20 Eylül 2016 Salı

İhtiyaç Olan Dürüst ve Cesur Gazeteciler Değildir ve Olmamalıdır (Özgür Gündem Dayanışmacıları Mahkemeye Çıkarken Medya ve Yapı Üzerine)

Bugün, Özgür Gündem’le dayanıştığı için Ragıp Duran ve Ayşe Düzkan’ın Mahkemeye çıkarılması vesilesiyle, Yapı’yı sorun etmeyenler, yani demokratların yokluğu bahsinde Medya konusuna girelim.
Yapı’ya yönelik olmayan eleştiri ve programların eninde sonunda bir ahlaki eleştiri ile sonuçlanmasının en tipik örnek örnekleri medya alanında görülebilir.
Açın bakın, Türkiye’de hala iyi kötü muhalif gazetecilik yapan gazetecilerin “havuz medyası” denen yayınlara yönelik eleştirilerinin tamamına, örneğin T24’e, Diken’e vs.. Hepsi iktidarın desteklediği yayınlarda yazanları, son duruşmada, gazeteciliğe uygun davranmamakla; yani bir bakıma “meslek ahlakına” uymamakla eleştirmektedirler. Yani onları gereğinde aç kalmaya ama iktidar organında yazmamaya çağırmakta; onları cesur ve ahlaklı olmaya davet etmektedirler.

Ya da bunun daha hukuki versiyonu, onları, örneğin “nefret suçu” işlemekle suçlayarak, yargıyı bu suçu cezalandırmaya çağırmaktı veya bu tür cezalandırma mekanizmalarının gerekliliğini savunmaktadırlar.
Ya da politik bir eleştiri yaptıklarında, medyanın belli bir gücün eline geçmiş olmasını; devletin yayın organlarında tarafsız davranmamasını eleştirmektedirler.
Örneğin tam da bugün Özgür Gündem’le dayanıştığı için mahkemeye çıkacak olan değerli Ragıp Duran’ın muhakkak izlenmesi gereken Apoletli Medya başlıklı Bloğundaki son yazının başlığı: “Akit ve benzerlerine yaptırım şart”.
Yani son duruşmada ahlaki ve hukuki bir eleştiri yapmaktadır değerli Duran.
Halbuki, artık unutulmuş ama tekrar hatırlatmaktan bıkılmaması gereken bir ilkesi vardı demokrat ve sosyalistlerin: İnsanları ahlaksızlığı zorlayan bir sistemde insanları ahlaklı olmadıkları için eleştirmek; yapıya yönelik olmayan ahlaki bir eleştiri yapmak, en büyük “ahlaksızlık”tır.
*
Medya sorununun çözümü aslında “Kristof Kolomb’un Yumurtası” gibi son derece basittir. Ama kimsenin o yumurtayı kırmayı akıl veya cesaret edememesi gibi, kimse bu basit çözümü savunmaz.
Bunu önce birkaç temel önerme ve dayanakla, yani birkaç aksiyomla başlayalım.
Demokrasi mi deniyor?
Yani yurttaşların kararları kendisinin vermesi; kendi kendisini yönetmesi.
Ama bunun için yurttaşların önce olgular hakkında; çeşitli görüşler hakkında doğru ve tam bilgiye sahip olma olanaklarının olması gerekir. Bütün görüşler, sadece hukuki anlamda, biçimsel olarak değil, (yani sınırsız bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü); aynı zamanda fiilen de eşit hak ve olanaklara sahip olursa, (yani tüm medya sermaye ve devletin mülkiyeti ve kontrolü dışında olursa, tüm farklı görüşler muhataplarına ulaşmakta eşit koşullara ve imkanlara sahip olursa) olgular ve farklı görüşler hakkında doğru bir bilgilenme kendiliğinden gerçekleşir.
İdeal kapitalizmde, yani “burjuva demokrasisi”nde bu böyle olmalıdır ve olabilir. Bir sosyalist veya demokratın savunması gereken budur.
Bu iki koşulu bir araya getiren bir demokrasi hiçbir yerde yoktur.
Ancak, Kuzey Avrupa ve ABD gibi ülkeler kısmen buna yakındır. Birinci koşulu da ikinci koşulu da kısıtlamış olarak kısmen yerine getirirler. (Liberaller özünde bunu savunurlar)
Türkiye gibi Şark despotluklarında ise, ne birinci koşul vardır, ne de ikinci koşul. Yani fikir ve örgütlenme özgürlüğü yoktur; ikinci koşul da tam az gelişmiş ülkeye göre çarpılmayla uğramıştır. Medya bir bütün olarak sermaye ve devletin değil, belli bir sermaye grubu ve belli bir parti veya diktatörün elindedir.
Türkiye’deki yerleşik muhalefetin itirazı bunadır. Yani sadece Erdoğan’a ve AKP’ye bağlı sermayenin ve sadece AKP politikaları uygulayan devletin kontrolünde olmasınadır. Yani devletin kanalları örneğin, sadece Erdoğan’ı değil, muhalefeti de yayınlasın, hak güder davransın demektedirler.
Dikkat edilsin, bu tabloda, tutarlı bir demokratın savunması gerekeni, yani sadece biçimsel veya hukuki olarak tüm görüşlerin eşit hakkı değil (tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü) aynı zamanda insanlara eşit ulaşma hakkı (gerçek eşit hak) savunan yoktur. (Aslında koca ülkede bunu bizim haricimizde programlaştırmış kimse de yoktur.)
Yani nasıl sosyalizm, sadece insanların biçimsel eşitliğini değil aynı zamanda sosyal eşitliğini de istemek ise; gerçek bir demokrasi için, sadece farklı görüşlerin biçimsel eşitliğini değil; fiili eşitliğini, sosyal eşitliğini, eşit olarak tüm yurttaşlara veya insanlara erişebilmesini savunmak gerekir.
Bunun henüz izi tozu yok. Bu kadar geri bir noktadadır aslında Medya konusu.
*
Peki, medya alanında bu hukuki ve fiili eşitlik nasıl gerçekleşebilir?
Bir liberal ile bir demokratı ayıran nokta ve ayrım tam burada ortaya çıkar. Liberal, hiçbir zaman, medya alanında fiili eşitsizliği sorun etmez ve fiili eşitliğin  aslında biçimsel demokrasinin olmazsa olmazı olduğunu görmezden gelir.
Ama tam da böyle yaparak, aslında o biçimsel eşitsizliğe bile ulaşamaz ve onun yok edilişinin yolunu kendi açar.
Liberal tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğünden yana olmaz, olamaz. Medyada fiili bir eşitliği savunmaktan kaçma, bir süre sonra fikir özgürlüğünü sınırlandırma taleplerine gelir.
Sınırsız bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ve fikirlerin mutlak eşitliği talebi karşısında, bir liberal (ki kendilerini aynı zamanda çoğu muhtemelen sosyalist olarak da tanımlıyordur) hemen daima şu itirazı getirir: “Ama çocuk pornosuna, nefret suçuna, ırkçılığa ve faşizme müsaade edilemez ve edilmemelidir.” Yani bunlar hukuki yaptırım konusu olmalı ve cezalandırılmalıdır. Bu cezalandırmalar bütün gelişmiş ülkelerde vardır, eh fikir özgürlüğü de vardır ama buna rağmen çocuk pornosundan nefret suçuna kadar herşey de vardır. Öte yandan bütün hükümetler de fikir özgürlüğünü kısıtlamakla sonuçlanan uygulama ve yasal değişiklikleri tam da bunları engelleme adına yaparlar.
Halbuki, hiçbir fikir ve örgütlenmeyi yasaklamadan bütün bunları engellemenin çok daha sağlam bir yolu vardır. Tam bir özgürlük, yani tüm fikirlerin, çocuk pornosu, ırkçılık, faşizm ve şairin dediği gibi “Afrika dahil” serbestliği; ama medyanın kamulaşmış olması.
*
Şu kamulaştırma talebinin ne olduğunun daha iyi kavranabilmesi için birkaç  açıklama gerekiyor.
Burada medyanın kamulaştırmasından söz ederken, sosyalist, yani üretim araçlarının kamulaştırıldığı bir toplumdan değil, kapitalist bir toplumdan söz ediyoruz. Her şeyi bu düzeyde tartışıyoruz.
Burada sözünü edeceğimiz, medya alanında gerçek bir eşitliğin olması için “medya alanındaki kamu mülkiyeti” sosyalizmin bir gereği değildir. Tam da en ideal kapitalizm için gereken ve kapitalizm ile çelişmeyen bir tedbirdir.
Ama bunun da neden böyle olduğunu anlatabilmek için, unutulmuş bir takım temel bağıntıları hatırlamak gerekiyor. Bu nedenle biraz konuyu dağıtma pahasına aşağıdaki açıklamalar gerekiyor. Bu kavramsal açıklık olmadan konunun anlaşılması olanaksızdır.
*
Örneğin “üretim araçlarının kamulaştırılması” farklıdır, “toprakların kamulaştırılması” farklıdır.
Üretim araçlarının kamulaştırılması sosyalist bir tedbirdir; meta üretimini ortadan kaldırır; kapitalizmin tasfiyesi ile ilgilidir.
Ama toprağın kamulaştırılması meta üretimi ortadan kaldırmaz; rantı (toprak gelirini) ortadan kaldırır ve tam aksine meta üretiminin yaygınlaşmasını ve derinlere işlemesini sağlar.
Biri burjuvaziyi, kapitalistleri tasfiye eder; diğeri büyük toprak sahiplerini.
(Aynı şey devlet için de geçerlidir. Merkezi bürokratik bir devleti tasfiye, prekapitalist bir yapıyı, ekonomi dışı cebirle artı ürünün bir kısmına el koyan bir devleti tasfiyedir; kapitalizmin gelişmesini sağlar.)
Neden böyledir? Çünkü Toprak bir Üretim Aracı değil, bir Üretim Koşulu’dur, tıpkı hava gibi, su gibi. Geçmiş düzenden kalan toprak üzerindeki mülkiyet tekeli, kapitalisti toprak sahibine rant haracını vermeye zorlar. Rant olmadan da kapitalizm olur ve bu daha mükemmel ve ideal bir kapitalizm olur. Toprağın kamulaştırılması kapitalistin bu haraçtan kurtulması demektir.
ABD’nin kapitalizmin modeli ve ideali olmasının temel nedenlerinden biri tam da bu noktada gizlidir. Yerlilerden el koyduğu “bakir topraklar”ı küçük çiftçilere dağıtmış; örneğin Latin Amerika’daki gibi, feodalizmden gelen büyük toprak mülkiyetine imkan tanımamıştır. Amerikan iç savaşı aslında, Marks’ın ifadesiyle, “bakir topraklar”ın “küçük emekçi çiftçiye karılık mı, büyük toprak sahiplerine fahişelik mi” yapacağına karar verme savaşıydı. Kuzey, yani bakir toprakların çiftçiye karılık yapmasını savunanlar kazanamasaydı, ABD bugün Güney Amerika’dan farklı olmazdı. Kuzey ve Güney Amerika’nın zıt evrimlerinin temel nedeni burada gizlidir.
Peki, burjuvazi (ya da liberaller), aslında kapitalizmle çelişmemesine, hatta onun ideal gelişimi için bir zorunluluk olmasına rağmen neden toprakların kamulaştırılmasını savunmazlar?
Burada egemen sınıfın çıkarı ve sınıf savaşı devreye girer, hem genel olarak savaşın, hem de sınıf savaşının kendi yasaları vardır. Ve bu yasalar kapitalizmin kendi işleyişi ve yasaları üzerinde bir karşı etkide bulunur. Diyalektik denen şey de ortaya çıkanın kendini ortaya çıkaran üzerinde karşı etkilerini incelemekten başka bir şey değildir.
Yani burjuvazinin savundukları her zaman kapitalizme uygun değildir, hatta aksine çoğu zaman kapitalizmle çelişir.
Sınıf savaşının kendi mantığı gereği, toprakta özel mülkiyete bir saldırı (yani toprakların kamulaştırılması), deliye taşı andırıp, eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürüp, emekçilerin ve halkın bütün üretim araçlarındaki özel mülkiyeti de hedeflemesine yol açabileceği için, burjuvazi, kendi bindiği dalı keser ve toprakların kamulaştırılmasını savunmaz.
Yani kapitalizmin yarattığı burjuvazi, kısa vadeli çıkarları ve sınıf savaşı gereği, kapitalizmin ihtiyacı olan değişiklikleri yapamaz ve kapitalizmin gelişimi bu nedenle yavaşlar. Bir bakıma kapitalizmin yarattığı burjuvazi, ideal bir kapitalizme karşı çalışmış olur.
Bu sadece toprak mülkiyeti konusunda böyle değildir, neredeyse her alanda benzeri durumlar vardır. Örneğin ırkçılık, kadının üzerindeki baskı, homofobi, hatta milliyetçilik ve milletler bile kapitalizmle çelişir. Bunların olmadığı bir kapitalizm daha mükemmel bir kapitalizm olur.
Bunun da nedeni çok basittir aslında, çünkü işgücü denen metaın, yani kapitalizmde bütün değerleri yaratan metaın kullanım değerinin (yani artı değer yaratma kapasitesi ve özelliğinin) insanların dili, dini, soyu, rengi, cinsi, cinsel tercihi vs. ile hiçbir ilişkisi yoktur.
Bu nedenle, sanılanın aksine, Kapitalizim seksist, ırkçı, homofobik vs. değildir; ama kapitalizmin ortaya çıkardığı egemen sınıflar, kısa vadeli çıkarları ve sınıf mücadelesi gereği; (tabii buna bağlı olarak diğer geçmiş üretim biçiminden kalan sınıflar ve yapılar da devreye girer örneğin Büyük Toprak Sahipleri, Merkezi ve Bürokratik devlet vs.) - sınıf mücadelesinde ezilenleri bölmek vs. için bunları savunur veya teşvik eder.
Yani bizler (kapitalizme karşı olanlar örneğin), kadınların eşitliği, ırkçılık, homofobi, hatta milletler ve milliyetçiliğe karşı mücadele ederken aslında burjuvaziye karşı ideal bir kapitalizm için mücadele etmiş oluruz. Kapitalistler ya da burjuvazi ise, bize karşı bunları savunurken, kapitalizme karşı işler yapmış olurlar. Mekanik materyalistler, dogmatikler toplumun bu diyalektiğini kavrayamazlar.
İşte bu gibi mücadelelerin ve başarılarının var olan sistemi esnekleştirmesi; ona dinamizm kazandırmasının ve onun tarafından entegre edilmesinin; şu “kapitalizmin müthiş esnekliği ve kendini yenilemesi” denen şeyin nedeni budur.
(Örneğin yine bu bağlamda denebilir ki, Sovyetleri çökerten aslında kapitalist dünyadaki antikapitalist öğrenci hareketleriydi. 1968’deki muazzam hareketlerle onlar sonuçta nesnel olarak kapitalizme belli bir dinamizm ve esneklik kazandırarak, 19. Yüzyıl kalıntısı yapıları yıkarak, Kapitalizmin Sovyetler karşısındaki zaferine en büyük katkıyı yaptılar, hatta bir anlamda Hitler’in bile başaramadığını (Sovyetler Birliğini yok etmek) başardılar. Maalesef tarih bizi bizlerin kendi hakkımızdaki yargılarıyla yargılamaz.)
Biraz dağılır gibi oldu ama bu çok basit sosyolojik bağıntılar sonraki kuşaklarca bilinmediği veya unutulduğu için bunları kısaca hatırlatmak gerekiyordu. Çünkü medya konusunda da, en demokrat bilinenlerin bile sonunda gidip birer ahlakçı veya yasakçıya dönüşmelerinin nedeni benzeri bir durumdur.
Medyanın da kamulaştırılması, (dikkat edin “devletleştirme” demiyoruz, “kamulaştırma” diyoruz) aslında kapitalizmle çelişmez; hatta aksine bunu veri kabul eder. Tıpkı toprakların kamulaştırılması gibidir.
Nasıl ideal kapitalist üretim için toprakların kamulaştırılması gerekirse; benzer biçimde, kapitalizmin en ideal egemenlik biçimi demokrasi olduğundan, demokrasinin eksiksiz işleyebilmesi için de fikir ve örgütlenme özgürlüğünün hem biçimsel hem de fiili varlığı, olmazsa olmaz bir koşuldur. Ve tam da bu nedenle, kapitalizmde bu koşul hiçbir zaman gerçekleşmez. Çünkü gerçekleştiğinde egemen sınıfların egemenliğini sürdürmesi dolayısıyla kapitalizmin devamı mümkün olmaz.
(Aslında kamusal kullanımın kapitalizmle çelişmediğinin an açık kanıtı gözümüzün önünde İnternet biçiminde var. İnternet, medyanın kamusal kullanımın ve böyle bir kullanımın kapitalizmle çelişmeyip aksine onu gereği olduğunun en basit ve tipik örneğidir denebilir.)
İşte ttam da bu nedenlerle, bir demokrat, kısıntısız bir fikir ve örgütlenme özgürlüğünün, yani görüşlerin biçimsel bir eşitliğin yanı sıra; medyanın devletin ve sermayenin dışında, kamunun kontrolünde ve kullanımında, (yani görüşlerin fiili olarak da eşit haklardan yararlanması) olmasını savunur.
Bir liberal ise, medyanın devletin ve sermayenin elinde olmasını sorun etmez, fikir özgürlüğünü savunur ama bunu da sınırlar; gazetecilerden ahlaklı olmalarını; ya da onların nefret suçu, ırkçılık vs. yapmamaları için yaptırımlar uygulanmasını talep eder.
Ve burada bindiği dalı kesmiş olur. İşin kendi iç mantığı gereği bu amacına da hiçbir zaman ulaşamaz. Çünkü devlet ve sermaye çıkarları ve varlıkları gereği bu kısıntıları kullanacaktır ve dolayısıyla fikir ve örgütlenme özgürlüğünü de sınırlayacaktır ve sınırlar. Örneğin bütün dünyada internet üzerindeki kısıtlamalar, çocuk pornosu, terörizm gibi suçları engelleme bahanelerinin ardına gizlenmiş olarak gerçekleşmiştir. Sermaye ise nerede kar varsa oraya yatırım yapacaktır. Porno bir kar kapısıysa porno yayınları hukuki ve fiili boşluklar bulacaktır. Medyanın kamulaştırılması basit çözümünden kaçanlar, kendilerini çözümsüzlüğe ve başlangıçtaki amaçlarını terk etmeye mahkum ederler.
Peki, medyanın kamulaştırılması nasıl olur? Bunun nasıl bir şey olacağının çok marjinal örnekleri gelişmiş kapitalist ülkelerde vardır. Örneğin devletin resmi televizyonuna çeşitli kuruluşlar, partiler, sendikalar vs. temsilcileriyle ağırlıklarını koyarlar.
Bu çarpılmış ve marjinalleşmiş uygulama tüm medya için niye geçerli olmasın?
Diğer kanallar kapitalistlerin yatırımına açılacağına ve bırakılacağına, niye kadınlar ve erkekler, sendikalar, emekliler, gençler, 30 yaşlardakiler, çeşitli dinler, akla gelebilecek her türlü bölünmeler ve örgütler arasında nüfus içindeki oranlarına veya üye sayılarına göre niye dağıtılmasın? Bu örgütlerin veya nüfus kesimlerinin içinde de yine farklı görüşler demokratik olarak seçilmiş ağırlıklarıyla temsil edileceklerdir. Dolayısıyla hiçbir görüşün veya bakışın medyaya egemen olma olasılığı kalmaz. Elbet sınırsız bir bolluk olmayacağı için, (kaldı ki bu sınırsızlık ve tam bir burjuva hakkının ve eşitliğin ötesi, internet ortamında sağlanabilir) kağıtların, matbaaların, frekansların (vs. tıpkı sınırsız bir bolluk olmadığı sürece, sosyalizmin herkese emeğine göre ilkesi gibi) her örgüte üyesi veya aldığı oy kadar veya her nüfus kesimine nüfus içindeki oranı kadar bir dağılımla bu fiili eşitlik sağlanabilir.
Devlet yayın yapamaz, onun görevi, bu dağılımın adil olmasını gözetebilir sadece. Tıpkı biçimsel eşitlikte olduğu gibi, nasıl devletin dili, dini, tarihi olmaz ise ve bunların eşitliğini sağlamakla yükümlü ise öyle.
Elbette bu eşitliği sağlamanın kendisi bu eşitliği reddedenler üzerinde bir diktatörlükten başka bir anlama da gelmez. Tam da bu nedenle her demokrasi aynı zamanda demokrasiyi reddedenler üzerinde bir diktatörlüktür ve olmak zorundadır.
*
Şimdi sorarım hangi sistemde, gerçekten ırkçılık ve örneğin nefret suçu olmaz veya daha az olabilir?
Medyada özel mülkiyeti ve devlet kontrolünü (yani fiili eşitliği) sorun etmeyen; fikir özgürlüğünü de sınırlı olarak savunan; pornografi veya nefret suçlarına müeyyideler getiren mi; yoksa medyanın kamulaşmasını savunun ama aynı zamanda her türlü sınırlamayı reddeden mi?
Hiç şüphesiz ki ikincisi.
Bizim savunduğumuz sistemle hem hiçbir özgürlüğü kısıtlamak gerekmez, hem de zaten o gibi yasaklamayla engelleyeceğiniz sorunların kendisi varlık koşulu bile bulamaz.
İşte geliyoruz Türkiye’de demokrasi ve demokrat yokluğunun temel nedenine. Türkiye’de böyle bir programı savunan, böyle bir program açısından basındaki baskıları vs. eleştiren bir parti, bir entelektüel eğilim, hatta bir gazeteci olsun var mı? Yok.
İşte en iyileri bile, yani bugün mahkemeye çıkarılıp belki de içeriye atılacak olan Ragıp Duran gibiler bile, gazetecilerden baskılara ve işşizliğe direnmesini; cesur olmasını ve de doğru olmayan veya nefret suçu işleyen haberlerin cezalandırılmasını talep etmekten öteye gidemiyor.
Halbuki reformlar, yani Ragıp Duran’ın savunduğu noktaya biraz olsun yaklaşabilmek için bile, tam da bizim savunduğumuzu savunan demokratlar gerekir. Çünkü reformlar bile devrimci mücadelenin yan ürünüdürler.
O halde tekrarlayalım, bizim (demokratlardın ve sosyalistlerin) ihtiyacımız olan dürüst gazeteciler değildir, cesur gazeteciler değildir. İhtiyaç olan, belki korkak ve ahlaksız ama en ahlaksız ve korkak gazetecinin bile, ister istemez ahlaklı ve cesur olmak zorunda olacağı bir yapıyı savunmaktır.
Çünkü var olan yapıyı eleştirmeden ve yukarıda kısaca betimlenen yapı gibi bir yapıyı savunmadan, insanları ve gazetecileri cesur ve ahlaklı olmaya davet etmek aslında en büyük “ahlaksız”lıktır.
Biz ise eleştirimizi ahlaki kriterler üzerinden yapmadığımızdan eleştirimiz politiktir ve bilimsel kavramlara dayanmaktadır.
Bu nedenle “ahlakım politik, politikam ahlaki; ahlakım bilimsel, bilimim ahlaki; bilimim politik, politikam bilimseldir” diyoruz.
Yani ahlaki eleştiri, bilimsel ve politik olarak yanlış olduğu için aynı zamanda ahlaki olarak da doğru değildir.
Demir Küçükaydın
20 Eylül 2016 Salı


Hiç yorum yok: