Dün Korkut Boratav’ın İleri Haber’de, “Neo-faşizm ve düzen dışı sol”
başlıklı bir yazısı yayınlandı.
Boratav yazısında, Le Monde diplomatique’in Mart 2017
tarihli son sayısında yayınlanan, Perry Anderson’un denemesini
vesile ederek, bir bakıma dünyadaki sosyalist
entelijansiyanın bugünkü bunalım ve neo-faşizm karşısındaki çıkış ve alternatif
arayışlarını kısaca özetliyor ve kendi konumunu açıklıyor.
Korkut Boratav, politik olarak, her ne kadar 60’ların
dünyasından izler taşıyan ulusalcı bir çizginin dışına çıkamıyorsa da bir
iktisatçı ve bilim adamı olarak her zaman izlemeye, yazılarını kaçırmamaya
çalıştığım, bilimsel namusuna saygı duyduğum bir iktisatçıdır.
Perry Anderson ise, devrimci ve eleştirel Marksizm’in,
Troçki ve Kıvılcımlı’nın yanı sıra devam ettirmiş (Alevilikten bir kavramla
ifade edersek) bir “süreği”, yani “Batı Marksizmi”ni ve “Eleştirel Teori”yi (Frankfurt Okulu) bana
tanıttığı için teorik evrimimde çok önemli bir rol oynamıştır.
Türkçeye “Batı’da Sol
Düşünce” diye çevrilen “Batı Marksizmi” ve bunun devamı “Tarihsel Maddeciliğin İzinde” kitapları,
kanımca her Marksist’in okuması gereken, çok önemli bir Tarihsel Maddeciliğin (Marksizm’in ya da
Diyalektik sosyolojinin) Tarihini
yazma denemesidirler.
“Marksizm’in Marksist Eleştirisi’ne Önsöz olarak yazdığım “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı”
başlıklı denemem, Anderson’un bu kitaplarının devamı gibi anlaşılabilir.
Bu nedenle Perry Anderson’un da yazılarını ve kitaplarını da
her zaman izlemeye çalışırım.
Bugünkü bunalım ve neo faşizmin veya daha moda deyimle sağ popülizmin
yükselişi karşısında bu sosyalist aydınların söylediklerine ilişkin Korkut Boratav’ın
özetinin özeti şöyle sıralanabilir:
Perry Anderson: “AB’nin
son bulmasını savunma”;
Wolfgang Streeck: “Ulus
devlete dönülme”;
Habermas: “Uluslararası
bir sosyal demokrat platformu benimseyen bir uluslararası işbirliği”;
Zizek: “Yeni bir siyasi
enternasyonal”
Dikkat edilirse buradaki çözümlerin hepsi, ulusal devletlerin
ve ulusların varlığı çerçevesindedir. Zizek’in “Enternasyonal”i de dâhil. Çünkü
enternasyonal, yapısı gereği ulusları ve ulusal devletlerin varlığını var
sayar. Enternasyonalizm ve Nasyonalizm aslında aynı ulusçuluğun ilkesini
paylaşırlar: ulusal olanla politik olanın
çakışması ilkesi. Bu nedenle, Enternasyonalizm de içi dışına çevrilmiş bir
ulusçuluktan başka bir şey değildir. Bu kosa açıklamadan sonra devam edelim.
Boratav, bu “Çözüm”lere veya stratejileri ilişkin olarak
kısaca itirazları belirttikten sonra kendi önerisini şöyle formüle ediyor:
“Bana kalırsa bugünkü
dünyanın güç dengeleri dikkate alınırsa, Habermas da, Zizek de hayalperesttir.
Örneklerle göstermeye çalıştım ki, uluslararası sermaye neo-faşizmle uyum
sağlamaya hazırdır. Tahakkümünün soldan tehdidine ise asla izin vermemektedir.
Bu uluslararası gücün
müdahale alanı, ulus-devlet düzleminde ne kadar kısıtlanabilir? Serbest kalan
alana hangi sınıflar, ne gibi programlar ve ittifaklar içinde hâkim olacaktır?
Genel-geçer yanıt
yoktur; sonuçlar ülkeye, iç-dış dengelere göre değişir; önceden kestirilemez.
Ancak, pek çok yerde sol için daha geniş bir özgürlük alanının ulus-devlet
düzleminde gerçekleşmesi mümkün ve olası görünmektedir.”(abç)
Yani Boratav, esas olarak, W. Streeck’in “Ulus devlete dönülme” şeklindeki
stratejisini daha esnek bir formülasyonla da olsa benimsemiş görünmektedir.
Bu sonuç şaşırtıcı değildir ve aslında Boratav’ın
altmışlardan yadigâr, “ulusalcı” denebilecek çizgisiyle de uyum halindedir.
*
Ancak burada esas konumuz Boratav değil, sosyalist
entelijansiyanın, dolayısıyla dünyadaki Marksist ve sosyalist hareketin
çıkışsızlığı ve ufuksuzluğu ve bunun nedenleri. Boratav’ın yazısı da aslında bu
genel özelliğin bir aynı zamanda bir görünümü ve dışa vurumundan başka bir şey
değil.
Bu önerilerin önce klasik Marksizm’in artık unutulmuş
bulunan vargıları açısından da bir eleştirisi yapılabilir, bir de bizim 2005’ten
sonra geliştirdiğimiz, bir üst yapılar, yani Din ve Ulus’u açıklayan teoriler
ve bunun dayandığı kavramsal dakikleşme açısından eleştirisi yapılabilir.
Yani klasik, devrimleri tarihin lokomotifleri gören,
devrimcileri de bu lokomotifin tekerleğini iler doğru döndürmeye çalışanlar
olarak tanımlayan klasik ve yaygın Marksizm'in çerçevesinde bile bu çözümler
gerici bir özelliğe sahiptir.
Çünkü üretici güçlerin, üretimin ve ekonominin global
niteliği ile ulusal devletlerin varlığı çelişmektedir; bu da savaşlara yol
açmaktadır, bu durumda izlenmesi gereken strateji ulusal devletlerin
savunulması ve bunlara geri dönüş değil; ulusal devletlerin yıkılması ve bir
dünya cumhuriyetinin kurulması olabilir ve olmalıdır. Aksi takdirde üretici
güçler yıkıcı güçler haline gelmekte, bu da savaşlar ve silahlanma biçiminde ortaya
çıkmaktadır.
Zaten Enternasyonalizm fikrinin temelinde de ekonomik
temelin ulusal devletler deli gömleğine sığmadığı varsayımı vardır.
Hadi bunu bir yana bırakalım. Devrimleri tarihin imdat
frenleri olarak gören, daha gelişmiş ve modern Marksizm'in ve yeni öznelerin,
Yeni Sosyal Hareketlerin, Marksizm’i açısından da aynı şekilde, ulusların ve
ulusal devletlerin olduğu bir dünyada, canlı hayatı tehdit eden iklim, çevre
vs. sorunlarına herhangi bir cevap bulunamayacağı açık olduğundan aynı şekilde imdat
ulusları ve ulusal devletleri savunmaya veya onlar çerçevesinde, onları veri
kabul ederek bir çözüm aramanın insanlığın sonunu getireceği sonucunu çıkarmak
gerekir.
Peki, bu anlı şanlı Marksistler böyle sonuçlarız neden
çıkarmamaktadır da aslında neo faşistlerle veya sağ popülistlerle bir ulus ve
ulusçuluk savunmasına girmekte veya çözümlerini ulus çerçevesinde aramaktadır.
Şimdi bunun teorik ve kavramsal nedenleri üzerinde duralım.
Çünkü bunun ardında klasik marksizmin teorik ve kavramsal tıkanışı
bulunmaktadır.
Klasik Marksizm derken, bizim Marksizm'in Marksist
eleştirisiyle geliştirdiğimiz, bir Üstyapılar teorisi, dolayısıyla bir Din ve
Ulus teorisi olmayan Marksizm’i, 2005 senesinden önceki Marksizm’i kastediyoruz.
Bunu Stalinizmle de karıştırmamak gerekir. Yani Troçki, Kıvılcımlı, Luxemburg, Lenin,
hatta “Batı Marksizmi", Mandel vs. hepsi bu klasik Marksizm çerçevesindedirler
bizim buradaki sınıflamamıza göre.
*
Klasik Marksizm’in iki özelliği vardır. Tarihi ve toplumu,
ekonomi ve sınıf kategorileri ile açıklamaya ve bunlara bağlı olarak bir
program oluşturmaya çalışır.
Bu nedenle de program ve stratejileri hep bu iki temel
kavram çerçevesinde döner. Örneğin sosyalist partilerin programları, ekonomik
ve siyasi taleplerden ibarettir.
Keza bu yaklaşımın Devrim kavramı da, sırf politik ve
ekonomik alanla sınırlı bir devrim kavramıdır.
Ve bu nedenle Tarih, devrimsiz bir tarihtir. Tarihi,
sınıflar mücadelesi tarihi olarak, anlatmaya ve açıklamaya kalktığınızda, Tarih’te
modern tarihteki burjuva devrimlerinden başka bir devrim görülmez. Bir de
Spartaküs ayaklanması vardır. Tarih, devrimsiz bir tarihtir.
Öte yandan bizzat Marks sınıfların ve sınıflar mücadelesini
bulma şerefinin kendisine ait olmadığını ve bunu burjuva tarihçilerin daha
önceden keşfettiğini yazar. Lenin de buna ek olarak Marksizm’i sınıflar ve
sınıf mücadelesine indirgemenin aslında onu burjuvazinin kabul edebileceği bir
düzeye indirgemek olduğunu yazmıştır.
Bu durumda bu klasik Marksizm’in tarih anlatısının gerçekte
Marksist bir tarih anlatısı olmadığını, burjuvazinin kabul edeceği bir tarih ve
anlatısı olduğu sonucunu çıkarmak gerekir.
Yani aslında bütün Marksist diye bilinen tarihler, aslında Marksizm’i
burjuvazinin kabul edebileceği duruma indirgemiş tarihler ve tarihçilerdir.
Tabii bu aynen bugünkü toplumu kavrayışa ve dolayısıyla onu
değiştirme çabalarına yani program ve strateji sorunlarına da yansır.
*
Bu sınırlılığı, yani tarihte devrim yokluğunu, aşma çabasını
gösterebilmiş tek Marksist, bunu antik tarih üzerinden, yani kapitalizm öncesi
5000 yıllık tarih üzerinden yapmaya çalışan Hikmet Kıvılcımlı olmuştur.
Tarih’teki Medeniyet kuruluş ve yıkılışlarının birer devrim
olduğu sonucuna ulaşmış, bu olguyu açıklamak için ise, üretici güçler kavramının
içeriğini değiştirmek, dolayısıyla gelenek,
coğrafya ve tarihi de birer üretici
güç olarak tanımlamak zorunda kalmıştır.
Marks’ın sadık bir öğrencisi olarak Kıvılcımlı’nın, Marks’ın
sunduğu kavramlar çerçevesinde önünde başka bir çıkış yolu da yoktu. Bunu kısaca
açıklayalım.
Marks’ın sorunu şuydu: toplumsal yapı üzerinde tarihsel hareketin
nasıl oluştuğunu açıklamak.
Üretici güçler gelişiyor ve bu içinde geliştiği ekonomik ilişkilerle
ve üstyapıyla belli bir noktada çelişkiye düşüyor, bu da bir devrime yol
açıyordu.
Tarihsel hareketi, yani devrimleri açıklayan kavramlar
bunlardı.
Ama Üretici Güçler cansızdı, üretici güçler ayaklanıp
toplumsal ilişkileri değiştiremezdi. Bu çelişki bu belli bir grup insanın
eylemi ile ancak toplumsal yapıyı değiştirebilirdi. Üretici Güçler ile bu özne
arasındaki bağ ve mekanizma nasıl işliyordu da bu tarihsel hareket, yani
devrimler ortaya çıkıyordu?
Marks bu sorunu, “devrimci
sınıf en büyük üretici güçtür” diyerek çözmeye çalışmıştı.
Bu modern tarih ve kapitalizm çerçevesinde iyi kötü doyurucu
bir açıklama sunmaya olanak veriyordu. Ancak kapitalizm öncesinde ezilen
sınıflar vardı ama devrimci bir sınıf yoktu. Uygarlıkları yıkıp yenilerini
kuranlar, yani Tarihsel Devrimleri
yapanlar yoksul köylüler, küçük üreticiler, serfler ya da köleler değildi.
Genellikle göçebe, yıktıkları medeniyetten daha geri üretici
güçler seviyesindeki “Barbar” kavimler veya medeniyete geçen “yukarı Barbar”
Kentlerdi eski çürüyen uygarlıkları yıkarak bir tarihsel devrim yapanlar. Yani Tarih’teki
Devrimlerde, “en büyük üretici güç” olan Devrimci sınıf yoktu.
Verili kavram sisteminde bu açmazdan kurtuluşun tek yolu,
uygarlığa daha az bulaşmış, komüne daha yakın toplumların “kolektif aksiyon”unu, geleneğini, yani İbni Haldun’un “asabiyet”ini (dayanışmasını) bir üretici
güç olarak kabul etmekti. Yani Marks’ın sadık bir öğrencisi olarak Kıvılcımlı, antik
tarihe bakınca yine onun izinden giderek, Marks’ın “en büyük üretici güç
devrimci sınıftır” demesi gibi, “en büyük üretici güç komünal geleneklerdir”, demiş
oluyordu.
Kanımızca Kıvılcımlı’nın bu çabası başarısız oldu ama sorunu
doğru tespit etmiş, boğayı boynuzlarından yakalamıştı.
Ne var ki, dünyada kimse bu soruna böyle kafa yormadı, bu
nedenle Kıvılcımlı, gıdasını Batı’dan alan, içerde ürettiği mala bile bir Satı
firmasının damgasını basarak müşteri bulan ekonomi temeline uygun biçimde,
üzerinde bir batılı firmanın damgasını taşımadığı için, Türkiyeli akademisyen
aydınlar arasında sadece ahlaki kategorilerle anılan bir devrimci olarak kaldı
ve bu teorik çaba hakkında bir tek yazı bile çıkmadı. Althusser’ler, Gramsci’ler,
Focault’lar vs. varken kim takar Kıvılcımlı’yı.
*
Peki, sorun neredeydi? Kıvılcımlı de Marks gibi nerede
takılmıştı?
Birçok Marksist Marksizm’de bir Ulus Teorisi, bir Üstyapı Teorisi
bulunmadığını, böyle bir görev olduğunu söylüyorlardı. Ne var ki, bu eksiğe
vurgu yapanların hiç biri böyle bir teoriyi ortaya koyma girişiminde bile
bulunmuyordu. Bal demekle ağız tatlanmaz, hiç biri bal yapmıyordu.
Sorunu anlayabilmek için tekrar özetleyelim.
Manifesto’dan
farklı olarak, Ekonomi Politiğin Eleştirisine
Katkı’nın Önsöz’ünde Marks, Devrim’i temeldeki değişmelere bağlı olarak, üstyapının değişimi olarak
tanımlıyordu. Manifesto’da ise, devrim, sınıflar ve sınıf mücadelesine bağlı
olarak tanımlanıyordu. Yani Önsöz’de Devrim YAPISAL kavramlarla; Manifesto’da
ise ÖZNEYLE (Sınıflarla) tanımlanıyordu.
Ama devrimin sınıflara ve sınıf mücadelesine bağlanmasının
iki sorunu vardı:
1)
Aslında bu devrimi burjuvazinin ufku içinde tanımlamak
demekti.
2)
Bu durumda, gerek kapitalizm öncesi 5000 yıllık
sınıflı toplumlar tarihinde devrimci sınıf olmadığı için; gerek ondan önceki
70.000 yıllık sınıfsız toplumlar tarihinde ise, sınıflar olmadığı için, Tarih’te
devrim bulunmuyor ve Marksistler hep bir devrimsiz tarih anlatıyorlar ve
dolayısıyla tarihsel hareketi açıklayamıyorlardı.
Yani tarihin ve toplumun bu iki ayrı, biri YAPI ile diğeri
ÖZNE ile açıklama ilkesi aynı ortak kavram sisteminde buluşamadığı gibi tarihi
anlaşılmaz kılıyordu. Tek tek ikisi de doğru görünüyordu ama bir araya
gelemiyorlardı.
Bu tıpkı fizikte Kuantum teorisinin atom altı alanda doğru
olması; Genel Göreceliğin de evren düzeyinde doğru olması ama ikisinin aynı
ortak bir kavram sisteminde toparlanamaması gibi bir durumdu. Yani bir bakıma,
Sosyolojinin (Marksizm’in) de kendi “Evren Formülü” sorunu bulunuyordu. Ama
fizikçilerden farklı olarak, Marksistler bu sorunu dillendirmiyorlar ve
tartışmıyorlar, yokmuş gibi yapıyorlardı.
*
Bu Yapı ve Özne çelişkisi, yani toplumsal yapı üzerinde
tarihsel hareketin nasıl gerçekleştiği sorunu, Marksizm’in bugünkü bunalımı ve
çıkışsızlığın da temel nedenidir ve bizzat Perry Anderson’un sözü edilen iki
kitabında gösterdiği gibi, Marksizm entelektüel gücünü ve üstünlüğünü tam da bu
noktada yapısalcılık ve diğer akımlar karşısında yitirmiştir
İşte bizim Marksizm’in Din kavramının sosyolojik bir kavram
olmadığını, Klasik Marksizm’de Din’i sınıf mücadelesiyle onu ilişkilendirmenin dinin
ne olduğunu açıklamadığını ve bu açıklamanın sınıflar gibi burjuvazinin ufku
içinde kaldığını; çünkü sınıfsız toplumlarda da din oluğunu görmemiz ve bizzat
din tanımının, dini inanç olarak tanımlamanın modern toplumun dini olduğunu
ortaya çıkarmamız, hem bu yapı ve özne çelişkisini çözüyordu, yani yapı
üzerinde tarihsel hareketin nasıl gerçekleştiği sorununa bir cevap veriyor, hem
de tarihe devrimleri tekrar getiriyor ve günümüzün sorunlarına karşı da alt üst
edici çözümler sunuyordu.
Tabii burada da kalmıyor, Ulus’u de modern toplumun dininin
karşı devrime uğramış biçimi olarak tanımlayarak, bir yan ürün olarak Ulus
teorisinin bulunmaması sorununu da çözüyor; ayrıca günümüzü açıklama
dolayısıyla program ve strateji sorunlarına alt üst edici bir cevap getiriyordu.
Kısaca Din toplumun üstyapısında bir “bilinç biçimi” veya sınıflar
mücadelesinde bir “ideoloji” vs. değil, tüm
üstyapının kendisiydi.
Dolayısıyla üretici güçler ve üretim ilişkilerindeki, yani
altyapıdaki değişim, üstyapıdaki değişimi din değişimleri biçiminde
gerçekleştiriyordu.
Burada özne sorunu da çözülüyor, insanlar bir dinden diğer
dine geçerek, sonra da toplumun sınırlarını ve ilişkilerini bu yeni dinle
şekillendirerek aslında devrim yapıyorlardı. Dinlerin ortaya çıkış ve sonraki
evrimlerinde sınıfların yeri de açıklığa kavuşuyordu. Devrimleri sınıflar
yapmıyorlar ama sınıflar yapıyorlardı.
Yani plepler Müslüman olarak veya aydınlanmacı olarak, yani
yurttaşlar olarak devrim yapıyorlardı. Köleler devrim yapmıyor ama Hıristiyan
olarak devrim yapıyorlardı. Keza dinler de her başarıdan sonra karşı devrimlere
uğruyorlardı. Sınıflar ve sınıflar mücadelesi bu bağlamda, dinler tarihi içinde
dinlerin (üstyapının) evrimini açıklıyorlardı.
Tarikatlar, partiler ancak belirli dinler içinde sınıf
mücadelesinin araçları idi. Sınıflar ve onların örgütleri olan partiler devrim
yapamıyorlardı; devrimi bir parti bir dine dönüşebildiğinde; bir sınıfın değil,
bütün gayrimemnunları birleştirebildiğinde yapabiliyordu. O halde marksizmin
görevi bir din olmaktı. Din olmak var olan eski din karşısında yeni bir din
önermekti. Bu günün dini Aydınlanmanın karşı devrime uğramış biçimi olan
ulusçuluktu. O halde Marksist’in görevi uluslara ve ulusçuluğa karşı
savaşmaktı.
Tarihte devrimler insanların din değiştirmesiyle oluyordu
tarihte. Peygamberler devrimcilerdi. Peygamberler tarihi devrimler ve
devrimciler tarihiydi. Böylece o saçma gibi görünen şeyin aslında ne kadar
derin bir anlamı olduğu görülebiliyordu; halkın niye peygamberlere böyle büyük
değer verdiği de açıklanmış oluyordu. Aslında halk anlattığı ve dinlediği tarih
devrimciydi ve Marksistler tarihten devrimleri ve devrimcileri sürmüşlerdi.
Modern toplumda bugün dünyaya egemen olan uluslar ve
ulusçuluk bu modern toplumun dini olduğundan, yani üstyapısı olduğundan, bu üstyapı,
yani uluslar ve ulusal devletler ile dünya çapındaki bütünleşmiş ekonomik temel
arasındaki çelişkiyi çözmek, uluslara ve ulusçuluğa karşı çıkmakla olabilirdi.
Ve uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu
için uluslar olduğundan insanların ulusçu olmaktan çıkmaları aslında bir din değiştirmeleri,
yeni bir dine geçmeleri anlamını taşıyordu.
Bu din yayıldığı takdirde, yani yeryüzünde ulusçular
olmadığı takdirde uluslar ve ulusal devletler de olamayacağından görev uluslara
karşı mücadeleydi.
Ulusların birliği değil, ulusların yıkılması. Muhammet,
kabilelerin birliğini değil, kabile kardeşliği karşısında Allah’ın kullarının
kardeşliğini, yani kabile kardeşliğine karşı olanların kardeşliğini savunmuştu.
Bizler de ulus kardeşliğine karşı, ulus kardeşliğine karşı olanların
kardeşliğini savunmalı ve bunu egemen kılma mücadelesi vermeliydik.
Böylece aslında klasik marksizmin, altyapı üstyapı
bağlamındaki devrim formülasyonu, zorlama sınıf bağından kurtulmuş olarak din
ve uluslar kavramlarıyla somut bir program ve strateji olarak da ifade edilebilmiş
oluyordu. Sınıflar dinlerin içindeki mücadeleler ve dinlerin sonraki evrimi ile
ve dinler arasındaki geçişlerde gerçek açıklayıcı anlamını buluyordu.
*
Konu teorisi bağlamında da açıklanabilir.
Bir ulus teorisinin olmaması yansız bir durum değildir. Yani
nasıl ideolojisizlik mümkün değilse ve ideolojisizlik genellikle en gerici
ideolojileri savunmanın bir aracıysa, Marksizm’in ulus teorisinin olmaması,
tarafsız bir duruma tekabül etmez. Aksine en gerici ulusçuluğun ulus kavramının
fiili kabulü ve savunulması ve yeniden üretilmesi anlamına gelir.
Ulusun ne olduğu bilinmediğinde, uluslar içinde mücadele
edilecek bir tarafsız ortam gibi kabul edildiğinden böyle uluslara karşı bir
program ve strateji bulunmuyordu. Ulus sınıf gibi kavranıyordu. Ulus olduğu için
ulusçular var diye düşünülüyordu.
Ulus sorunu, eski ekonomi ve sınıf kavramlarına bağlı olarak
dünyanın sosyalist olması, ama sonra ulusların tıpkı sınıflar gibi tedrici
olarak ortadan kalkması şeklinde bir tasavvur edilmiyordu.
Dolayısıyla Marksistlerin bütün programları ve stratejileri,
ulusa ve ulusal devlet karşı değil, ekonomi ve sınıflar bağlamında kapitalizme
veya ekonomik eşitsizliklere vs. karşı olarak tanımlanıyor bütün stratejiler bu
çerçevede şekillendiriliyordu. Ama aslında bütün bunlar verili bir din içinde,
ulus ve ulusçuluk dini bir sınıf mücadelesi olmaktan öteye bir anlam
taşımıyordu. Ortadaki yeni bir din değil, bir parti idi. Yani Klasik Marksizm
bir din olmayı başaramamıştı bir parti olmanın ötesine gidememişti. Bu nedenle
devrim yapamıyordu. Ve tam da bunun nedeni, yani din olamamasının nedeni,
modern toplumun din ve ulus kavramlarını olduğu gibi kabullenmesindeydi.
Böylece çember kapanıyordu.
İşte bütün dünyada Marksizm’in ve ezilenlerin mücadelesinin
temel açmazı budur.
Yani uluslar sorunu, tıpkı sınıflar gibi, kendiliğinden yok
olacak, kendi kendine var olan bir şey gibi kabul ediliyordu.
Hâlbuki dinin bir üstyapı olduğunun; ulusların ve
ulusçuluğun da bunun özel bir biçimi, karşı devrime uğramış bir biçimi olduğunun
keşfi, onun insanların kabulüyle var olduğu anlamına da geliyordu. Bir dini
kabul edenler yoksa o din var olamaz. Ulusçular olmazsa uluslar da olmaz. Sonuç
olarak, insanları din değiştirmeye, yani uluslara ve ulusçuluğa karşı savaşa
davet etmek gerekiyordu.
Bu çağımızın bütün sorunlarını da bir kılıç darbesiyle
çözüyordu.
*
İşte dünya Marksist entelijansiyasının bilmediği budur.
Türkiye’deki çıkmaz da buradan kaynaklanmaktadır.
Bu çıkmazdan çıkılamadığı için, klasik marksizmin bile
önerebileceği bir dünya cumhuriyetini kurma çağrısı, üretimin globalleşmesi
karşısında global bir tek dünya hükümeti çağrısı bile yapamamaktadır
Marksistler.
Ve çıkışsızlık onları tıpkı Türkiye’deki ulusalcılar gibi en
büyük gericiliğin müttefikleri olmaya ya da onlarla ulusalcılık ve ulusçuluk
yarışına girmeye zorlamaktadır.
Boratav’ın yazısı, hem dünya, hem Türkiye ölçüsünde bu
çıkmazın bir sergilenmesinden başka bir şey değildir.
19 Mart 2017 Pazar
Demir Küçükaydın
@demiraltona
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
Videolarımız şu adreste:
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz.
Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
Kitaplarımız buradan indirilebilir.
1 yorum:
Üstadım yazınızı düşüne düşüne okumaya çaıştım.
Emeğinize sağlık. Çok yeni bir yol öneriyorsunuz,
nasıl bir mesfe alınır bilemem, ama bu önermenin tartışılmasını
çok isterim,en azından faydalanmak için.
Bildiğim tek şey, çıkmaz sokaklardan kurtulma,
ve başarısızlıklarımızın nedenini arama arzusudur.
Selamlar,saygılar. Hasan Kayım
Yorum Gönder