Çağımızı ve onun en temel sorunlarını anlamak ve çözebilmek
hem son derece kolaydır; hem de son derece zordur. Esher’in resimleri belyki de
bu zorluğun imgesel ifadeleridir.
Bunun nedeni egemenliğin bizzat tanımların kendisi
aracılığıyla kurulmuş olmasıdır.
Yani o egemenliğe karşı çıkarken bile o tanımları
sorgulamadan, kabul ederek karşı çıktığınız için, o egemenliği yaymaya ve
güçlendirmeye devam edersiniz.
Sizin öznel niyetleriniz ile tarihsel ve toplumsal olarak
nesnel yaptıklarınız birbiriyle çelişir.
Aslında bu son iki yüz yılda Marksizm’in ve Marksistlerin
kaderi bu olgu üzerinden açıklanabilir.
Çağımızın iki temel sorunu Din ve Ulus’tur (veya Ulusçuluk).
Bu iki temel sorun da aynı yapıdaki, yani tanımın kendisi aracılığıyla
egemenlik diyebileceğimiz, iki “hile”ye dayanmaktadır.
Nedir hile?
Din’in ne olduğuna ilişkin egemen tanımın kendisi bizzat bir
dindir, bu dinin din tanımıdır.
Aynı şekilde, Ulusun ne olduğuna ilişkin egemen tanımın
kendisi bizzat ulusçuluktur ve üstüne üstlük en gerici ulusçuluk ve onun ulus
ve ulusçuluk tanımıdır.
Bu nedenle de, ne dinin ne olduğu ve ne de ulusun ne olduğu
anlaşılamıyor.
Dolayısıyla anlaşılamayan ve açıklanamayana karşı mücadele
de edilemiyor.
Bu soyut ve kategorik ifadeleri daha somut olarak göstermeyi
deneyelim.
*
Ama önce analitik ve normatif kavramlar ve tanımlar farkını
görmek gerekiyor.
Normatif ve Sosyolojik tanımların farkını kısaca
şemalaştıralım.
Sosyolojik Tanımlar
|
Hukuki Tanımlar
|
Toplumu
AÇIKLAR
|
Toplumu
DÜZENLER
|
Analitiktir
|
Normatiftir
|
Neden o
kuralların koyulduğunu açıklar
|
Kural
koyar
|
Normatif bir tanımı sosyolojik bir tanım gibi ele alıp
toplumu açıklamaya ve bu açıklamaya göre değiştirmeye kalktığınızda, aslında o
normatif tanıma uygun olarak toplumu düzenlemeye devam etmiş olursunuz.
Marksizm’in kaderi özetle bu olmuştur.
*
Bunu daha somut olarak görelim.
Modern toplumda Din, kişilerin özel sorunu, yani inanç
olarak tanımlanır.
Ama bu tanım analitik ya da sosyolojik bir tanım değildir;
normatif bir tanımdır, hukuki bir tanımdır.
Bu tanım özünde, bu toplumda din olarak kabul edilmek için,
politik alanın dışında olmak gerekir, anlamına gelir.
Bunu anlamak son derece basittir. Örneğin Modern toplumda
yaşayan biri çıkıp da ben inancıma göre yaşayacağım, dolayısıyla devlete vergi
vermeyeceğim, inancıma göre Allah için fakir gördüklerime zekât vereceğim veya ben
Allah’ın kanun ve kurallarına uyarım Devlet’in kanun ve kurallarına uymam. Bu
devletin karar ve kanunlarını tanımıyorum dediğinde, o kişi inancına uygun davranmasına
rağmen, bu davranışları inanç olarak kabul edilmez. Tutuklanır ve
cezalandırılır. Çünkü bu toplum tarafından hukuken inanç olarak tanımlanmış
alanın dışına çıkıp, politik alana tecavüz etmiş sayılır.
Yani normatif tanımlarla
(Toplumsal ilişkileri düzenleyen tanımlarla) sosyolojik (Toplumu açıklayan,
analiz eden) tanımların farkının görülmemesi ve normatif tanımların sosyolojik
tanımlar olarak kabul edilmesi, sosyolojik olarak dinin ne olduğunu anlamayı (dolayısıyla
değiştirmeyi) olanaksızlaştırmakla kalmaz; karşı olunduğu söylenen düzeni savunma
ve yayma sonucunu da doğurur.
Bu tanım (yani dinin inanç
olduğu) çerçevesinde düşünmek ve hareket etmek. Kuyudaki bir insanın kuyuya
düşmemek için hep önüne bakması gibi olur. Önüne baktığı sürece, yani verili
tanım içinde, dini bir inanç olarak tanımlayarak onu anlama çabasında, hiçbir
zaman bir kuyuda olduğunu göremeyecektir.
Bunu şöyle de gösterebiliriz.
Bu tanıma göre, dinsiz
olabilirsiniz. Ben, inançsızım ya da dinsizim dediğinizde, bu tanıma göre
dinsiz olabilirsiniz. Ya da üç kişi bir araya gelip bir din kurabilirsiniz.
Ancak bu dinsizliğiniz de hukuki ya
da normatif bir dinsizliktir.
Sosyolojik olarak dinsizlik mümkün değildir.
Sosyolojik olarak, ben dinsizim
dediğinizde, ben dini kişilerin özel sorun, inanç olarak kabul eden dindenim
demiş olursunuz.
Aynı şekilde, bir Müslüman veya
Hıristiyan benim inancım veya dinim İslam veya Hıristiyanlıktır dediğinden,
sosyolojik olarak, Müslüman ya da Hıristiyan olduğunu söylemiş olmaz. Ben dini
kişilerin özel sorunu, inanç olarak gören dindenim demiş olur. Bu dinin bir tür
Kelimei Şehadet'ini söylemiş olur.
Burada şu soru ortaya çıkar?
Sosyolojik olarak Din nedir?
Din sosyolojik olarak bir
toplumun tüm üstyapısıdır. Yani din tüm toplumsal ilişkileri düzenler.
Bu durumda, dini kişisel bir
sorun olarak tanımlamanın kendisi, kendi din tanımına göre, normatif olarak
kendisinin din olmadığını iddia eder ama sosyolojik olarak toplumsal ilişkileri
düzenlemiş olur; yani bir dindir
Tekrar edelim: sosyolojik olarak
dinsiz olmak mümkün değildir; dinsiz bir toplum olamaz. Toplumsal ilişkileri
düzenleyen ve topluluğun sınırlarını çeken bir üstyapı olmadan toplum olamaz.
O halde, Din’in bir inanç olarak,
kişilerin özel sorunu olarak tanımlanmasının kendisi de bir dindir.
Çünkü modern toplum tam da bu tanım
aracılığıyla toplumsal ilişkileri düzenler. Dikkat edelim, analiz etmez, çözümlemez, düzenler.
Ve tam da Din’in sosyolojik
olarak tümüyle üst yapıdır diye tanımlanışı, bu düzenlemenin kendisinin modern
toplumunun dininin ta kendisi olduğunu gösterir.
Bu toplumun üstyapısının
yüzündeki peçeyi kaldırır.
Bu peçenin görülmesinin zorluğu
din tanımının kendisinin bizzat bir din olmasıdır ve bu din tanımının sanki
sosyolojik bir tanımmış gibi kabul edilmesidir.
*
Bu zorluğun benzeri ile Marks,
Ekonomi Politik çalışmalarında karşılaşmıştır ve tam da benzeri bir şekilde
sorunu çözerek, modern toplumun ekonomi temelinin (yani kapitalizmin) yüzündeki
peçeyi kaldırabilmiştir.
Bu peçe de benzer ve keşfi zor
bir peçeydi.
Değeri yaratan emektir deniyordu.
Ama bu kabul edildiği takdirde, kapitalist
toplumdaki artı değerin kendisinin nasıl olduğu açıklanamıyordu. Çünkü emek aynı
zamanda değerin kendisi olarak da tanımlanıyordu. Yoğunlaşmış emektir
deniyordu. Yani Değer ya da Emek kendi kendini yaratmış gibi oluyordu.
Peki, o zaman kar veya artı
değerin kaynağı ne idi?
Burada bir açıklama
yapılamıyordu.
Marks’ın yaptığı tam da bu
kavramsal kargaşayı ortadan kaldıran bir keşifti, değeri yaratan emek değil; işgücü
denen meta, mal idi. Bu meta, yani mal tüketildiğinde ortaya çıkan şey Emek
veya Değer’di.
Bu keşif ile Marks, modern
toplumun temelindeki (Kapitalizm) peçeyi kaldırdı.
Ama din konusunda ve ulus
konusunda yukarıda sözünü ettiğimiz iki peçe yerinde duruyordu.
Mark ve Marksistler, Din’i kişilerin
özel sorunu olarak algılıyordu ve programatik taleplerini de böyle formüle
ediyordu.
Aslında böylece modern toplumun
dinini kabul etmiş ve egemenliğine hizmet etmiş oluyordu.
Bu yanıyla modern toplumun (kapitalizmin)
dininin yayılması kapitalizme karşı olduğunu söyleyen Marksistler aracılığıyla gerçekleşmiş
oluyordu. Marksistler aydınlanma fikirlerinin ve ideallerinin savunucuları ve
yayıcıları olmuşlardı. Temelini eleştirip karşı oldukları sistemin
(Kapitalizmin) üstyapısını yayıyor ve egemen kılıyorlardı.
Bunun ardında da egemen
sınıfların karşı devrimciliği; modern (kapitalist) toplumsal ilişkilerin
yayılışının ancak ezilen sınıflar aracılığıyla gerçekleşmesi olgusu vardı. Marksizm’in
kapitalizme karşılığı ve ezilen sınıflardan yana tavrı, bu yayılışın bir aracı
işlevi görüyordu.
Aslında bütün yeni dinler de
tarih boyunca ezilen sınıfların onlara sahip çıkmalarıyla yayılmıştı. Marksizm’in
yaptığı kendi iddiasının aksine tam da bu oldu.
Marksizm’in Din’i sosyolojik
olarak tanımlama girişimi ise, sadece Din’in sınıf mücadelesinde bir ideoloji
de, bir bayrak ta olması boyutu ile oldu.
Ama bizzat Marks’ın da belirttiği
gibi, sınıflar ve sınıf mücadelesi, Marksizm'in kendi katkısı ve özüyle de
ilgili değildi. Hatta Marksizm’i sınıf mücadelesi boyutuyla ele almak onu
burjuvazinin kabul edebileceği bir düzeye indirgemektir.
Yani Din’i sosyolojik olarak
açıklama çabası da onu sınıflar ve sınıflar mücadelesi kavramları çerçevesinde,
yani burjuvazinin kabul edebileceği çerçevede kalmıştır.
Tabii bu çaba şu soruya da cevap
vermiyordu:
Sınıfsız toplumlarda da din
vardı. O nasıl açıklanacaktı?
Bu nedenle Marksizm, kapitalist
ekonominin yüzündeki peçeyi kaldırmış ama o toplumun üstyapısının yüzündeki
peçeyi kaldırmak bir yana, o peçeyi sürdürmüş, yaymış ve pekiştirmiş oluyordu.
Yani bu nedenle Marksistler
aslında önerdikleri toplumsal ilişkilerle, dini kişilerin özel sorunu olarak
tanımlayan modern toplumun dininin yayıcıları ve radikal savunucuları
olmuşlardır.
Aslında Modern toplum yani kapitalizm
aslında bizzat kapitalizmin yüzündeki peçeyi kaldırmış ve kendisine karşı
mücadele etme iddiasındaki Marksistlerin çabalarıyla da dünyaya kendine uygun
bir üstyapıyı yaymayı ve bunu egemen kılmayı başarmıştır.
Diğer bir deyişle, Marksist
ekonomi politik ile Marksist politika arasında, dinin sosyolojik bir tanımı
yapılamaması; daha doğrusu, kapitalizmin ihtiyacı olan din tanımının aynen
alınması dolayısıyla bir çelişki olmuştur.
Marksizm’in bugünün dünyasında
böylesine çıkmaz içinde kalışının temel nedeni budur.
İşte bizim yaptığımız temel
keşif, Marks’ın başladığı işi tamamlamak; Modern toplumun üstyapısının
yüzündeki peçeyi kaldırmak; bu toplumun din tanımının kendisinin bizzat din
olduğunu göstermek olmuştur.
Böylece Marksizm’i Aydınlanmanın
kalıntılarından temizleme işini bir adım daha ileriye götürmüşüzdür.
Ancak Marksizm’in tek çelişkisi
bu olmadı.
Hem modern toplumun dininin, yani Aydınlanma’nın, en radikal yayıcıları ve savunucuları oldular. Yani devletin tüm dinler karşısında tarafsızlığını ve onun kişilerin özel sorunu olmasını savundular; hem de bu Dinin en gerici ve karşı devrimci biçiminin de (dile, tarihe vs. dayanan ulusçuluk) savunucuları ve yayıcıları oldular.
Hem modern toplumun dininin, yani Aydınlanma’nın, en radikal yayıcıları ve savunucuları oldular. Yani devletin tüm dinler karşısında tarafsızlığını ve onun kişilerin özel sorunu olmasını savundular; hem de bu Dinin en gerici ve karşı devrimci biçiminin de (dile, tarihe vs. dayanan ulusçuluk) savunucuları ve yayıcıları oldular.
Ulusçuluk ise Aydınlanma’ya karşı
bir karşı devrimdi.
Dinleri kişilerin özel sorunu
olarak tanımlama, kozmopolit bir dünyada insanları eşit kılmanın aracıydı.
Ama uluslar ve ulusçuluk ise,
dünyayı uluslara bölerek, insanların eşitliği yerine ulusların, yani
devletlerin eşitliğini geçiriyordu. Marksizm bu karşı devrimin de yayılışının
aracı oldu. 19 Yüzyılda bu çelişkide, aydınlanmanın mirası ağırlıklıydı. Yani
Marksizm, aydınlanmanın demokratik ideallerinin ve toplumsal ilişkilerinin
yayılmasını savunuyordu ve bunun aracı olmuştu. 20 Yüzyılda ise, özellikle Sovyetlerde
Tek Ülkede Sosyalizm programında somutlaşan karşı devrimin yerleşmesiyle,
fiiliyatta Marksistler en gerici biçimiyle milliyetçiliğin yayılmasının aracı
oldular.
Bunun da temelinde yine, bizzat
milliyetçiliğin tanımının kendisinin milliyetçilik olması bulunuyordu. Yani Marksistler milliyetçiliğe karşı
savaşırlarken, milliyetçiliğin ilkesini, ulusal olanın politik olanla çakışması
ilkesini egemen kılıyorlardı. Bu nedenle dünyadaki ulusların çoğu Marksistlerce
kuruldu ya da milliyetçiler kendilerinin sosyalist olduğunu iddia etti.
Enternasyonalizm aslında, ulusal
olanla politik olanın çakışması ilkesinin savunulması ve yayılmasından başka
bir anlama gelemezdi ve gelmemiştir.
*
Modern toplumun üstyapısının
yüzündeki ikinci peçe de ulusların ve ulusçuluğun tanımının bizzat ulusçuluk
olmasıdır.
Uluslara ve ulusçuluğa en karşı
olduğun söyleyenler bile, tıpkı inançsız ateistler, dinsizler olduğunu söyleyip,
aslında dini inanç olarak tanımlayan ama toplumu bu ilkeye göre düzenleyen
modern toplumun dininin misyonerliğin yapmaktan kurtulamayan dinsizler gibi, en
gerici ulusçular olmaktan kurtulamazlar.
Çünkü onlar uluslara ve
ulusçuluğa karşı olduklarını söylerken, ulustan ve ulusçuluktan anladıkları en
gerici ulusçuluğun, ulus ve ulusçuluk tanımından başka bir şey değildir.
En gerici ulusçuluğun ulus
tanımı, ulusların dil, din, toprak, kültür, ülkü vs. birliği (veya bunların
çeşitli kombinasyonları) olduğunu söyler.
Ama bu tanımın kendisi de tıpkı
dinin tanımı gibi sosyolojik bir tanım değildir. Ulusçuların ulus tanımıdır.
Yani ulus olmak için bunlar olmalıdır anlamındadır.
Ulusu böyle tanımlamayı kabul
edip de ulusçuluğa karşı olmak veya onunla savaşmak mümkün değildir; aksine
ulusu ve ulusçuluğu yeniden üretmektir.
Hâlbuki sosyolojik olarak ulus ve
ulusçuluk şöyle tanımlanabilir:
Ulusçuluk: ulusal olanla politik
olanın çakışması ilkesini kabul etmektir.
Bu ilkeye göre örgütlenen topluluklar
da uluslardır.
Bütün ulusların ve ulusçuların ortak özelliği budur.
Bütün ulusların ve ulusçuların ortak özelliği budur.
Bu tanıma göre ulusçu olmamak
için: ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddetmek gerekir. Yani
devletlerin ulus ilkesine göre tanımlanmasını reddetmek; uluslara ve devletlere
karşı çıkmak ve onlara karşı savaşmak gerekir.
Ama bu tanım bir sorunu daha
ortaya çıkarır.
Tanımı böyle yaptığınız anda,
aslında ulusu ya da ulusal olanın nasıl tanımlandığına bağlı olarak, çok farklı
ulusçuluklar da olabileceği görülebilir.
Örneğin, bir ulusu bir dinle
tanımlayabilirsiniz; bir dille tanımlayabilirsiniz, ya da böyle bir dille veya
bir dinle tanımlamaya karşı da tanımlayabilirsiniz.
Böylece aslında ulusçu olmadığı
veya ulusçuluğa karşı olduğunu söyleyenlerin ulusçuluğun ulus tanımını kabul
ettikleri ve ulusçuluk olmadığını söyledikleri şeyin bizzat bir ulusçuluk
olduğu görülebilir.
Yani burada tıpkı dinsiz olduğunu
söyleyenlerin modern toplumun dininden olduklarını söylemeleri gibi bir durum
söz konusudur.
Diyelim ki, Türkiye’de bir devrim
oldu ve ulusun Türklükle tanımlanmasına son verildi. Türkçe resmi dil olmaktan
çıkarıldı. Herkesin ana dilinde eğitim hakkı var. Ülkenin adı diyelim ki
Anadolu ve Mezopotamya veya Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti gibi bir şey oldu. Okullarda
Tarih, Edebiyat derslerinde herkes tüm dillerden, eşit sayıda katılımcıyla
yazılmış aynı tarihi, tıpkı aynı fiziği ve biyolojiyi okuduğu gibi, kendi
dilinde okuyor. Türklük, Kürtlük, Çerkezlik, Süryanilik vs. kişilerin özel bir
sorunu olarak kabul ediliyor. Devlet tıpkı din kötü olduğu gibi dil körü.
İşte siz böyle bir cumhuriyeti
örneğin ulusçuluğun aşılması ve yenilmesi olarak tanımladığınızda, farkına bile
varmadan en gerici ulusçuların ulus ve ulusçuluk tanımını kabul etmiş ve onu
yeniden üretmiş olursunuz.
Çünkü onlar ulusun dille veya
tarihle tanımlanmış bir birim olduğunu söylerler. Siz zımnen bu tanımı kabul
ettiğiniz için onun artık ulusçuluğun aşılması olduğunu iddia
edebilmektesinizdir.
Hâlbuki ulusal olanla politik
olanın çakışması ilkesini kabul etmek ulusçuluktur tanımına göre, sizin
ulusçuluk olmadığını söylediğiniz şey de bir ulusçuluktur ama bu ulusçuluk
sadece ulusal olanın bir dille tanımlanmasını reddetmiş bir ulusçuluktur.
Burada iki temelden farklı
ulusçuluk olduğu da görülebilir.
Birisi, ulusu bir dil, din,
tarih, kültür, ırk vs. ile tanımlayan ulusçuluk ve uluslar.
Diğeri, ulusu böyle tanımlamaya
karşı tanımlayan uluslar ve ulusçuluk.
Siz ulusu bir dille, dinle
tanımlamaya karşı tanımlamanızı ulusun ve ulusçuluğun aşılması olarak
tanımladığınızda, programatik olarak birinci en gerici ulusçuluğa karşı
savaşmış olursunuz ama ideolojik olarak, en gerici ulusçuluğun ulus tanımını
kabul etmiş, yaymış ve onun egemenliğine dolaylı olarak ideolojide hizmet etmiş
olursunuz.
İşte Stalin’in tanımı egemen
oluncaya kadar Marksizm’in böyle bir çelişkisi de olmuştur. Bir yandan
demokratik bir cumhuriyeti, bütün dillerin, dinlerin vs. eşitliğini vs.
savunmuştur ama aynı zamanda ulusları dile, dine göre tanımlanmış birimler
olarak kabul etmeye, yani en gerici ulusçuluğu ideolojik olarak kabul etmeye ve
yaymaya devam etmiştir.
Yine Stalinizm'in zaferinden
sonra ise, bu demokratik ulusçuluk bile terk edilmiş, ulusları dile ve dine
göre tanımlayan ulusçuluk savunulmuş ve uluslar kurulmuştur. Sorunda en gerici
ulusçular Marksistlere, Marksistler en gerici ulusçulara dönüşmüştür.
Peki, ulusçu olmamak nasıl olur?
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın,
ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin reddedildiği noktada ulusçu
olmaktan çıkılabilir.
Yani yeryüzünde nasıl
tanımlanırsa tanımlansın ulusal devletlerin varlığına karşı çıkıldığında;
politik olanın ulusal olana göre tanımlanması reddedildiğinde; yani bütün
sınırlar ve devletlerin yıkılması hedeflendiğinde ulusçu olmaktan çıkılmış
olunur.
Gerici ulusçuluğun (ulusu bir
dille, dinle tanımlamak) ulus tanımı reddedildiğinde ise, ancak demokratik bir ulusçuluğa
(ulusu bir dille, dinle tanımlamayı reddetmek) geçilmiş olur.
*
Ancak hala tanımımız, ulusal
olanla politik olanın çakışması ilkesini reddetmek şeklindedir.
Buradaki “ulusal” olanın
ulusçunun türüne göre değiştiğini gördük.
Ulusal olanın tanımı normatif.
Ulus olmak için şunlar olmalıdır diyen ulusçuların türüne göre değişiyor bir
ulusun neyle tanımlanacağı. Bu açık.
Marksizm’in birinci yanlışı bu
normatif tanımlardan bir sosyolojik tanım çıkarmaya çalışmasında. Her ulusçuluk
ta farklı olduğundan bir türlü bir sonuca ulaşamamasında.
Ama bir de bu tanımdaki Politik
kavramına bakalım. Bu kavram analitik bir kavram mı yoksa normatif bir kavram
mı?
Yani toplumu düzenleyen bir
kavram mı analiz eden bir kavram mı?
Burada politik kavramı da
analitik değil; normatif bir kavramdır.
Hem de bu kavram, Aydınlanma’nın
özel ve politik ayrımındaki politik kavramının ta kendisidir.
Politik kavramının bir sosyolojik
anlamı bir de normatif anlamı vardır.
Sosyolojik olarak politik, devlet
ilişkin anlamındadır.
Normatif olarak ise, şunlar,
şunlar politik olarak (devlete ilişkin olarak) kabul edilir anlamındadır.
Modem toplumun örgütlenmesi, özel
ve politik diye bir hukuki ayrıma dayanıyordu. Buradaki özel de politik de
normatif kavramlardır.
Bir şeyin sosyolojik olarak
politik olması ile toplumun örgütlenmesinde politik olarak kabul edilmesi çok
farklıdır.
Örneğin, kapitalizm öncesindeki
uygarlıklarda da devletler vardı. Bu devletlerin yaptıkları sosyolojik ve
analitik olarak politik olmasına rağmen; toplumun örgütlenmesinde devlete ilişkin
(politik) ve özele ilişkin diye bir ayrım olmadığından, politik diye bir alan
ve ayrım bulunmuyordu.
Böyle bir ayrım, Aydınlanma’nın
dayandığı temel normatif ayrımdır. Aydınlanma bu ayrım aracılığıyla farklı
dinlerden insanları, din senin özel sorunundur diyerek, önceki dinleri
toplumsal halatı düzenlemeden çıkararak, eşit yurttaşlar yapabiliyordu.
Özel politik ayrımı, insanları
eşitlemenin bir aracıydı.
Ulusçuluk ise, insanların eşitliği
deyine devletlerin ve ulusların eşitliğini koyan bir karşı devrimdir.
Bu karşı devrimin birincisinde,
devletin dil, din vs. körü olduğu nispeten daha demokratik bir ulusçuluk; ikincisinde
ise, devletin ve ulusun bir dile, dine vs. göre tanımlandığı ikinci bir
ulusçuluk egemen olmuştur.
O halde aslında ulusal olanla
politik olanın çakışması ilkesini savunmak da aslında modern toplumun dininin
normatif politik kavramına göre yapılmış bir tanım olduğundan sosyolojik bir
tanım olmaktan uzaktır.
Ulus’un sosyolojik tanımı şöyle
olabilir: Aydınlanma dininin, yani özel ve politik ayrımına dayanan dinin,
politik olanı ulusal olanla tanımlayan karşı devrimci biçimidir şeklinde
olabilir.
Ulusu bir dille dinle tanımlayan
ulusçuluk ise, bu karşı devrim içinde ikinci bir karşı devrimci biçim olarak
tanımlanabilir.
O halde yaygın anlamıyla
ulusçuluk, aydınlanmanın iki kere karşı devrime uğramış biçimidir;
aydınlanmanın ve nispeten demokratik ulusçuluğun inkârıdır.
*
Marksistler ise, ulusun ve
ulusçuluğun bu ikinci karşı devrime uğramış tanımını alarak sosyolojik bir
tanımmış gibi kabul ettikleri ve ona uygun programlar geliştirdikleri için, bir
yandan ulusçuluğa karşı olduklarını söylerken; diğer yandın nesnel olarak en
gerici biçimiyle ulusların ve ulusçuluğun yayılmasının aracı olmuşlardır.
O halde, Marksistler, sadece
modern toplumun üstyapısının yayılışının aracı değil, onun en gerici ve karşı devrimci
biçimde yayılışının aracı olmuşlardır nesnel olarak.
Marksistlerin tarihsel işlevleri
bu olmuştur.
İşte biz, bu din ve ulus
tanımlarının bizzat kendilerinin modern toplumun dininin ve onun iki kez karşı
devrime uğramış biçiminin din ve ulus tanımları olduğunu göstererek modern
toplumun ve çağımızın yüzündeki peçeyi kaldırdık. Marks’ın altyapıda İşgücü ve
Emek kavramlarının ayrımı ile başlattığı işi üstyapıda tamamladık.
Yaptığımız temel ve en büyük katkı
budur.
*
Marksistlerin var olan Din ve
Ulus kavramlarıyla kopuşmaları olmadan Türkiye’de veya Ortadoğu’da ve dünyada bir
demokratik hareket veya uluslara karşı bir devrim olanaksızdır.
Bu Marksistlerin kendilerine
karşı en zorlu mücadeleyi gerektirir.
Hazreti Muhammet, savaşların en
kutsalı, kendi nefsine karşı savaştır derken kastettiği bu anlamda bir savaştı.
Çünkü Veda Hutbesi’nde çok açıkça
görüldüğü gibi, o da yepyeni bir toplumsal düzen kurmak için savaşıyordu. Ama o
yeni toplumu kuracak olanlar eski toplumun içinde çıkmışlardı ve kendilerinin
bir dönüşüm geçirmesi gerekiyordu.
*
Bizim getirdiğimiz yeni teorik
yaklaşım kabul edilip entelijansiyanın kafasına ve oradan da geniş kitlelere
somut programlar ve de hedefler olarak yayılmadan, örneğin Türkiye ve
Ortadoğu’da ulusal olanın dille, dinle tanımlanmasına son verme programı;
dünyada ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine son verme hedefi
kitlelerin somut bir mücadele hedefi olmadan, insanlığın bir çıkışı bulması
olanaksızdır.
Bu nedenle bizim görüşlerimiz
karşısında susmak; tartışmamak; ses çıkarmamak; onları anlamsız ve önemsiz
göstermek vs. insanlığa karşı bir cinayetten başka bir anlama gelmemektedir.
16 Mart 2017 Perşembe
Demir Küçükaydın
@demiraltona
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
Videolarımız şu adreste:
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz.
Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
Kitaplarımız buradan indirilebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder