Bugün, Özgür Gündem’le
dayanıştığı için Ragıp Duran ve Ayşe Düzkan’ın Mahkemeye çıkarılması
vesilesiyle, Yapı’yı sorun etmeyenler, yani demokratların yokluğu bahsinde Medya konusuna girelim.
Yapı’ya yönelik olmayan eleştiri ve programların eninde
sonunda bir ahlaki eleştiri ile sonuçlanmasının en tipik örnek örnekleri medya
alanında görülebilir.
Açın bakın, Türkiye’de hala iyi kötü muhalif gazetecilik
yapan gazetecilerin “havuz medyası”
denen yayınlara yönelik eleştirilerinin tamamına, örneğin T24’e, Diken’e vs.. Hepsi
iktidarın desteklediği yayınlarda yazanları, son duruşmada, gazeteciliğe uygun
davranmamakla; yani bir bakıma “meslek
ahlakına” uymamakla eleştirmektedirler. Yani onları gereğinde aç kalmaya
ama iktidar organında yazmamaya çağırmakta; onları cesur ve ahlaklı olmaya
davet etmektedirler.
Ya da bunun daha hukuki versiyonu, onları, örneğin “nefret suçu” işlemekle suçlayarak,
yargıyı bu suçu cezalandırmaya çağırmaktı veya bu tür cezalandırma
mekanizmalarının gerekliliğini savunmaktadırlar.
Ya da politik bir eleştiri yaptıklarında, medyanın belli bir
gücün eline geçmiş olmasını; devletin yayın organlarında tarafsız davranmamasını
eleştirmektedirler.
Örneğin tam da bugün Özgür
Gündem’le dayanıştığı için mahkemeye çıkacak olan değerli Ragıp Duran’ın
muhakkak izlenmesi gereken Apoletli Medya
başlıklı Bloğundaki son yazının başlığı: “Akit
ve benzerlerine yaptırım şart”.
Yani son duruşmada ahlaki ve hukuki bir eleştiri yapmaktadır
değerli Duran.
Halbuki, artık unutulmuş ama tekrar hatırlatmaktan
bıkılmaması gereken bir ilkesi vardı demokrat ve sosyalistlerin: İnsanları
ahlaksızlığı zorlayan bir sistemde insanları ahlaklı olmadıkları için
eleştirmek; yapıya yönelik olmayan ahlaki bir eleştiri yapmak, en büyük
“ahlaksızlık”tır.
*
Medya sorununun çözümü aslında “Kristof Kolomb’un Yumurtası” gibi son derece basittir. Ama
kimsenin o yumurtayı kırmayı akıl veya cesaret edememesi gibi, kimse bu basit
çözümü savunmaz.
Bunu önce birkaç temel önerme ve dayanakla, yani birkaç
aksiyomla başlayalım.
Demokrasi mi deniyor?
Yani yurttaşların kararları kendisinin vermesi; kendi
kendisini yönetmesi.
Ama bunun için yurttaşların önce olgular hakkında; çeşitli
görüşler hakkında doğru ve tam bilgiye sahip olma olanaklarının olması gerekir.
Bütün görüşler, sadece hukuki anlamda, biçimsel olarak değil, (yani sınırsız
bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü); aynı zamanda fiilen de eşit hak ve
olanaklara sahip olursa, (yani tüm medya sermaye ve devletin mülkiyeti ve
kontrolü dışında olursa, tüm farklı görüşler muhataplarına ulaşmakta eşit
koşullara ve imkanlara sahip olursa) olgular ve farklı görüşler hakkında doğru
bir bilgilenme kendiliğinden gerçekleşir.
İdeal kapitalizmde, yani “burjuva demokrasisi”nde bu böyle olmalıdır ve olabilir. Bir
sosyalist veya demokratın savunması gereken budur.
Bu iki koşulu bir araya getiren bir demokrasi hiçbir yerde
yoktur.
Ancak, Kuzey Avrupa ve ABD gibi ülkeler kısmen buna
yakındır. Birinci koşulu da ikinci koşulu da kısıtlamış olarak kısmen yerine
getirirler. (Liberaller özünde bunu savunurlar)
Türkiye gibi Şark despotluklarında ise, ne birinci koşul
vardır, ne de ikinci koşul. Yani fikir ve örgütlenme özgürlüğü yoktur; ikinci
koşul da tam az gelişmiş ülkeye göre çarpılmayla uğramıştır. Medya bir bütün
olarak sermaye ve devletin değil, belli bir sermaye grubu ve belli bir parti
veya diktatörün elindedir.
Türkiye’deki yerleşik muhalefetin itirazı bunadır. Yani
sadece Erdoğan’a ve AKP’ye bağlı sermayenin ve sadece AKP politikaları
uygulayan devletin kontrolünde olmasınadır. Yani devletin kanalları örneğin,
sadece Erdoğan’ı değil, muhalefeti de yayınlasın, hak güder davransın
demektedirler.
Dikkat edilsin, bu tabloda, tutarlı bir demokratın savunması
gerekeni, yani sadece biçimsel veya hukuki olarak tüm görüşlerin eşit hakkı
değil (tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü) aynı zamanda insanlara eşit
ulaşma hakkı (gerçek eşit hak) savunan yoktur. (Aslında koca ülkede bunu bizim
haricimizde programlaştırmış kimse de yoktur.)
Yani nasıl sosyalizm, sadece insanların biçimsel eşitliğini
değil aynı zamanda sosyal eşitliğini de istemek ise; gerçek bir demokrasi için,
sadece farklı görüşlerin biçimsel eşitliğini değil; fiili eşitliğini, sosyal
eşitliğini, eşit olarak tüm yurttaşlara veya insanlara erişebilmesini savunmak
gerekir.
Bunun henüz izi tozu yok. Bu kadar geri bir noktadadır
aslında Medya konusu.
*
Peki, medya alanında bu hukuki ve fiili eşitlik nasıl
gerçekleşebilir?
Bir liberal ile bir demokratı ayıran nokta ve ayrım tam
burada ortaya çıkar. Liberal, hiçbir zaman, medya alanında fiili eşitsizliği
sorun etmez ve fiili eşitliğin aslında
biçimsel demokrasinin olmazsa olmazı olduğunu görmezden gelir.
Ama tam da böyle yaparak, aslında o biçimsel eşitsizliğe
bile ulaşamaz ve onun yok edilişinin yolunu kendi açar.
Liberal tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğünden yana
olmaz, olamaz. Medyada fiili bir eşitliği savunmaktan kaçma, bir süre sonra
fikir özgürlüğünü sınırlandırma taleplerine gelir.
Sınırsız bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ve fikirlerin
mutlak eşitliği talebi karşısında, bir liberal (ki kendilerini aynı zamanda
çoğu muhtemelen sosyalist olarak da tanımlıyordur) hemen daima şu itirazı
getirir: “Ama çocuk pornosuna, nefret suçuna, ırkçılığa ve faşizme müsaade
edilemez ve edilmemelidir.” Yani bunlar hukuki yaptırım konusu olmalı ve
cezalandırılmalıdır. Bu cezalandırmalar bütün gelişmiş ülkelerde vardır, eh
fikir özgürlüğü de vardır ama buna rağmen çocuk pornosundan nefret suçuna kadar
herşey de vardır. Öte yandan bütün hükümetler de fikir özgürlüğünü kısıtlamakla
sonuçlanan uygulama ve yasal değişiklikleri tam da bunları engelleme adına
yaparlar.
Halbuki, hiçbir fikir ve örgütlenmeyi yasaklamadan bütün
bunları engellemenin çok daha sağlam bir yolu vardır. Tam bir özgürlük, yani tüm
fikirlerin, çocuk pornosu, ırkçılık, faşizm ve şairin dediği gibi “Afrika dahil” serbestliği; ama medyanın
kamulaşmış olması.
*
Şu kamulaştırma talebinin ne olduğunun daha iyi
kavranabilmesi için birkaç açıklama gerekiyor.
Burada medyanın kamulaştırmasından söz ederken, sosyalist,
yani üretim araçlarının kamulaştırıldığı bir toplumdan değil, kapitalist bir toplumdan
söz ediyoruz. Her şeyi bu düzeyde tartışıyoruz.
Burada sözünü edeceğimiz, medya alanında gerçek bir
eşitliğin olması için “medya alanındaki kamu mülkiyeti” sosyalizmin bir gereği
değildir. Tam da en ideal kapitalizm için gereken ve kapitalizm ile çelişmeyen
bir tedbirdir.
Ama bunun da neden böyle olduğunu anlatabilmek için,
unutulmuş bir takım temel bağıntıları hatırlamak gerekiyor. Bu nedenle biraz
konuyu dağıtma pahasına aşağıdaki açıklamalar gerekiyor. Bu kavramsal açıklık
olmadan konunun anlaşılması olanaksızdır.
*
Örneğin “üretim
araçlarının kamulaştırılması” farklıdır, “toprakların kamulaştırılması” farklıdır.
Üretim araçlarının kamulaştırılması sosyalist bir tedbirdir; meta
üretimini ortadan kaldırır; kapitalizmin tasfiyesi ile ilgilidir.
Ama toprağın kamulaştırılması meta üretimi ortadan
kaldırmaz; rantı (toprak gelirini)
ortadan kaldırır ve tam aksine meta üretiminin yaygınlaşmasını ve derinlere
işlemesini sağlar.
Biri burjuvaziyi, kapitalistleri tasfiye eder; diğeri büyük
toprak sahiplerini.
(Aynı şey devlet için de geçerlidir. Merkezi bürokratik bir
devleti tasfiye, prekapitalist bir yapıyı, ekonomi dışı cebirle artı ürünün bir
kısmına el koyan bir devleti tasfiyedir; kapitalizmin gelişmesini sağlar.)
Neden böyledir? Çünkü Toprak bir Üretim Aracı değil, bir Üretim Koşulu’dur, tıpkı hava gibi, su
gibi. Geçmiş düzenden kalan toprak üzerindeki mülkiyet tekeli, kapitalisti
toprak sahibine rant haracını vermeye zorlar. Rant olmadan da kapitalizm olur
ve bu daha mükemmel ve ideal bir kapitalizm olur. Toprağın kamulaştırılması
kapitalistin bu haraçtan kurtulması demektir.
ABD’nin kapitalizmin modeli ve ideali olmasının temel
nedenlerinden biri tam da bu noktada gizlidir. Yerlilerden el koyduğu “bakir
topraklar”ı küçük çiftçilere dağıtmış; örneğin Latin Amerika’daki gibi,
feodalizmden gelen büyük toprak mülkiyetine imkan tanımamıştır. Amerikan iç
savaşı aslında, Marks’ın ifadesiyle, “bakir
topraklar”ın “küçük emekçi çiftçiye
karılık mı, büyük toprak sahiplerine fahişelik mi” yapacağına karar verme
savaşıydı. Kuzey, yani bakir toprakların çiftçiye karılık yapmasını savunanlar
kazanamasaydı, ABD bugün Güney Amerika’dan farklı olmazdı. Kuzey ve Güney
Amerika’nın zıt evrimlerinin temel nedeni burada gizlidir.
Peki, burjuvazi (ya da liberaller), aslında kapitalizmle
çelişmemesine, hatta onun ideal gelişimi için bir zorunluluk olmasına rağmen
neden toprakların kamulaştırılmasını savunmazlar?
Burada egemen sınıfın çıkarı ve sınıf savaşı devreye girer, hem
genel olarak savaşın, hem de sınıf savaşının kendi yasaları vardır. Ve bu
yasalar kapitalizmin kendi işleyişi ve yasaları üzerinde bir karşı etkide
bulunur. Diyalektik denen şey de ortaya çıkanın kendini ortaya çıkaran üzerinde
karşı etkilerini incelemekten başka bir şey değildir.
Yani burjuvazinin savundukları her zaman kapitalizme uygun
değildir, hatta aksine çoğu zaman kapitalizmle çelişir.
Sınıf savaşının kendi mantığı gereği, toprakta özel mülkiyete
bir saldırı (yani toprakların kamulaştırılması), deliye taşı andırıp, eşeğin
aklına karpuz kabuğu düşürüp, emekçilerin ve halkın bütün üretim araçlarındaki
özel mülkiyeti de hedeflemesine yol açabileceği için, burjuvazi, kendi bindiği
dalı keser ve toprakların kamulaştırılmasını savunmaz.
Yani kapitalizmin yarattığı burjuvazi, kısa vadeli çıkarları
ve sınıf savaşı gereği, kapitalizmin ihtiyacı olan değişiklikleri yapamaz ve
kapitalizmin gelişimi bu nedenle yavaşlar. Bir bakıma kapitalizmin yarattığı
burjuvazi, ideal bir kapitalizme karşı çalışmış olur.
Bu sadece toprak mülkiyeti konusunda böyle değildir,
neredeyse her alanda benzeri durumlar vardır. Örneğin ırkçılık, kadının
üzerindeki baskı, homofobi, hatta milliyetçilik ve milletler bile kapitalizmle
çelişir. Bunların olmadığı bir kapitalizm daha mükemmel bir kapitalizm olur.
Bunun da nedeni çok basittir aslında, çünkü işgücü denen metaın, yani kapitalizmde
bütün değerleri yaratan metaın kullanım
değerinin (yani artı değer yaratma kapasitesi ve özelliğinin) insanların
dili, dini, soyu, rengi, cinsi, cinsel tercihi vs. ile hiçbir ilişkisi yoktur.
Bu nedenle, sanılanın aksine, Kapitalizim seksist, ırkçı, homofobik
vs. değildir; ama kapitalizmin ortaya çıkardığı egemen sınıflar, kısa vadeli
çıkarları ve sınıf mücadelesi gereği; (tabii buna bağlı olarak diğer geçmiş
üretim biçiminden kalan sınıflar ve yapılar da devreye girer örneğin Büyük Toprak
Sahipleri, Merkezi ve Bürokratik devlet vs.) - sınıf mücadelesinde ezilenleri
bölmek vs. için bunları savunur veya teşvik eder.
Yani bizler (kapitalizme karşı olanlar örneğin), kadınların
eşitliği, ırkçılık, homofobi, hatta milletler ve milliyetçiliğe karşı mücadele
ederken aslında burjuvaziye karşı ideal bir kapitalizm için mücadele etmiş oluruz.
Kapitalistler ya da burjuvazi ise, bize karşı bunları savunurken, kapitalizme
karşı işler yapmış olurlar. Mekanik materyalistler, dogmatikler toplumun bu
diyalektiğini kavrayamazlar.
İşte bu gibi mücadelelerin ve başarılarının var olan sistemi
esnekleştirmesi; ona dinamizm kazandırmasının ve onun tarafından entegre edilmesinin;
şu “kapitalizmin müthiş esnekliği ve kendini yenilemesi” denen şeyin nedeni
budur.
(Örneğin yine bu bağlamda denebilir ki, Sovyetleri çökerten
aslında kapitalist dünyadaki antikapitalist öğrenci hareketleriydi. 1968’deki
muazzam hareketlerle onlar sonuçta nesnel olarak kapitalizme belli bir dinamizm
ve esneklik kazandırarak, 19. Yüzyıl kalıntısı yapıları yıkarak, Kapitalizmin
Sovyetler karşısındaki zaferine en büyük katkıyı yaptılar, hatta bir anlamda
Hitler’in bile başaramadığını (Sovyetler Birliğini yok etmek) başardılar. Maalesef
tarih bizi bizlerin kendi hakkımızdaki yargılarıyla yargılamaz.)
Biraz dağılır gibi oldu ama bu çok basit sosyolojik
bağıntılar sonraki kuşaklarca bilinmediği veya unutulduğu için bunları kısaca
hatırlatmak gerekiyordu. Çünkü medya konusunda da, en demokrat bilinenlerin
bile sonunda gidip birer ahlakçı veya yasakçıya dönüşmelerinin nedeni benzeri
bir durumdur.
Medyanın da kamulaştırılması, (dikkat edin “devletleştirme”
demiyoruz, “kamulaştırma” diyoruz) aslında kapitalizmle çelişmez; hatta aksine
bunu veri kabul eder. Tıpkı toprakların kamulaştırılması gibidir.
Nasıl ideal kapitalist üretim için toprakların
kamulaştırılması gerekirse; benzer biçimde, kapitalizmin en ideal egemenlik
biçimi demokrasi olduğundan, demokrasinin eksiksiz işleyebilmesi için de fikir
ve örgütlenme özgürlüğünün hem biçimsel hem de fiili varlığı, olmazsa olmaz bir
koşuldur. Ve tam da bu nedenle, kapitalizmde bu koşul hiçbir zaman
gerçekleşmez. Çünkü gerçekleştiğinde egemen sınıfların egemenliğini sürdürmesi
dolayısıyla kapitalizmin devamı mümkün olmaz.
(Aslında kamusal kullanımın kapitalizmle çelişmediğinin an
açık kanıtı gözümüzün önünde İnternet biçiminde var. İnternet, medyanın kamusal
kullanımın ve böyle bir kullanımın kapitalizmle çelişmeyip aksine onu gereği
olduğunun en basit ve tipik örneğidir denebilir.)
İşte ttam da bu nedenlerle, bir demokrat, kısıntısız bir
fikir ve örgütlenme özgürlüğünün, yani görüşlerin biçimsel bir eşitliğin yanı
sıra; medyanın devletin ve sermayenin dışında, kamunun kontrolünde ve
kullanımında, (yani görüşlerin fiili olarak da eşit haklardan yararlanması) olmasını
savunur.
Bir liberal ise, medyanın devletin ve sermayenin elinde
olmasını sorun etmez, fikir özgürlüğünü savunur ama bunu da sınırlar; gazetecilerden
ahlaklı olmalarını; ya da onların nefret suçu, ırkçılık vs. yapmamaları için
yaptırımlar uygulanmasını talep eder.
Ve burada bindiği dalı kesmiş olur. İşin kendi iç mantığı
gereği bu amacına da hiçbir zaman ulaşamaz. Çünkü devlet ve sermaye çıkarları
ve varlıkları gereği bu kısıntıları kullanacaktır ve dolayısıyla fikir ve
örgütlenme özgürlüğünü de sınırlayacaktır ve sınırlar. Örneğin bütün dünyada
internet üzerindeki kısıtlamalar, çocuk pornosu, terörizm gibi suçları
engelleme bahanelerinin ardına gizlenmiş olarak gerçekleşmiştir. Sermaye ise
nerede kar varsa oraya yatırım yapacaktır. Porno bir kar kapısıysa porno
yayınları hukuki ve fiili boşluklar bulacaktır. Medyanın kamulaştırılması basit
çözümünden kaçanlar, kendilerini çözümsüzlüğe ve başlangıçtaki amaçlarını terk
etmeye mahkum ederler.
Peki, medyanın kamulaştırılması nasıl olur? Bunun nasıl bir
şey olacağının çok marjinal örnekleri gelişmiş kapitalist ülkelerde vardır.
Örneğin devletin resmi televizyonuna çeşitli kuruluşlar, partiler, sendikalar
vs. temsilcileriyle ağırlıklarını koyarlar.
Bu çarpılmış ve marjinalleşmiş uygulama tüm medya için niye
geçerli olmasın?
Diğer kanallar kapitalistlerin yatırımına açılacağına ve
bırakılacağına, niye kadınlar ve erkekler, sendikalar, emekliler, gençler, 30
yaşlardakiler, çeşitli dinler, akla gelebilecek her türlü bölünmeler ve
örgütler arasında nüfus içindeki oranlarına veya üye sayılarına göre niye
dağıtılmasın? Bu örgütlerin veya nüfus kesimlerinin içinde de yine farklı
görüşler demokratik olarak seçilmiş ağırlıklarıyla temsil edileceklerdir.
Dolayısıyla hiçbir görüşün veya bakışın medyaya egemen olma olasılığı kalmaz.
Elbet sınırsız bir bolluk olmayacağı için, (kaldı ki bu sınırsızlık ve tam bir
burjuva hakkının ve eşitliğin ötesi, internet ortamında sağlanabilir)
kağıtların, matbaaların, frekansların (vs. tıpkı sınırsız bir bolluk olmadığı
sürece, sosyalizmin herkese emeğine göre ilkesi gibi) her örgüte üyesi veya
aldığı oy kadar veya her nüfus kesimine nüfus içindeki oranı kadar bir
dağılımla bu fiili eşitlik sağlanabilir.
Devlet yayın yapamaz, onun görevi, bu dağılımın adil
olmasını gözetebilir sadece. Tıpkı biçimsel eşitlikte olduğu gibi, nasıl devletin
dili, dini, tarihi olmaz ise ve bunların eşitliğini sağlamakla yükümlü ise
öyle.
Elbette bu eşitliği sağlamanın kendisi bu eşitliği
reddedenler üzerinde bir diktatörlükten başka bir anlama da gelmez. Tam da bu
nedenle her demokrasi aynı zamanda demokrasiyi reddedenler üzerinde bir
diktatörlüktür ve olmak zorundadır.
*
Şimdi sorarım hangi sistemde, gerçekten ırkçılık ve örneğin
nefret suçu olmaz veya daha az olabilir?
Medyada özel mülkiyeti ve devlet kontrolünü (yani fiili
eşitliği) sorun etmeyen; fikir özgürlüğünü de sınırlı olarak savunan;
pornografi veya nefret suçlarına müeyyideler getiren mi; yoksa medyanın
kamulaşmasını savunun ama aynı zamanda her türlü sınırlamayı reddeden mi?
Hiç şüphesiz ki ikincisi.
Bizim savunduğumuz sistemle hem hiçbir özgürlüğü kısıtlamak
gerekmez, hem de zaten o gibi yasaklamayla engelleyeceğiniz sorunların kendisi
varlık koşulu bile bulamaz.
İşte geliyoruz Türkiye’de demokrasi ve demokrat yokluğunun
temel nedenine. Türkiye’de böyle bir programı savunan, böyle bir program açısından
basındaki baskıları vs. eleştiren bir parti, bir entelektüel eğilim, hatta bir
gazeteci olsun var mı? Yok.
İşte en iyileri bile, yani bugün mahkemeye çıkarılıp belki de
içeriye atılacak olan Ragıp Duran gibiler bile, gazetecilerden baskılara ve
işşizliğe direnmesini; cesur olmasını ve de doğru olmayan veya nefret suçu
işleyen haberlerin cezalandırılmasını talep etmekten öteye gidemiyor.
Halbuki reformlar, yani Ragıp Duran’ın savunduğu noktaya
biraz olsun yaklaşabilmek için bile, tam da bizim savunduğumuzu savunan
demokratlar gerekir. Çünkü reformlar bile devrimci mücadelenin yan ürünüdürler.
O halde tekrarlayalım, bizim (demokratlardın ve
sosyalistlerin) ihtiyacımız olan dürüst gazeteciler değildir, cesur gazeteciler
değildir. İhtiyaç olan, belki korkak ve ahlaksız ama en ahlaksız ve korkak
gazetecinin bile, ister istemez ahlaklı ve cesur olmak zorunda olacağı bir
yapıyı savunmaktır.
Çünkü var olan yapıyı eleştirmeden ve yukarıda kısaca
betimlenen yapı gibi bir yapıyı savunmadan, insanları ve gazetecileri cesur ve
ahlaklı olmaya davet etmek aslında en büyük “ahlaksız”lıktır.
Biz ise eleştirimizi ahlaki kriterler üzerinden
yapmadığımızdan eleştirimiz politiktir ve bilimsel kavramlara dayanmaktadır.
Bu nedenle “ahlakım
politik, politikam ahlaki; ahlakım bilimsel, bilimim ahlaki; bilimim politik,
politikam bilimseldir” diyoruz.
Yani ahlaki eleştiri, bilimsel ve politik olarak yanlış
olduğu için aynı zamanda ahlaki olarak da doğru değildir.
Demir Küçükaydın
20 Eylül 2016 Salı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder