“Laik yaşam tarzı”nın
bir “ulusal sorun”, yani tıpkı “Kürt sorunu” gibi bir sorun; aynı kategoriden bir sorun olduğunun anlaşılamamasının,
biri daha genel ve metodolojik;
diğeri daha özel, despotik Şark
devletinin, yani Türk devletinin, temel yapısının ve özelliğinin
kavranmamasıyla ilgili iki nedeni bulunmaktadır.
Bu ikisini biraz açmadan konunun anlaşılması neredeyse
olanaksızdır.
Birinciden, genel ve
metodolojik olandan başlayalım.
*
“Laik yaşam tarzı”nın
ulusal sorun olduğunun anlaşılamaması; ulusun
ve ulusçuluğun (yani milletin ve milliyetçiliğin) ne olduğunun
anlaşılamaması ile ilgilidir.
Ama ulusun ve ulusçuluğun anlaşılmasında, metodolojik düzeyde çok temel bir sorun bulunmaktadır.
Bu sorun, eğer bir benzetme yapmak gerekirse, tıpkı kuantum fiziğindeki Heisenberg’in “belirsizlik ilkesi” gibi çok temel bir
sorundur.
Heisenberg’in belirsizlik ilkesi, kısaca “bir parçacığın konumunu ve hızının aynı anda
bilinemeyeceği” şeklinde formüle edilebilir. Yani hızını bilebiliyorsanız,
konumunu bilemezsiniz; konumunu bilirseniz hızını bilemezsiniz. Ve bu ilke,
sizin ölçüm yaptığınız araçlarınızın hassas olup olmamasıyla ilgili değildir.
Atom altı parçacıkların davranışları “fıtratı gereği” böyledir.
İşte benzer bir sorun ya da ilke ulusun ve ulusçuluğun ne
olduğu konusunda da karşımıza çıkar.
Sorun ya da ilke şöyle formüle edilebilir: Hem
milliyetçi olunup hem de milliyetçiliğin ne olduğu bilinemez. Milliyetçiler milletin
ve milliyetçiliğin ne olduğunu bilemezler; milletin ve milliyetçiliğin ne
olduğunu bilenler milliyetçi olamazlar
Yani bir parçacığın konumu ve yerinin aynı anda
bilinemeyeceği gibi; hem milliyetçi olup hem de milletin ve milliyetçiliğin ne
olduğunu bilemezsiniz.
Bu ilişkinin kavranması gerçekten çok zordur ve aynı ölçüde
de hayati önemdedir.
Şöyle bir fasit daire söz konusudur. Bir şeyi bilmiyorsanız,
bilmediğinizi bilemezsiniz.
Bilen özne ile
bilinen nesne arasındaki bu ilişki,
yani bilip bilmemenin, özneyi değiştirmesi sorununu açıklamayı önce bir imgeyle
anlatmayı deneyelim.
Bir kuyunun içinde bir insan düşünelim. Bu insan, kuyunun
içinde olduğunu bilmemekte ama bir kuyuya düşmemek için sürekli önüne
bakmaktadır. Böyle bir insan, önüne baktığı sürece, hiçbir zaman aslında bir
kuyunun içinde olduğunu görüp anlayamaz.
Ama kafasını kaldırıp kuyunun ağzını görüp zaten kuyunun
içinde olduğunu gördüğünde de artık kuyuya düşmemek için önüne bakmayacaktır.
Ulusçuların durumu, birçok durumda, kuyunun içinde olduğunu
bilmeden kuyuya düşmemek için, (yani milliyetçi olmamak için) sürekli önüne
bakmaya benzer. Ama yukarı baktığı andan itibaren zaten kuyunun içinde (yani
milliyetçi) olduğun gördüğünde de milliyetçi olmaktan çıkmış olur, çünkü zaten
önüne bakmanın anlamsızlığını ve bunun milliyetçilik olduğunu görmüş olur.
Toplumda başka benzeri durumlar da vardır ve belki bunlar da
ilişkinin ve zorluğun kavranması bakımından yararlı olabilir.
Örneğin komün uygarlık ilişkisi de böyledir. Hem komünde
yaşayıp, hem de komünün ne olduğu bilinemez. Bilinebilmesi için onu komün
olmayanla kıyaslamak, farkını belirlemek, yani komünden çıkmış olmak gerekir.
Ama çıktığınız anda siz artık uygarsınızdır, komün ya da komüne ait olmaktan
çıkmış olursunuz
Komün yazısızdır. Bu nedenle tarihe geçmez. Akli değil
naklidir. Ama komün yazıya geçtiği veya geçirildiği andan itibaren artık komün
değildir, uygarlığa, (yani yazı, para, devlete) geçmiştir. Bu noktada olan
artık, komünün kendisi değil, uygarlığın komünü algılayışı ve anlatışı olur. Yani
komün varsa, uygarlık yani yazı, yani “akli bilgi” yoktur; akli bilgi varsa
artık komün yoktur. İkisi bir arada var olamaz.
Benzer sorun, uygarlıkla ilişkiye geçmemiş kabilelerde yaşamaya
kalkan veya inceleme yapan antropologlar, etnologlar veya misyonerlerle komün
arasında da görülür. Bunu klasik yazılı antik uygarlıktan farklı olarak,
kapitalist uygarlık komün ilişkisi olarak da adlandırabiliriz. Bu ilişki de özünde
uygarlık komün ilişkisinin özel bir biçimidir.
Uygar adam komün ile ilişkiye geçtiği andan itibaren hem komün
artık o otantik, orijinal komün değildir; hem de onun algılanışı ve kayda
geçirilişi uygarın onu algılayışı uygarlığın kategorileriyle bir algılayıştır.
İşte ulus ve ulusçuluğa ilişkin olarak on yıldan fazladır
yazdığımız yazıların da anlaşılamamasının temel nedeni veya arkasındaki temel
metodolojik sorun bir bakıma böyledir.
Ulusçular ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamazlar.
Ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamadıkları için de kendilerinin aslında
ulusçu olduklarını anlayamazlar. Keza ulusun ve ulusçuluğun ne olduğu
anlayamadıkları için, bu yazının konusu olan “Laik Yaşam Tarzı”nın da bir ulusal sorun olduğunu anlayamazlar.
Dünyada ve Türkiye’de demokratik hareketin bir türlü
oluşamamasının temel nedenlerinden biri de bir bakıma bu kendi üzerine kapanan
daire, eskilerin deyimiyle “fasit daire”dir.
*
Tabii biz burada öznel olarak kişilerin kendini ulusçu
olarak görüp görmemelerini ele almıyoruz. Elbette dünyadaki ulusçuların çok
önemli bir bölümü ulusçu olmadığını, insan olduğunu, demokrat olduğunu,
uluslara ve ulusçuluğa karşı olduğunu düşünmektedir.(İşin ilginci kendini ulusçu-milliyetçi
olarak tanımlayanlar ve milliyetçi olarak tanımlananlar ise, milliyetçi bile sayılamayacak
faşistlerdir.)
Bu nesnel olarak
ulusçu olmayı ama öznel olarak
kendini ulusçuluğun en büyük düşmanı olarak görmeyi en iyi Marksistlerde, Anarşistlerde
ve örneğin Politik İslamcılarda görebiliriz. Bütün politik İslamcılar, aslında Müslüman
değil, İslam’ın belli bir yorumuna dayanan; ulusu İslamla tanımlayan
ulusçulardır. İslamcı hareketin milliyetçi bir hareket olduğu başka bir yazıda
ele alınabilir. Bu yazıda ulusların ve ulusçuların düşmanı olduğu konusunda ne
kendilerinin ne de düşmanlarının şüphesi olmayan Marksist ve sosyalistleri ele
alalım.
Ve burada Marksistler
derken, Stalinistleri kast etmiyoruz. Onları Marksist değil, zaten Pozitivist
olarak görüyor ve tanımlıyoruz. Otantik Marksistleri kastediyoruz. Yani Marks,
Engels, Lenin, Troçki, Luxemburg, Kıvılcımlı gibi en otantik, devrimci,
eleştirel ve yaratıcı Marksistleri ve onların geleneğini, süreğini kastediyoruz.
Keza kendilerinin onların izleyicileri olduğunu, onlar gibi kendilerinin de
milliyetçi olmadığını düşünen binlerce ve binlerce Marksist’i, sosyalisti,
Enternasyonalisti de aynı kategoride görüyoruz.
Marksistler somutunda ulusçuluğun bilgisi ve kendisi
ilişkisini göstermeyi deneyelim.
Örneğin birçok Marksist, Marksizm’in
bir ulus ve ulusçuluk teorisi olmadığını görmüştür.
Ama tam da böyle olduğu için, yani Marksizm’de ulusun ve
ulusçuluğun teorisi olmadığından bu teşhisi yapanlar da ulusun ve ulusçuluğun
ne olduğunu bilmedikleri için, bunu bilmemenin, yani bir ulus ve ulusçuluk
teorisine sahip olmamanın otomatik sonucunun milliyetçilik olduğu;
Marksistlerin, kendi öznel iddiaları ne olursa olsun milliyetçi oldukları
sonucunu çıkaramamışlardır.
Hatta esas olarak, kendilerinin ve tabii bütün Marksistlerin, ulus ve ulusçuluğu bilmeyen ulusçuluk
karşıtları oldukları var sayımıyla hareket etmişler ve sonuçlar çıkarmışlardır.
(Tipik bir örnek olarak bu konuda en çok yazanlardan biri olan Michael Löwy
zikredilebilir.)
*
Marksistlerin aslında nasıl birer ulusçu olduğunu göstermeye
çalışalım. Marksistlerin ulusçuluk tanımından başlayalım. Bu tanımın ulusçu
olduğunu gösterdiğimizde Marksistlerin ulusçuların ulusçuluk tanımını
kullandıklarını dolayısıyla ulusçu olduklarını görürüz.
Örneğin bütün Marksistler, ulusçuluğun bir ulusun çıkarlarını öne almak olduğunu; kendilerinin ise
enternasyonalist ve sosyalist olduklarını ve ulusun değil, sınıfın çıkarını öne aldıklarını söylerler.
Ama burada çok ilginç bir çakışma ile karşılaşırız, kendini Marksistler
karşısında milliyetçi olarak tanımlayanlar da milliyetçiliği aynen böyle
Marksistler gibi tanımlarlar.
Ama onlar Enternasyonalistlerin veya sosyalistlerin aksine,
kendilerinin milletin çıkarını öne aldıklarını; bu nedenle Marksistlerin millet
düşmanı olduklarını falan söylerler.
Burada ilginç olan şudur, kendini milliyetçiliğin düşmanı
olarak görenler de, kendilerini milliyetçi olarak görenler de milliyetçiliği
aynı şekilde tanımlamaktadırlar. Yani enternasyonalistler veya Marksistler ile
milliyetçilerin ayrılıkları milliyetçiliğin ne olduğu ve nasıl tanımlanacağı konusunda
değildir. Bunda tamı tamına bir mutabakat vardır.
Burada şu soruyu sormak gerekir: Nasıl olmaktadır da
milliyetçiliğin düşmanları (Marksistler, Enternasyonalistler) milliyetçilerle
aynı tanımda anlaşmaktadırlar?
Çünkü tanımlar da masum veya nötr şeyler değildirler.
Tanımlar ya gerçeği çarpıtırlar ya da onun özünü verirler.
Ama gerçek de devrimcidir. Eğer bu tanımı milliyetçiler de kabul ediyorsa, bu
tanım devrimci değil gerici, yani gerçeği çarpıtan, özünü vermeyen bir tanım
demektir. Yok, eğer tanım devrimci, gerçeğin özünü veren bir tanımsa, kendini
milliyetçi olarak görenlerin de devrimci, gerçeğin özünü bilmek ve bildirmekten
çıkarlı olduğun kabul etmek gerekir.
Açıktır ki kendini milliyetçi olarak görmeyenlerin milliyetçilik
tanımı aslında milliyetçilerin milliyetçilik tanımıyla özdeş olduğundan burada
bir çıkmaz ile karşı karşıya kalınır. Tanım milliyetçiliğin özünü veriyor ve
doğru ise, milliyetçiler de devrimcidir, (çünkü gerçek devrimcidir); yok eğer tanım
yanlış ve ideolojik ise, Marksistler de bu tanımı kabul ettiklerinden kendileri
de milliyetçidirler ve milliyetçiliğin ne olduğunu bilmemektedirler.
*
Şimdi milliyetçiliğin başka bir tanımını yapalım.
Ernest Gellner’in tanımladığı, Eric Hobsbawm ve Benedict
Anderson’un da kabul ettiği, gibi şöyle tanımlayalım:
Milliyetçilik, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmaktır.
(Bu arada konuyu
dağıtmamak için girmeyelim ama şunu belirtelim ki, Gellner’in bu tanımı da
sosyolojik bir tanım değildir. Çünkü bu tanımda milliyetçiliği tanımlarken
kullanılan “ulusal” ve “politik”
kategorileri de sosyolojik ve analitik kategoriler değil; normatif
kategorilerdir. Ama bu tanım, normatif bir tanım olarak, diğer ulusçuluk
tanımlarının ulusçuların tanımları olduğunu gösterebilmek için şimdilik işimizi
görür. Çünkü ulusların ve ulusçuluğun kendisi normatif tanımlara göre var
olabilir. Uluslar olduğu için ulusçular değil; ulusçular olduğu için uluslar
var olduğundan dolayı; ulus ulusçunun ulus olarak tanımladığı olduğundan dolayı
böyledir. Yani tıpkı dinlerde olduğu gibi. (Zaten ulusçuluk da bir dindir.)
Örneğin Müslümanlık olduğu için Müslümanlar var değildir; Müslümanlar olduğu
için Müslümanlığın var olması gibidir. Müslüman olmak da Müslüman olmanın
normlarını kabul etmekle olur. Dünyada Müslüman kalmasa Müslümanlık da kalmaz.
Bir zamanlar Amon Ra veya Zeus’a tapan insanlar vardı, tapan kalmadığından bu
dinler yok oldular.)
Şimdi Marksistleri ve enternasyonalistleri, yani kendini
milliyetçi olarak görmeyenleri, bu tanımın mihenk taşına vurduğumuzda, Marks’ın
“ezen bir ulus özgür olamaz”;
Lenin’in “Ulusların kendi kadirini tayin
hakkı” veya Enternasyonalizmin kendisi, milliyetçiliğin yani ulusal olanla
politik olanın çakışması ilkesinin; yani her ulusa bir devlet ya da politik
birimlerin uluslara göre oluşması (Enternasyonalizm) ilkesine vurduğumuzda ne
görürüz? Bu ilkelerin hepsi ve enternasyonalizm ulusal olanla politik olanın
çakışması ilkesini savunmakta ve buna dayanmaktadır. Örneğin Enternasyonal
sözünün bile ifade ettiği gibi, Enternasyonal’i oluşturan partiler uluslara göre,
ulusal birimlere göre; yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine
göre.
*
Aka keşke Marksistlerin ulusçuluğu bu genel ulusçuluk tanımı
çerçevesinde kalsa.
Durum daha da kötüdür.
Bu kötülük de ulusal olanın nasıl tanımlandığında ortaya
çıkar.
Çünkü ulusal olan (yani ulus), pek ala bir dille, dinle,
kültürle, tarihle, soyla, hatta ırkla veya bunların çeşitli kombinasyonlarıyla tanımlanabileceği
gibi (çünkü çeşitli ulusçular böyle farklı ulus tanımları yaparlar); her hangi
bir dille, dinle, soyla, kültürle tanımlamaya karşı; örneğin bir toprak parçasında yaşayanlarla da tanımlanabilir.
Yani dil, din, tarih, soy, kültür körü ulusçuluk ve uluslar da olabilir.
Gerçi genel olarak ulusçuluğun kendisi Aydınlanma hümanizmi
ve kozmopolitizmi karşısında bir karşı devrimdir ve hele bugünkü ekonomik
olarak bir tek dünya olmuş bugünkü dünyada en demokratik bir ulusçuluk bile son
duruşmada bir ırkçı ayrımcılık sonucu verir ama bu gibi hayati sorunlardan
öylesine uzağız ki, şimdilik, ulusu dille, dinle vs. tanımlayanlarına gerici, reaksiyoner, karşı devrimci ulusçuluk;
böyle tanımlamaya karşı olanına da demokratik
ulusçuluk diyelim.
Marksistler maalesef demokratik ulusçular bile
olamamışlardır. Hepsinde ulusun dille, tarihle, soyla vs. tanımlanan bir “şey”
olduğu; hatta sınıf gibi, insanların kabulü dışında ulus diye bir şey olduğu;
uluslar olduğu için ulusçular olduğu türünden bir gizli varsayıma da sahip olmuşlardır.
Tipik örnek Stalin’in meşhur tanımıdır. Bu tanım, ulusları tıpkı sınıflar gibi
insanların kabulleri dışında var olan ve ortaya çıkmış şeyler olarak tanımlar.
Yani ulusçular olduğu için uluslar değil; uluslar olduğu için ulusçular vardır
şeklindeki ulusçuluğun varsayımına dayanır. Bu gerici ulusçuluğun bir
varsayımıdır. Zaten bu varsayıma dayanarak ulusal tarihler, kültürler, soyların
varlığı iddia edilebilir.
Örneğin böyle gizli bir varsayım olmasa, yani ulusçular
olduğu için uluslar olduğuna dair varsayıma dayanan demokratik denebilecek bir
ulusçuluk olsa, Marks’ın “ezen bir ulus
özgür olamaz” ilkesini; demokratik bir ulusçuluk açısından şöyle formüle
etmek gerekir; “ulusu bir dille, dinle,
soyla, ırkla, tarihle tanımlayan ulusçuları ve ulusları ezen uluslar ancak
özgür olabilirler”.
Marks’ın formülü ise, ulusların tarihi, dili, soyu olan
topluluklar olduğu gizli varsayımına sahiptir ve bu tamı tamına da gerici, anti
demokratik, karşı devrimci ulusçuluğun varsayımıdır.
Marksistlerin neden kolayca ulusçu; ulusçuların neden
kolayca Marksist olduklarının sırrı da buradadır. Çünkü Marksistler ulusun ve
ulusçuluğun ne olduğunu bilmiyorlardı ve dolayısıyla da ulusçuydular ve ulusçu
oldukları için de kendilerinin de ulusçu olduklarını bilmiyorlardı.
Ama bu bilmemenin temel özelliği önemlidir. Bu ulusun ve
ulusçuluğun ne olduğunu bilmeme, dışınızdaki bir şey hakkındaki bilgisizlik gibi
bilgisizlik değildir.
Diyelim ki sınıfların ne olduğunu bilmediğinizde sınıfsız
olmazsınız. Ya da işçi olmanız sizin işçi olup olmadığınızı bilmenize bağlı
değildir. Sizin bilip bilmemenizden bağımsızdır sınıfsal konumunuz.
Ama ulusçuluğun ne olduğunu bilmediğinizde otomatikman
ulusçu olursunuz ya da bu şöyle de formüle edilebilir, ulusun ne olduğunu
bilmemek bizzat ulusçuluğun bir görünümüdür.
Bu nedenle Marksist bir ulus ve ulusçuluk teorisinin
varlığı, ulusçu olduğunu anlamak ve ulusçuluktan kurtulabilmek için hayati,
olmazsa olmaz önemdedir.
Marksistler ulusçu olduklarını anlamadan demokrat olamazlar
ve Marksistler demokrat olmadıkları takdirde de demokratik bir hareketin
etrafında şekilleneceği bir demokratik bir program ve çekirdek ortaya çıkamaz.
Bu nedenle bugün dünyadaki çıkmazın temelinde,
radikalleşmenin en gerici faşizm benzeri akımların değirmenine su taşımasının
temelinde Marksizm’in bir ulus teorisinin olmaması bulunmaktadır.
*
Bütün dünyadaki Marksistlerle bizim farkımız ve onların bilinçli
ya da bilinçsiz susuş komplosunun hedefi olmamızın nedeni burada gizlidir.
Ulusun ve ulusçuluğun bizim geliştirdiğimiz bu Marksist
açıklaması, Milyonlarca Marksist ve enternasyonalistin bütün hayatlarına anlam
veren şeyin (Enternasyonalizm, milliyetçiliğe karşı olmak) nesnel olarak tam da
aslında karşı olduklarını düşündükleri şey (Ulusçuluk, milliyetçilik) olduğunu
söylüyoruz.
Bu korkunç bir durumdur. Bütün hayatını ve onun anlamını
yeniden düşünmek, bütün hayatının karşı olduğunu düşündüğü şeye hizmet ettiğini
görmek, her şeye yeniden başlamak, her şey yanlışmış demek kolay değildir. Bunu
herkes kabul edemez. Hele artık benim kuşağım gibi öte dünyaya gitme kuyruğuna
girmiş kuşaklar hiç kabul edemez. Bu da bu satırları yazanın trajedisidir. Eski
kuşaktan bugün yeryüzünü kaplamış sosyalistler kabul edemez; edebilecek olanlar
ise henüz dünyaya gelmemiştir veya çocuktur.
*
Marksistlerin milliyetçi olduklarını daha somut olarak
görelim.
Şimdi ulusçuluğun ilkesini, yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini Kürt sorununa
uyguladığımızda ne görürüz?
Bir Türk’ün Türk sosyalistinin, enternasyonalizm adına,
milliyetçiliğe karşı olmak adına, Kürtlerin ayrı devlet kurmasını savunması
aslında ulusçuluğun en temel ilkesini, yani her ulusa bir devlet, yani ulusal
olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmaktan başka bir şey değildir. Yani
Kürtler diye bir ulus vardır, ulusal olan da politik olanla yani bir devletle
çakışmalıdır. Yani Kürtlerin de bir devleti olmalıdır. Bu devlet ya da politik
birim başka bir devletin içinde mi kalmaya, ayrılmaya mı, birlikte mi yaşamaya
karar vereceği ayrı bir sorundur ve bu ilkeyi bozmaz
Yani aslında bizim milliyetçilik tanımımıza göre, Kürtlerin
ayrı devlet kurmasını pek ala bir Türk milliyetçisi de savunabilir ve
savunmalıdır. Bunu savunmak insanı milliyetçi olmaktan çıkarmayacağı gibi, demokratik bir milliyetçi bile yapmaz.
Gerici karşı devrimci bir milliyetçi olarak ta bu pek ala savunulabilir.
Çünkü Türk ulusu da Kürt ulusu da dille, tarihle, kültürle
hatta ırkla vs. tanımlanmış uluslardır veya bu ulusçuluklar bu ulusları böyle
tanımlarlar.
O halde, Kürt ulusal hareketi de, en radikal Türk
sosyalistleri de aslında gerici milliyetçiliğin bir ilkesini savunmuş olurlar.
Her ulusa bir devlet milliyetçiliğin genel ilkesidir; bu ulusun bir dille, kültürle,
tarihle tanımlanması (örneğin Kürt ve Türk ulusları) gerici, karşı devrimci
milliyetçilik
Peki, bu tanım çerçevesinde, demokratik milliyetçilik nedir?
Ulusun, devletin veya politik olanın, Türklükle veya Kürtlükle (daha genel ve
kategorik bir formülasyonla, bir dille, bir dinle, bir tarihle, bir soyla, bir
kültürle, bir ırkla) tanımlanmasını reddeden bir milliyetçiliktir. Bu da bir
milliyetçiliktir ama daha demokratik denebilecek bir milliyetçiliktir. Çünkü
ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmakta, ama ulusal olanı
bir dille, bir dinle, bir tarihle, bir kültürle vs. tanımlamayı reddetmektedir.
Yani örneğin, Anadolu ve Rumeli’de diyelim ki, ne adı ile,
ne bayrağı ile, ne dili ile bir dine, dile, tarihe gönderme yapmayan, dil, din,
tarih körü; herkesin ana dilinde eğitim hakkı olduğu; ana dilinde ama
okullarında ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih okutulan; dünya edebiyatı
okutulan; herhangi bir dilden veya dinden olmanın bir spor kulübü
taraftarlığından farklı olmadığı bir ulus düşünelim. Böyle bir ulusun da ulusal
olanla politik olanın çakışması ilkesine göre bir devleti olabilir. İşte böyle
bir ulus demokratik bir ulus olabilir.
Türkiye’de böyle bir programı olan bir hareket ya da parti
olmadığından demokratik bir parti veya hareket yoktur. Dolayısıyla bir
demokratikleşme, demokratik devrim gibi bir dönüşüm de mümkün değildir. Çünkü
ulusçular olduğu için uluslar olur, demokratik ulusçular olmadan demokratik bir
ulus, dolayısıyla da demokratik bir hareket ve dönüşümler olmaz. Bunun
olabilmesi için de ilk elde Marksist olduğunu iddia edenlerin ulusçu
olduklarını görmeleri ve birer demokrata dönüşmeleri gerekir. Bunun ön koşulu
da ulusun ve ulusçuluğun ne olduğuna dair bir Marksist ulus ve ulusçuluk
teorisidir.
O halde şu sonuç çok açık olarak ortaya çıkar: ne kendini
“demokratik ulus” kurma hareketi olarak tanımlayan, hatta milliyetçiliği
aştığını söyleyen Kürt hareketi ve PKK; ne de Kürt hareketine destek veren ve
milliyetçi olmadığını düşünen Türk radikal solu ve sosyalistleri bırakalım
milliyetçiliği aşmış olmayı, demokratik milliyetçi bile değildirler.
Bunlar ancak ulusun, ya da politik olanın Türklükle veya
Kürtlükle tanımlanmasını reddedip, ulusu böyle tanımlamaya karşı
tanımladıklarında yine milliyetçi olmaya devam ederler ama bu artık iyi kötü
demokratik bir milliyetçi olurlar.
Yani bugün demokratik bir devrime ya da dönüşümlere öncülük
etmesi beklenen en temel güçler maalesef demokratik milliyetçiler bile
değildirler. Ve işin politik ve stratejik en can alıcı noktası şudur ki,
programatik olarak demokratik bir milliyetçi olmadan; yani ulusu bir dille,
dinle, tanımlamayı reddetmeden; devrimci
bir strateji oluşturmak, yani bütün ezilenleri bir araya getirmek (Kürtleri,
Alevileri, laik yaşam tarzındakileri, hatta resmi Müslümanlığı reddeden
gerçekten inanmış halk Müslümanlarını bir araya getirmek mümkün değildir.
Yani Erdoğan ve Ergenekon’un İslamcı Türkçü faşizmi, ancak
böyle bir program ve stratejiyle durdurulabilir ve buradan alınan hızla
gerçekten bir demokratik devrim başarılabilir.
*
Sosyalistlerin, liberallerin ve post modernizmin ulus ve
ulusçuluk karşıtlığının nasıl ulusçuluğun, hem de en gerici türden ulusçuluğun
bir görünümü olduğunu Avrupa Birliği örneğinde de görebiliriz.
Bu çevreler, “Avrupa Birliği kuruluyor, Avrupa ulusçuluğu
aşıyor” diyor.
Bizim ulus ve ulusçuluk tanımımıza göre ise, varsayalım ki
Avrupa Birliği’ndeki bütün ulusal devletler kendilerini lağvetse ve bütün
yetkiler bir Avrupa parlamentosuna devredilse bile ulusçuluk ortadan kalkmış
olmaz, sadece bir Avrupa Ulusu
kurulmuş olur.
Yani Avrupa kıtasına dayanan, bir toprak parçasında
yaşayanlarla tanımlanmış demokratik bir ulusçuluk olur bu ulusçuluk ve bu ulus.
Ama bu günün dünyasında, refah içindeki demokratik bir ulus,
bu ulusun dışındaki insanlar için bir bantustana hapsedilmekten başka bir
anlama da gelmez. Yani ve en hafif ifadeyle “refah şovenizmi”; ama aslında
ırkçı bir apartheid rejimi demektir olaya dünya ölçüsünde baktığımızda. Bu
nedenle, bu günün dünyasında en demokratik ulusçuluk bile ırkçılık anlamına
gelir diyoruz.
Ayrıca bu Avrupa ulusu da muhtemelen, şimdiden ideolojik
hazırlığı yapıldığına göre, kültüre ve tarihe dayanan tipik bir gerici ulus ve
ulusçuluk olacaktır. Ama varsayalım ki tam demokratik bir ulusçuluk olsun
kurulacak olan.
Biz yine bizim liberal veya post modern çoğulcuların ya da
mozaiklerin ya da “ötekileştirme”yenlerin nasıl gerici ulusçular olduklarını
görelim.
Demokratik ulusçuluğa dayanan bir Avrupa ulusunun
kurulmasını Ulusçuluğun aşılması olarak tanımlamanın kendisi, ulusların dilleri
kültürleri olan birimler olduğu varsayımına dayandığından, yani en gerici
ulusçuluğun varsayımına dayandığından güya programatik olarak sözde ulusçuluğun
aşılmasını savunur gibi görünürken, en gerici ulusçuluğun anlayışını ifade
etmiş ve savunmuş olur. Çünkü ancak ulusları dile, dine, kültüre göre
tanımlanmış insanların onu kabullerinden bağımsız olarak var olan birimler
olarak kabul eden bir anlayış demokratik bir ulusçuluğu ulusçuluğun aşılması
olarak görebilir.
Ulusçuluğun aşılması ise, ulusal olanla politik olanın
çakışması ilkesinin reddedildiği noktada başlayabilir. Yani ulusların ve ulusal
devletlerin yıkılması ve nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın kişilerin
özel sorunu olması durumunda ulusçuluk aşılabilir. Yani bütün ulusal sınırlar
ve devletler parçalanıp bir tek dünya cumhuriyeti ya da komünü olduğunda ancak
uluslar ve ulusçuluk aşılabilir. Ulusçu olmamak ancak doğrudan bunun için savaşmak
durumunda olabilir. Maalesef dünyada böyle acil bir programı olan bir politik
akım ve hareket yok ama sosyal olarak fiilen ulusları ve ulusal sınırları
tanımayan göçmenlerin buna ayaklarıyla oy veren göçmenlerin, mültecilerin ve iş
gücünün yani işçilerin hareketi var.
*
Sanırız bu örnekler ve açıklamalar ulusun ve ulusçuluğun
nasıl diyalektik bir kavrayış gerektirdiği hakkında bir fikir verir.
Ulusçu olduğunuz için ulusun ne olduğunu anlayamazsınız. Ama
anladığınızda da ulusçuların sizi anlaması mümkün değildir.
Yaşam tarzı sorununun bir ulusal sorun olduğunu anlatabilmek
için, konuyla doğrudan ilgisizmiş gibi görünen böyle bir kavramsal açıklama
gerekiyordu. Çünkü seküler ya da laik “yaşam
tarzı” nedeniyle baskı altında olanlar da aslında ulusçular olduklarından,
dolayısıyla ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamayacaklarından dolayı “yaşam
tarzı”nın da bir ulusal sorun olduğunu anlayamayacaklardır ve
anlayamamaktadırlar.
*
Şimdi gelelim gerici ve karşı devrimci ulusçuluğun çeşitli
biçimlerine.
Yanlış ama gücü yaygınlığından gelen yargıya göre, insanların
onu kabullerinden bağımsız olarak var olduğu varsayımının da zorunlu bir sonucu
olarak, ulusu o ulusun dilinin, soyunun, ırkının, kültürünün vs. belirlediği
gibi yaygın bir ulus kavrayışı vardır. (Neredeyse bütün solun benimsediği
Stalin’in ulus tanımı veya okullarda okutulan ulus tanımı böyledir.)
Ancak aslında ulus, ulusçuların ulus olarak tanımladığıdır.
Yani ulusçular bir ulusu ille de soyla, ırkla, dille,
kültürle tanımlayacak diye bir şey yoktur. Pek ala örneğin Din ile veya bir
dinin bir yorumu ile de tanımlayabilirler.
Dine dayanan uluslar da olabilir ve vardır da.
Örneğin bugünkü Hindistan, Pakistan, Bengaldeş, yani
Himalayaların güneyindeki Hint alt kıtası, tarih boyunca bir tek Hindistan
olarak tanınırdı. Ama Hindistan bağımsızlığını kazanırken, İngilizlerin de
kışkırtmasıyla, ulusu İslam’la tanımlayan; dine dayanan bir İslam Ulusçuluğu
oluşturuldu. Bugünkü Pakistan denen yerde yaşayanların ve Pakistan ulusunu
oluşturanların ne tarih, ne dil (onlarca dil vardı), ne kültür; ne de “ırk” ve
soyca (Verimli Hilal’daki neolitik devrimden sonra hızla çoğalıp yayılmış, Hint
Avrupa dil ailesinden Hint Alt kıtasını fetih eden Aryanlar ve ondan önce orada
neolitik devrim öncesini yaşayan ve güneye doğru epeyce sürülmüş Dravit dil
ailesinden toplumlar) bugünkü Hindistan’da yaşayanlardan en küçük bir farkı
yoktu.
Böylece İngilizlerin de teşvikiyle din ve İslam’a göre
tanımlanmış bir Pakistan ulusu oluşturuldu.
Bu Pakistan ulusunun Pakistan ulusçularınca oluşturulması,
ulusun dilde, soyda, ırkta kaynakları olduğunu savunun ulusçuların uykularını
kaçıracak kadar da örnek bir uydurmaydı. Bu uydurmalık, Türk İslam milliyetçisi
birinin ağzından yazılmış şu satırlarda, şecaat arz edercesine anlatılmaktadır.
“Bizzat Bilindiği
üzere, eskiden Pakistan diye bir yer yoktu. Sadece Hindistan vardı. 'Bağımsız
bir devlet' fikrini ilk ortaya atan, 1930 yılında, büyük şâîr Mûhâmmed
İkbal'dir. Şiirlerini Urduca ve Farsça kaleme alan Mûhâmmed İkbal (1877 – 1938)
'a göre Hindistan'da iki ayrı millet (Hindular ve Müslümanlar) vardı ve her
biri kendi yoluna gitmeliydi. Bu fikir, ülkede yaşayan müslümanlarca kabul
görür. Daha ülke kurulmadan, kurulacak olan ülkeye 'isim' aranır. Müslümanlar,
müslümanların yaşadığı eyâletleri kapsayacak olan topraklarda kurmayı
amaçladıkları ülkeye isim bulmak için 'yarışma' düzenlerler. Sonuçta, Büyük
Britanya'daki Cambridge Üniversitesi'nde okuyan Xudri Rahmet Ali adındaki genç
bir üniversite öğrencisinin bulduğu 'Pakistan' ismi yarışmayı kazanır (1933) .
Genç bir talebenin
keşfettiği bu isim, gerçekten mükemmel bir isimdi. 'Pakistan' kelime olarak
'temiz insanlar ülkesi' anlamına geliyordu. Aynı zamanda 'Pakistan' ismindeki
her harf, bir şifreydi. Çünkü her harf, ülkenin bir eyâletini simgeliyordu.
Şöyle ki: 'PAKİSTAN' ismindeki 'P' harfi Pencab eyâletini, 'A' harfi Afgan
Bölgesi'ni, 'K' harfi Keşmir eyâletini, 'İ' harfi halkın dini olan âzîz İslâm
dinini (aynı zamanda ülkenin can damarı olan İndus Nehri’ni) , 'S' harfi Sind
eyâletini, '-tan' eki ise Belucistan eyâletini simgeliyor. Yani 'PAKİSTAN',
bütün bu isimlerin kısaltılmışı oluyordu: 'Pencab + Afganî + Keşmir + İslâm +
Sind + belucisTAN = PAKİSTAN'.
Görüldüğü gibi ulus pek ala bir dinle de tanımlanabilir. Ve
bu örnek bize uluslar olduğu için ulusçular değil; ulusçular olduğu için
uluslar olduğunu çok açık biçimde göstermektedir.
(Türkiye Cumhuriyeti
de daha az uydurma değildir. Türk ve Türkiye frenklerin Osmanlıyı tanımlamak
için kullandıklarını kelimelerdi. Osmanlı kendisini Roma İmparatoru (Sultanı
Rum) olarak görüyor ve Devletine de yine Roma’dan mülhem “Devlet’i Ali”
diyordu. Türk sözcüğü ise, Müslüman ahali
içinde de kaba ve cahil anlamında bir sıfat
olarak kullanılıyordu. Yani bir isim bile değildi. Türk ulusunu kuran
ulusçular da batının Osmanlıyı tanımlamakta kullandığı adı alarak bir ulus ve
devlet kurdular. Aslında beğenmedikleri Afrika ülkeleri bile bağımsızlıklarını
kazandıklarında sömürgeci veya batılı ülkelerin kendilerine verdikleri adları
reddedip, (Örneğin Rodezya Zimbabwe oldu, Kongo Zaire oldu; Güney Batı Afrika,
Namibya oldu) kendilerinin kendi ülkelerine verdikleri adları almaya çalışmışlarken,
Türk devleti ve ulusu hala batılıların kendine verdiği adla kendini
tanımlamaktadır.)
İsrail de dine dayanan bir ulustur; İbrani dinine dayanarak
kurulmuş bir ulus ve ulusal devlettir.
Bosna Hersek de aynı şekilde İslam’la tanımlanmış bir ulus
ve ulusal devlettir.
Türkiye’nin komşusu İran da Şii İslam’a dayanan bir ulusal
devlettir.
(İran’da işin iyi kötü egemen sınıf açısından bir temeli ve mantığı
vardır. Ayetullahlar, aslında ta Sümer Rahip devletinin rahiplerine, oradan
Mecusi (Zerdüşt) rahiplerine kadar giden bir egemen sınıftırlar. Bunlar İslam’a
geçişle birlikte, Din adamı olmayan İslam’da kendilerini var edebilmek için,
“Velayeti Fakih” öğretisi aracılığıyla, kendi varlıklarına meşruiyet
kazandırmışlardır. Bu bakımdan Şiiliğe dayanan bir ulus, hem Mollaların
egemenliğini sağlar; hem de üç bin yıllık İran uygarlığının etki alanında
bugünkü İran ulus ve devletinin etkisini sürdürmesini de.)
*
Şimdi gelelim Türk ulusuna.
Türk devleti Türklükle tanımlanmıştır. Yani bir dile, tarihe
hatta ırka dayanan bir ulusçuluğun yarattığı bir ulustur. Yani daha doğuşundan
süper gerici, ırkçı bir ulus ve ulusçuluktur söz konusu olan. Orta Asya’daki
veya komşulardaki “soydaş”lardan, “kardeş”lerden söz etmek günlük sıradan
olağan işlerdendir.
Ancak Türk ulusu ve ulusçuluğu sadece dile hatta ırka
dayanmaz, aynı zamanda dine de dayanır. Bu ikisinin kombinasyonudur.
Türk devleti ve ulusu laik, yani din konusunda olsun
demokratik bir devlet ve ulus değildir.
Din konusunda demokrat veya laik olmak, devletin din veya
dinsizlik karşısında tamamen tarafsız olması; bunu yurttaşların özel bir sorunu
ve hakkı olarak kabul etmesidir. Yani devletin görevi dinler karşısında (gerçek
bir demokraside dinsizlik de hukuken bir din gibi kabul edilir, çünkü dinlerin
tüm hakları onlara da tanınır); onların eşit haklarını ve politik alanın
dışında kalmalarını sağlamaktır. Yani aslında aynı zamanda dinleri, kişilerin
özel sorunu olarak kalmaya zorlamaktır.
Türk ulusu ve ulusçuluğu (dolayısıyla da devleti) hem dile,
ırka ve tarihe dayanır; hem de dine dayanır. Ama ikisine de dayanmadığı
iddiasındadır.
Bugünkü Türk devleti dine, dinde de İslam’a dayanır. Ama
İslam’ın en esnek mezhebi olan Hanefiliğe ve bunun da çok özel ve keyfi bir yorumuna
dayanır.
Türk devletinin laiklik diye kendini öve öve bitiremediği
özellikleri laikliğin değil, Hanefiliğin özellikleridir. Hanefiliğin
özellikleri aynı zamanda askeri bürokratik oligarşinin; şark despotu devletin
özellikleridir. Dine dayanan bu devletin ve ulusun dine dayanmazmış gibi
görünmesinin ve bir anlamda da böyle kabul edilmesinin esas nedenlerinden biri
budur.
Osmanlı’da devlet İslam’a ve İslam hukukuna bağlı olduğu
iddiasındaydı ve aldığı kararların böyle olup olmadığını denetleyen Şeyhülislamlık
denen iyi kötü kendi içinde meşruiyeti ve rasyonalitesi olan bir kurum vardı.
Diyanet işleri, Osmanlı’nın Şeyh-ül İslam’ının benzeri garip
bir kurumdur. Ama onun kadar bile hukuki ve mantıki bir temeli yoktur.
Esasen Sünni İslam’a dayanan Diyanetin bütçesi, eğitimin
bütçesinden bile daha büyüktür. Öğretmen sayısından fazla “din görevlisi”ne
maaş öder.
“Azınlıklar” Din temelli olarak tanımlanmışlardır. Bu da
aynı zamanda Çoğunluğun da din temelli (Sünni İslam) tanımlandığı anlamına
gelir.
Mübadelelerde insanların diline değil, dinine göre mübadele
yapılmıştır. Türkçeden başka bir dil bilmeyen Hıristiyan Ortodoks Karamanlılar
yollanmış; Müslüman Giritliler, Adalılar, Balkanlılar alınmıştır.
Katliamlarda esas olarak Hıristiyanlar kesilmiş, sürülmüş ya
da mübadele edilmiştir. Bunların arazileri, malları Müslüman ahali tarafından
yağma edilmiştir.
Okullarda din dersleri Sünni İslam’a göre verilir.
Hala devlet görevinde ölenlere “şehit” denmektedir. “Asker
Ocağı” “Peygamber Ocağı” olarak tanımlanmakta; askerde İslami yemek duaları
yapılmaktadır. Bunlar uzatılabilir.
Hele Sünni Müslüman olmayanların, yazılı olmayan kurallara
göre uğradığı ayrımcılıklar ise saymakla bitmez.
Türk ulusunun Müslüman Sünni çoğunluğu da hatta bunlar
tarafından allahsız kâfirler olarak görülen“laik yaşam tarzındakiler” de ulusun
ve devletin bu Sünni Müslüman olan yapısını hiçbir zaman eleştiri ve değiştirme
konusu yapmazlar.
Hatta Aleviler bile, önemli bir çoğunluğu ile diyaneti
sorgulamaktansa örneğin, diyanetin kendilerini tanımamasını eleştirirler. Devletin
bir dini veya mezhebi tanıyıp tanımamasının söz konusu olamayacağı bir gerçek
demokrasi hedef ve anlaşışından yoksundurlar.
Peki, bu çerçeve içinde “laik yaşam tarzı” nasıl olmaktadır
ve niçin kendilerini bir ezilen ulus olarak görmezler ve şimdi bu nasıl olmaktadır
da bir ulusal sorun olarak ortaya çıkmaktadır?
Bunu da hem şark despotu Türk devletinin hem de Erdoğan’ın
faşist diktatörlüğünün özellikleri bağlamında bir sonraki yazıda ele almaya
çalışalım.
7 Ocak 2017 Cumartesi
Demir Küçükaydın
@demiraltona
1 yorum:
Degerli Hocam,
Onemli bir konuda, degerli katkilar yaptiginizi belirtmek isterim. Ulusalcilik konusu, gercekten diyalektik bir couzmlemeyi gerektiren, bir konu olarak kalmistir. sizin katkilariniz bu nedenle onemli. Ilk asamada iki soru uzerinde durmak istiyorum.
Birincisi, "Enternasyolism" kavraminin ulusalci olmdigina dair gozlemminiz. Post-nasyonalism daha dogru bir kavram olmazmi? Enternasyonalism
(Internationalism) uluslar arasi anlaminda, yani ulus bazin da knusan bir dil, post-nasyonalism de ulus otesi bir dil omuyormu?
Ikinci sorum ise yontem ile ilgili. Yaziniz da ulusalci ve bilmek ( farkinda olmak uzerine bir dualism (ikercilik) kullaniyorsunuz, bu dualist yaklasim diger analizler de de goruluyor. Dualismin diyalektik materyalist yontem ile olan iliskisini nasil acikliyorsunu?
Yazilarinizi ve multi media larinizi ilgiyle izliyorum.
Sagolun.
Ali Guvenc
Yorum Gönder