Bir partinin üye ve taraftarlarından
üyesi ya da taraftarı oldukları partiye oy vermemelerini istemek ilk bakışta
pek mantıklı görünmeyebilir, ancak aşağıdaki satırlar okunursa bunun üzerine
düşünmek gereken bir öneri olduğu görülecektir. Ayrıca bu öneriyi AK Partililere
yaptığımıza göre onların sağduyularına ve iyi niyetlerine bir güven olarak
görülmelidir.
Tabii sözümüz, belli bir
menfaat karşılığı olmadan AK Partiyi seven ve oy verenlere; yani ona oy veren
ve destekleyen büyük çoğunluğa.
*
AK Partililer AK Parti'ye oy
vermemelidir, çünkü AK Parti’ye verilen olar artık AK Partiye verilmemektedir,
çünkü Erdoğan AK Parti’yi tasfiye etmiş bulunuyor. Eski AK Parti ile Bugünkü AK
Parti aynı parti değildir.
Bir şeyin isminin aynı olması
cisminin aynı olduğu anlamına gelmez. Taze bir Armut da çürük bir armut da dışarıdan
farksız görünür. Ama armut içinden çürür. Aynı görünse de ikisi aynı şey
değildir.
Bunu yine bizzat İslam
tarihinden bir örnekle göstermeyi deneyelim.
Hz. Muhammet zamanında
camiler, Müslümanların ortaklaşa toplanıp aynı zamanda sorunları görüştükleri,
karar aldıkları meclislerdi. Yani aslında halkın kendi kendini yönetmesini
sağlayan organlardı. Zaten Cem, Cami, Meclis Arapçada hepsi aynı kökten gelen toplanma,
toplanma yeri vs. gibi anlamlara sahip sözcüklerdir.
Camide toplanan Müslümanlar o
zamanın oylama yöntemi ile (biat, kabullenme, onay verme) kendilerini yönetecek
insanları seçiyorlardı. Bir sorun olursa, camide tartışıyorlardı.
Örneğin Hz. Ömer halife iken,
bir gün cemaatten biri, Hz. Ömer’den şikâyet eder, ganimetten hepimize aynı
miktarda kumaş verilmesi gerekirken senin üzerindeki elbise çok daha büyük bir
parçadan yapılmıştır; sen kendine fazla almışsın der.
Bunun üzerine Ömer ne yapar?
Bu bir komplodur diyerek o Müslümanı derdest ettirip hapsa attırmaz. Zaten o
zamanlar bütün Müslümanlar eşit ve silahlı olduklarından, kimseye de bunu
yaptıramazdı.
Ömer, Müslümanların huzurunda
hesap verir aklanmaya çalışır. Oğlunu çağırır, oğlu, kendi hakkını babasına
verdiğini, onun bu sayede kendine elbiseyi diktirebildiğini açıklar. Bunun
üzerine şikâyetçi olan şikâyetini geri alır; özür diler.
İslam, öteki dünya için
değil, bu dünyadaki insanların ilişkilerine ve topluma bir düzen getirmek için
gelmiştir. Hazreti Muhammet veda hutbesinde, bundan sonra canınız, malınız
ırzınız emniyet altındadır der. Örneğin bundan sonra hepiniz cennetliksiniz
demez.
Öte yandan aynı demokrasiyi
orada da görürüz. Hz. Muhammet, Müslümanlardan razı mısınız diyerek,
yaptıklarını onaylayıp onaylamadıklarını sorar. Yani tıpkı, bir kongrede,
yaptıklarının hesabını verip aklanmasını isteyen bir eski yönetim gibi
davranır.
Yani İslam’ın doğuşunda, her
yerde, bir rıza alma, bir oylama görülmektedir. Yani bugünkü ifadeyle Allah’ın
eşit kullarının demokratik bir şekilde kendini yönetmesi söz konusudur. Cami
de, bugün Avrupa’da seçilen mahalli meclisler gibi özyönetim organıdır.
Maalesef Türkiye’de böyle organlar yoktur. Vali ve Kaymakamlar seçilmez,
merkezden atanır. Belediyeler ise bu ayıbı örmeye yarayan yetkisiz araçlardır.
Peki, bu arada bir nesil
içinde, Muaviye’nin iktidarı ile ortaya çıkan İslam’a bakalım.
Bir kere artık bütün
Müslümanlar silahlı değildir. Silah taşıma hakkı, silah gücü ve hile ile
halifeliği ele geçirmiş bulunan Muaviye’nin kapı kulu paralı askerlerindedir.
Camiler Müslümanların
birlikte tartışıp karar aldıkları kendilerini yönettikleri meclisler iken;
işlev ve yapıları değişmiştir. İslam’da din adamlığı olmamasına ve cemaatten
herhangi biri imamlık yapabilir olmasına rağmen; Şam’da yaşayan halifenin
görevlendirdiği imamlar ve onların vaazları; yani tek taraflı propaganda ve
merkezi idarenin emirlerini duyurmaları almıştır.
Camiler topluluğun
ilişkilerinin düzenlediği; tartışıp kararlar aldığı yerler iken; halifenin yolladığı
imamların öte dünyaya ilişkin hikâyeler anlattığı (Sanki gidip de dönen varmış
gibi) halkı örgütsüz ve kafadan gayrı müsellah bırakmanın araçlarına
dönüşmüştür.
Yani aslında İslam öte dünyaya
veya göğe ait; gerçek hayatla ilgisiz bir sorunmuş gibi koyulmuş; bu dünyanın
işleri Şam'daki sözde Halife ve onun devlet cihazına havale edilmiş; Müslümanlar
Allah’ın eşit kulları iken, devletin kulları haline gelmiştir.
Şimdi, Muaviye ve sonra
gelenlerin düzenine de İslam denmektedir; Hazreti Muhammet zamanın (Asrı Saadet)
İslam’ına da İslam denmektedir. Bunların isminin aynı olduğuna bakılıp cisminin
de aynı olduğu söylenebilir mi?
Hayır.
Bu ikisi birbirine tamamen
zıt İslamlardır. Birinin ismi İslam’dır diğerinin cismi.
*
Ancak burada gözden uzak
tutulmaması gereken bir nokta daha vardır. Biliniyor. Muaviye, Kuran’ı bayrak
yaparak Kuran’daki düzeni yıkmıştır. Bilindiği gibi Sıffin savaşında
yenileceğini anlayınca, askerlerine Mızraklarının ucuna Kuran yapraklarını
asmalarını söylemiş ve diğer Müslümanları kandırarak yenilgiden kurtulmuş;
sonra da hakem olayında hile ile kendini halife ilan ettirmiştir.
Yani aslında bir düzene karşı
olanlar ve onu yıkmak isteyenler bizzat o yıkmak istediklerinin sembollerini
ona karşı da kullanırlar.
*
Şimdi AK Parti’ye bakalım.
Bugünkü AK Parti ile dünkü aynı mı değil mi?
AK Parti’nin atası olan
Erbakan’ın partisi, İstanbul’da yoğunlaşmış olan ve ekonomik ve politik olarak güçlü
İstanbul gibi büyük şehirlerdeki sermaye karşısında Anadolu Sermayesinin
çıkarlarını savunmak için 60’lı yılların sonunda kurulmuştu.
O dönemde, Petro dolarlarla
Arap ülkeleri zenginleştiği ve bir Ortadoğu ve Arap pazarı ve sermayesi de epey
çekici olduğu için, Avrupa Birliğine karşı, Ortadoğu Pazarı; İslam Birliği,
Milli Ağır Sanayi gibi hedefleri bayrağına yazmıştı.
Ancak bu hedeflere bağlı
kaldığı sürece hiçbir zaman geniş bir kitle partisi olamadı. Sadece
koalisyonlarda bir ortak olarak yer alabildi.
Ancak 28 Şubat Post modern Darbesi,
bir bakıma yaşlı bir ağacın dallarını budama işlevi gördü. Erbakan’ın partisinin
kendini yenilemesinin; genç kuşağın yeni bir parti kurmasının yolunu açtı.
Bu yeni kuşağın önde
gelenleri bildiğimiz gibi Gül, Erdoğan, Arınç gibi isimlerdi. Kaldı ki bu
kamuoyunun bildiklerinden başka çok daha geniş bir eşitler koalisyonu olarak
kurulmuştu. Gücünü ve dinamizmini de buradan alıyordu.
Yeni Parti sadece gençlere
dayanmıyordu. Aynı zamanda programı da tamamen farklıydı.
Örneğin Erbakan, Avrupa
Birliği’ne karşı iken, AK Parti Avrupa Birliğine katılmayı ve Avrupa Birliğinin
kriterlerini gerçekleştirmeyi hedeflediğini ilan ediyordu.
Erbakan’ın partisinin esas
vurgusu sanayileşme ve ekonomi iken ve demokrasiyi ve demokratikleşmeyi pek
sorun etmez iken; AK Parti’nin esas vurgusu, demokrasi ve bu bürokratik devletin
egemenliğinden kurtulmaktı. İşkenceye sıfır tolerans, bürokratların
imtiyazlarının olmaması vs. esas vurguladığı konulardı.
Bu değişikliklerle, AK Parti,
90’lı yıllarda tüm gücü elinde toplayan ve sivil partileri ve parlamentoyu
iyice işlevsizleştiren Türkiye’deki devlet sınıflarını onların kendi silahıyla
vurma olanağı elde ediyordu. Devlet sınıfları Batılı olmaktan söz ediyorlardı;
şimdi Batı’nın demokratik kriterleri diyerek tamam o zaman batılı olalım demiş
oluyordu. Bunun üzerine batılılaşma hedefinin demokrasi aracılığıyla kendisine
karşı kullanılabileceğini gören Devlet sınıfları sefer doğucu olmaya
başlamışlardı; cepheler ters yüz olmuştu.
AK Parti bu değişiklikleri
yapınca, Devlet sınıflarının inkârcı ve baskıcı siyasetinden zetan rahatsız
olan ve Yeni Demokrasi Hareketi gibi partilerle bunu dışa vuran İstanbul’un büyük
sermayesi de AK Partiyi desteklemeye başlamıştı.
Bunun yanı sıra, belki oy
güçleri az olan ama entelektüel kapasiteleri büyük olan liberal aydınlar da AK Parti’yi
bu yeni programıyla desteklemişlerdi.
Keza en azından şehirlere
göçmüş ve orada tutunmaya çalışan Kürtler de, yani İşçilerin en alt kesimleri
de, en azından Kürt olarak ezilmeleri karşısında, İslam ortaklığına sığınarak
dolaylı yoldan bir eşitlik kazanabilmek için AK Parti’yi desteklemişlerdi.
Ve nihayet, sınıf
içgüdüleriyle geniş Türk işçi sınıfı kesimleri de hem demokratik hedefleri hem
de işçilerin Kürt Türk bölünmesine biraz olsun son verebilmek için, AK Partiyi
destekledi.
Böylece Türkiye’nin
işverenleri ve işçileri çok geniş bir cephe kurarak; ekonomik krizin iyice
küçülttüğü iktidar partilerini ve yüzde on barajının da sağladığı olanakla tasfiye
ederek iktidar olabildi.
Ama AK Parti’nin hükümeti
kurması ile gerçekten iktidar olması arasında uzun bir zaman ve mücadele gerekti.
Bu savaşta, devlet sınıfları arasında bu işin böyle gidemeyeceğini gören kesimlerin
desteği ve fiili işbirliği ile darbeler vs. Atlatılarak 2007’de AK Partisi
kesin iktidarını kurabildi.
Şimdi o AK Parti ile bugünkü AK
Parti’ye bakalım. Aynı parti mi değil mi?
Birincisi, programını fiilen
değiştirmiş bulunuyor. Daha çok demokrasi ve özürlük; Avrupa Birliği Kriterleri
yerine, hedef olarak Türklük ve Sünni İslam vurgulu, emperyal hayaller almış
bulunuyor.
Hem ülke içinde, hem dış
politikada, Alevilere ve “laik yaşam tarzındakilere” güven vermeye çalışan;
tarafsız olmaya çalışan politikaların yerini; açıkça onlara karşı bir tavır
almış bulunuyor. Dış politikada, Sünni İslam ve onun çeşitli versiyonlarına
dayanan parti ve gruplar destekleniyor.
İlk zamanlarında AK Parti, Türkiye’nin
liberalleri, demokratları ile ittifak içinde iken; bugün onları karşıya itmiş
düşman gören bir AK Parti var.
O zamanlar Ak Partililer, hem
tecritten kurtulmak için; hem de programlarının ve haklılıklarının gücüne
inandıkları için, tüm toplum kesimleriyle tartışma ve diyalog isterlerken; dışa
açıklarken, bugün sadece kendi televizyonlarını seyreden; kendi gazetelerini
okuyan kendi içine kapalı bir kasta dönmüş, içe kapanmış bulunuyor.
O zamanlar, AK Parti’de
Erdoğan eşitler arasında birinciydi. Hatta iki tane birinci vardı: Erdoğan ve
Gül.
Hâlbuki bugün, Erdoğan üç
dönem kuralını araç yaparak, bütün diğer eşitleri; kendisiyle göz hizasından
konuşup eleştirebilecekleri tasfiye etmiş; kendisine maddi veya mevki olarak
bağımlılardan oluşan bir ordunun (danışman, mebus, bakan, atanmış yüksek memur;
ihale verilmiş inşaatçı vs) etkisiz figürleriyle Parti yönetimini, Meclisi
tamamen kendi egemenliğinin basit bir aracına dönüştürmüş bulunuyor.
Bir zamanlar ki ilk
kurucuların belki hala bir manevi ağırlığı olabilir ama fiili ve canlı örgüt ve
siyaset yaşamından dışlanmış bulunuyorlar. Karar mevkilerinin hepsinde Erdoğan ve
ona bağımlı adamlar bulunuyor.
O zamanlar AK Parti toplumun
Sünni Müslümanlığa uzak kesimlerine bir güven verme; onların korkularını izale
etme politikası izlerken ve bu sayede onların geniş kesimlerinden de destek
alırken; bugün onlara karşı tehditkâr ve düşmanca bir politika izliyor.
O zamanlar AK Parti,
Demokratikleşme yönünde, derine inmese de vitrin düzeyinde bile olsa birtakım
değişiklikler yaparken, Terörle mücadele yasası ve diğer birbiri peşi sıra
gelen yasalarla yurttaşların özgürlüklerini kısıtlayıcı bir çizgiye geçmiş bulunuyor.
O zamanlar, Ezilen alt ve
yoksul sınıfların milli gelirden aldıkları pay yükselirken, son yıllarda bu
yükseliş durmuş, tekrar zengin yoksul farkı açılmaya başlamış bulunuyor.
Bütün bu değişimler ile
Erdoğan’ın AK Parti ve Devlet içindeki konumunun güçlenmesi arasında bir bağlantı
olduğu en kör gözün bile dikkatinden kaçamaz. Erdoğan güçlendikçe, eski
politikalar terk edilmiş; eski yapı adım adım tasfiye edilmiştir. Eğer HDP
yüzde onu geçemez de Erdoğan bakanlık yetkileri de alırsa, AK Parti’nin bu
tasfiyesi, parlamento’nun tasfiyesiyle birlikte tamamlanacak; Parti ve Devletin
iç içe geçtiği; devletin yasama, yargı ve Yürütme güçlerinin Erdoğan’ın elinde
toplandığı bir diktatörlük rejimine geçilecektir.
O zaman AK Parti, tıpkı
Putin’in partisi gibi Erdoğan’ın diktatörlüğünün tam anlamıyla basit bir
aracına dönüşecektir. O zaman belki şimdi AK Parti’ye oy verenler uyanacaktır
ama çok geç olacaktır.
Özetle, Erdoğan’ın yükselişi
ile birlikte tüm politikalar tersine dönmüş bulunuyor.
Aslında AK Parti’yi AK parti
yapan politikaların hiç birinin Erdoğan’ın politikaları olmadığı bugün daha net
olarak görülüyor. Erdoğan yoldaşlarının başarılarının rantını yemektedir.
İki örnek verelim. En çok
övünülen ekonomik durumun iyi gitmesi aslında Derviş’in yaptığı ve belirlediği
programın uygulanmasıdır. Erdoğan iktidarının ilk yıllarında Derviş’in
belirlediği politikayı uygulayanlara bile dokunmamış; sonra atadığı kadrolar da
o politikaları sadakatle uygulamışlardır. Erdoğan karışmadığı sürece işler
yolunda gitmiştir. Ama Erdoğan’ın karıştığı her yerde ve noktada, işler ters
yüz oymuştur. En son faizler tartışması bunu göstermiştir. Erdoğan’ın her
konuşması, Dolar’ın yükselişini getiriyordu.
Dış politikada da aynıdır.
Avrupa Birliği’ne girme, Kıbrıs’ta yumuşama, Ermenistan’la ilişkiler gibi
komşularla ilişkileri yumuşatan bütün önceki açılımların Gül’ün politikaları
olduğu bugün daha iyi görülmektedir. Erdoğan nereye el attıysa sürekli bir uçtan
diğerine savrulmuştur. Hafız Esat ile Aile Muhabbetinden düşmanlığa geçmiştir.
Aile Muhabbeti varken de Sedat bir diktatördü. Ama o zaman Suriye dağılır da
ben bu pastadan ne kadar kaparım emperyal hayalleri depreşmemişti.
Aslında Erdoğan son derece kısa
görüşlü, birikimsiz bir politikacıdır. Talih yüzüne gülmüş ve bir mirasa
konmuştur. Ve o mirasa dayanarak kendi egemenliğini kurmaya çalışmaktadır.
Başarısızlığının ve dar görüşlülüğünün
en tipik örneği Gezi’dir. Gezi’yi yaratan ne "Faiz Lobisi", ne de "Ergenekon"
veya "Paralel Devlet"tir; bizzat Erdoğan’ın kendisidir.
İstanbul’un her yerinin
betonlaştırılmasına, kentsel dönüşümdeki yağma ve keyfiliğe; her yere alışveriş
merkezi, rezidans, gökdelen, yapılmasına; gelen ucuz dövizlerin inşaat denen üretici
olmayan sektörde yok olmasına tepki duyan genç İstanbullular Taksim Gezi’sinin
ağaçlarının kesilmesine karşı demokratik haklarını kullanarak, hiçbir şiddet
unsuru olmadan bir direniş göstermeye, kamuoyunun dikkatini çekerek onları
yanlarına almaya, çoğunluğu kazanmaya çalışıyorlardı. Bu her uygar ülkede,
herkesin hakkı olacak son derece demokratik, meşru bir yoldur.
Erdoğan’ın bu direnişler
karşısında, Gül gibi davrandığını var sayalım. Yani Gençlerin bu direnişini ve
protestosunun ülkenin modernleşmesi ve demokratikleşmesinin bir nişanesi olarak
görüp; onlarla diyaloga girdiğini; Taksim’in ne olacağına tartışmalarla en iyi İstanbulluların
karar verebileceğini söyleyebilirdi. Bu takdirde, gezi olayları olmazdı. Hatta
Erdoğan tavan yapar, yüzde yetmiş oy oranlarına bile ulaşabilirdi. Çünkü birkaç
ay önce, “barış süreci” başlamış; Öcalan Newroz’da mesaj yollamış; toplum
gevşemişti.
Peki, Erdoğan ne yaptı?
Bu gençleri düşman olarak
gördü. Onların üzerine şiddet araçlarıyla gazla, akreplerle yürüdü. Bunu öylesine
hayâsızca yaptı ki, sonunda o insanlar patladı.
Sonra da kendi yaptıklarının
sonucunu Faiz lobisi gibi komplo teorileriyle açıklamaya çalıştı.
Aynı durum Suriye için de
geçerlidir. Yeni Osmanlıcı hayallerle Suriye’den bir şeyler koparmayı
amaçlamasa ve Sünni grupları desteklemese; siyah vermese; sadece laik ve
demokratik bir muhalefeti desteklese; Suudi Arabistan ve Katar gibilerin şeriatçıları
desteklemelerine karşı çıksa; Suriye’deki diğer azınlıklar hatta bizzat Esat’ın
etrafı onu terk eder; milyonlarca insan sürülmez ve çoktan Suriye’de halkın
kendi gücüyle Esat’ı uzaklaştırmış olurdu.
Peki, bu Erdoğan nasıl odu da
“Kürt Sorunu”nda “Barış Süreci”ni başlattı?
Çünkü bu bütün diğerleriyle
çelişiyor.
Bugün bunu niye başlattığı
daha iyi görülmektedir. Aslında “Barış Süreci”nde fiili hiçbir adım atılmamış
olmasının da nedeni daha açık görülmektedir.
Erdoğan’ın “Barış Süreci”ni
başlatması bütünüyle Başkanlık hesabıyla ilgilidir. Bu sorunu çözer gibi
yaptığı takdirde, kendisine başkanlığı getirecek yüksek oyu tutturacağının
hesabını yapmıştır. Yani tek olumlu gibi görünen politikası aslında, Başkanlık
hedefine ulaşmak için bir taktik geri çekilme ve manevradan başka bir şey
değildir. Yani aslında Baykan olduğu gün savaş başlayacak; çünkü ona ihtiyacı
kalmayacak demektir. Zaten bu politikanın kendi işine yaramadığını; aksine
HDP’nin işine yaradığını görünce, Dolmabahçe’de kabul edilip imzalanmış
anlaşmayı yırtıp atmış bulunuyor. Şu an savaş başlamadı ve cenazeler gelmiyorsa,
bu PKK gerillalarının ısrarla çatışmadan kaçmaları sayesindedir. (Bazı komutan
ve birliklerin bu politikaya alet olmak istememelerinin de bir rolü olabilir.)
*
Toparlarsak, bugünkü
Politikalar AK Parti’yi AK Parti yapan, Erdoğan’ın geniş yoksul kesimlerin
gönlünde yer almasına yol açan politikalar değildir.
Erdoğan bugün rantını yediği o
politikaların mimarı da değildi. Sadece onların mirasını yedi ve bir şeye
karışmadığı sürece işler iyi gider göründü.
Aslında üç dönem kuralının en
başta uygulanması gereken kendisidir.
Çünkü bu kural, son duruşmada,
devletin ve iktidarda bulunmanın yozlaştırıcı etkilerine karşı bir tedbir
olarak düşünülmüştü. Bunu sadece kelime olarak alıp, milletvekilliği ile sınırlamak,
aslında üç dönem kuralının içini boşaltarak, diğer eşitleri bir tasfiye aracına
dönüştürmekten başka bir anlama gelmez. Yani Erdoğan Cumhurbaşkanlığına geçer
kendini Üç dönüm kuralından kurtarmakta, kendine bir imtiyaz sağlamakta ve yine
o kurala dayanarak AK Parti içinde kendisine söz söyleyecek kimseyi
bırakmamaktadır.
Aynı hedefe varmak için de
yüzde onu kullanmayı deneyecektir. Yüzde on barajını kullanarak HDP’nin barajı
aşamaması halinde o oyların kendine sağlayacağı vekillerle, başkanlığını ilan
etmek. Bu sefer bu oyunu bozma olanağı var
Özetle. Birkaç fırça darbesiyle
gösterildiği gibi, bugünkü AK Parti 2002’de seçimleri kazanan ve 2007’ye kadar giderek
artan bir destek alan AK Parti değildir.
Bugünkü AK Parti, Erdoğan’ın diktatörlük
ve tek adam hedefinin basit bir aracına dönmüştür. Erdoğan aslında AK Parti
içinde bir darbe yapmış bulunuyor. Üç dönem kuralı bir darbenin aracı olmuştur.
AK Parti'ye verilecek oylar
AK Parti'ye değil, Erdoğan’ın diktatörlüğüne verilmiş olacaktır.
AK partiye oy vermeyerek AK
Partiye oy verebilirsiniz. Ancak o zaman AK Partiyi Erdoğan’ın tasallutundan
kurtarma olanağınız ve olasılığınız olabilir.
Bunun için en kestirme yol
HDP’ye oy vererek Erdoğan’ın kendisini ve kendisiyle birlikte tüm toplumu ve bölgeyi
felakete sürükleyecek tek adam diktatörlüğü hayallerine son vermektir.
Eğer HDP’ye oy vermeye
gönlünüz el vermiyorsa, hiç olmazsa seçim sandığına gitmeyin. Böylece HDP’nin
yüzde onu aşması için gereken mutlak sayının düşmesine ve yüzde onu aşmasına
katkı yapabilirsiniz. Hem de Erdoğan’ın politikalarına karşı pasif de olsa
protestonuzu ifade etmiş olursunuz.
Demir Küçükaydın
22 Mayıs 2015 Cuma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder