Açın bakın en demokrat bilinenlerin eleştirilerine ve
önerilerine, hepsi Politika’nın
eleştirisine takılıyorlar ve yapıyı gündeme almayan politika eleştirisinin,
bu yapının sürmesi varsayımına dayanan egemen gündeme ayaklarıyla oy vererek,
zımnen ve fiilen var olan Yapı’yı
savunmak anlamına geldiğini unutuyorlar.
Bir demokrat, bir devrimci ya da bir sosyalist ise Yapı’yı eleştirir, onun alternatiflerini
oluşturmaya ve egemen kılmaya çalışır; tartışmayı yapı üzerine çekmeye; gündeme
yapıyı getirmeye çalışır.
Bu çabalar günlük politikanın bataklıklarında debelenenlerce
ve bir ömür yitirenlerce hor ve etkisiz görülebilir; ütopyacılık olarak
değerlendirilebilir.
Ama uzun vadede kalıcı etkiler yaratacak olan; örneğin Gezi
gibi, “yıldızın parladığı anlar”da
yol açıcı olabilecek olan, her zaman böyle çabaların tortusudur.
Gezi’nin en büyük zaafı böyle bir “tortu”dan, “miras”tan,
“hazırlık”tan yoksunluğu idi. O nedenle şimdi izi ve tozu kalmadı.
Yapıyı gündeme
almayan Politika eleştirisi de son duruşmada gider ahlaki bir eleştiri olarak
kalır.
Bunu en açık biçimde, şu cemaatlerin devleti ve kurumları ele
geçirmeleriyle nasıl mücadele edileceği; böyle bir tehlike olup olmadığı;
Fethullahçıların devleti ele geçirmesinin kimin suçu olduğu üzerine
tartışmalarda görebiliriz.
Burada tartışılanların hepsi, son duruşmada, uygulamanın,
politikanın eleştirisidirler ve sonunda giderler ahlaki bir eleştiri olmanın
sınırlarını aşamazlar. Yapısal sorunları ahlaki düzeyde tartışmak ise, var olan
düzenin devamına hizmet ettiğinden aslında an büyük ahlaksızlıktan başka bir
şey değildirler.
Yapı eleştirisi, insanların ya da partilerin vs. ahlaklı
olmasını veya politikanın doğru olmasını beklemez. En ahlaksız ve kötü niyetli
olanın bile onu kullanmak için ahlaklı olmaya mecbur kalacağı yapıların nasıl
olacağına kafa yorar; en yanlış politik kararların en sancısız biçimde
değiştirilebileceği; en yanlış politik kararların bile temellerini
sarsamayacağı bir yapının ne olacağı ve nasıl kurulabileceğini gündeme alır ve
bunu savunur.
Türkiye’de demokratik hareketin böylesine güçsüz ve dağınık
olmasının; hatta şöyle önü sonunu tutar demokratik bir programa sahip bir küçük
parti veya hareketin, hatta entelektüel akımın bile bulunmamasının temelinde
yapısal eleştirinin; yapısal bir değişikliği temel alan somut bir programın
yokluğu yatar.
Marks’ın “işçilerin
nihayet bulduğu” dediği; Engels’in “Proletarya
Diktatörlüğü ne midir diyorsunuz? Paris Komünü’ne bakın o bir Proletarya
Diktatörlüğü idi” dediği Paris Komünü’nün
bütün o bilinen yapısal değişiklere yol açan kararları özünde, ahlaksızları
bile ahlaklı olmaya zorlayacak; seçilenlerin seçenlerin hizmetinden ve
kontrolünden çıkmasını; bağımsızlaşmasını engellemeye yönelik bir yapı kurma
çabasından başka bir şey olmadığı bir türlü anlaşılmaz. Örneğin seçilenin her
an geri alınabilmesi; gelirinin ortalama bir işçi ücretinden fazla olmaması
gibi yapısal özellikler bu amaca hizmet ederler.
Yapı’yı eleştirirseniz karşı tarafı yapı tartışmasına
zorlarsınız. Bunu yapmadığınız sürece de karşı tarafın problem koyuşu ve
gündemi içinde kalır; onun yeniden üretirsiniz. Türkiye’de demokratik muhalefet
olmayışının ve olanın da zayıflığının en temel nedeni budur.
*
Şu cemaatlerin sızma ve ele geçirmeleri tartışmasında, bir
demokratın görevi, cemaatlerin yasaklanması veya kontrol altına alınması veya
kimin suçlu olduğunu tartışmanın kendisinin nasıl gerici ve anti demokratik
olduğunu göstermek; sorunu yapının tartışmasına çekmektir.
Bunun için de, cemaatlerin veya her türlü örgütün “devlete sızma”
hakkını savunurken; devletin “sızılamaz”,
ya da ancak demokratik yollardan “sızılabilir”, “ele geçirilebilir” yapısının nasıl olabileceğini gündeme taşımak
olabilir.
Türkiye’deki egemen tartışma ise tam tersidir. Devlete sızmanın
nasıl engelleneceği tartışılmakta, devlet sızla hakkı, ki son duruşmada
eşitliğin mantık sonucudur; çünkü devletin kendisi bir boşluk değildir içine
sızılacak; doğuşunda devleti yurttaştan üstün gören bir anlayış zaten ona
sızmıştır ve bu anlayışın içinde tartışılmaktadır
*
Bunu somut olarak Cemaatlerin devlete veya başka yerlere
sızması konusunda görelim.
Herkes cemaatlerin sızmasına karşı.
AKP bu kadar sızdıklarını bilmiyorduk, “bizi kullandılar” diyor; CHP “siz
sızdırdınız” diyor. Bizim sevgili Demirtaş’ımız da “bunlar sızmadı, siz süzdünüz” diyor.
Yani hepsi sızmanın yanlış bir şey olduğunda anlaşıyor ve özünde
sızmaya yol açan politikaları suçluyorlar. Herkes bu sızmanın nasıl
engelleneceği üzerine önerilerde bulunuyor. Ya Demirtaş gibi, Devleti ele
geçirmeyi asıl siz hedef aldınız diyorlar; ya da cemaatlerin daha fazla kontrol
altına alınmasını öneriyorlar; hatta cemaatlerin kontrolünü Diyanete
öneriyorlar vs., vs..
Bir demokratın bunlardan farklı bir yerden eleştiri yapması
beklenir. O cemaatlerin sızma hakkını savunmalıdır, ama aynı zamanda tüm sızma
çabalarının sızılmakla sonuçlanacağı sızmayı anlamsız kılacak bir devlet
yapılanmasının nasıl olacağı üzerinden eleştiri ve önerilerini yapar. Yani eleştirisini
sızmaya değil; sızmayı mümkün kılan politikalara değil; kadrolaşmalara vs.
değil; tayinler, terfiler, işe almalar, ihale vermeler vs. ile bu sızmayı
mümkün kılan devletin yapısına yöneltir. Diğer partileri tam da bunu gündemden
uzaklaştırdıkları için eleştirir; sızmayı sorun ve suç olarak görmenin
kendisinin aslında en anti demokratik; şark despotluğunu savunma olduğunu gösterir.
Bu tür politika yok maalesef. Bu olmayınca da, Türkiye’de en
küçük bir demokratik hareket olmaz, olmamıştır ve olmayacaktır.
En basitinden başlayalım.
Bugünün Türkiye’sindeki gibi bir merkezi ve bürokratik şark
despotluğu, her zaman sızılmaya açıktır. Yapısı gereği böyledir. Çünkü daha
baştan işe almalar, ihaleler, tayinler, terfiler hepsi iktidarların ve devletin
üst organlarının kararlarına bırakılmıştır. Hükümet bir belediyeyi görevden
alabilir örneğin. Esas sorun görevden alınmasında değil; görevden alınabilmeyi
mümkün kılan yapıdadır.
Bir demokrat açısından ise, yapıyı değil, görevden alınmayı,
böyle bir politika ya da uygulamayı sorun görmenin kendisi en büyük sorundur.
Aslında esas sorun devletin ele geçirilmesi ya da sızılması
değil, devletin tüm topluma en küçük kılcal damarlarına kadar sızmış ve
binlerce yıldır onu ele geçirmiş olmasıdır. Devletin topluma sızması, devletin
toplumu ele geçirmesidir. Ve cemaatlerin
bu devlete sızmasını önlemeye yönelik olarak önerilen her yeni tedbir; yani
devletin cemaatleri kontrolü vs. gibi, bu devletin toplumun kılcal damarlarına
daha da sızmasını ve onu ele geçirmesini pekiştirir.
Çok basit bir uygulama ve örnek verilebilir
Bir dernek, sendika vs. mi kurdunuz? Hemen kurucularını
Polis veya Jandarmaya bildirme zorunluluğu kanunlarca belirlenmiştir. Yani
Devletin en karanlık, en mikroplu baskı mekanizmaları, yurttaşların en küçük
bir örgütlenme çabasına daha ilk kurulduğu anda sızar. Bu kanunlarla
belirlenmiştir.
Bunun oluğu yerde örgütlenme özgürlüğünden söz edilemez.
Çünkü gerçekten örgütlü halkın örgütleri özünde, devletin dışında ve devlete
karşı olmak zorundadırlar. Demokrasinin özü budur. Şark despotluğunda ise, daha
iki kişi bir araya geldiğinizde karşı olduğunuz şeye kendinizi ihbar etmek
zorundasınızdır.
Eğer fikir ve örgütlenme özgürlüğü varsa, isteyen istediği
ile istediği örgütü kurabilir, bunun için hiçbir yerde izin alması veya bunu
haber vermesi gerekmez; gerekmemelidir. Bu haberin verilmesi gerektiği kabul
edildiği andan itibaren, ortadaki bir demokrasi değil, bir şark despotluğundan
başka bir şey olmaz.
Yani gerçek bir demokraside, bir cemaat veya bir sendika,
bir parti, bir din veya bir dernek olmak arasında hiçbir fark yoktur ve
olmamalıdır hukuki olarak. Bu dokunulmaz, daha doğrusu dokunulmaz olması
gereken, fikir ve örgütlenme özgürlüğü hakkı
sorunudur çünkü.
Aynı fikir amaç ya da inançtaki insanların görüşlerine
çoğunluğu kazanmak, insanları etkilemek, devlete “sızmak”, etkilerini arttırmak
gibi çabaları olması da son derece normaldir ve öyle olmalıdır.
Ve yine en temel haklardan biri, insanların siyasi, dini vs.
görüşlerinden dolayı herhangi bir farklı muameleye uğramamaları da gerektiğidir.
Yani aslında herhangi bir birlikten dolayı herhangi bir devlet kurumuna
bildirimde bulunmamak, aslında bu ilkenin mantık sonucundan başka bir şey de değildir.
Diyelim ki bir takımın taraftarları veya bir dini cemaat
veya bir partinin taraftarları devleti veya bir kurumu ele geçirmeyi
hedefliyor. Bu yasaklanamaz ve yasaklanmamalıdır. Bu kontrol edilemez ve edilememelidir.
Sorun bu sızma ve ele geçirme özgürlüğünü kısıtlamak değil; aksine bunu savunmak ve dokunulmaz kılmak; ama bir yönetici veya personel dairesi aracılığıyla bu sızmayı veya ele geçirmeyi olanaksız kılacak, bu ele geçirmenin ele geçirilmeyle sonuçlanacağı bir devlet yapısı kurmaktır.
Sorun bu sızma ve ele geçirme özgürlüğünü kısıtlamak değil; aksine bunu savunmak ve dokunulmaz kılmak; ama bir yönetici veya personel dairesi aracılığıyla bu sızmayı veya ele geçirmeyi olanaksız kılacak, bu ele geçirmenin ele geçirilmeyle sonuçlanacağı bir devlet yapısı kurmaktır.
Diyelim ki bu “kötü niyetli” cemaatler; bölücüler, “hain
komünistler” A belediyesini veya B kurumunu ele geçirmek istiyorlar.
Eğer bütün karar ve yönetim organları tam bir fikir ve
örgütlenme özgürlüğü ortamında yapılmış seçimle belirleniyor ve yukarıdan atanamıyorsa,
o belediye veya kurumu “ele geçirme”sinin, ona “sızma”sının tek yolu vardır:
seçimlerde halkın çoğunluğunu kazanmak ve kazanabilmek için de açık olarak
fikirlerini ve kendisine oy verilmesini savunmak. Yani aslında o demokratik
mekanizmalarca ele geçirilmiş olmak. Sızmak isteyen cemaatlere demokrasinin
sızmasının tek yolu budur.
Aslında devlete sızan veya sızmayan demokrasi düşmanı
cemaatler ile bu merkezi, militer ve bürokratik şark despotluğu ikiz
kardeştirler, aynı madalyonun iki yüzüdürler. Bu merkezi bürokratik devleti kaldırın,
o devlete sızmasından korkulan cemaatlerin izi tozu kalmaz. O cemaatlerin her
biri, her mahalleye kanalizasyondan önce kurulan bir cami ve diyanetten
ücretini ve maaşını alan müezzin ve imamların maaşlı arpalıklarının motivasyonuyla
çalışan profesyonellerin çalışmaları ve bizzat devletin diğer tüm organlarının
desteği ve hoş görüsüyle böyle palazlanırlar. Diyanet kapatılıp, müezzin ve
imamlar, tıpkı gerçek İslam’da olduğu gibi devlet memuru olmaktan çıkarılıp; bu
işler devletin tamamen dışında Müslümanların gönüllü çaba ve bağışlarına
bırakılıp; devlet dinlerin hiç birine karışamayıp, hepsine eşit davrandığı an, bu
demokrasi düşmanı cemaatlerin hiç biri kalmaz.
Uyuşturucu ile mücadele mi etmek istiyorsunuz, önce narkotik
büroyu kapatmak gerekir. Bütün dünyada uyuşturucu ticaretini devletler, gizli
servisler ve polisler yönetir. Bütün faşist ve anti demokratik örgütlenmelerin
ardında devletler ve gizli servisler vardır.
Demokratik bir cumhuriyette, yine eşitlik ilkesinden hareketle,
herhangi bir memur ya da işçi alınırken, ayrımcılık olmaması için, çünkü
demokrasi tanımı gereği, kimse dini, dili, siyasi görüşü vs. nedeniyle eşitsiz
bir muameleye maruz kalamaz temel ilkesi gereğince, başvuranın kimliğinin
bilgisinin seçeceklerden gizli olması; onların öznel değerlendirmelerinin yansıyacağı
seçim mekanizmalarının olmaması gerekir. Yani mülakatlar ile değil, kimliğin
bilinmediği yazılı imtihanlarla adaylar seçilir örneğin.
Tayin ve terfiler MİT raporlarıyla, siyasi veya dini
görüşleriyle; amirlerin seçimine göre değil; tüm memur ve görevlilerin üye
olduğu devletten bağımsız memur veya görevli sendikalarının, birliklerinin yine
nesnel kriterlerle tutulan (örneğin bir öğretmenin başarısını talebelerinin
başarısıyla, yargıcın başarısını kararlarının bozulma oranının azlığıyla
belirlemek gibi) sicillere göre yapılır.
Şimdi gelsin de böyle bir mekanizmada yöneticiler ya da
iktidarlar kararları etkilesin bakalım. Gelsin de böyle bir mekanizmayı en kötü
niyetli cemaatler ele geçirsin bakalım. Ele geçirenleri ele geçirir böyle bir
mekanizma. Çünkü o zaman, böyle bir yapıyı ele geçirmek isteyenler; ister istemez ele geçirmek istedikleri işi ya
da mevkii, en iyi bilenler, hakkıyla yapanlar olacaktır. Yani şu sözde Müslümanların
dilinden düşürmediği, “işi ehline veriniz” ilkesi uygulanmış olacaktır. İşi
ehline verme sorunu bir ahlaki veya politika sorunu değil; yapı sorunudur.
Ama sorunu ahlaki veya politik bir sorun olarak ele alır
veya tartışırsanız, şu soru ortaya çıkar; işi ehline verme işinin ehli nasıl
bulunacaktır?
Böyle bir yapı daha birçok ayrıntıda ele alınabilir.
Uzatmayalım. Böyle bir yapı ele geçirilemez. Ele geçirme çabaları ancak ele
geçirilmeyle sonuçlanır. En namussuzlar bile namuslu davranmak zorunda
kalırlar.
Hâlbuki bugünkü şark despotluğunda yapı tam tersinedir; namusluları
bile namussuz olmaya zorlar. Hatta Firavunlaşma, Nemrutlaşma eğilimlerini
ortaya çıkarır. Bu şark despotluğunda, her polis, her jandarma, her müdür, her
memur, küçük birer Firavun ve Nemruttan başak bir şey değildir ve olamaz.
Omuzuna iki pırpırı takan çavuş Allah olur. En kıytırık memurlar bile, aslında
hizmetçisi oldukları, vergileriyle ücretlerini aldıkları vatandaşlara yukarıdan
ve keyfi davranabilirler.
Bütün Muaviye’ler, Napolyon’lar, Stalin’ler hep böyle
yapıların üzerinde var olmuşlar ve bu tür yapıları daha da pekiştirmişlerdir.
Bu yapının kendisi baştan çıkarır. Recep Tayyip Erdoğan’ın
eski resimlerine ve ilk yıllarına bakınız, henüz eşitler arasında birinci
olduğu zamanlardaki resimlerine ve sözlerine; bir de şimdikilere. Ortada yüz
seksen derece dönmüş bir politika ve kişilik vardır. Çünkü o binlerce yıllık bu
merkezi, militer ve bürokratik şark despotluğunun başına geçince, ele geçirdiği
bu sınırsız güç, kapı kullarına bile tahammül edememiş ve köleleri ile kendi
özel aygıtını kurarak, kapı kullarını bile tasfiye etmiştir ve etmektedir.
Bu nedenle, her demokratik programın özü bu devlet cihazını
parçalamak; çoğunluğun üzerinde yükselmeyecek; ona hizmet edecek bir yapıyı kurmaktır.
Bu da elbet devlettir. Yaptırımın olduğu yerde devlet olur. Ama böyle merkezi
değil; demokratik bir devlet olur.
Lenin, “biz çarlıktan
aldığımız devlet cihazına biraz Sovyet cilası sürmekten ötesini yapamadık”
derken aslında bu tehlikeye dikkati çekiyordu.
*
Türkiye’de bütün partiler niye bir an önce iktidara gelmek;
ya da en azından bir koalisyon ortağı olmak isterler?
Devletin, o Şark despotluğunun muazzam olanaklarını
kullanmak; kendi taraftarlarını kapıcı veya çaycılıktan yüksek mevkilere kadar
adamına göre yerleştirmek; şehir rantlarından, ihalelerden pay almak,
taraftarlara bunu dağıtmak; böylece bu arpalıklar üzerinden bir profesyonel
destekçiler ve militanlar yığını yaratmak için.
Her parti, her lider bu devlet yapısı aracılığıyla, etrafında
kendine bağlı bir kapıkulları, aveneler, kliyanlar ordusu oluşturur.
Tabii mekanizma böyle olunca kimsenin böyle bir mekanizmayı
parçalama gibi bir derdi de olmaz. Bu yapı kendi kendini üretir, tıpkı bir kara
delik gibidir.
*
Ortada birbirini dışlayan iki tavır ve iki politika vardır.
Biri devlete dokunmaz, o devletin nasıl yönetileceği, örneğin sızmaların nasıl
önleneceği, türünden; aslında son duruşmada Amerikan kelepçesi gibi,
kımıldadıkça sıkan; devleti daha merkezi, keyfi ve bürokratik yapan;
özgürlükleri yok eden tedbirlerin peşinde koşar ve bunları tartışır; diğeri ise,
özgürlükleri, hakkı ve hukuku dokunulmaz yapar; devletin yapısını ve
mekanizmasını baştan aşağı değiştirmeyi; parçalamayı hedefler.
Maalesef bu ikincisi yok.
Demokratik bir devlet “ele geçirilebilen”, ”sızılan” bir devlettir. “Ele geçirilme” ve “sızılma” mekanizmalarındadır,
yani yapıdadır sorun.
O halde, bizler bir parça olsun bir demokratik gelenek
tortusu bırakmak için, provokatif olarak, bugünkü egemen tartışma içinde temelden
farklı yaklaşımımızı vurgulamak için, cemaatlerin
devlete sızma ve onu ele geçirme hakkını savunmalı; buna karşılık, bugünkü
tayin, terfi, işe alma, ihale vs. ile ele geçirilebilen ve sızılan bu devlete
karşı; ele geçirmenin ancak demokratik yollardan, açık mücadeleyle mümkün
olabileceği bir yapıyı somut biçimleriyle savunmalı ve bu günkü tartışmanın
demokrasi düşmanı niteliğini göstermeliyiz.
Sorun cemaatlerin devleti ele geçirmesi değil; sorunu devletin
yapısını değil; cemaatlerin devleti ele geçirmesi olarak görenler ve
tartışanlardır.
Demir Küçükaydın
16 Eylül 2016 Cuma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder