“La
İlahe İllallah” başlıklı yazımızı 2004 yılında yazmıştık.
Sonra bu yazıyı “Marksizmin Marksist Eleştirisi” başlıklı
kitabımızın son yazısı olarak 2007 yılında tekrar yayınlamıştık.
Bu yazıyla
yaptığımız ya da yapmaya çalıştığımız, teorik düzeyde gerçek bir devrim anlamına
gelen, 2004 yılında ilk kez formüle etttiğimiz Marksist Ulus ve Din Teorilerinin programatik sonucunu, kolay anlaşılır bir
şekilde ama İslam’ın vokabüleriyle (ya da “söylemiyle”
diyelim) açıklamaktan başka bir şey değildi.
Tabii bunu yaparken
aynı zamanda dinlerin ve özellikle de İslam’ın Marksist bir açıklamasını, diğer
bir ifadeyle, beş bin yıllık uygarlıklar tarihinin kısa bir özetini ve
açıklamasını da sunmuş oluyorduk.
Bu yazı bir bakıma,
Marksizmin arada kat ettiği teorik ve kavramsal birikime dayanarak, Komünist Manifesto’nun yeniden yazılmasından başka bir anlama
gelmiyordu.
*
Komünist Manifesto, şimdiye kadar bütün toplumların tarihi
sınıflar mücadelesi tarihidir diye başlıyordu.
Daha sonra bizzat
Marks’ın kendisi, sınıflar mücadelesinin, kendi ortaya koyduğu teorinin özgün
ve asli bir ögesi olmadığını, bunu burjuva tarihçilerin önceden keşfettiğini söylemişti.
Keza daha sonra
Lenin de Marksizmi sınıflar ve sınıflar mücadelesine indirgemenin onu
burjuvazinin kabul edebileceği bir şey haline getirmek olduğunu söylemişti. (Konuyla
ilgili olarak “Marksizm
“Sınıf Mücadelesi Kuramı” mıdır?” başlıklı yazıya bakılabilir.)
Marks, bizzat
kendisi, toplum ve tarih teorisini en kısa ve özlü şekilde formüle ettiği Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın
Önsöz’ünde (“Mukaddime”) tarihsel
gidişi ve devrimleri altyapıdaki (yani ekonomi temelindeki) değişimlerin
tüm toplumsal örgütlenmedeki (yani Üstyapıdaki) değişimlere yol açması olarak
açıklıyordu.
Ne var ki, Marks’tan
sonra gelen Marksistler, devrimleri ve tarihi, Komünist Manifesto’nun Sınıf dolayısıyla
devlet ve iktidar (dolayısıyla iktidarın ele geçirilişi) kategorileriyle
açıklamaya devam etmişlerdi. Yani onu burjuvazinin kabul edeceği bir düzeye
indirgemişlerdi.
Bunun sonucu ise,
sadece “burjuva devrimi” denen modern devrimlerden ibaret, devrimsiz bir tarih
oluyordu.
Devrimleri tüm
tarihe yayma ve açıklama çabası sadece Dr. Hikmet Kıvılcımlı’an gelmiş, ancak o
da, dinin ve ulusun ne olduğunu kavrayamadığı için, sorunu “Üretici Güçler” kavramının içeriğini
değiştirerek çözmeye çalışmış ve tutarlı bir kavramsal açıklama yapamamıştı.
İşte 2004 yılında Teorik
düzeyde yaptığımız keşif, bu çıkmaza son veriyordu.
*
İsmail Beşikçi’nin,
Alevilik üzerine yazdığı bir yazının polemik bir eleştirisi esnasında, Din’in
ne olduğu sorusunu sorup da, Dini sosyolojik bir olgu olarak tanımlamaya
kaltığımızda, ilk kez, Marksizmin bunu açıklayan bir teorisi olmadığını; ama tam
da bir din teorisi olmadığı için, bir din teorisinin olmadığının da farkında
olmadığını; bu teorik eksikliğin bir Üstyapılar
ve Ulus-Ulusçuluk Teorisi olmamasının farkında olunmasında ortaya çıktığını
gördüğümüzde bu düğümü çözmüştük.
Aslıhda bu keşif
son derece basit bir önermeye indirgenebiliyordu: Din tümüyle üstyapıydı.
Ve bu nedenle, bir üstyapı
teorisi olmaması, bir din teorisi olmamasının görünümüydü.
Aynı şekilde ulus
da modern toplumun dininin, karşı devrime uğramış bir biçimi olduğundan, ulus
ve ulusçuluk teorisi olmaması da yine bir din teorisi olmamasının bir görünümünden
başka bir şey değildi.
Ama bu basitlik
dinin tanımının da dinsel olduğu (yani üstyapıya, toplumsal ilişkilerin
düzenlenişine ilişkin olduğu) noktasında tamamiyle diyalektik bir ilişki halini
alıyor ve kavrayış gerektiriyordu.
Çünkü, din eğer
tümüyle üstyapı ise, dinin nasıl tanımlanacağı da bir dine göre
belirlenebilirdi, yani din denen oldunun nasıl tanımlandığı da dine ilişkindi.
Ve daha da ilginci, sadece nesnel olarak böyle değildi, bizzat bu din tanımı
normatif bir tanım haline getirilerek, toplumsal ilişkiler düzenlenebilir, yani
bizzat bu din tanımı tanım aracılığıyla din kurulabilirdi.
Olan tamı tamına
buydu.
Marksistler modern
toplumun dininin din kavramını kabul edip kullandıklarından dolayı bir din
teorileri olmamıştı ve olmadığını görememişlerdi ve yine bu nedenle bir
üstyapılar ve ulus teorisi kuramamışlardı.
*
Tarihe böyle bir
bakışla, altyapıdaki değişmeler üstyapıdaki değişimlere yol açıyor ve bu
değişimlerin gerçekleşme dönemleri devrimlere tekabül ediyorsa, din de tümüyle
üstyapı olduğuna göre, devrimler, bir dinden diğer dine geçişler biçiminde
ortaya çıkıyor olmalıydı.
Yani bir dinden
diğer dine geçişler; dinlerin doğuş ve yayılışları devrimlerden başka bir şey
değildi.
Sınıf, Devlet ve
İktidar kavramlarına dayanan, aslında modern toplumun dininin, politik ve özel
ayrımının kabulünden başka bir şey olmayan Komünist
Manifesto’nun devrim kavramı ve kavrayışı, Tarih’te devrim bırakmamıştı. Devrimsiz
bir tarihti Marksistlerin anlattığı.
Ama dinden dine
geçişler birer devrim olarak görülünce, tarih tekrar devrimlere kavuşuyordu.
Peygamberler devrimcilerdi.
Böylece dinlerin ve peygamberlerin neden böylesine etkili oldukları gibi
açıklanamayan konular da kolayca açıklığa kavuşmuş oluyordu.
Aslında “Peygamberler Tarihi” okuyanlar, yani
sıradan halk, (ki kutsal kitaplar da, mitolojiler de birer “peygamberler tarihi”dir)
devrimler tarihi okuduğu, biz Marksistlerin, devrimleri ve devrimcileri
Tarihten sürdüğümüz ortaya çıkıyordu.
*
Bu durumda, bu
teorik katkılar ışığında provakatif olarak formüle edilirse, yeni Komünist Manifesto, tarih sınıflar
mücadelesi tarihidir” diyen eski Manifesto’nun
aksine, söze “bütün
toplumların ve devrimlerin tarihi Dinler
ve Peygamberler Tarihidir” biçimde olmalıydı.
Sınıflar ve sınıf
mücadelesi ise, bu tarih içinde dinlerin evrimi açıklamanın araçlarıydı.
Manifesto’nun Tarihi
sınıflar ve sınıf mücadelesi ile açıklayışı yanlış değildir, ama belli sınırlar
içinde doğrudur.
Eğer fizik
bilimiyle bir paralellik kurmak gerekirse, Newton fiziğinin Genel görecelek
kuramına göre, özel bir hal olarak doğru olması gibidir.
*
Yine aynı yıl, bir
dergi çıkarma çabası için bir çağrı gibi yazdığımız ve sonradan Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu başlığıyla
yayınladığımız metinde Komünist Manifesto’ya
atıf yaparak tarihin böyle bir açıklamasını yapmıştık.
Ancak o metin, Marksist
ya da Aydınlanmacı bir vokabülerle yazılmıştı.
Ne var ki, dünyada
pek Marksist kalmadığından yankısız kalmıştı.
Acaba İslami bir
vokabülerle yazılacak olan bir başka versiyon İslamcıların dikkatini çekebilir
miydi?
En azından denemeye değerdi.
En azından denemeye değerdi.
İşte “La İlahe İllallah” biraz da bu gibi bir
kaygıyla yazılmıştı.
İslamcıların dikkatini
çekmek için de “kelimei tevhit” başa
koyulmuştu.
Aslında yazı, Komünist Manifesto’nun bugünkü
Marksizmin ulaştığı teorik ve kavramsal düzeyde yeniden yazılmasından başka bir
şey değildi.
Ama sadece Komünist
Manifesto’nun bir güncellenmesi değildi, aynı zamanda, “Uluslara karşı savaş başlatın, ulusları değil, insanları birleştirin ve
eşitleyin” diyerek, “kelimei tevhit’i de, yani İslam’ın çağrısını da
güncelleştiriyordu.
*
Komünist Manifesto’nun tarihi pek bilinmez. Onun yazıldığı ve
yayınlandığı zaman etkili olduğu sanılır. Durum tam aksinedir.
Adı adeta Marksizm
ile özdeşleşmiş olan Komünist Manifesto
1848 devriminin arifesinde yazılmış ve o sıralar basılmış, sonra da unutulmuş
bir kitaptı. 1848 Devriminde fiili bir etkisi olmamıştı veya Marks ve Engels’in
politik faaliyetleri kadar olabilmişti diyebiliriz. Bu ise çok sınırlı bir
etkiydi.
Çok sonra, 1872’de,
neredeyse çeyrek yüzyıl, yani bir kuşak sonra, Avrupa ve özellikle de Almanya’da
yükselen işçi hareketinin bir sonucu olarak tekrar bir baskısı yapılmıştır.
Daha sonra bir çok ülkelerde diğer baskılar birbirini izlemiştir.
Öyme görülüyor ki,
bu yeni “Manifesto” da (“Ortadoğu İçin Demokrasi
Manifestosu” ve “La İlahe İllalah”)
benzer bir kaderi paylaşıyor şimdilik.
*
2013 yılında Öcalan’ın
Newroz konuşması ile “barış süreci” denen ateşkes süreci başlayınca, artık
tekrar teorik çalışmalara yönelebiliriz, bu arayı böyle değerlendirelim diye
düşünmüştük.
Böylece Mayıs ayı
boyunca güncel politikaya veya gelişmelere ilişkin yazıların yanı sıra,
özellikle Din ve Ulus teorisinin sonucu, dökümü olabilecek; teoriye dikkati
çekecek yazılar yayınlamaya çalışıyorduk ve teorik çalışmalara yönelmeyi planlıyorduk.
Bu bağlamda
ulaştığımız teorik sonuçları anlaşılır bir şekilde açıklayan ama sarsıcı,
dikkati çekici, provake edici yazılar yayınlamaya başlamıştık.
Hemen hepsi hem Marksistlerin
hem de İslamcıların dikkatini çekmeye yönelik olarak şu yazıları yayınlamıştık:
13 Mayıs’ta “Marksizm
Bir Sınıf Mücadelesi kuramı mıdır?”
21 Mayıs’ta “Müslüman,
Türk, Demokrat, İnsan”
27 Mayıs’ta “Din Nedir?”
30 Mayıs’ta “La İlahe
İllalah”
Marks-Engelsin 1848
devriminin arifesinde Komünist Manifesto’yu yazmaları gibi; biz de tam Gezi’nin
arife gününde yeni aktüalize edilmiş “Komünist
Manifesto”yu, yani “La İlahe İllallah”ı
yayınlamıştık.
Ertesi gün, 1 Haziren,
ise Gezi olayları patlayacaktı.
Ve Gezi olayları
patladığı saatlerde “ ‘Gezi
Parkı’ Direniş Notları ve Dersleri” başlıklı yazımıza şu satırlarla
başlıyorduk:
“Aslında biraz uzunca bir demokratik birikim
ve hazırlık yapılmış olsa bir demokratik devrime bile yol açabilecek saatlerde
yaşıyoruz.
Ama Demokratik bir Devrim olmayacak, olamaz.
Çünkü bu birikimi ve hazırlığı yok.
Örgütsel değil, fikri hazırlığı yok her şeyden önce. Michelet Fransız
İhtilalı Tarihini anlatırken, devrimin aslında çok önceden nasıl kafalarda
olgunlaşıp gerçekleştiğini çok güzel anlatır.
Devrimler önce insanların kafasında olur,
sonra gerçekleşirler. Türkiye’de insanlar henüz demokrat değil. Bu nedenle
olmayacak.
Ama olaylar demokratik bir devrimin
olabilirliğinin bir göstergesi ve belki bir habercisi.”
Ve bizi birden bire
teorik hazırlık çabalarından canlı bir devrime çeken bu gelişmeler karşısında
çaresizliğimizi yazının son satırlarında şöyle ifade ediyorduk:
“Ancak Türkiye’deki insanlar henüz demokrat
değil. Elbette hepsi özünde bilinçsizce demokratik özlemlere sahiptirler, ama
bunu sistematik ve genel bir programa dönüştüremedikleri, bu anlayış insanların
anlayışlarının, düşüncelerinin derinliğine iyice nüfuz etmediği için ne farklı
güçler birleşebilmekte; ne de belli konjonktürlerde bir araya geldiğinde
devrimci ve demokratik dönüşümlere yol açmadan yok olup gitme eğiliminde
olmaktadır.
Bu sefer de muhtemelen böyle olacak gibi
görünüyor.
Böyle olmaması için ise, bir bilgisayar, bir
internet bağlantısı ve yazılarımızı yayınladığımız birkaç grup ve Bloktan başka
bir araç yok elimizde.”
O zamlan yükselen
bir devrimci dalga, teorik ve temel konulardan tekrar canlı politik mücadeleye
çekmişti bizi.
Ondan sonra devrimci
dalga, genel bir düşüş eğilimi içinde
zaman zaman yükselişler gösterdi: Kobani, 7 Haziran, 16 Nisan. Ancak genel bir
gerileme eğilimi başat olarak kalmaya devam ediyor.
Gericilik ve karşı
devrim dönemlerinde insanlar genelleme yeteneklerini yitirirler, teoriye ilgi
azalır.
Bu nedenle bu
çabalarımız göle maya çalmaya çalışmak gibi.
Ama her saman
sürünün içinde birkaç kara koyun bulunur.
Yine de küçük de
olsa tersi eğilimler, “akıntıya karşı” duruşlar görülüyor.
Özellikle #HAYIR
Meclislerinde yer alanlar ve Gezi’ye katılmış olanlar şimdi arada yaşanan
deneylerin derslerini çıkarma ve tartışma eğilimleri gösteriyorlar.
Amacımız onların bu
eğilimlerini desteklemek ve onlara en gelişmiş teorinin en gelişmiş kavramsal
araçlarını ve bunun kimi ürünlerini sunmak.
Belki birilerinin
dikkatini çeker, bir yerlerde birileri bu sorunlara kafa yormaya başlar.
*
Birkaç gündür Gezi’nin
yıldönümü yaklaşırken, bir yandan Gezi süresince yazdığımız yazılardan
seçmelerin bir derlemesi olan “Gezi Direnişi Yazıları (1 Haziran 29
Temmuz)” kitabını (İndirmek için tıklayınız)
tekrar indirilebilmesi için internete koyduk; diğer yandan da o zaman Mayıs ayı
boşunca yayınladığımız yazılardan birkaçını tekrar yayınladık.
Bugün de dört yıl
önce Gezi’nin arife günü yayınladığımız Manifesto’yu
(La İlahe İllalah) tekrar yayınlıyoruz.
Amacımız, olayların
mihenk taşına vurulmuş ve geçerliliklerini koruyan bu görüşlerin daha dikkatli
olarak okunup tartışılmasına yol açmak.
Bu muhtemelen
olmayacak. Çünkü bir karşı devrimci dalganın yükselişini yaşıyoruz.
30 Mayıs 2017 Salı
La İlahe İllallah
“Allah’tan başka tanrı yoktur! ”
Her kabilenin (komünün) genellikle kendisinin soyundan
geldiğine inandığı “put”unun (toteminin) olduğu bir toplum yapısı, Sasani ve
Bizans imparatorluklarının çürümesi nedeniyle tıkanmış Orta Yol’dan Güney
Yolu’na kaymış dünya ticaret yolları üzerindeki Mekke ve Medine şehirlerinde
her yerde olduğundan daha fazla var olan iktisadi ilişkilerle çelişki
içindeydi. Bir yanda o zamanın ölçüleriyle dünya ticareti (“katar katar
kervanlar” (Kuran)), diğer yanda kendi kabilesinden ötesini görmeyen, her
birinin ayrı hukuku olan, her kabilenin birbirine düşman ve kan davalı olduğu
bir toplumsal yapı.
Allah’tan başka tanrı olmadığını söylemek, bu toplumun,
artık onun yaşama ve gelişmesi önünde katlanılmaz bir engel haline gelen
kandaşlığa, yani totemlere, putlara dayanan üstyapısını parçalamak; onun yerine
tüm insanların aynı tanrının yarattığı Adem ve Havva’dan geldiğini, dolayısıyla
eşit ve kardeş olduğunu söylemek; hepsini aynı hukuka bağlamak, aynı toplum
tanımı içinde birleştirmek anlamına geliyordu.
Kâbe’deki putların parçalanması veya yakılması; her
kabilenin kendisinin soyundan geldiğini kabul ettiği totemlerin yıkılmasının o
günkü somut anlamı, kandaşlık ilişkilerinin, aşiret yapısının yıkılması; totem
ya da kan kardeşliği yerine; tüm insanların kardeşliğine inananların
kardeşliğinin geçirilmesiydi. (Yapılanın bu günün dünyasındaki karşılığı,
insanlığın ayaklanıp bütün ulusal devletleri ve onların Kâbe’si olan Birleşmiş
Milletleri ve oradaki bayrakları yakması ve yıkması olabilir. Ve bugünün
dünyasında bu çok daha gerekli ve mümkün.)
Totem (Putlar), soyu ve kandaşlığı belirleyerek on binlerce
yıl boyunca, hem toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturmuş, hem de yine bu
kardeşler arasındaki cinsel yasakların yol açtığı bilinç-bilinç altı
zemberekleriyle süblimasyonun; dolayısıyla insanın hayvanlıktan çıkışının,
parçanın bütüne tabi olduğu bir kompleks birlikteliğin; yani toplum denen var
oluş tarzının yolunu açmıştı.
Bu totemler önce neolitik devrimin sonra da uygarlıkla
ortaya çıkan toplumsal ilişkiler için bir engel haline gelmişler, bu engel,
önce Hazreti Nuh gibi peygamberlerin o totemleri (toplumları) bir panteonda
(Kâbe) bir araya getirmesiyle çözülmüştü. Nuh’un gemisi bir Sümer Zigurratı,
içine aldığı hayvan ve bitkiler, toplumların sembolleri olan totemler; Tufan
ise yıkılan eski düzeni temsil ediyordu.
Hazreti Nuh, Panteon’u keşfederek bir çözüm bulmuştu ve
klasik uygarlıklar boyunca, bu çözüm belli bir işlev görmesine rağmen, bu çözüm
kabile yapılarını parçalamayıp, onları yeni duruma uyarlamaktan öte bir anlam
taşımıyordu. Klasik uygarlıkların kastlaşma eğilimini tamamen engellemekten
uzaktı. Hatta Hindistan’da görüleceği gibi, tanrıların çokluğu bizzat kastlaşma
için çok uygun bir temel de oluşturuyordu. Çin ise, buna bir piktogram
yazısıyla çözüm bulmuştu. Bu nedenle Çin’de ve Hindistan’da Ortadoğu’da görülen
tek tanrılı dinlerin peygamberleri çıkmadı.
Dünya ticaretinin ve bu ticaret yollarının emniyetini
sağlayacak büyük imparatorlukların gelişmesi ile birlikte kabile yapısını
parçalayacak yeni duruma uygun bir birliği sağlayacak arayışlar (Zerdüştlük,
Manicilik, hatta Hıristiyanlık) sürdü ama bunların sınırları genellikle belli
bir uygarlık alanının ötesine geçemedi. Zerdüştlük Çin, Hindistan ve Ortadoğu
uygarlıkları arasındaki alanın (İran) birliğini; Mısır ve Mezopotamya
medeniyetleri arasındaki ticaret yolarında doğmuş tek tanrıcılık (İbrahim,
Musa) ile Akdeniz Ticaret yollarında gelişmiş kavramsal düşünceden (Klasik
Yunan Filozofları) el alan Hıristiyanlık ise Ortadoğu ve Akdeniz alanının
birliğini sağlayabildi ve bu sınırların dışına çıkamadı.
Arabistan’da yaşayan göçebe kabileler, çok önceleri Saba
Melikesi’nin ülkesi olan Yemen ile yapılan tütsülerde kullanılan maddeye
yönelik ticaret nedeniyle uygarlıklarla belli bir tanışıklık yaşamıştı. Bu
yolların ve ticaretin tarihi, Ahdi Atik’teki İbrahim’in köle Karısı Hacer'le
ilgili bölümlerde veya Hazreti Süleyman mesellerinde zaten hafızaya kazınmıştı.
Daha sonra bu ticaret önemini yitirmiş, eski kabile yapısı aynen sürmüştü.
Ama bölge tekrar dünya ticaretinin merkezine kayınca, eski
gelenekler canlandı (Muhammet’in dedesi Abdulmuttalip’in Zemzem kuyusunu ve
zırhları bulması; Peygamber habercisi Haniflerin ortaya çıkması vs. gibi bir
sürü “zamane alametleri”) ve kabile toplumundan uygarlığa geçişin katalizatörü
(mayası) oldu.
İbrahim’in kendini bir kavim ve birkaç kabileyle sınırlayan,
kızan ve öfkelenen, İbrahim’le pazarlık yapan tanrısı; daha sonra
Hıristiyanlıkta bir kavimin tanrısı olmaktan çıkmış; öfkelenmeyi bırakıp
gereğinde insanları kurtarmak için İsa’nın donunda kendini çarmıha gerdiren
ezilenlerin merhametli tanrısına dönüşmüş; arz, talep, fiyat yasası Baba, Oğul,
Ruh-ül-Kudüs olmuştu. İşte bu gelenek ve birikim üzerinde yine İbrahim’in (ilk
ticari canlanışın) tohumunu attığı yerde (Mekke ve Kabe) tek tanrı evrimini
tamamlayarak tamamen soyut ve her şeye kadir doğa ve toplum yasalarına
dönüşerek Mekke’de dünya ticaretinin ve yollarının birliğini sağlayacak tüm
uygarlıkları bir tek Dünya uygarlığında birleştirebilecek Allah olabilmişti. Bu
nedenle İbrahim’de bir Müslim’di ve İslam, İbrahim’in otantik Müslümanlığının
uygarlığın yozlaşmalarından arındırılmış biçimde yeniden çıkışı, bir öze dönüş
olarak ortaya çıkabiliyor veya çıktığını iddia edebiliyordu.
Ama bütün bu biçimler bir yana bırakılıp olayın özü düşünüldüğünde,
olan biten Marks’ın formüle ettiği yasanın bir gerçekleşmesinden başka bir şey
değildi. O güne keder toplumun içinde geliştiği eski ilişkiler üretici güçlerin
gelişmesinin o günkü düzeyi ile çelişki içine girmişti; kabileler ve totemler içine
girilen ilişkilerin önünde katlanılmaz bir engel haline gelmişti. Marks’ın
deyimiyle, “Üretici Güçler” o güne kadar içinde geliştikleri Üretim
İlişkileriyle” çelişkiye girmiş ve toplum bir devrim dönemine girmişti. Eski
üstyapının (Dinin) yıkılıp yeni bir Üstyapının kurulması gerekiyordu.
Aşiretlerin hukuku ve kardeşliğinin ve putlarının yerini, aynı kabulde
birleşenlerin hukuku ve birliği; yani “din kardeşliği; soyut, her şeylere kadir
Tanrı alıyordu.
Bu devrimin bayrağında, “La İlahe İllallah” yazıyordu. Yani,
aynı totemden gelenler değil, tüm insanların kardeş olduğuna inananlar
kardeştir.
Tüm insanların kardeş olduğuna inanmayıp da aynı totemden
gelenlerin kardeş olduğuna inananlar, yani İslam’ın deyişiyle puta tapanlar
ise, kardeş değil “kafir”dir. Onlarla aynı ananın biyolojik çocukları olmak
kardeş olmak anlamına gelmiyordu. Biyolojik oğullar babalarına; biyolojik
kardeşler din kardeşleriyle birlikte biyolojik kardeşlerine karşı
savaşıyorlardı. Gerçek bir devrimdi yaşanan. Eski düzeni savunan kardeşlere
yeni kardeşlerle “Cihat”, yani kutsal
savaş, yani devrimci mücadele gerekir.
Bu nedenle Hazreti Muhammet gelmiş geçmiş en büyük
devrimcidir. Daha sonra ve gelecekteki bütün devrimlerin karşılaşacağı bütün
sorunlarla karşılaşmıştır. Hem bir teorisyen hem bir pratisyendir. Adım adım
giderek radikalleşmiştir. Önceleri reformlar yoluyla çıkış aramıştır. (Hacer-ül
Esvet’i kimin taşıyacağı için birbiriyle kavga eden aşiretleri birleştirmek
için önce onu bir bezin üzerine koydurup ortaklaşa taşıtmayı denemiştir.) Yani
aşiretleri bir araya getirmeyi, var olan düzeni reforme etmeyi denemiştir.
Bütün bunların bir çözüm olmadığını gördükten sonra, derin düşünmeler ve iç
bunalımlardan geçtikten sonra (Hira dağına gidip tefekküre dalmalar) oldukça
geç bir yaşta, (günümüzün gençliğinde devrimci yaşlanınca reformist ya da
muhafazakar olanlarının tersine) gençliğinde reformist yaşlandığında giderek
daha devrimci olmuştur.
Marksistler henüz Muhammet gibi devrimci olamadılar. Onlar
henüz hala, reformlarla işleri düzeltmeye çalışan cahiliye döneminin genç
Muhammet’i gibi, ulusların kardeşliğinden (Enternasyonalizm) dem vuruyorlar.
Onlar uluslara karşı bir savaşın bayrağını yükseltip, uluslara karşı cihatın
bayrağını açamadılar. Bunun için epey yol kat ettiler. Hazreti Muhammet gibi,
epey düşünüp taşındılar, epey iç bunalımlardan geçtiler ve geçiyorlar. Ama hala
bundan çok uzaklar. Hâlbuki artık ulusların kardeşliği uğruna karşı mücadeleyi
bırakıp, uluslara karşı mücadele bayrağı açmanın; yaşlı Muhammet’in yaptığını
yapmanın zamanı çoktan geldi ve geçiyor.
Hıristiyanlaktan da benzer bir örnek verilebilir.
Hıristiyanlık başlangıçta Yahudilik içinde, egemen din adamları oligarşisine
karşı oluşmuş bir tarikat, bir partiydi. Eğer böyle kalsaydı, Yahudilik
içindeki onlarca tarikattan, partiden biri olarak kalırdı. O gelenek büyük
devrimciler çıkaramadı. En ileri noktaya gideni Sabetay Sevi gibiler Yahudiler
içinde bir tarikat olmaktan öte gidemediler. İsa’nın küçük tarikatı ise,
Antakyalı Paulus (Saulus) aracılığıyla, Yahudilikle de kopuştuğunda ve var olan
bütün dinlerle bölündüğünde, yani bir tarikat (bir dinin içinde sınıf
mücadelesi veren bir parti) olmaktan çıkıp bir din olduğunda bir devrim
başarabilmiştir. Yani Marksistler için Paulus’un yaptığını yapmanın, Ulusçuluk
dini içinde bir tarikat (Ulus içinde sınıf mücadelesi veren partiler) olmaktan
çıkıp, bir yeni din olmanın (Uluslara karşı bir savaş başlatmanın) zamanı geldi
de geçiyor.
Ama bunun için öncelikle bugün dünyadaki bütün Marksistlerle
bölünmek gerekiyor. Tıpkı Hırıstiyanlığı Yahudilik içinde bir tarikat olarak
korumak isteyen Hıristiyanlara karşı Paulus’un verdiği mücadele gibi bir
mücadele vermek gerekiyor. Ancak o zaman Marksizm Ulus dini içinde bir parti
olmaktan çıkıp İslam gibi, Hıristiyanlık gibi yeni bir din olarak ortaya
çıkabilir.
Paulus zamanında dünyanın en büyük şehirleri Roma,
İskenderiye, Antakya, Efes idiler. Paulus mektuplarını, yani ideolojik mücadele
yazılarını, oralardaki küçük cemaatlere yazıyor ve yolluyor bunlar oralarda
tartışılıyordu. Bugün bulunduğumuz yerin sefaletini görmek için bir paralellik
kurmak gerekirse, bu günün dünyasında New York, Sao Paulo, İstanbul, Londra,
Bombay, Pekin gibi şehirlerde aynı konuyu tartışan küçük grupları bulunan
hiçbir siyasi ya da ideolojik eğilim veya akım bulunmaması göz önüne
getirilebilir.
*
Hazreti Muhammet döneminin totemleri ve putları ne ise bu
günün dünyasının ulusal bayrakları, devletleri ve sınırları da aynı şeydir.
Ve üstüne üstlük, Muhammet döneminin puta taparları, bir
insan kardeşliğinden bir dar grubun kardeşliğine dönmemişlerdi, onlar hep
“cahiliye”de yaşamışlardı. Bugünkü uluslar ise Aydınlanma’nın
kozmopolitizminden ve evrenselciliğinden, önce yerle tanımlanan ulusçuluğa
sonra dille, dinle, ırkla, tarihle, kültürle tanımlanan ulusçuluğa doğru iki
büyük karşı devrimci adımla dönmüşlerdir. Ayrıca bu günün putları (yani ulusal
bayrakları) ve puta taparları (yani ulusçuları) İslam ve Hıristiyanlık gibi,
insanların kardeşliğini önermiş büyük uygarlık dinlerden sonra gelip, tüm
insanların kardeşliği yerine, aynı dil, din, etni vs. ile tanımlanan bir
ulusdaşlığı geçirmişlerdir. Yani em modern toplumun dinine göre iki karşı
devrim hem de eski dinlere göre bir karşı devrimin damgasını taşırlar.
Bu günün dünyasında, ulusal bayraklar ve uluslar, Muhammet
döneminin putlarından ve puta taparlarından bile insanlık için daha karşı
devrimciye büyük bir engeldir. Tıpkı Muhammet’in o putlara karşı yürüttüğü
devrim gibi bir devrim gerekmektedir. Tıpkı Muhammet’in o putları yakıp yıktığı
gibi, bu günün bütün ulusal bayraklarını, devletlerini, sınırlarını yıkacak bir
devrim gerekmektedir.
Bu gün kendine Türk’üm Müslüman’ım, Hıristiyan’ım,
Avrupalıyım, Arap’ım vs. diyenlerin hepsi, aslında birer ulusçudurlar ve bu
günün dünyasının kâfirledirler, aslında hepsinin puta taparlardan farkları
yoktur.
Bu günün dünyasında Müslüman olmak, tüm ulusal bayraklara,
sınırlara, devletlere karşı her dinden, her dilden, her kültürden, her
“ulustan” insanların eşitliğini ve kardeşliğini ve buna uygun dünya çapında bir
üstyapıyı savunmaktır. Bu günün dünyasının Müslüman veya Hıristiyanları ise
aslında birer puta tapardan başka bir şey değildirler. Bunlara karşı “kutsal
bir savaş” gerekmektedir.
Bu kutsal savaşın nasıl bir yol izlemesi gerektiğini yine
bizlere Muhammet göstermektedir. O tek tek kabilelerin içinde, kabilelerin
kardeşliğini isteyenleri iktidara getirmek gibi bir ham hayalin peşinden
koşmadı. Yani çeşitli putların bir araya gelmesi ve aralarında bir uzlaşma
yapması için uğraşmadı. Eğer benzetmek gerekirse, sosyalistlerin enternasyonal
tasavvurları böyle bir anlayışa dayanır: Her kabilenin içindeki kabilelerin
kardeşliğine inananların iktidara gelmesi. Enternasyonalizm bunun ulusal
versiyonudur.
Muhammet çok daha devrimci bir yol ve strateji geliştirdi.
Kan kardeşliğine karşı din kardeşliği. Böylece çok farklı kabilelerden tüm
insanların kardeşliğine inananları bir tek bayrak altında birleştirerek, kan
kardeşliğine karşı, yani putlara karşı savaş açmak.
Bu gün insanlığın ihtiyacı olan tam da budur. Ulusların
kardeşliği yerine tüm insanlığın kardeşliği. Ulusal devletlere, ulusal
sınırlara, ulusal bayraklara, ulusçulara, yani bu günün kâfirlerine, puta
taparlarına ve putlarına karşı kutsal savaş. Ulusçulara ve uluslara karşı
kutsal savaş.
Ve bu devrim de tıpkı Muhammet’in devrimi gibi, bayrağına
tüm insanların kardeşliğine inananların kardeşliğini yazacaktır. O günün
diliyle bu parola: “La İlahe İllallah!..” idi.
Yani, ne ulusal ne de dinsel ayrılıkları, sınırları,
devletleri bayrakları tanımıyoruz. Tüm insanların kardeş olduğuna inananların
kardeşliğine inanıyoruz. İnsanların kardeşliğine inanmayanlar biyolojik olarak
insan olsalar bile insandan sayılmazlar. Bugün dünyaya bunlar, bu insan olmayan
insanlar egemendir. Bu egemenliği yıkmak için mücadele ediyoruz. Buna göre bir
toplumsal üstyapı için mücadele ediyoruz.
Ama bunun için de önce İnsan olmayan insanların kendi nefislerine
karşı mücadeleye girişip İnsan olan insanlara dönüşmesi gerekiyor.
İnsanlar İnsan olmadan, insanlığın varlığını sürdürmek için
hiçbir şansı bulunmamaktadır.
Birinci versiyon: 21 Aralık 2004 Salı
İkinci versiyon: 30 Mayıs 2013 Perşembe
Demir Küçükaydın
4 yorum:
Siz de devrim sayısını maşallah çok zenginleştirmişsiniz.
Diş macunu devrimi, mini etek devrimi, elektrik devrimi, Atıtürk devrimi, elektronik devrimi, buhar devrimi, eşcinsellik devrimi, baskı makinesi devrimi, tarım devrimi, simgeler devrimi, hızlı yemek devrimi, starbuck devrimi, ayna devrimi, facebok devrimi, google devrimi, silicon valley devrimi, kot pantolon devrimi, cep telefonu devrimi, televizyon devrimi, fotoğraf makinesi devrimi, şişe suyu içme devrimi...
Benim bildiğim kadar medeniyet doğduktan sonra tek ve tek bir sosyal devrim oldu. Kovboylarla tüccarlar arasında başlayan zoraki evlilik sürtüşmesini tüccarlar kazandılar. Ondan bu yana tüm dünya sizin gibi orta sınıf mahlûklarıyla doldu. Son 5 yüz yıl her yerde eğitim, aile, din, politika, ekonomi, yasa, devlet, ahlak, kadın erkek ilişkisi, tüketim, üretim, felsefe, ulus kurumları tamamıyla değiştiler. Bu değişmelere kıyasla buhar, elektrik, atom enerjisi devrimleri çocukları uyutma masalları.
Eğer devrimleri kısaca özetlersek asıl ve en derin devrim: Mutlu Olma Hakkına Sahip Olma Devrimi.
Sizin bu bitmez tükenmez Marks ve Marksist devrim masalları çok yavan. Etrafınıza bakın biraz. Eğer Rusya ve hatta Fransa devrimini bile model alsak, bu devrimleri yaşamamış ülkelerdeki değişmeler çok daha çarpıcı ve kökten.
Son bir katkı: "mitolojiler de birer “peygamberler tarihi”dir" lafınız mitolojileri sonsuz banalleştirir. Çok yazık.
Siz de devrim sayısını maşallah çok zenginleştirmişsiniz.
Diş macunu devrimi, mini etek devrimi, elektrik devrimi, Atıtürk devrimi, elektronik devrimi, buhar devrimi, eşcinsellik devrimi, baskı makinesi devrimi, tarım devrimi, simgeler devrimi, hızlı yemek devrimi, starbuck devrimi, ayna devrimi, facebok devrimi, google devrimi, silicon valley devrimi, kot pantolon devrimi, cep telefonu devrimi, televizyon devrimi, fotoğraf makinesi devrimi, şişe suyu içme devrimi...
Benim bildiğim kadar medeniyet doğduktan sonra tek ve tek bir sosyal devrim oldu. Kovboylarla tüccarlar arasında başlayan zoraki evlilik sürtüşmesini tüccarlar kazandılar. Ondan bu yana tüm dünya sizin gibi orta sınıf mahlûklarıyla doldu. Son 5 yüz yıl her yerde eğitim, aile, din, politika, ekonomi, yasa, devlet, ahlak, kadın erkek ilişkisi, tüketim, üretim, felsefe, ulus kurumları tamamıyla değiştiler. Bu değişmelere kıyasla buhar, elektrik, atom enerjisi devrimleri çocukları uyutma masalları.
Eğer devrimleri kısaca özetlersek asıl ve en derin devrim: Mutlu Olma Hakkına Sahip Olma Devrimi.
Sizin bu bitmez tükenmez Marks ve Marksist devrim masalları çok yavan. Etrafınıza bakın biraz. Eğer Rusya ve hatta Fransa devrimini bile model alsak, bu devrimleri yaşamamış ülkelerdeki değişmeler çok daha çarpıcı ve kökten.
Son bir katkı: "mitolojiler de birer “peygamberler tarihi”dir" lafınız mitolojileri sonsuz banalleştirir. Çok yazık.
Gönderdik yayınlamıyorsunuz. Neden?
Ulan bu ne yavşaklık? Yayınlamıyorsunuz. Korkuyor musunuz?
Yorum Gönder