Aslında sadece Türkiye’de değil, bütün
dünyada da demokratik bir hareketin ve partinin olmadığı bir dönemde yaşıyoruz?
Diyebiliriz ki, yüz yıldır, ondokuzuncu
yüzyıla ve yirminci yüzyılın başlarına göre, bugün demokrasi mücadelesinde çok
daha geri bir yerde bulunuyoruz.
Bunun nedenlerini bu yazıda biraz
araştıralım. Çünkü bir demokratik hareketin ortaya çıkarılabilmesi aynı zamanda
bu nedenlerin anlaşılabilmesine de bağlıdır.
Ama önce demokrasi veya demokratik ne
demektir on net olarak tanımlayalım ve açıklayalım.
“Demokrasi( …) biçimsel
eşitlik demektir” (Lenin)[1] Demokratik
demek “biçimsel olarak eşit” demektir; demokrat
demek, “biçimsel eşitliği savunan” demektir.
Ne demektir “biçimsel
eşitlik”?
Dilin, dinin, soyun, sopun, “ırkın”
siyasi görüşün, kültürün ne olursa olsun eşit olmak; hiçbir dilin, dinin,
soyun, sopun, siyasi görüşün, kültürün diğerinden farklı veya imtiyazlı
olmamasıdır; diğer bir deyişle gerçek bir hukuki eşitlik demektir; siyasi
sistemin gerçek bir hukuki eşitliğe dayanması demektir.
Bu eşitliği savunmadan demokrat
olunamaz. Her sosyalist bu en basit demokrasi koşulunu sonuna kadar en tutarlı
(radikal) biçimde savunmalıdır. Çünkü bu olmadan, “gerçek bir
eşitliğe” (Lenin) geçilemez.
Demokrasinin ötesi sosyalizmdir, yani
biçimsel eşitliğin ötesinde sosyal ve ekonomik eşitlik vardır; buna da
genellikle “gerçek eşitlik” denir, “biçimsel”den farklı olarak.
O halde: biçimsel eşitlik: Demokrasi;
Gerçek Eşitlik: Sosyalizm (Veya Komünizmin alt aşaması); Biçimsel ve Gerçek
eşitliğin aşılması ise: Komünizm (veya Komünizm’in üst aşaması).
Yalnız şuna dikkat edelim. Burada
eşitlikten kast edilen tüm dünya çapında bir eşitliktir. Dolayısıyla ulusların
ve ulusal devletlerin olduğu bir dünyada demokrasiden söz edilemez. Bugünkü
dünyada ulusların biçimsel eşitliği vardır, insanların değil. Gerçi o bile
yoktur ama en azından böyle olduğu varsayılır.
Demokratik hareketin zayıflığının en
temel nedeni işte böyle bir demokrasi tanımının yokluğu; bu demokrasi
kavramından hareket eden bir hareketin bulunmamasıdır.
Ama şuna da dikkat edilmeli, bu
kavramlar normatif gibi görünmelerine rağmen, normatif kavramlar değildir;
sosyolojik kavramlardır. Yani Marksizm’in (ki biricik gerçek sosyoloji odur) toplumun
tarihsel hareketinin dayandığı n genel yasalardan çıkardığı kavramlardır.
O halde, Marksizm'in dayandığı bu
kavramlara dayanmadan bir demokratik hareketin oluşması da mümkün değildir. Ama
Marksizm'in ölü köpek muamelesi gördüğü bugünkü dünyada, bir demokratik hareket
de mümkün değildir.
Tabii burada Marksist derken, Var olan
bir hareket. Partiden söz etmiyoruz. Bu anlamda Marksizm ve Marksist yoktur. Marksizm
derken, soyut, toplumsal ve siyasal olarak var olmayan; ama kavramsal olarak
var olan bir bilimden söz ediyoruz.
Zaten bu yazının esas ve dolaylı
konusu, Marksist diye bilinen veya kendini öyle tanımlayanların Marksist
olmadığını göstermek ve bununla demokratik hareketlerin olmaması arasındaki
bağlantıya dikkati çekmektir.
Bunları bir kenara not ettikten sonra
şimdi Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin zayıflığı ve demokratik bir hareketin
yokluğuna gelelim.
Bu çerçeve boyunca, demokrasiyi,
sanki ülke çapında biçimsel eşitlik sorunuymuş ve mümkünmüş gibi ele alacağız. Yukarıda
da dediğimiz gibi, ulusal devlet ve demokrasi saf anlamıyla bir arada olamaz.
Ama en azından ülke çapında biçimsel eşitlik mümkünmüş gibi tartışacağız ki,
konu başka yere kaymasın ve işin özü anlaşılabilsin.
*
O halde yukarıdaki açıklamalar ve demokrasi
tanımları ışığında soralım:
Türkiye demokratik bir ülke midir?
Biçimsel eşitlik var mıdır?
Hayır?
Çünkü örneğin herkes Türkçe okumak
zorundadır ve resmi dili Türkçedir; yurttaşların ana
dillerinde eğitim hakkı yoktur.
Türk dili bütün diğer diller karşısında; Türkçe konuşanlar ya da ana dili Türkçe
olanlar, imtiyazlıdır. Devlet dairelerinde, mahkemelerde vs. her işlem Türkçe
üzerinden yapılmak zorundadır.
Türk ulusu Türklükle tanımlanmıştır.
Okullarda Türk Tarihi; Türk Edebiyatı okutulur.
Demek ki, dil bakımından eşitlik
yoktur. Türkiye’de demokrasi yoktur. Türkiye demokratik bir ülke değildir,
çünkü vatandaşlarının diline kör değildir; dil eşitliği yoktur.
*
Türk devletinin ve ulusunun böyle
Türklere imtiyaz sağlayan bir şekilde sürmesini savunanların çok tekrarladığı şöyle
bir iddia vardır: “Türklük veya Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlığı Türklükle tanımlanmamıştır. “Türkiye Türklerindir” derken, biz bununla
“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarınındır” demiş oluyoruz, Türklük burada etnik
bir kavram değildir.”
Bu tam bir demagojidir.
Eğer gerçekten Türklük Türk olmayı
(Ana dili Türkçe olmayı veya kendini Türk kabul etmeyi) kapsamıyor olsaydı,
diyelim ki iddia edildiği gibi, Türkiye bir coğrafya parçasında yaşayan
yurttaşları temsil ediyor; dolayısıyla da Türk kavramı Türklüğü değil de eşit
yurttaşlar anlamında hukuki bir kavrama karşılık düşüyor olsaydı; o zaman herkesin
ana dilinde eğitim hakkı olması gerekirdi; Türkçenin, Türk tarihinin ve
edebiyatının da bütün dillerle eşit durumda olması; imtiyazlı olmaması
gerekirdi.
Yani ana dili başka olanlardan alınan
vergilerle başka bir ana dil okullarda zorla okutulmazdı. Okullarda Türk
edebiyatı veya Türk tarihi değil; örneğin bütün dillerden, kültürlerden eşit
sayıda temsilcinin ortaklaşa yazdığı aynı edebiyatı ve tarihi herkes kendi ana dilinde okurdu.
*
Yine Türk milliyetçilerinin söylediği
ve kasıtlı karıştırdığı bir konu daha vardır: Ana
dilde eğitim hakkı ile ana dili (veya herhangi bir dili) öğrenme
hakkı arasındaki fark. Birey özgürlüğü
olarak, herhangi bir dili öğrenme hakkı bağlamında bir dili (tabii bu anadil de
olabilir) öğrenme hakkı başkadır; ana dilde eğitim hakkı başkadır.
Bunlar (örneğin AK Parti, ki bu
noktada CHP de aynıdır) bu farkı gizleyerek, hemen şöyle argümanlar
getiriyorlar: “İşte Kürtçe araştırmaları yapan üniversite
açıldı. İsteyen okuldan çıkınca Kürtçe kursuna gidip öğrenebilir de. Televizyon
ve Radyoda Kürtçe de var. Kürtçe müzik de çalabiliyorlar. Mahkemede Türkçeyi
bilmeyene Kürtçe tercüman da bulunuyor. O halde daha ne istiyorlar? Kürt sorunu
mu kalmıştır?”
Bunların en ileriye gidebilenleri
Avrupa ülkelerindeki, herhangi bir dili ana dil olarak belirleme ve öğrenme
hakkını ancak kabul edebiliyorlar.
Yani Türk devletinin “Kürt Sorunu’nda”
en ileri gidebileceği nokta şudur: “ulusu
ve devleti Türklükle ve Türklüğü de Türk dili ve tarihiyle tanımlamaya devam
etmek; ama yurttaşların, başka bir dili
de öğrenmeleri hakkını tanımak, gereğinde bu hakkı, tıpkı İngilizce
öğretmenlerinin maaşını devletin vermesi ve bunları yetiştirmesi gibi, Kürtçe öğretmenlerin maaşları ve yetiştirilmelerinin
de Türk devleti tarafından sağlanarak ek derslerde öğretilebilir olmasıdır.
Aslında bu herhangi bir Avrupa
ülkesindeki tipik uygulamadır. Bu elbet bugünkü Türkiye’ye göre bir ilerleme
ifade eder ama demokratik (yani eşitlikçi) değildir. Bu sistemde Ulusun bir
dille tanımlanması devam etmektedir. Dillerin eşitliği, yani ulusun dil körü
olması; yani herkesin ana dilinde eğitim hakkı yoktur. Yurttaşların istedikleri
dili öğrenme ve konuşma hakları vardır. Gereğinde bunun devlet tarafından ek
derslerle veya ders programı içinde yapılması vardır.
Yani anadilde (ya da anadil olarak
yurttaşların seçtiği dilde) eğitim hakkı yoktur, yurttaşlar eşit değildir. O halde
demokrasi yoktur.
*
Yeri gelmişken karıştırılan bir
konuya daha değinelim: Ulusun bir dille ve tarihle tanımlanması ile bir dili
resmi dil olarak belirlemenin farkı.
Yani bir dili resmi dil olarak kabul
etme ile, resmi dilin ulusu belirleyip
belirlememesi, yani politik anlamı olup olmadığı karıştırılıyor. (Ama bu
karıştırmaların hiç biri rastlantısal değildir. Antidemokratik ulus anlayışını
sündürmenin araçlarıdır.)
Resmi dil, herkesin ana
dilde eğitim hakkının olduğu bir ülkede, pratik bir soruna çözüm
olarak, bir tür ortak payda gibi; ya da paranın bir eşdeğer olması gibi bir
işlev görebilir.
Zaten resmi dil olarak bir dilin
tanımlanmasından amaç budur; daha doğrusu bu olmalıdır. Bir ülkede birçok dil
varsa, bütün bu dillerden birbirine geçişler için bütün bu diller arasında
tercümeler yapmak zor bir iştir. Büyük güç ve zaman israfına vs. yol açar.
(Tıpkı ekonomide, alışverişte parayı
yaratan ihtiyaç gibidir. Sizin elinizde satmak istediğiniz, karşınızdakinin
almak istediği değilse, bu farklı malları bir ortak eşdeğerle değiştirmek
muazzam bir kolaylık sağlar. Para denen eşdeğer de bu ihtiyaçtan çıkmıştır.)
Bu durumda bir dil resmi dil olarak
belirlenerek, bütün diller arasındaki ilişki, bu ortak kabul edilmiş dil
aracılığıyla yürütülebilir.
Bu tıpkı, dünyadaki farklı dilleri konuşan
diplomatların, aynı ortak dil üzerinden anlaşmaları gibidir. Bütün uluslar
arası anlaşmalar o ortak dil üzerinden de yapılır ki bir sorun çıkmasın. Buna
19. Yüzyılda uluslar arasındaki ortak dil Fransızca olduğundan, “Lingua Franca” denirdi. Bugünün “Lingua Franca”sı artık İngilizce
olmuştur.
Bunu birçok ülke, özellikle sömürge
olmuş ülkeler kullanıyor. Örneğin Hindistan’da onlarca dil var. Bunların hepsi
okutuluyor vs. İnsanların ana dillerinde eğitim
hakkı var. Ama herkes ana dilinin yanı sıra İngilizce de öğreniyor. Tüm
Hindistan’da “Lingua Franca” İngilizcedir.
Burada karıştırılan, resmi dilin
ulusu da tanımlayacağının sanılmasıdır.
Hindistan’da resmi dil, yani “Lingua
Franca” İngilizce olduğu için Hint ulusu, İngiliz ulusu olmaz ve olmamıştır.
Yani herkesin ana dilinde eğitim
hakkı olduğu bir ülkede, yurttaşlar bir ortak dile gerek var mı diye tartışıp;
bunun pratik kolaylıklar sağlayabileceğini görürlerse, pek ala bir dili resmi
dil olarak seçebilirler. Bütün resmi evraklar bir de bu dilde oluşturulur. Bu insanların
ana dilde eğitim, işlerini görme vs. hakkını ortadan kaldırmaz. Sadece bu
hakkın kullanımını kolaylaştırır.
Türkiye’de ise, ulusu tanımlayan dil
aynı zamanda resmi dildir. Türk gericileri ve ırkçıları bu karıştırmayı da
kasıtlı olarak sürdürmektedirler. Herkesin ana dilinde eğitim hakkının olduğu
bir Türkiye’de ülkenin adının Türkiye, resmi dilin Türkçe olması biçimsel
eşitlik bakımından bir sorun oluşturmaz. Yeter ki, yurttaşlar buna özgürce
karar ermiş olsunlar.
(Kanımızca böyle bir resmi dil için en ideal
dil, ülkede kullanılmayan bir dil olmalıdır. Hele çoğunluğun dili hiç
olmamalıdır. Bu dil, aynı zamanda dünyada da yayılmış bir dil olmalıdır. Herkes
ana dilinde eğitimini görür ama ek olarak bu dili de öğrenir. Böylece aynı
zamanda dünyada geçerli bir dili de öğrenmiş olur. Bu biçimde ülke içinde
hiçbir dil diğerine göre imtiyazlı olmaz. Elbet buna demokratik tartışmayla ve
eşitlik ülkesi gözetilerek karar verilir ama böyle bir demokratik ülkede
yaşasaydık bizim önerimiz İngilizce olurdu.)
Toparlarsak, Ulusun bir dille
tanımlanmadığı bir ülkede, yani bir demokraside herkesin ana dilinde eğitim
hakkı vardır. Bu bir haktır. Ama eğitimin içeriğinin de aynı olması gerekir
gerçek bir eşitlikte. Kürtler, Kürt Tarihi; Türkler, Türk Tarihi okumaz. Nasıl herkes
ana dilinde aynı fiziği, aynı kimyayı, aynı biyolojiyi okuyorsa, aynı şekilde,
aynı edebiyatı, aynı tarihi okur. Bu aynı tarih ve edebiyat ne ve nasıl
olmalıdır ki eşitlik olsun?
Tarih ve Edebiyat gibi konularda,
örneğin fizikteki gibi açık ve nesnel yasalar olamayacağından, herhangi bir haksızlığa
yol açmamak için, bütün dillerden, dinlerden, kültürlerden vs. tarihçiler ve
bunların farklı ekolleri çağırılır ve bize bir ortak tarih kitabı yazın denir. Böylece
Türk, Ermeni, Rum, Pomak, Çerkez, Kürt, Arap, Arnavut, Boşnak, hatta Fransız,
İngiliz, Çinli vs. tarihçiler ve edebiyatçılar oturur ortaklaşa Tarih ve
Edebiyat kitapları yazarlar. Böylece hiçbir dile, dine, kültüre imtiyaz
tanımayan Tarih ve Edebiyat kitapları olur. (Aslında böyle bir tarih kitabı, pratikte
ulusların bir tarihi olmadığına dair bir tarihten başka bir şey de olamaz.)
herkes bunu okur ama kendi ana dillinde okur.
Dil konusunda demokrasinin biçimsel
eşitliğin koşulları bunlardır.
Peki, Türkiye’de bunu savunan, bunu
Programına yazmış bir parti var mı?
Yok.
Yok.
HDP ve Kürt Siyasal Hareketi bile
bunu savunacak kadar demokrat değil.
Onlar aslında fiilen, Kürtlerin
çoğunlukta olduğu yerlerde Kürtçe, Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerde Türkçe
eğitim almalarını; Kürtlerin Kürdistan’da Kürt Tarihi, Türklerin Türkiye’de Türk
Tarihi okumalarını savunuyorlar. Tabii ikisi de diğer bölgede ene dilinde ders
alabilir olsunlar diyorlar. Aslında bu antidemokratik bir sistemdir. Bugünkü Türkiye’ye
göre çok ileri görülmektedir. Ancak ulusun dile göre tanımlanması terk edilmiş
olmamaktadır.
Hemen anlaşılacağı gibi, bu eşitliğe
dayanan demokratik bir talep değildir. İnsanların ya da yurttaşların
eşitliğinin yerine, birer dile göre tanımlanmış ulusların ve politik birimlerin
eşitliğini geçirir bu sistem. Eşit olan uluslardır insanlar değil; o ulusların
içinde eşitsizlik sürmektedir. Yani Kürt hareketi de, onu destekleyen
bileşenleri (“Türk Sosyalistleri” denenler) de aslında henüz demokratik
olmaktan çok uzaktır; programları demokratik değildir.
Peki, Türkiye’nin sözüm ona
demokratları ne savunmaktadırlar? Yukarıdaki gibi gerçek bir eşitliği savunan
var mı?
Yok!..
Demokrat denilen ama aslında liberal
olarak tanımlanabilecekler veya tanımlanması gerekenler var.
Onlar ise, Türkçenin zorunlu eğitim
dili olmasını, resmi dil olmasını, okullarda Türk tarihi ve edebiyatı okutulmasını
tartışma konusu yapmayı bile reddediyorlar. Kabul ettikleri sadece Kürtlerin ve
diğerlerinin haklarını, bireysel özgürlükler çerçevesinde, nasıl İngilizce öğrenebiliyorlar,
bunların masrafları devlet tarafından karşılanıyorsa, aynı şekilde Kürtçenin de
İngilizce ile aynı haklara sahip olmasını savunuyorlar. Yani Kürtçeyi
İngilizcenin haklarına kavuşturmayı kabul ediyorlar. Bunu da en ileriye
gidebilenleri savunuyor.
*
Görüldüğü gibi, aslında Türkiye’deki
politik ortamda tutarlı bir demokrat, demokrasiyi tüm mantık sonuçlarıyla savunan
bir demokrat yoktur; programı böyle olan bir parti yoktur.
Ve bildiğim kadarıyla da böyle bir
programı tutarlı olarak savunan, bu satırların yazarından başka kimse de
yoktur.
Böyle bir ortamda güçlü bir demokrasi
mücadelesi olabilir mi?
Olamaz.
Olamaz.
*
Herkesin ana dilinde
eğitim hakkı biçimsel bir eşitlik sağlar, politik olanı, yani devleti dil körü yapar.
Çünkü bu ana dilde eğitim bir yurttaşlık hakkıdır. Hiçbir dil diğerinden
imtiyazlı değildir.
Böyle bir ülkede, yani demokraside diyelim, Türk veya Kürt veya Çerkez vs. olmanın hiçbir politik anlamı olmaz. Ama bu Kürtlerin, Türklerin, Çerkezlerin vs. örgütlenemeyeceği anlamına gelmez. Hatta örneğin tüm dünyadaki Türk veya Kürt veya Çerkezlerin birleşme olanaklarını yaratır. Ama bu birlikler politik değil, linguistik veya kültürel veya edebi vs. birlikler olur.
Böyle bir ülkede, yani demokraside diyelim, Türk veya Kürt veya Çerkez vs. olmanın hiçbir politik anlamı olmaz. Ama bu Kürtlerin, Türklerin, Çerkezlerin vs. örgütlenemeyeceği anlamına gelmez. Hatta örneğin tüm dünyadaki Türk veya Kürt veya Çerkezlerin birleşme olanaklarını yaratır. Ama bu birlikler politik değil, linguistik veya kültürel veya edebi vs. birlikler olur.
Böyle bir demokraside, kendini Türk
olarak tanımlayan yurttaşlar Türk tarihi araştırmaları yapmak mı ister; Türkçe
dünyanın en kral dilidir diye propaganda mı yapmak ister; kimi Türkler bütün
dünyayı Türk mü yapmak ister; “Dünya Türk olsun” mu der; isteyen Kürt edebiyatı
araştırmaları yapmak; bunu teşvik etmek mi ister; bütün bunlar için isteyenler
dernekler, vakıflar, örgütler kurabilir, yayınlar çıkarabilir.
Bütün bunlar fikir ve örgütlenme
özgürlükleri çerçevesinde elbette dokunulmaz haklardır. Ama hiçbir politik
anlamları yoktur ve olamaz.
Bütün bunlar tıpkı bir takımın
taraftarlarının kendi takımlarını desteklemek için benzeri işler yapmasından
farklı bir anlam taşımaz. Dünyayı Türk yapmaya çalışmanın, dünyayı Fenerbahçe taraftarı
yapmaya çalışmaktan farkı olmaz.
Biçimsel eşitlik babında dil konusu
böyle.
Görüldüğü gibi, o küçümsenen “biçimsel”
eşitlik, öyle çok “biçimsel” bir şey değildir; biçimselin çok içeriksel bir
anlamı vardır. Ama dil ile iş bitmiyor ki. Din var, kültür var; cinsler var;
cinsel tercihler var. Bütün hepsi için hep aynı ilke geçerli olmalıdır ki
demokrasiden, yani biçimsel eşitlikten söz edilebilsin. Bu bağlamda bir de
kısaca Din’e bakalım.
Buradan bir sonuç da çıkıyor:
Türklüğün bu imtiyazına karşı mücadele etmeyen Türkler demokrat değildir ve
olamaz. Türk demokrat olamaz. Bir Türk ancak, ulusun Türklükle tanımlanmasına onun
diğerleriyle eşit duruma gelmesini istiyorsa demokrat olur. O zaman da politik
anlamıyla Türk olmaktan çıkmış olur. O halde bir Türk bir Demokrat olamaz.
*
Ama Türk ulusu, sadece dille
tanımlanmamıştır (aslında Türklük ırkla tanımlanmıştır ama kolaylık olsun diye,
sadeleştirme yapmak için işin o kısmına girmedik, resmi iddiaların doğru
olduğunu varsaydık); aynı zamanda belli bir dinle de tanımlanmıştır; Sünni
İslam ile tanımlanmıştır.
Nasıl Türklük hukuki bir kavramdır,
etnik değildir vs. diyorlarsa; aynı yalanın ikinci bir versiyonu da İslam’dır,
Müslümanlıktır. Ama bunu Türklükten ayrı olarak, İslam diye değil de Laiklik
olarak adlandırırlar.
Gerçek bir demokraside, insanların
dinleri yüzünden hiçbir ayrımcılığa maruz kalmamaları; yani hiçbir dinin
diğerlerine göre imtiyazı olmaması gerekir.
Türkiye böyle midir?
Hayır.
Aksine, devletin birçok bakanlığından
büyük bir Diyanet İşleri vardır. Dini semboller ve ifadeler her yerde zorlayıcıdır.
Devlet Sünni İslam’ın bütün camilerine bakar, imam ve müezzinlerinin maaşlarını
verir. Okullarında onları eğitir. Bütün dinler karşısında tarafsız olması gereken
ama Sünni Müslümanlar tarafından yazılmış din dersleri okutulur. Askerde ölenlere,
şehit denir; İslami yemek duaları okutulur vs. vs.
Bunun gibi binlerce örnekle görüleceği
gibi, Türkiye’de ulus Türklüğün yanı sıra aynı zamanda Sünni Müslümanlıkla
tanımlanmıştır. Diğer dinlerden ve tarikatlardan insanlardan ve dinsizlerden
alınan vergilerle, Sünni Müslümanlar ve Müslümanlık imtiyazlı ve baskıcı bir
din durumundadır.
Örneğin, herkes günde beş vakit
ağzına kadar açılmış ezan sesleriyle rahatsız edilir ve resmen terör estirilir.
Hâlbuki gerçek eşitliğin olduğu bir yerde, bu ezan başka dinlerden bir kişi
olsa bile onu rahatsız eder denilip, diğer kilise çanlarının veya ateistler de
benzen bir çağrı talebinde bulunmuşsa, onun düzeyinde olmalıdır. Yani hiçbir
dinin devlet tarafından tanınması ve imtiyazı söz konusu olmamalı, devlet
sadece çeşitli inançlar arasındaki eşitliği; özellikle de çoğunluk dininin bu
gücüne dayanarak diğer dinlerden olanları günlük hayatta fiilen ezmesine karşı
eşitliği sağlayan bir işleve sahip olmalıdır. En azından demokratik bir ülkede
böyle olması gerekir.
Bu durumda Türklük için yaptığımız
çıkarsamayı burada Müslümanlar için de yapabiliriz.
Türkiye’de Müslümanlar da Demokrat
değildir. Bir Müslüman’ın demokrat olması, İslam’ın bu imtiyazlı durumuna, bu
eşitsizliğe karşı çıkması ile mümkün olabilir.
Yani bu ülkede Türkler de Müslümanlar
da demokrat değildir. Kahir ekseriyetin demokrasiyle ilgisi yoktur.
Sorun bunların kendi imtiyazlarına
karşı; yani ulusun Türklük ve Müslümanlıkla tanımlanmasına karşı mücadeleye
nasıl çekileceği ve kazanılacağıdır. Görüldüğü gibi bu çoook zor ve uzun bir
uğraştır.
*
Ama aslında bu anti demokratik devlet
ve ulus, bu ortam, hemen görülebileceği gibi, en tutarlı demokratlar olan
sosyalistler için, en ideal koşullardır da.
Sosyalistler demokrat olsalar
gerçekten geniş çoğunluğun demokrata dönüşmesinin taşlarını döşeyebilirler.
Bir düşünün, Sosyalistlerin, Türk
dilinde eğitimin zorunlu olmasına karşı herkesin ana dilinde eğitimi; herkesin
ana dilende bütün dillerden ve dinlerden ortak kurullarca yazılmış Edebiyat ve
Tarih kitaplarını okumalarını savunduklarını var sayalım.
Onlar böylece otomatikman, Kürtlerin
de hakkını savunmuş olurlar. Hem de bunu Kürt Siyasal Hareketinden de daha
demokratik ve radikal olarak savunmuş olurlar. O zaman Kürt hareketini de daha tutarlı
bir demokratik hareket olmaya doğru çekerler. Tabii Kürt hareketi içindeki
demokratların, kendi ulusalcılarına karşı daha kesin ve tutarlı bir tavır
almalarını sağlarlar.
Ancak, Türkiye’deki hiçbir sosyalist
grup ya da parti bunu açıkça ve böyle savunmamaktadır.
Bunu acil bir görev olarak savunmayınca,
hatta hiç konu bile etmeyince ne olur?
O zaman Türk Sosyalistleri, nesnel
olarak, bugünkü Türlükle tanımlanmış olmaya karşı mücadele etmemiş ve bu
mücadeleyi gündemden düşürmüş; dolayısıyla bu ırkçı devletin destekçisi olmuş
olurlar.
Böylece Türkiye’de demokratik bir
hareket ve parti bulunmamasıyla Sosyalistlerin ilişkisine geliyoruz. Sosyalistler
küçük olmalarına rağmen demokrat olsalar korkunç büyük işler yapabilirler.
Onlar demokrat olmadıkları için bir demokratik hareket oluşmuyor.
*
Peki, neden ve nasıl sosyalistler de
bu hale geldi ve demokratik hedefleri bile savunmaktan çıktılar?
Türkiye diyoruz ama bu sorun bu
evrensel bir sorundur. Kökleri de çok derindedir.
19. Yüzyılda sosyalist hareket henüz
bu kadar gerilere düşmemişti. O zamanlar sosyalistler aynı zamanda demokratik
hakları da sonuna kadar savunuyorlardı. Örneğin, herkesin ana dilinde eğitim
hakkı, bütün dillerin ve kültürlerin eşitliği; resmi dilin kaldırılması, yani
bugün Türkiye’deki sosyalistlerin hiç birinde bulunmayan bu acil program, Lenin’in
Bolşevik Partisinin acil ya da asgari programındaydı.
Aynı şekilde din konusunda da Sosyalistler
en tutarlı eşitliğin savunucularıydılar ve devletin tüm din işlerinden uzaklaşmasını
ve sadece eşitliği gözetmesini savunuyorlardı. Bir de bu günün Diyanetin Cem
evlerini tanımasını isteyen sözüm ona sosyalistleri göz önüne getirin.
Yani 19. Yüzyıl boyunca, 20. Yüzyılda
da Ekim Devrimi’nin ilk birkaç yılına kadar, sosyalistler biçimsel eşitliği en
tutarlı biçimde savunan demokratlardı. Henüz sosyalist hareket içinde
Aydınlanma’nın idealleri yaşıyordu. Demokrasi sosyalizm için önkoşul olarak görülüyordu.
Ancak, arada korkunç bir olay oldu. Aslında
Fransız Devrimi’nin Avrupa’nın doğusunda ve sanayi işçilerine dönüşmüş baldırı
çıplaklarla yapılan ikinci bir versiyonundan başka bir şey olmayan Rusya’daki
devrim, köylü ve yoksul; savaş ve iç savaş nedeniyle de iyice yoksullaşmış ve
neredeyse yamyamlığa düşmüş bir ülkede oldu. Bu devrimi başka devrimler
izlemedi; kimse ona yardımcı ve yol gösterici de olmadı. Bu yokluk ve yoksulluk
ortamında, ister istemez bir karşı devrim; bir bürokratik kast; bir şark
despotizmi, hem de birkaç yıl içinde o devrimi ele geçidi. Bu tıpkı İslam’ın
Suriye ve Irak’ı fetih eder etmez, Irak ve Suriye’nin binlerce yıllık
devletçiliği (Muaviye) tarafında ele geçirilmesi ve Mekke Eşrafı’nın önce küçük
adımlarla ve sonra apaçık bir karşı devrimle, İslam’a son verilmesine benzer.
Ve bu karşı devrim, gerici bir
milliyetçiliğe de dayandı. Enternasyonalizm gibi eski ve demokratik gelenekler
sadece birer retorik olarak kaldı. Bunun en ilginç göstergesi. Enternasyonal
marşının bırakılıp, Büyük Rus’lara övgü olan bir marşın kabulüdür.
Ama bu karşı devrim, üzerine oturduğa
ve yok ettiği devrimin prestijine dayandığından, bundan sonra yetişen sosyalist
kuşaklar; bu karşı devrimin resmi ideolojisini sosyalizm sanarak yetişip
şekillendiğinden, artık birer demokrat olmaktan çıktı, birer milliyetçi
oldular. Bu tıpkı, Emevi karşı devriminden sonra Müslümanlığa geçenlerin veya
onun içine doğanların o karşı devrimci ideolojiyi Müslümanlık olarak
sanmalarına ve benimsemelerine benzer.
İşte bugünkü dünyadaki neredeyse
bütün sosyalistler, tıpkı bütün Müslümanlar gibi, artık bu karşı devrimin ürünleri
olduğundan, demokratik bir hareket yoktur.
Demokratik bir hareket olmadığı için
de sosyalistler hemen her ülkede en gerici milliyetçilerin müttefiki
durumundadır. En gerici ulusçulukları enternasyonalizm veya sınıf bayrakları
alında nesnel olarak savunur durumdadırlar.
En tutarlı demokratlar olması gereken
sosyalistler olmayınca, bir demokratik hareket de olmuyor. Bu durumda,
liberaller demokrasi bayrağını ele geçiriyor ama onlar da tutarlı bir
demokrasiyi savunacak ne sınıf, ne ideoloji ne de teori temeline sahip değildirler.
Kitlelere güvenmedikleri için, AB veya ABD’nin baskılarından bir takım küçük
reformlar elde etmeye çalışırlar. Böylece onların böyle yapması ise tekrar en
gerici ulusçuluğun tekrar güçlenmesine yol açar. Ve en gerici ulusçuluğun en
esaslı savunucuları ulusalcı sosyalistler olur. Tarihin garip alayı,
Sosyalistlerin ulusalcıları, en gerici ulusçuluğun ideolojik koçbaşları
olurlar.
*
Burada şu “biçimsel
eşitlik” ve “gerçek eşitlik”
ilişkisini biraz açalım.
Biçimsel eşitlik Aydınlanma’nın programı
ve idealidir. Bütün insanlar, dili, dini, rengi, soyu, sopu ne olursa olsun
eşittir idealidir; yani gerçek Aydınlanmacılıktır biçimsel eşitlik. Yani İnsan
Hakları evrensel bildirisidir. Yani Aydınlanma’nın “Kelime-i Şahadeti”dir.
Sosyalizm fikrinin ardında, bu gerçek
biçimsel eşitliğin; yani demokrasinin var olduğu
varsayımı vardır.
Sosyalizmin dediği şudur: Evet,
biçimsel bir eşitlik elbette olmalıdır. Ama bu biçimsel eşitlik, ekonomik ve
sosyal eşitlikle birleşmez ise, bir süre sonra bu biçimsel eşitliği bile
korumak olanaksızlaşır. Bütün tarih bunu göstermiştir.
Sosyalist olmak burada başlar.
Ütopik sosyalistler, Anarşistler, Sosyal
Demokratlar, Hıristiyan veya Müslüman sosyalistlere kadar bütün sosyalist
akımlar, bu gerçek sosyal ve ekonomik eşitliğe, bölüşüm ve
tüketim alanında eşitsizlikleri yok ederek ulaşmaya çalışırlar.
Sosyal Demokrat partiler gibiler bu
eşitsizliğe karşı yine tüketim ve dağılım alanından, devletin vergileri ve
harcamaları aracılığıyla son vermeye ve azaltmaya çalmışlardır. Ama örneğin,
ütopik sosyalistler; eşitlikçilik adaları kurarak; Müslümanlar veya Hıristiyanlar
ise insanların vicdanına hitap ederek onları daha az tüketmeye ve ellerindeki
zenginlikleri paylaşmaya çağırarak.
Bunların hepsi başarısızlığa uğrarlar
ve uğramışlardır.
Neden ve niçin?
Çünkü bunu belirleyen, Marksizm'in,
yani toplumun ve Tarihin biliminin doğuş çığlığı olan bir yasa vardır:
İnsanların düşünceleri varlıklarını değil; varlıkları düşüncelerini belirler.
Halkın dediği gibi insan sarayda başka, kulübede başka düşünür.
Marksistler de sosyalistlerdir. Onlar
da gerçek bir eşitliği savunurlar, ama Sosyal Demokratlardan veya Ütopik, Anarşist,
Müslüman, Hıristiyan vs. sosyalistlerden farklı olarak şunu söylerler: Tarih, tüketim, bölüşüm alanındaki tedbirlerle bu eşitliği sağlamanın
hiçbir zaman mümkün olmadığını göstermiştir. Sorunun özü, üretim ilişkileri
alanındadır; üretim ilişkileri, yani mülkiyet ilişkileri
değiştirilerek sınıfların varlığına son verilebilir; sınıfları var eden sisteme
dokunmadan sınıflara sınıf gibi davranmamalarını önermek yanlıştır. Ancak
mülkiyet ve üretim ilişkileri değiştirilerek, bütün dinlerin; bütün eşitlikçi
öğretilerin ortak hedefi olmuş bulunan gerçek ekonomik ve sosyal eşitliğe
ulaşılabilir; böylece onların tarihsel vasiyeti yerine getirilebilir.
O halde, önce yeryüzü ölçüsünde bir demokratik
cumhuriyet kurularak tüm insanların eşitliği; gerçek demokrasi; yani
aydınlanmanın vasiyeti yerine getirilebilir. (Aslında bu sadece Aydınlanma’nın
vasiyeti de değildir. Örneğin İslam’ın da vasiyetidir. Çünkü Allah aslında putları
yasaklayarak, bütün insanları Allah’ın kulluğunda biçimsel olarak eşitlemekten
başka bir anlam sahip değildi. Allah putların (aşiretlerin, totemlerin) egemen
olduğu bir dünyanın Aydınlanması olarak kabul edilebilir.)
Bundan sonra da insanların biçimsel eşitliğinin
de ötesine giden gerçek eşitliği için, ekonomik ve sosyal eşitliği için
mücadele etmek gerekir.
Bugünün dünyasında öncelik biçimsel
eşitlikte olmalıdır.
Ama zaten biçimsel eşitlik
kurulduğunda, yani bir dünya cumhuriyetinde; çünkü o zaman örneğin ordulara
gerek olmadığından, merkezi devletlere gerek olmadığından; dünya cumhuriyeti
bütün bunları ilgası ve bunlara karşı bir savaş ve bunların yok edilmesi anlamına
da geldiğinden; üretim araçları üzerinde özel mülkiyete son vermelerin önünde
hiçbir ciddi engel kalmayacaktır. Yani aslında biçimsel eşitliği elde ettiğimiz
gün, bunun bir yan ürünü olarak da sosyal eşitliğin önünde hiçbir engel
kalmayacak; bu artık ezilenlerin vereceği karara ve kendi seçimlerine
kalacaktır.
Eski bakışta ise, demokratik ve
biçimsel eşitlik sosyalizm, yani gerçek eşitlik üzerine mücadelenin yan ürünü
olarak görülüyordu. Bugün ise, sosyalizm demokrasi mücadelesinin yan ürünü
olarak ortaya çıkmaktadır.
Çünkü eski anlayış, ulusçuluğun
ufkuna hapistir. Herhangi bir ülkede sosyalizm olabilirmiş gibi tartışmakta ve
ele almaktadır konuyu. Örneğin Türkiye’de bir sosyalizm olabilirmiş gibi kavrıyordu.
Bu sadece sosyalizmi
olanaksızlaştırmakla kalmaz, aslında tek tek ülkeler ölçüsünde bile demokratik
mücadeleyi de yok eder ve etmiştir.
İşte, bugünkü sorunların nedeni
budur?
Tek ülkede bir sosyalizm
olabileceğini sanmak. Ulus devletlerin olduğu dünyada sosyalizme geçilebileceğini
sanmak. Biçimsel bir eşitlik olmadan gerçek bir eşitliğe geçilebileceğini
sanmak. Bütün bunlar, Sosyalistlerin, bırakalım sosyalist olmayı, demokrat bile
olmamalarına yol açmıştır.
*
Hatta bırakalım demokrat olmayı,
akıllı ve gerçek birer milliyetçi bile olamamışlardır; fiilen en faşist
kriterlere dayanan milliyetçiliklerin daha doğrusu ırkçıların yedek gücü veya
koçbaşı olmuşlardır.
Kürtlerin haklarını savunmak örneğin
ayrılma hakkını savunmak, onların da eşit ayrı bir ulus olmalarını istemek Türk
milliyetçiliği ile çelişmez. Aksine gerçek Türk milliyetçiliği bunu gerektirir.
Neden?
Çünkü bir ulusun milliyetçiliği,
özünde o ulusun çıkarlarını; refahını ve mutluluğunu öne almak demektir. Örneğin
De Gaulle, Cezayir’in bağımsızlığının yolunu açarken, aslında gerçek bir
Fransız milliyetçisi olarak davranıyordu. OAS; Fransız milletine düşman bir
azınlığın çıkarlarını ve ırkçılığı savunuyordu
Kürtler ayrılsa, Türkler bu savşın masraflarından;
bu şark despotu devletin baskısından ve insanları çürütmesinden biraz olsun kurtulur;
daha demokratik bir ortamda ve refah içinde yaşayabilirler. Bunu savunmak da
Türk milliyetçiliğinden başka bir şey değildir.
Aslında Türkiye’deki en radikal
sosyalistlerin (HDP’nin Türk sosyalisti bileşenleri diyelim mesela) yaptığı ve
savunduğu da bundan başka bir şey değildir.
Hemen görüleceği gibi, Türk
sosyalistlerinin bir kesimi (ulusalcılar) resmen ırkçıdır; Türk milliyetçisi,
yani onun refah ve özgürlük içinde yaşamasını isteyenlerden değildirler.
Sosyalistlerin ırkçı olmayanları,
enternasyonalist olarak kendini tanımlayanları ve Kürtlerin mücadelesine destek
olanları ise aslında gerçek Türk milliyetçilerinden başka bir şey değildirler.
Ama işin garip yanı, bu gerçek Türk
milliyetçileri olan sosyalistler, Türk milliyetçileri olduklarını bilmezler ve
kendilerinin Türk milliyetçiliğine karşı olduklarını sanırlar.
Bu durumda tıpkı sosyalistlerin
sosyalizm deyip demokratik mücadeleyi boş bırakmaları ve liberallere terk
etmeleri gibi, gerçek Türk milliyetçiliğini bırakmaları burayı ırkçı
faşistlerin doldurmasına yol açar.
Böylece gerçek Türk milliyetçiliği
bayrağını, ırkçılara; Türk milliyetçiliğini, askeri bürokratik oligarşinin özel
aygıtlarına bırakırlar. Bu arada kendilerini de tecrit olmaya mahkûm ederler.
Aslında Türk bayraklarıyla çıkıp
bugün savundukları her şeyi, Türk ulusunun çıkarı olarak savunabilirler ve bunu
yaptıkları gün aslında Devletin ve faşistlerin elindeki en önemli silahlardan
birini de almış olurlar.
Yani, garip gelebilir ama Türkiye’de
sadece Demokratik bir hareket yok değildir; aynı zamanda gerçekten Türk
milliyetçisi bir hareket de yoktur.
Piyasadaki Sosyalist çokluğu demokrat
hatta milliyetçi yokluğunun ters yüz olmuş bir görünümünden başka bir şey
değildir.
*
Demokratik bir hareketin yokluğunun
nedeni, ulusalcı veya değil, tüm sosyalistlerdir.
Gerçek Türk milliyetçisi bir
hareketin olmamasının nedeni ise, Kürtleri destekleyen ve bunun Türk milliyetçiliğini
olmadığını düşünen Türk sosyalistlerdir.
Tutarlı demokrasiyi savunan bir
sosyalist ise, aslında Türk milliyetçisi sosyalistlerden farklı olarak, “Ezen bir ulus sosyalist olamaz” veya “ulusların
kendi kaderini tayin hakkı” gibi program ve ilkelerle hareket etmez.
Demokrat bir sosyalistin şiarı yukarıdaki
Marks’ın sözüne kinaye şöyle formüle edilebilir: “Ancak, Ulusu
bir dille, bir dinle, bir ırkla vs. tanımlayan ulusları ve ulusçuları ezen bir ulus özgür (veya demokrat) olabilir”
Lenin’e kinaye: “Ulusların kaderini tayin
hakkı” için değil; “Ulusu bir dille, dinle,
tarihle tanımlamayı reddetme hakkı ve görevi” için mücadele eder.
Ulusların eşitliğin savunan özünde de
milliyetçilikten başka bir şey olmayan Enternasyonalizme kinaye; “ulusların eşitliği” için değil; ulusları yok
etmek için; yeryüzündeki “tüm insanların eşitliği”
için; mücadele eder.
Demir Küçükaydın
15 Eylül 2015 Salı
[1]
“Demokrasi eşitlik demektir…. Ama demokrasi yalnızca
biçimsel eşitlik demektir. Ve eşitlik üretim araçlarının sahipliği yönünden
toplumun bütün üyeleri için gerçekleşir gerçekleşmez, yani emeğin ve ücretlerin
eşitliği sağlanır sağlanmaz insanlık kaçınılmaz olarak biçimsel eşitlikten
gerçek eşitliğe yani ‘herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre’
kuralının işlerliğine kadar götürülmesi sorunuyla karşı karşıya kalacaktır….
Demokrasi ne denli eksiksiz hale gelirse onun
gereksiz olma anı o denli yaklaşır. Silahlı işçilerden oluşan ve sözcüğün asıl
anlamında artık bir devlet olmaktan çıkan devlet ne denli demokratik olursa her
türlü devlet biçimi sönmeye o denli çabuk başlar.” (Lenin,
Devlet ve Devrim)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder