Gezi kuşağının en
iyileri Rojava’ya gidiyorlar ve orada ölüyorlar.
Nejat’ta’tan, Kader’e;
Ulaş’tan, “kırmızı fularlı” Deniz’e.
Çoğunun adını bile
hatırlayamıyoruz.
Çoğu çocuğum ya da
torunum olacak yaşlarda.
Bazılarını görmüşlüğüm
ve tanımışlığım da var.
Marks bir yerde hiçbir
herhangi bir dönemin onun kendisi hakkındaki yargılarıyla yargılanamayacağını
söyler.
Gezi’nin en iyilerinin
Rojava’daki ölümlerinin sembolik anlamı üzerine düşünelim “kırmızı fularlı kız”ı
hiç olmazsa böyle uğurlayalım.
*
Gezi kuşağı bir teorik
mirastan yoksundu.
Çocukluğunu Doğu
Avrupa’nın çoküşünde, Türkiye’de özel savaş rejiminde yaşamıştı.
Bir teorik miras bir
yana, teorinin bile kategorik olarak hor görüldüğü; komplo teorileine dayanan
enayiler teorisyenliğinin teori sanıldığı; dine ve dile dayanan
milliyetçiliklerin Orta Asya’dan Balkanlar’a; Baltık’tan Afrika’ya tüm dünyayı
kapladığı bir dönemde dünyayı algılamaya başlamışlardı. Bu bakımdan çok
şanssızdılar.
Bizler örneğin,
çocukluğumuzda, ellili ve altmışlı yollarda, Faşizmin yenilgisi atmosferinde; Sovyetler’in
uzaya sputnikler, insanlar gönderdiği; ABD’nin siyahların ayaklanmalarıyla
sarsıldığı bir dönemde; teorinin ve sosyalizmin tüm soğuk savaşa rağmen
itibarının olduğu bir dönemde dünyayı tanımaya başlamıştık. Çok şanslı
sayılırdık Gezi kuşağına göre.
Gezi kuşağı bir
örgütsel tecrübe ve gelenekten de yoksundu.
Klasik işçi örgütleri
(klasik komünist ve sosyal demokrat partiler, sendikalar vs.) bile dağılmıştı
ve dağılma sürecindeydi. Dünya işçi sınıfının ağırlığı Atlas Okyanusu
kıyılarından Pasifik kıyılarına kayıyordu. Hint ve Pasifik kıyılarındaki yeni
dünyanın atölyesinin işçileri ise henüz ikiyüz yıl öncesi Britanya veya Paris
işçilerinin örgütlenme tecrübesine ve birikimine bile sahip değildi.
Türkiye’de ortalıktaki
küçük radikal sol örgütler ise bu gericilik döneminin damgasını taşıyan; canlı
bir kitle hareketinin ürünü olmayan, küçük ama aynı zamanda bürokratik ve
ruhsuz yapılardı.
Gezi kuşağı, bunlara
bakarak ya örgütlere ve örgütlenmeye kuşkuyla bakan, hatta düşman; ya da bir
şeyler yapmak için bu tür örgütlenmelere teslim olmaktan başka çaresi olmayan
bir açmaz içinde bulunuyordu.
Gezi, tam da teori nosyonu
ve mirası yokluğu ve örgütlenmenin her biçimine kuşkuyla yaklaşması nedeniyle
başarısız oldu ve çölde kuruyan bir nehir gibi parklarda, forumlarda kayboldu.
(Şimdi yeni yeni
#Hayır’ın yol açtığı küçük canlanış vesilesiyle, #Hayır Meclisleri gibi
örgütlenmelerde yoğunlaşmış kimi kalıntılarında teoriye, programa, örgütlenmeye
yönelik cılız da olsa çabalar görülüyor.)
Bu açmaz içindeki kimi
Geziciler Rojava’da bir çıkış yolu aramaya yöneldiler.
Türk devleti ve ulusu,
Türklüğün yanı sıra İslam’la da tanımlanmıştır. Hem de en gerici bir islam yorumuyla.
Bu devlet ve devlet sınıfları
bu islamı, diyanet işlerinden okullarda din derslerine; kulağı patlatırcasına
ezan terörlerinden, askerde yemek dualarına kadar her yerde destekliyordu ama
aynı zamanda bunları “kamusal alan” diye bir kavramla, eve hapsederekve
gözlerdern uzak tutarak, “laiklerin” ve Alevlierin desteğini arkasına
alabiliyordu. Arkasına ayldığı bu destekle de Kürtleri izole edebiliyordu.
Katledilen Hıristiyanların
malları ile ilk sermaye birikimini yapmış Müslüman Burjuvazi, devlet
sınıflarının bu vesayetine karşı, bu “kamusal alan”a girmeyi hedef yaparak, hem
ezilen sınıfların (Çünkü şehre taşınan köylü kadın sokağa çıkabilmek için
başını örmek zorundaydı, aksi takdirde bir fahişye muamelesi görürdü. Türbanı
kamusal alanda yasaklyamak onları modern iş gücü pazarının ve toplumsal hayatın
dışına eve hapsetmlek anlamına geliyordu. Bu nedenle politik İslam bir İşçi ve Kadın hareketi oldu.) hem de laik burjuvazi
ve liberal aydınların desteğini aldı.
AKP, türbanda sembolleşen
Politik İslam’ın hareketiydi dışlandığı “Kamusal Alan”a girebilme hareketiydi.
Erdoğan’ın AKP ve
Politik İslam içindeki karşı devrimi ve Erdoğanizm ise, “Kamusal Alan”ı İslam’la
tanımlayarak, laik yaşam tarzını ve aleviliği vs. kamusal alandan dışlayarak
evin içine hapsetme hareketidir.
Kemalizm’de, İslam
vesayet altındaydı, destekleniyor ama “kamusal alan”dan dışlanıyordu; Erdoğanizm’da
ise Alevilik ve laik yaşam tarzı vesayet altındadır ve adımk adım kamusal
alandan dışlanmakta eve hapsedilmektedir.
Gezi aslında bu yer
değiştirmeye karşı, laik yaşamın kamusal alandan dışlanmasına karşı bir direniş
ve isyan hareketiydi. Bu nedenle esas omurgasını Aleviler ve laik yaşam
tarzırdakiler oluşurdu.
Ulusun Türklükle
tanımlanmasına karşı Kürtler yıllarca isyan etmişlerdi. Bu uzun yıllar boyunca
Gezi Kuşağı’nın anne ve babaları, kamusal alanda kendilerine iyi kötü sersbestlik
sağlayan, Kürtlerin ve işçilerin türbanları karşısında kendilerine baskısıyla
bir güvence sunan Genelkurmay’ın, Devlet
sınıflarının yanında yer almışlardı.
Şimdi ise rollar
değişiyordu. Laikler ve aleviler kaybeden oluyordu. Liberallere kapı
gösterilmişti. Endoğan karşı devrmini veya Erdoğanizm denebilecek rejiminin
temellerini bu dengelere oturtmaya çalıştı.
Bu arada geçici bir
süre Kürtlerle barış yaparak, bu cepheyi bölmeyi de denedi ve barış sürecini
başlattı. Amacı hem Kürtlerle bu yükselen muhalefeti bölmek; hem de Kürtleri
bölmekti.
Ama bu “barış süreci”
hengi amaçla başlatılmış olursa olsun, birikmiş bütün korkuların açığa
çıkmasına da yol açtı ve bambaşka bir dinamiği harekete geçirdi.
Doksanlada devletin
yanında yer alanların çocuklarının, demokrasi özlemleri için sokaga çıkışını
kolaylaştırdı. Gezi bu özgül koşullların ürünü oldu.
Kürt hareketi Gezi’yi
anlayamadı. Başlarda doksanlaın refleksleriyle değerlendirdi olayları. Bu
nedenle çok önemli bir fırsatı kaçırdı.
Buna rağmen Gezi
hareketi, Erdoğan’ın kurduğu tuzağa düşmedi; İslamcılara ve Kürtlere el
uzatmaktan çekinmedi. Dinle, dille işim yok mesajı vermeye çalıştı. Gezidekiler
annelerinden ve babalarından farklı olarak bir demokrasi özlemi içindeydiler. İnternetle
büyümüşlerdi. Ne dilinden, ne dininden
dolayı kimsenin baskı altına alınmasını istemiyorlardı.
Gezi hareketi, aslında
bir teorik arka planı ve programatik hazırlığı olmamasına rağmen, canlı bir
hareket olarak, el yordamıyla bu özlemini diye getiriyordu.
Ne var ki bu özlemlerini
ne programlaştırabildi, ne bayraklaştırabildi, ne tartışabildi; ne de bunları
dile getirebileceği ve bunlar için mücadele edebilecek örgütler kurabildi.
Kısacık ömründe, o birikimsizlik
ve hazırlıksızlıkla elinden başka bir şey de gelemezdi.
*
İşte Rojava’daki ölümler,
bu demokratik özlemlerin canla ve kanla bir program olarak ifade edilmesidir.
Hem Kemalizm’e (Ulusu
Türklük ve İslamla tanımlayarak İslam’ı “kamusal”dan dışlamak); hem Erdoğanizm’e
(Ulusu yine Türklük ve İslam’la tanımlayarak, laik yaşamı “kamusal”dan dışlamak.)
karşı savaşmak: somutta Kürtlerle birlikte, Türk devletinin desteklediği bir
tür İslam faşizmine karşı Rojava’a savaşamaktır.
Yani dilin ve dinin hiçbir
öneminin olmadığı, insanların eşit yurttaşlar olduğu bir demokratikm ulus ve
cumhuriyet için savaş; bu özlem Gezi’cilerin en iyilerini Rojava devriminin saflarında
yer almaya yönlendirdi.
Bugün Rojava’da canını
yitiren arkadaşların bilinçli veya bilinçsizce verdiği mesaj budur.
Ama sadece bu kadar da
değildir.
Bu ölen arkadaşlar Rojava’daki
varlıklarıyla ve ölümleriyle, Kürt hareketi içinde, ulusalcı olmayan kanadın,
yani Apocuların veya PKK’nın, Kürt ulusalcıları karşısında konumunu
güçlendirmesini de sağlarlar.
Bizim Deniz, “Mare Nostrum”
Deniz, idam edilirken Kürt halkını haykırmasa; “kırmızı fularlı” Deniz Rojava’da
ölmese ne Apo, ne PKK olurdu ne de Rojava.
Bu belki nicelikçe
küçük ama nitelikçi paha biçilmez davranışlar karanlığa sıkılmış bir ışık
gibidirler. İlerde Kürtler ve Türkler birbirinin boğazına sarılmazsa, bu Deniz’lerin
yüzüsuyu hürmetine olacaktır.
*
Rojava devrimi ve Kürt
özgürlük hareketi, Gezi’yi (“laik yaşam tarzı”ndakileri ve Alevileri) kazanmak
için kendini yenilemelidir. Niçin binlerce alevi genci, niçin binlece laik
şaşam tarzındaki genç saflarımda savaşmıyor diye kendine sormalıdır.
Türkiye tarihinde ilk
kez, laikler ve aleviler. Yani şehrin modern kesimleri İslamcı bir Erdoğan
diktatörlüğü altında, Devletin yedeğinden kopma ve radikalleşme eğilimi
gösteriyorlar.
Gezi Kürtleri ve
Müslümanları kaybetmemek, onların bildiği gibi olmadığını göstermek için
elinden geleni yapmıştı el yordamıyla.
Kürt Hareketi de elbet
çok şeyler yaptı ama daha fazlasını yapması gerekiyor.
Neler mi yapması
gerekiyor?
Gezi’nin Parklara
çekildiği günlerde, Rojava devrimi ile ilgili yazdığımız aşağıdaki yazıyı okumak
yararlı olabilir.
Bu yazı yazıldığında
kimse henaz Rojava devrimi üzerine kafa yormuyordu. Herkes Gezi’yi oya tahvil
etme davasındaydı.
Kimse Gezi ile Erdoğan’ın
Rojava’da savaştığının farkında değlidi.
Sonradan Rojava’da
ölmeye gidecek olanlar ise henüz parklarda, forumlardaydılar.
31 Mayıs 2017 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Rojava Devrimi ve Gezi Direnişi’nin Kaderi (5 Ağustos 2013)
Rojava’da ortaya çıkan Kürt yönetimine karşı El Kaide
kökenli hareketlerin bir imha saldırısına hazırlandıkları; buna karşılık da
PKK’nın adeta bir topyekun seferberlik ilan ettiği; sonucu bütün Suriye ve
Ortadoğu’yu etkileyecek savaşın arifesindeyiz.
İkinci Dünya savaşının kaderi Stalingrad önlerinde
belirlenmiş, sonraki yarım yüzyıl yeryüzünün kaderini o savaşın sonucu belirlemişti.
Önümüzdeki günlerde Kürtlerle bu faşist İslamcılar
arasındaki savaş büyük bir olasılıkla, Ortadoğu çapında bir küçük Stalingrad
anlamını taşıyacaktır.
Bu savaşan sonunda muhtemelen Öcalan ve PKK birden
Ortadoğu’nun en önemli aktörlerinden biri, birçokları için de biricik umut
olarak ortaya çıkacaktır.
Elbette fikirler ordulardan, tanklardan veya dağları ve
bayırları yayan aşan gerillalardan veya piyadelerden daha yavaş yayılırlar. Bu
nedenle aşağıda söyleyeceklerimizin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur pratik
olarak; hele böyle bir ölüm kalım savaşında.
Ne var ki, savaşların nihai sonucunu silah ve tank sayıları,
yığılan asker sayıları değil; politikalar, politik mesajlar belirler. Savaş
askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Savaş politikanın başka
araçlarla devamıdır. Suyun başını politika keser.
Bunu bizzat son Suriye örneğinde de görebiliriz. Suriye’de
başlayan demokratik devrim, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın radikal İslamcıları
desteklemesi olmasaydı; demokratik talepler alanında radikalleşebilme olanağı
bulsaydı (ki kendi başına kalsa bu şansı da vardı; mücadele içinde öğrenir ve
radikalleşirdi) şimdi çoktan Suriye’de demokratik bir devrim gerçekleşmiş
olurdu. Suriye’ye gönderilen silahlar ve İslamcı militanlar, devrimin cellâtları
oldular.
Ama Suriye’ye giden savaşçılar, bir zamanlar Cumhuriyet’çi
İspanya’ya gitmiş Enternasyonal Tugaylar gibi, demokratik bir devrimi savunmak
için oraya gitmiş olsaydılar. Devrim çok daha kısa ve sancısız yoldan bu
destekle başarıya da ulaşabilirdi.
Bu nedenle Suriye’de çekilen onca acının ve ölenlerin esas
büyük suçlusu Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerdir. Onların
politikaları ve destekledikleri güçler devrimi doğamadan, ayakları üzerinde
durma fırsatı bile bulamadan öldürmüştür.
Suriye hızla Lübnanlaşmaya doğru gitmektedir. Bu Lübnanlaşma
hızla tüm Ortadoğu’yu ve Türkiye’yi kaplama eğilimi göstermektedir.
Lübnanlaşma: her dilin, her dinin, her aşiretin politik bir
birim olduğu; gerici ulusçuluğun mantık sonuçlarına ve dolayısıyla saçmalığa
varmış halidir.
Bir demokraside ise, diller, dinler, soylar, aşiretler
kişilerin özel sorunları olarak kalırlar, politik bir anlamları ve ağırlıkları
olmaz. Bir politik birim olarak tanımlanmazlar. Demokrasi bunların politik
olamayacağı varsayımı üzerinde şekillenir.
Ortadoğu’da bu gidişe dur diyebilecek iki küçük tohum var:
Biri Gezi Direnişi, diğeri Rojava devrimi.
Onlar kendilerine bu misyonu yüklemeseler, ufuklarında henüz
Demokratik Ortadoğu gibi bir vizyon olmasa da, olayların mantığı aktörlerin
ufkuna bağlı değildir.
Rojava Devrimi de Gezi Direnişi de yayılmak, genişlemek ve genişlemek
için de radikalleşmek zorundadır.
Gezi Direnişi Türk bayraklarından ve Atatürk resimlerinden
kurtulmak; ama bunları kişilerin özel tercihleri ve fikirleri olarak, diğer
fikirlerle eşit düzeyde, tıpkı bir takımın sembolü gibi fikir özgürlüğü
bağlamında bir hak olarak savunmak zorundadır.
Yani Gezi Direnişi, böyle başlamasına rağmen, bir Türk, Alevi
veya “seküler yaşamı savunma” hareketi olmaktan çıkıp; Alevi veya Sünni; Seküler
ya da Müslüman; Türk veya Kürtlerin değil, tüm demokratların hareketi olmak
zorundadır. Ancak bunu başardığında gerçekten bir devrim başarabilir.
Bu nedenle biz, bunun sembolik ifadesi olarak, Türk bayrağı
yerine Beyaz bir bayrağı Gezi Hareketine bir bayrak olarak önerdik. Yani
Türkiye Cumhuriyetini, Türklükle ve Müslümanlıkla tanımlanmış bu cumhuriyeti
nasıl Türk bayrağı sembolize ediyorsa; Gezi Hareketi’nde tohumu bulunan
Demokratik Cumhuriyeti de, hiçbir dile, dine göndermesi olmayan beyaz bayrak
sembolize edebilirdi.
Aynı şekilde Rojava’da başlayan devrim de ya daha radikal ve
demokratik bir yönde evrilmek, bir Ortadoğu devrimi için bir üsse dönüşmek
zorundadır, ya da kendini Kürtlükle tanımlamakta ısrar edip, Ortadoğu’da
Lübnanlaşmanın işaret fişeği olmak zorundadır.
Elbet Rojava’da bir devrimci başlangıç yapıldı. Elbet Rojava’da
diğer dinler ve uluslardan olanların temsili de gözetiliyor vs.. Kürt Cephesi’nde bütün dil ve dinlerden
savaşçılar var. Ama bizzat isim ve bayraklar Kürt olduğu sürece, bu
diğerlerinin birlikteliği bir öz savunma ittifakı olmaktan öte bir anlam
taşımaz.
Ancak kendini Kürtlükle veya Araplıkla veya Türklükle veya
Sünnilikle veya Alevilikle veya Müslümanlıkla tanımlamamış, böyle tanımlamaya karşı tanımlamış bir
ülkede, orduda ve bayrak altında
herkes tüm gücüyle savaşa katılabilir ve eşit haklı yurttaşlar olabilir.
Yani Rojava şimdi tıpkı Gezi Direnişi’nin bulunduğu
yerdedir. Gezi Direnişinde de Kürtler vardı. Ama orada Türk bayrakları, oldukça
Kürtler; Atatürk resimleri oldukça Sünni Müslümanlar kendilerini hiçbir zaman
tam anlamıyla orada hissetmediler ve hissetmeyeceklerdir.
Aynı durum Rojava devrimi için de geçerlidir. Kürt bayrağı
ve Kürtlük belirleyici oldukça, Hıristiyanlar, Süryaniler, Araplar, Türkler, Nusayriler
kendilerini onda bulamayacaklar, paternalist bir korumacılık altında,
kendilerini eşit yurttaşlar değil, her an haklarından mahrum edilebilecek
cemaatler olarak göreceklerdir.
Ama bütün bunlar Devrime akacak enerjileri, insanları,
yetenekleri azaltacaktır.
O halde, tıpkı Gezi gibi, Rojava Devrimi de, bir Kürt
hareketi olmaktan çıkıp bir Demokratik harekete; bir Kürt Ulusal Hareketi olmaktan çıkıp bir Ortadoğu Demokrasi Hareketine
dönüşmek zorundadır. Ancak bu takdirde yeni güçler kazanabilir; genişleyebilir.
Gezi de Rojava da genişlemek zorundadır; başlangıçta
kendisini harekete geçiren güçleri aşmak; onların sınırlarından taşmak
zorundadır. Bunun için de radikalleşmek; radikal bir demokrasi savunusuna
dönüşmek zorundadır. Bu devrimler tıpkı bisiklete binmiş bir insan gibidirler,
ayakta durmaları ileri gitmelerine bağlıdır; durduklarında düşerler.
Bunu yapabilecekler mi?
Bu henüz çok zayıf bir ihtimal olarak görünüyor.
Ama tarih onları buna doğru itiyor. Hem de çok dolaylı ve
karşı görünen yollardan. Çelişik güçlerin bileşkesi; dolaylı sonuçlar vs. hep
buna zorluyor.
*
Rojava devrimini savunmaya demokratlar değil, Kürtler
çağrılıyor.
Ona geleceklerin hepsi Kürt bile olsa, demokratlar
çağırılmalıdır.
Gezi’dekilerin hepsi Türk bile olsa, Türk bayrağı değil, beyaz
bayrak taşınmalıdır.
Rojava’da savaşanların hepsi Kürt bile olsa, Kürt bayrağı ve
renkleri değil, Kürtlüğe veya başka bir dile, dine gönderme içermeyen,
demokrasi vurgusu taşıyan bayrak seçilmeli ve yükseltilmelidir.
Ancak böyle bir bayrak o devrimin yayılmasını ve
güçlenmesini getirebilir.
Kürtlerin üzerlerindeki baskıdan kurtulmasının, iki yolu
vardır.
Birincisi gerici ve tarihin çıkmaz olduğunu gösterdiği yoldur.
Kürtlerin de bir devleti olması. Bunu Öcalan hariç neredeyse bütün diğer
Kürtler ve Türk sosyalistleri savunuyor. Namı diğer “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”. Yani aslında ulusu, bir
dille, bir dinle tanımlama hakkı.
Diğeri bizim ve Öcalan’ın savunduğu, Fransız ve Amerikan
devrimlerinde o zamanın ufku içinde kısmen uygulanmış olan Demokratik Cumhuriyet.
Demokratik Cumhuriyet ise, ulusu bir dille, dinle tanımlama
hakkına karşı var olabilir. Dil ve
din insanların kişisel sorunları olur. Dolayısıyla bunlar politik alanın
dışında olduğundan, dil ve dinde ezen ve ezilen ilişkisi olmaz. Bu yolla, Kürtler
demokratlara dönüşerek, hem kendilerini hem de kendi ezenlerini kurtarmış
olurlar.
Bu proje henüz çok güçsüz. Onu desteklediğini söyleyenler
bile onu kavramıyor ve savunmuyor. Savunduğunu söyleyenler henüz demokrasinin
dilini bile bilmiyorlar. Demokrasi ulusçuluğun diliyle savunulamaz.
İşte bir örnek: Delil Karakoçan, Apo'nun görüşlerini
savunuyor diye bilinir. Gezi vesilesiyle var olan BDP politikasını eleştiren
cesur bir yazı bile yazmıştı. 4 Ağustos tarihli yazısını şöyle bitiriyor:
“30 Yıllık Kürt direngenliği,
Kürt ruhu, Kürt devrimciliği Kuzeyden-Küçük Güney’e, Rojava’ya kaymıştır. Bu
ruhun giderek Kürdistani genişlik/nitelik kazanacağı açıktır.
Rojava, devrimi çoktan
ilan etmiştir.
Geri dönüşü, yıkılışı
imkansız bir devrimdir bu...
Küçük Güney’in yoksul
sokaklarına düşen her can, her bebe, kadın ve çocuk, her çığlık, her ses; her
defasında saflara geri dönen her meçhul, her isimsiz kahraman bu devremi hem
ilan etmiş hem de görmüş, yaşamıştır.
Geriye kalan sadece
dayanışmak ve özgür günler için yaraları sarmaktır...
Kürtler özgür
olacaktır.
Suriye de özgürlüğü
görecektir.
Ama bu satırlarda da bir demokrat kendini bulamayacaktır.
Kimler mi bu satırlarda kendilerini bulamasalar bile bu
satırları doğru bulabilirler?
Türk sosyalistleri.
Çünkü onlar kendilerini sosyalist olarak gören
milliyetçilerdir. Tam da milliyetçi oldukları için hiçbir zaman Türk olarak
yazmazlar ve sosyalist olarak yazarlar.
*
Rojava Devrimi, henüz bir Suriye ve Ortadoğu Devrimi için
bir tohum olmayı değil; birleşik bir Kürdistan için bir parça olmayı
hedeflemektedir. Bu nedenle dili henüz demokratik bir değil, milliyetçi bir
dildir. Hedef böyle olunca çağrı yapılan güçler de değişmektedir elbette.
Ortadoğu devrimi olmak istiyorsanız, Arapların da, Türklerin
de kendini bulabileceği bir dile ihtiyacınız vardır. O zaman başka bir dille
konuşmanız gerekir. Araplığın, Kürtlüğün veya Türklüğün anlamının olmadığı bir
dil olur bu, demokrasinin dili olur.
Evet, Kürtlük yolundan da kısa vadede zafer kazanılabilir.
Bunun tarihteki en tipik örneği, ikinci Dünya Savaşı’dır.
Stalin, Hitler’in faşist ordularına karşı, Enternasyonal’i Sovyetlerin marşı
olmaktan çıkarmış, Büyük Ruslar’a övgü düzen sözlerle başlayan bir marşı
kabullenmiş; Büyük Rus milliyetçiliğini desteklemişti.
Şimdi de PKK’nın bütün Kürtleri Rojava’yı savunmaya çağıran
savunması biraz böyledir.
Ama bu başarılar kısa soluklu olduğu gibi, başarıya ulaştığı
zamanlarda da kimseye bir mutluluk da getirmez.
Ayrıca Tarihte bunun tersi örnekler de vardır.
Ekim devrimi, müdahaleler ve karşı devrimci isyanlar sonucu,
bir süre sonra, bir zamanlar Moskova prensliğinin sınırları kadar dar bir alana
sıkışmıştı; ama tam da radikal demokratik talepleri ve mesajları sayesinde Beyaz
orduların safindeki köylüleri kazanmış; Rus çarlığının sınırlarını da aşıp, tüm
dünyanın ezilenlerinin sempatisini kazanmış ve bu sayede ayakta kalabilmişti.
Elbette Kürtlerin askeri gücü iyi, bunları bir noktaya
yığarak, hele ki PKK çağrısını yaptıktan sonra, Orta doğu ve Dünya’nın en
tecrübeli ve başarılı gerilla hareketi Rojava Devrimi’nin yardımına koşunca,
Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve benzerlerinin desteklediği El Kaide
muhtemelen en ciddi yenilgilerinden birini yaşayacaktır.
Önümüzdeki günlerde Kürtlerle bu faşist İslamcılar
arasındaki savaş bir küçük Stalingrad anlamını taşıyacaktır.
Büyük bir olasılıkla bu savaşı PKK ve YPG kazanacaktır. Bu
muhtemelen Kürt hareketinin Stalingrad’ı olacaktır.
Gerek Öcalan, gerek PKK ve gerekse de YPG Ortadoğu’da
herkesin dikkate almak zorunda olduğu bir güç, hatta umut olarak ortaya
çıkacaktır.
Böyle bir zafer, şimdiye kadar Türk Milliyetçisi ve Kürt
Düşmanı kalmış kesimlerin, birden bire Öcalan’ı ve Kürtleri AKP karşısında bir
kurtarıcı olarak görmelerinin yolunu açabilir.
Bu da Gezi hareketinin Türkçü vurgudan kurtulmasını
etkileyebilir ve politik olarak da demokratik hedeflere ve bayraklara sahip
çıkmasını hızlandırabilir.
Demokratik hedefleri olan bir Gezi Hareketi ise sadece
Türkiye’yi değil, tüm Ortadoğu’yu değiştirecek bir potansiyele ve toplumsal
altyapıya sahiptir.
Çünkü Gezi’nin esasını oluşturup ona ruhunu verenler,
Türkiye’de, demokratik eğilimleri ve kültürel birikimleriyle kremanın kremasıdırlar.
Kremanın kreması devrimci olursa her şey korkunç kolaylaşır.
Bu Amerika’da devrim olması gibi bir şeydir.
05 Ağustos 2013 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Twitter: @demiraltona
Facebook: https://www.facebook.com/demiraltona
Demirden Kapılar Okurları Grubu: https://www.facebook.com/groups/demirdenkapilar/
Videolar: https://www.youtube.com/user/demiraltona
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder