Gencecik bir devrimciydim. Hikmet Kıvılcımlı’nın çıkaracağı Sosyalist gazetesine Yazı İşleri Müdürü
olacaktım. Yani gazetedeki yazılar için davalar açıldığında gönüllü olarak
içeri girme işini üstlenecektim ki gazete varlığını ve yayınını sürdürebilsin. Bunun
için gazeteyi teknik olarak çıkaracak olan Orhan Müstecaplıoğlu'yla birlikte,
tanıştırılmak üzere Hikmet Kıvılcımlı’nın evine gitmiştik.
Gencecik bir devrimci olarak Hikmet Kıvılcımlı ile Orhan
Müstecaplıoğlu’nun aynı görüşleri savunduğunu sanıyordum. Elbet Kıvılcımlı’nın
kitaplarındaki yazılar ile Müstecaplıoğlu’nun hazırladığı, Sosyalist gazetesinin çıkacağını duyuran afişler arasında bir
uyumsuzluk olduğunu hissediyordum; ama bunu bir vurgu veya meşrep farkı gibi
algılıyordum.
Sosyalist
gazetesinin çıkacağını haber veren afişlerde kitleler halinde yürüyen işçiler,
ellerinde “Genel Direniş”, “Genel Grev” sloganlarıyla yürüyorlardı.
Kıvılcımlı’nın kitaplarında ise, aydınlarla işçilerin kaynaşması; işçilerin ve
halkın nasıl örgütlenebileceği; bunun için en küçük yasal olanakların bile
kullanılması ve bir proletarya partisinin örgütlenmesi gibi konular esas
vurguyu oluşturuyor; yakalanacak ana halka olarak belirleniyordu.
İkisinin konuşmasını dikkatle dinliyordum. Gazetenin ilk
sayısında çıkacak yazılar hakkında konuşuluyordu. Orhan Müstecaplıoğlu, Genel
Grev ve Genel Direniş üzerine yazılardan söz ediyordu.
Kıvılcımlı, Müstecaplıoğlu'na, “Orhan, genel grev isyandır. İsyanla Oynanmaz” dedi.
Müstecaplıoğlu, “Ama Doktor,
işte İtalyan komünist partisi sürekli yapıyor” anlamında bir şeyler
söyledi. . (O sıralar İtalyan Komünist Partisi Avrupa’daki en büyük komünist
partisiydi ve birbiri peşi sıra genel grevler yapıyordu.)
Kıvılcımlı da “İtalyan
Komünistleri çocuk gibidir” türünden bir cevap verdi.
Şaşırmıştım. Kıvılcımlı dünyanın en büyük Komünist
partilerinden birini bile eleştirel bir gözle değerlendiriyor; ciddiyetsiz
buluyordu.
Öte yandan şunu görmüştüm, dünyanın yaşayan en büyük Marksisti,
yapayalnız bir insandı ve kendi görüşlerini zerrece anlamamış, hatta onlara
karşı bir insanla somut bir iş için bir araya gelerek, bir iş yaparak tecritten
kurtulmaya çalışıyordu.
*
Bu olaydan aklımda iki ders kaldı.
Birisi “İsyanla
oynanmaz”.
Diğeri, bir arada iş yapanlar ve birlikte görünenler ille de
aynı görüşleri savunanlar değildir. Hatta birbirine tamamen zıt ve farklı
pozisyon ve hedefleri bulunabilir ve o momentte ortak hedefler için bir araya
gelebilirler. Gerçek devrimci ya da önder kendisine en karşı olan insanlar ya
da güçlerle bile ortak iş yapabilen; bunun için de o sıra yakalanacak ana
halkayı doğru belirleyendir. Karşıdaki düşmanlarla baş etmek kolaydır. En büyük
zorluk, yakındaki “dostlar”dır.
Çünkü daha sonra, gazete çıkarken, Orhan Müstecaplıoğlu,
sürekli olarak Genel Grev, Genel Direniş yazıları yazmaya ve bunları gazeteyi
teknik olarak hazırlamasının kendisine sağladığı imkânları da kullanarak
gazetenin temel mesajı gibi ilk sayfaya yerleştirmeye devam etti. Kıvılcımlı
bütün bunları görmesine ve tasvip etmemesine rağmen, birlikte iş yapmaya devam
etti. O küçük olanaktan yararlanarak belki genç kuşaklara ve daha geniş çevrelere
ulaşabilirdi.
Ama bir yandan iş birliği yaparken, diğer yandan Orhan Müstecaplıoğlu’nun
görüşlerini ve yaklaşımını, yani genel Grev Parolasını eleştiren bir yazı
yazmayı da ihmal etmedi. Hatırımda kaldığı kadarıyla yazı, “İşçi sınıfı “Grev” mi dedi; küçük burjuvazi,
“Genel Grev” der” diye cümleler içeren bir yazıydı.
Orhan Müstecaplıoğlu ise, bu yazıyı yayınlayıp açıkça ondaki
görüşlerle tartışmaya girecek yerde, bu yazıyı yayınlamadı ve kaybolduğunu
söyledi. Yani aslında gazetenin ruhu ve başyazarı olan Kıvılcımlı’yı sabote
etti. Zaten bir süre sonra ayrıldılar. Kıvılcımlı da o ilk altı sayıda Gazeteye
gelen yeni insanlarla gazeteyi çıkarmaya devam etti.
*
Daha sonraki yıllarda, bu ayrılığın aslında çok daha derin
ve köklü bir uluslar arası gelenek farkından geldiğini de görecektim. Orhan
Müsecaplıoğlu’nun amcası olan Esat Adil Müstecaplıoğlu, bir tür burjuva
sosyalisti idi ve Fransız sendikalizminden Sorel’in kitaplarını çevirmişti. Sorel,
Genel Grev’i mitleştiriyordu ve bunu üzerinden bir teori ve strateji geliştiriyordu.
Sorel, özünde, Güney Avrupa ülkelerinin güçlü köylülüğünün ve buna bağlı küçük
burjuva sosyalizminin eğilimlerini yansıtıyordu. Orhan Müstecaplı’da (ve kısmen
DİSK’te de) ifadesini bulan aslında bu sendikalist görüşlerdi. Güney Avrupa’nın
sendikalizmi ile Müstecaplı’ların küçük burjuva ve burjuva sosyalizmleri
arasında ruh yakınlıkları; gönül yakınlıkları vardı.
Kıvılcımlı ise onlar karşısında Marks, Engels, Lenin’lerin;
Kuzey Avrupa’nın klasik çizgisini savunuyor ve sürdürüyordu.
*
Her neyse, ama o konuşmadan benim aklımda kalan “İsyanla oynanmaz” sözleri oldu.
Daha sonraki yıllarda, okudukça, bütün klasik Marksistlerin,
isyan konusunu çok ciddiye aldıklarını ve isyanla oynanmayacağını
vurguladıklarını gördük.
En bilineni Paris Komünü’dür. Marks, Paris İşçileri
ayaklanmadan önce, onları isyan etmemeleri konusunda uyarıyordu. Ama bir kere
isyan ettiklerinde de onun başarısı için ne yapmaları gerektiğini yazmaya
başlamış; o isyanın derslerini sistemleştirmiş; Onların tarihsel inisiyatifini
selamlamıştı. Onlara en büyük eleştirisi, kararsızlıkları, sürekli saldırı
inisiyatifini ellerinde bulundurmamaları; karşı tarafın toparlanmasına fırsat
vermeden birbiri peşisıra darbeler indirmemeleri oldu.
İsyan konusunda bütün büyük Marksistler hep şunu
söylüyorlardı. Bir kere isyan ettin mi, sürekli saldırman ve ileri gitmen
gerekir. Durmak; tereddüt, isyanın yenilgisidir. Ve bir isyan bir kere
yenilgiye uğrayınca, yıllar o yenilginin yarattığı yılgınlıkları, dağılmaları
gidermeye çalışmakla geçer. Bu arada şartlar öyle değişir ki gelecek kuşaklar o
geçmişi adını bile duymak istemeyebilirler.
İsyan edenlerin akıldan çıkarmaması gereken bir düktür
vardır. Hücum, hücum, hücum. Düşman yok olancaya kadar sürekli ileri gitmek,
sürekli saldırmak; karşı tarafa soluk alma ve toparlanma fırsatı vermemek
gerekir.
Bunlar artık unutulmuş ve bilinmeyen son iki yüzyılın sosyal
mücadeleler tarihinden çıkmış; ağulardan süzülmüş, halk bilgelikleri gibi, Marksist
bilgelikleridirler.
*
İsyan, devlet’e karşı yapılır. Az çok demokratik bir devlete
karşı isyan anlamsızdır. Çünkü değişiklikleri yasal yollardan, seçimle yapma
olanağı vardır. İsyan bürokratik ve merkezi, halktan ve ulustan bağımsız
devletlere karşı yapılır. Başta Türkiye, bütün antika uygarlık beşiklerinde devlet
böyledir.
Toplu yaşamanın bir gereği olan işleri yapmak için, gönüllü
olarak bir araya gelmek ve gönüllü olarak çoğunlukla alınan kararlara uymayı
kabul etmek ve böyle bir devlet cihazı ile kendi başına amaç haline gelmiş;
merkezi ve bağımsız bir mekanizmayı birbirinden ayırmak gerekir.
Birincisi, iyi kötü bir demokrasiye karşılık düşer. İsyan
gerekmez. Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika üç aşağı beş yukarı böyledir. Seçimlerle,
çoğunluğu kazanarak politikaları değiştirme olanağı vardır. Cihazda
değişiklikler yapma olanağı vardır. İktidar gerçekten seçilmiş organlardadır.
Çeşitli kontrol mekanizmalarıyla bürokrasinin bağımsızlaşması engellenir.
İkincisi, Şark devleti ve devletçiliğidir. Şark ülkelerinde,
feodalizmi tarımdaki ağalarda aramak anlamsızdır. Şark devletinin kendisi en
esaslı feodalizmdir. Ekonomi dışı zor ile artı ürüne el koyar ve onu tamamen
kendisinin varlığı ve çıkarı için kontrol eder. Kapitalist ilişkiler ve
modernleşme; modern tekniğin kullanılışı bu devletin egemenliğinin araçlarıdır.
Devlet kapitalizmin ve burjuvazinin bir aracı değildir. Kapitalizm ve burjuvazi
devletin varlığının, gücünün, bağımsızlığının ve egemenliğinin bir aracıdır. Eğer
varsa, Devlet parlamentonun aracı değil; parlamento devletin egemenliğini sürdürmesinin
bir aracıdır; onun ayıbı örten; egemenliğini gizleyen bir asma yaprağıdır.
Türkiye’deki liberallerin de kendine komünist diyenlerin de anlamadığı basit
gerçek budur. Türkiye’deki devlet böyle bir devlettir. Bu nedenle, Türkiye gibi
doğu ülkelerinin hiç birinde demokrasi yoktur ve olamaz. Demokrasi olmasının
tek koşulu bu merkezi ve bürokratik aygıtın ve gücün parçalanması; onun yerine tamamen
demokratik olarak örgütlenmiş; halktan bağımsızlaşamayacak; gönüllü birliğe
dayanan bir cihazın kurulmasıdır.
Bu temel halkayı yakalamayan bütün sosyalist ve demokratlar
son duruşmada o devlet cihazının egemenliğinin bir yedek gücüne dönüşürler.
*
Bu merkezi ve büyük gücü yenmek için nüfusun çok büyük bir
bölümünün; ezici çoğunluğunun eskisi gibi yaşamayı kabul etmeyecek durumda
olması gerekir.
Ama sadece bu da yetmez. Egemen sınıfların ve devletin de kendi
içinde bölünmüş ve/veya felç durumda olması gerekir.
Bütün modern devrimler, böyle devrim durumlarında ikili iktidar (diyarşi) denen bir geçiş
dönemi olduğunu göstermektedir.
Bir yanda eski devlet cihazı vardır; diğer yanda bunun
alternatifi olarak ortaya çıkmış, halkın iktidar aracı olacak organlar. Bu
diyarşi uzun bir süre gidemez. Ya yeni organlar, eski devlet iktidarını
parçalar, yıkar ve kendileri iktidar olurlar. Ya da eski devlet cihazı, tekrar
toparlanır ve tohum halindeki organları yok ederek eski sistemi yeniden restore
eder.
*
Görünen o ki, PKK isyan etmiş bulunuyor. Onun fiilen
yaptığını böyle adlandırıp adlandırmadığının bir anlamı yok. Kaldı ki, Bese
Hozat bunu açıkça ifade ediyor.
Dünkü özgür gündem’de KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Bese
Hozat’ın söyleşisi var. Şu satırları okuyalım:
“KCK Yürütme Konseyi
Eşbaşkanı Besê Hozat, “Öz yönetim ilanlarının ve uygulamalarının her yerde
geliştirilmesi gerekiyor. Devletin her türlü yönelimi karşısında da çok güçlü
bir biçimde toplumsal direniş ve öz savunmayla kendi sistemini halkımızın
savunması gerekiyor. Öyle olmalı ki polis tek bir kişiyi tutuklamaya dahi
cesaret etmemelidir. Polisin mahallelere girişine izin verilmemelidir. Halkımız
devletin hiçbir kurumuna ihtiyaç duymadan kendi sistemini inşa edip kendisini
yönetmeli ve savunmalıdır… Artık halkımız bu suç ve katliam aygıtı çete devlet
tarafından asla yönetilemez. Halkımız bunu kabul edemez, zaten öz yönetim
ilanlarıyla kabul etmediğini de ortaya koymuştur. Kürdistan’da yeni bir dönem
başlıyor. Bu dönem sömürgeci devlet yönetiminden kurtulup kendi öz
yönetimlerini kurma ve kendi kendini yönetme dönemidir” dedi.” (http://www.ozgur-gundem.com/haber/142212/kurdistanda-yeni-bir-donem-basliyor)
Bu satırlar açıkça bir isyanın ilanıdır. İkili bir iktidar
oluşturma ve bunu yaygınlaştırma çağrısıdır.
Cemil Bayık’ın ya da Karayılan’ın nispeten daha ılımlı; isyan
anlamı taşımaktan özenle kaçınan uzlaşma kapılarını açık tutan veya bunun
yollarını arayan; kesin bir kopuşma anlamına gelmemesine dikkat edilen yazı ve
konuşmaları ne derse desin; Bese Hozat’ın sözleri bir isyan çağrısı ve
ilanıdır.
Kaldı ki yapılanlar da bunu doğrular niteliktedir. Örneğin “Varto’da HPG’lilerden asker ve polise “Sokağa
çıkmayın” çağrısı.”; “Yüksekova
Şemdinli yolu HPG kontrolünde”; “Geverliler
7’den 70’e özsavunmada”; gibi haberler ve başlıkları Bese Hozat’ın
dediklerini doğrular nitelikte.
Demek ki, KCK, koşulların uygun olduğunu düşünüp, isyan
etmiştir ve ikili bir iktidar kurarak bir süre sonra Kürdistan’da Türk devletinin
egemenliğine son vermek istemektedir.
*
Peki, bunu yapacak gücü var mı?
Bildiğimiz kadarıyla yoktur.
Öcalan yıllar öce, “ne biz Türk ordusunu yenebiliriz, ne de
Türk ordusu bizi yenebilir ve yok edebilir. Bir pat durumu vardır” tespitini
yapmıştı.
Güçler ilişkisinde niteliksel bir değişim mi oldu bu arada?
Bildiğimiz kadarıyla böyle bir durum yok.
Evet, Suriye ve Irak’ta PKK’nın durumu güçlendi ama bu bir
nitelik değişimine yol açmaktan henüz çok uzaktır.
*
Türkiye’de ve Kürdistan’da halk artık böyle yaşayamayız diye
ayaklandı mı? Kendi ikili iktidar organlarını mı yarattı.
Bildiğimiz kadarıyla böyle bir durum da yok.
Göründüğü kadarıyla bir öncü ile ikili iktidar veya alanlar
kuruluyor. Öncü ile zafer kazanılamaz. Hele bir isyan hiçbir şekilde zafere
çevrilemez.
*
Egemen sınıflarda ve devlette artık yönetememe durumu var
mı?
Böyle bir durum da söz konusu değil.
Aksine felç olmuş bir muhalefet var. Erdoğan ve Davutoğlu
Başkanlığı ve Hükümeti gasp ettikleri halde, kimse sokağa çıkıp bunu
tanımıyoruz demiyor.
*
Normal sağduyu ile bilinenlere dayanarak bu isyanın hiçbir akılcı
açıklaması yoktur.
Öte yandan isyan da isyana benzemiyor.
Bir yandan Bese Hozat isyanı ilan ediyor. Diğer yandan,
örneğin Cemil Bayık “Barış Süreci”nin yeniden başlaması için ABD’nin
arabuluculuğunu istiyor.
Bir yandan isyan edip de diğer yandan arabulucu arıyorsan
zaten blöf yaptığını ve kararsız olduğunu karşı tarafa itiraf ediyorsun
demektir.
Yani yenileceksin demektir. İsyanın temel kuralını ihlal
etmişsin demektir.
Bir yandan isyan ediliyor; diğer yandan Karayılan, henüz saldırmaya
başlamadık anlamında sözler ediyor.
Eğer isyan etmiş ve elindeki güçlerle karşı taraf kendini
toparlamadan saldırmıyorsan kendini yenilgiye zaten mahkûm etmişsin demektir.
İsyanın temel kuralı hücum, hücum, hücumdur. Karşı taraf yok
oluncaya kadar ilerle; ona soluk alma ve toparlanma fırsatı verme düsturunu es
geçiyorsun; tereddüt ediyorsun demektir.
*
Sırf isyanın kendi kuralları ve ilkeleri açısından bile
ortadaki isyan ciddiyetten uzaktır. Oyun oynar gibi isyan edilmektedir.
Ta Sümerlerden beri gelen; binlerce yıllık tecrübesi olan bu
devlet bu fırsatı kaçırmaz; bu hatayı affetmez.
*
PKK kanımızca tarihindeki en büyük yanlışı yapıyor. Tarihin
kendisine en elverişli koşulları sunduğu bir zamanda en akıl almaz yanlışları
yapıyor.
Biz şahsen neden böyle yaptığını açıklayamıyoruz.
Korkunç bir yenilgi kaçınılmazdır böyle giderse.
Eğer ağır bir yenilgi olmazsa, bu uluslar arası dengeler
sonucu olmayabilir belki. Erdoğan’ın herkesi karşısına itme yeteneğinin bir sonucu
olabilir belki.
Yani karşı tarafın daha büyük yanlışları bu yanlışı
bastırarak bir hezimeti engelleyebilir belki.
İnşallah yanılıyoruzdur.
İnşallah biz durumu yanlış değerlendiriyor; düşmanın gücünü
abartıyor; Kürt hareketinin gücünü olduğundan az görüyoruzdur.
*
Aslında biraz daha sabırlı ve akıllıca davranılsa gerçekten Ortadoğu
çapında bir devrime yol açabilecek koşullar olgunlaşıyordu.
Erdoğan, fiilen darbe yaptığını ilan etmişti. Bu yasadışı
iktidara karşı en geniş kitleler örgütlenebilir ve Erdoğan’a karşı biçimde, gerçekten
geniş kitlelerin iktidar araçları olacak demokratik organlar örgütlenebilirdi.
Erdoğan hedef alınarak, en geniş kesimler birleştirilebilir; burjuvazi ve
devlet tereddütte ve bölünmüş bırakılabilir; bu durumdan bir devrimci kabarış
çıkabilirdi.
Irak ve Suriye’deki elverişli koşullarla birlikte böyle bir kabarış
ve güç birden Ortadoğu çapında bir devrimin başlamasına bile yol açabilirdi.
Bütün bunları değerlendirmeden, sırf öncü ile isyan edip
ikili iktidar kurmaya kalkmak intihardır.
*
Tekrar edelim.
Seçim başarısı ile yeni bir durum değerlendirmesi yapmak
gerekirdi. Hala barış sürecini sürdürmek değil; zaten hiçbir zaman oluşmamış
barış sürecini sürdürmekten; bir ateşkesi sürdürme çizgisine geri çekilip;
oradan da Erdoğan’ın ve Hükümetin iktidarı gasp ettiği ve yasa dışına düştüğü
ve darbe yaptığı gerçeğinden hareketle; legal olanaklardan azami ölçüde
yararlanarak; uzlaşmaz bir muhalefetle son derece geniş bir cephe kurulabilir hatta
böyle bir cephenin öncüsü bile olunabilirdi.
Ve bu güce dayanarak Erdoğan’ın başında bulunduğu çete
iktidardan uzaklaştırılabilir; onu iktidardan uzaklaştırmanın sağlayacağı
olanaklarla hem Türkiye içinde; hem de Ortadoğu çapında dengeler
değiştirilebilirdi.
Bu tarihsel fırsatı kaçırıyor PKK.
Belki hala çok geç değildir.
PKK derhal tek taraflı ateşkes ilan etmelidir. Çatışmadan
kaçmalı; misilleme yapmamalıdır. Seçimlerden önceki pozisyonuna geri
dönmelidir. Hükümetin saldırıları legal alanda ve ittifaklarla boşa
çıkarılabilir.
Ateşkesi sürdürmek ve Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını ve Davutoğlu’nun
başbakanlığı gaspına karşı en geniş cepheyi kurmak çizgisine gelinmelidir.
Aksi takdirde yenilgiler ve acılar bekliyor
Kanımızca PKK tarihinin en büyük yanlışını yapıyor.
Tabii bizim görmediğimiz, bilmediğimiz başka güçleri varsa o
başka.
Demir Küçükaydın
17 Ağustos 2015 Pazartesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder