşitliğini geçirmekten başka bir
şey değildi.
Pozitivizm ya da “sosyoloji” (yani Weber, Comte vs.)
aydınlanmaya karşı bu ulus karşı devriminin ideolojik ve yöntemsel araçlarından
aşka bir şey değildi.
Ulusçuluğun dünyaya yayılması modern tolumun dininin, yani Aydınlanma
dininin, karşı devrime uğramış biçimiyle yayılmasından başak bir şey değildi.
*
Bu gibi sonuçlar çok geniş bir alana uzatılabilir.
İşte çok kabaca özetlediğimiz, bütün kavramları yeni baştan
tanımayan bu teorik arka planı kavramadan yazdıklarımızın ne anlama geldiği
anlaşılamaz.
Bunu birkaç çarpıcı örnekle anlatmayı deneyeyim.
Şu yaratıcılık ve evrimcilik tartışması.
Bu tartışma aslında bilime karşıdır. Yani bilimi
savunduğunu, evrimciliği savunduğunu söyleyenlerin kendileri de bilime karşı
tezler savunmaktadırlar.
Çünkü dini bir inanç olarak tanımlayıp bilime zıtlık içinde tanımlamaktadırlar. İki taraf da aynı kabuldedir. Ama aslında ikisi de Aydınlanma dininin bir kabulüne dayanırlar.
Çünkü dini bir inanç olarak tanımlayıp bilime zıtlık içinde tanımlamaktadırlar. İki taraf da aynı kabuldedir. Ama aslında ikisi de Aydınlanma dininin bir kabulüne dayanırlar.
İkisi de aynı kabulden yola çıktığından taraflar Tanrıyı
veya Cenneti veya Ademve havva’yı biyolojik veya fizik varlıklar olarak ele alırlar.
Halbuki, Tanrı veya Cennet veya Adem veya Hava fiziksel veya biyolojik değil, toplumsal olgudurlar. Anlatılan hikaye insanın ortaya çıkışı değil, medeniyetin ortaya çıkışıdır.
Halbuki, Tanrı veya Cennet veya Adem veya Hava fiziksel veya biyolojik değil, toplumsal olgudurlar. Anlatılan hikaye insanın ortaya çıkışı değil, medeniyetin ortaya çıkışıdır.
Sosyolojik bir olgu olarak Tanrı vardır.
Bilimsel olarak tanrının ne olduğunu anlamak onu bir
sosyolojik olgu olarak ele almakla ve anlatmakla olabilir.
Tanrıyı bilim ile zıtlık içinde ele almanın kendisi bilimin
ve dinin ayrı ve zıt şeyler olduğunu iddia eden modern toplumun dininin bir farzını
yerine getirmekten başka bir şey değildir ve bilim dışıdır.
Ya da örneğin “bilim kurgu”daki bilim kavramı, doğa
bilimlerini bilim kabul eder. Ama doğa bilimlerini bilim ile tanımlamanın
kendisi bilimsel değildir.
Bir tek bilim vardır tarih bilimi. Çünkü bizzat doğa
bilimleri ve bunların bilim olarak sınıflanması da sosyolojik olgulardır ve
sosyolojik olarak açıklanmayı beklerler.
Bunun açıklaması ise Marksizm açısından son derece basittir.
Çünkü doğa bilimleri üretici güçlerde sağladıkları ilerlemelerle sermayenin
nispi artık değer oranının artmasına hizmet eder, emek üretkenliğini arttırır.
Bu nedenle burjuvazi bilimi doğa bilimleriyle sınırlar ve her
zaman doğa bilimlerini gayet iyi destekler.
Toplu bilimi alanında ise, tam da bunanla uyum içinde yine bir
sınıf mücadelesi aracı bir ideolojik egemenlik aracı olarak, modern toplumun dininin
rahiplerini yetiştirme aracı olarak sosyolojileri veya sosyal antropolojileri
destekler.
Gerçek bir sosyolojinin (gerçek Marksizmin, içi boşaltılıp
hadım edilmiş Marksizmin değil) üniversitelerde yer bulması olanaksızdır.
Çünkü böyle bir sosyolojinin yapacağı ve yapması gereken ilk
iş ulusları ve ulusal devletleri yıkmak gerektiği çağrısı olabilir. Hiçbir ulus
ve ulusal devlet, kendisini yıkmak isteyenlere kaynak ayırmaz, aksine onları
yok etmeye çalışır.
*
Ne yazık ki, bugün dünyada ne klasik Marksizmi ne de bizim
geliştirdiğimiz ve burada sadece biraz tadımlık olarak tanıtmaya çalıştığımız Marksizmle,
kavram sistemiyle, yöntemle ilgili ve bunu bilen kimse yok.
Bu yokluk içinde biz ister istemez, bilinen ve yaygın ama yanlış kavramlardan hareketle bilinmeyeni anlatmaya çalışıyoruz.
Bu yokluk içinde biz ister istemez, bilinen ve yaygın ama yanlış kavramlardan hareketle bilinmeyeni anlatmaya çalışıyoruz.
Yazdıklarımız tamamen sosyolojik önermeler ve öngörülerdir.
Tahmin denen öngörülerimiz aslında sadece bazı sabitlerin
ifadesinden baka bir şey değildir.
Bazı şeylerin olamayacağını gösterirler.
Bilim kurgular geleceği değil, bu günkü dünyanın insanlarını
ve mücadelelerini anlatırlar. Bilim kurgular bilimsel değildir.
Bugünkü kapitalizmi ve onun sonuçlarını eleştirmek için
ilginç imgeler sunabilirler ama hepsi o kadardır işlevleri imgeseldir ve
bugünkü dünyayla ilgilidir. İçerikleriyle ilgisi yoktur.
Örneğin Blade Runner’da
bir robotu veya androidi (insansı robotu) bir insandan daha dürüst ve
merhametli tanımlamak, insanın ve insanlığın bugünkü kapitalist toplumda
vardığı yeri göstermek açısından bu güzel ve çarpıcı bir imge olabilir. Ama
sadece bir imge olabilir. Hiçbir bilimsel karşılığı yoktur ve olamaz.
Nasıl fizikte ışık hızından daha hızlı gidilemez veya Planck
sabitinin altında deney yapılamaz ise, toplumda da insanın yeteneklerine yakın
yetenekte bile robotlar yapıldığında kapitalizm var olamaz, sınıflar var
olamaz. Birtakım diktatörler var olamaz. Şirketler var olamaz.
İşte burada Ekonomi Politiğin toplumdan ayrı bir hareket ve
varoluş biçimi olmasına ve bu hareket biçiminin toplumsal hareketi belirmemesine
ve Kapital’in tazeliği sorununa
geliyoruz.
Çünkü işgücü denen meta yaratır artı değeri. İşgücü olmadan
artı değer üretilemez.
Robotlar işgücünün yaptığı işi yapıp onun yerini aldığında
kapitalizm mümkün olamaz. Çünkü artı değer olmaz. Bırakalım bu artı değerin
kima nasıl satılıp gerçekleşeceği gibi sorunları bir yana.
Yani aslıda güzel bir imge olan başka gezegenlerde çalıştırılan
köye robotlar veya androitler, ekonomi politik yasaları gereği mümkün olan bir şey
değildir.
Bunlar aslında bilimsel, yani sosyolojik veya Marksist
olarak bakıldığından ışık hızından hızlı giden uzay gemileri veya King Kong
gibi filimler kadar saçmadır.
Çok basit bazı sabitler nedeniyle. King Kong boyutlarında ve
o büyüklükte bir goril olamaz. Liliputlar hesabı gereği. Çünkü bir çisim büyütüldüğünde
veya büyüdüğünde onun yüzeyi karesi kadar büyür ama hacmi ve dolayısıyla
ağırlığı küpü kadar büyür.
Yani King Kong fizik olarak olanaksızdır. O küpü kadar büyümüş
ağırlığı taşıyacak bir kemik ve kas sistemi gerekir ki, bu onun ayak ve
bacaklarının çok kalın olmasını, belki adım bile atamayacak kadar kalın
olmasını gerektirir. Öte yandan vücudunun içinde ortaya çıkan ısı çok büyük
olacağından derisinin örneğin en azından radyatör gibi olması gerekir. Ya da
vücudunda hvanın geçeceği delikler bulunması gerekir. Bunlar uzatılabilir.
Biz bir tek öngörü yaptık şu ana kadar. Dedik ki, üretici
güçlerde bir devrim oluyor, bunum eşiğindeyiz. Bu çok hızlı bir süreç. Bu
devrim kritik eşiği 300 hafta sonra aşar büyük olasılıkla. Yani altı yıl kadar.
Yanı bu noktadan sonra örneğin robotların veya insansız arabaların
kullanımı üretimin veya hizmetlerin çok geniş bir alanında işçi çalıştırmaktan
daha ucuza ve daha iyi bir kullanım değeri, yani yararlılık üretilmesine yol
açacaktır. Yani 300 hafta sonra seri üretilmiş robotların veya insansız
arabaların tıpkı akıllı telefonlar gibi hızla yayılmaya başlayacağı bir döneme
giriyoruz dedik.
Ama böyle olunca, robotun çok temel bir farkı var. Robotlar
artı değer üretmez.
Bu bir sabittir tıpkı büyüyen bir cismin yüzeyinin karesi
hacminin küpü kadar büyüyeceği veya ışıktan hızlı gidilemeyeceği türünden.
Bu üretilen robotlar belli bir niceliğe ulaştığında, Kapitalizm
olanaksız hale gelir.
*
Ama bu otomatik olarak kapitalizmin yıkılmasına yol açar
diye bir çıkarsama yapmadık.
Aksine insanlığın yok olabileceği tehlikesinden söz ettik
uluslar ve ulusal devletler varsa.
Burada sınıflar sınıf mücadelesi, devletler, ideolojiler
gündeme gelir.
Ama bu gelişmenin sanıldığından daha yakında olduğunun
görülmesi, bunun sunduğu olanakların görülmesi bizzat bu sınıf mücadelesi ve
devletlere karşı mücadelenin bir aracıdır. Onun için bundan söz ediyoruz. Bu
nedenle bizim yazdıklarımız son derece politik yazılardır. Harari veya bilim
kurgu ile ilgileri yoktur.
Bu yazılar bu yazılardan önce yazdığımız Marks’ın
kapitalinin yayınlanışının 150 yılı ve Ekim Devrimi Bir Sosyalist Devrim miydi?
Gibi yazılarının devamından başka bir şey değildir.
15 Kasım 2017 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:
https://steemit.com/tr/@demiraltona/bir-devrimin-esiginde-3-bilim-kavraminin-bilim-disiligi-bilimdeki-sabitler-ve-oengoerueler-uezerine
3 yorum:
Aşağı yukarı 1600-1900 modern felsefe yıllarında mantıksal analizin yerini sistem kurmalar alır. Çağdaş felsefede mantık tekrar önem kazanır. Yazınız daha çok sistem kurma devrine ait gibi.
Genel olarak, akademik inceliklere kaçmadan, bilim dilinin matematik olduğu, matematik ve bilimin mantıksız yürütilemeyeceği, mantığın da doğru akıl yürütme bilimi olduğu kabul edilir: Mantıksız bilim veya matematik yapılmaz gibi.
Basit bir örnek:
Her ideoloji yandaşı ideolojisinin bakireliğinin bozulduğunu savunur,
Ben bir ideoloji yandaşıyım,
O halde, benim ideolojim bir zamanlar bakireydi.
Mitlerde de bir zamanlar hastalık, yaşlanmak ve ölüm olmadığından söz edilir. Freud doğuştaki bakireliği psikanaliz teorisine temel etti.
Siz, "Çünkü işgücü denen meta yaratır artı değeri. İşgücü olmadan artı değer üretilemez." diyorsunuz.
Eğer "işgücü" ve "artı değer üretme" eş anlam taşırlarsa, bu dediğinize totoloji veya gereksiz tekrar denir. Bu bir günah değil. Örneğin matematik bazı aksiyomlarla yola çıkar ve aksiyomları yeni laflarla tekrarlar.
Yok eğer "işgücü" ve "artı değer üretme" farklı kavramları içeriyorlarsa, mantık kurallarına göre, "İşgücü olmadan artı değer üretilemez." ve "Artı değer üretiliyorsa işgücü olmalıdır" aynı anlama gelirler. Bu öneri sadece ve sadece bir durumda yanlıştır: "artı değer üretiliyor ama işgücü yok." Yani ""İşgücü olmadan artı değer üretilemez." önerisinin yanlış olması imkansız, tabii cennet hariç. Aynı şekilde "yarın yağmur ya yağacak ya da yağmayacak", "her şey Allah'ın elinde", ve benzeri mantık önerileri daima, yani zaman ve mekan dışı, doğrudurlar. Ne var ki bilim olumsal dünyanın bilimidir. Bilimde zaman ve mekan dışı hakikatlere dinsel inanışlar denir.
"Yazılarım bir tek sorunu tartışır, toplumun hareket yasaları, yani Marksizm, yani Gerçek Sosyoloji, yani toplumsal gerçekliği açıklamanın yöntemi, kavramları. Yazılarda olguların bilindiği var sayılır genellikle."
Soru:
Teorisiz veya ideolojisiz olgu var mı?
"İkinci olarak, ben klasik Marksizm’in, (ki “klasik Marksizm” derken, Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı, Mandel, Luxemburg gibi devlerin kullandığı veya geliştirmeye çalıştığı kavram sistemini kast ediyorum) kavram sistemini bir yandan otantik biçimini çarpıtmalara karşı savunan; ama aynı zamanda onu bu otantik haliyle içinde taşıyarak eleştiren ve aşan bir kavram sistemi geliştirdiğimi düşünüyorum ve bu yeni kavram sistemi ve metodolojiyi uygulamaya ve geliştirmeye çalışıyorum."
Sorun:
Beyazlar amazonda otantik yani kendileri gibi çarpıtmalara uğramamış insan ararlar. Çıplak vahşiler, bu tuhaf insanları duymuşlar ve hatta en büyük saplantıları olan hakikati "derinlere dalarak arayıp bulma" olduğunu da Arap telefonuyla öğrenmişler. Beyazla peyda olduğunda, bu baş belalarını başlarından savmak için ormanın daha derinlerine işaret ederler.
"O klasik fizik onun özel bir hali olarak belli bir doğruluk içerir ve günlük yaşamımızda bizlere rahat rahat yeter."
Tarihten bir yaprak:
Klasik fiziğin, Newton ve benzerleri dahilerin kafalarından fışkırmasını Kilise, rahipler ve papazlar hazırladılar. İş ciddileşince bu hali vakti yerinde olanlar önce "eski fizik bize rahat rahat yetiyordu" dediler ardından bu yeni kaynak doğanın kendi eski allahlarından daha güçlü olduğuna uyandılar. Bir yanda yeni fizikçi misyonerler Grek aydınlatma meşalesini karanlık yerlere, diğer yanda dinsel misyonerler yahudi-hristiyan "doğru" inanışı yüz binlerce yıldır yanlışlıklar içinde yaşayanlara ulaştırma heyecanıyla dünya "keşfine" çıktılar. Ayak takım rahatsızlara da bulunan yerlerdekileri kırımdan geçirme işi düştü.
Daha sonra, nasıl madde ve karşı madde evlenmesi sonsuz enerji yaratırsa, doğa-biliminin toplum-bilimiyle evlenmesi de sonsuz bolluk yaratacağı inancı misyonerleri "Otantik, Gerçek Sosyoloji, Klasik Bakire Marksizm'i" Rusyalara, Çinlere büyük bir coşkunlukla yaydılar. Bakireliği bozan Rusya ve Çin de Einstein gibi omuz falan iddiasında bulundular ama doğa ve insanı kırımdan geçirme işini daha iyi beceren burjuva-kapitalizm omuzlarına çıkan teknisyen-kapitalizme katıldılar.
Kilise ve Klasik Marksizm arasında benzerlik:
Eğer bir zavallı İncil'i okur ve papaza sorarsa "Adem babamız kazar, Hava annemiz örerken, efendi neredeydi?", papaz cevabı bilmiyorsa, başpapaza havale eder, o bilmiyorsa piskoposa havale eder, o da bilmiyorsa başpiskoposa havale eder ve nihayet iş Papa'ya havale edilir.
Siz olguları bilmekten bahsettiniz. Benim bildiğim olgu: Marksizm'in bir din olduğu çoktan ispat edildi.
Yorumlar yayınlanmıyor! Neden acaba?
Yorum Gönder