Yukarıdaki başlığa bakarak kelimelerle oynadığımız
sanılmasın. Gerçekten de sorun “Kürt Sorunu” değildir. Sorunun böyle
tanımlanması ne demokratiktir ne de bilimseldir. Sorunun bilimsel olarak doğru
tanımlanması, onu Türk Sorunu olarak
tanımlamaktan ve buna uygun somut bir programdan geçer.
Sorunların nasıl tanımlandıkları ve adlandırıldıkları ile
nedenleri ve çözümleri arasında her zaman derin ve zorunlu bir ilişki vardır.
Örneğin sorunu “Doğu”, “Güneydoğu” veya “terör” olarak
tanımlama veya adlandırma sadece basit bir adlandırma sorunu değil, aynı
zamanda nedenlere ilişkin bir tanımlama ve sonunun çözümüne ilişkin bir program
anlamına gelir. Örnekteki adlandırmaların temel yanılgısı, politik bir sorunu ekonomik, idari, hukuki veya asayiş sorunu
olarak kategorize etmesindedir. Ama politik bir sorunu politika dışı bir
sorunmuş gibi tanımlamanın ve adlandırmanın kendisi bizzat bir politik tavra,
çizgiye ve programa karşılık düşer.
Erdoğan’ın “Kürt sorunu yoktur” demesi, aslında sorunu
politik bir sorun olarak tanımlamaktan; sorunu ekonomik, idari veya kriminal
bir sorun olarak tanımlamaya, yani doksanların anlayışına bir geri dönüş
anlamını taşımaktadır.
*
Ancak sorunun politik bir sorun olarak tanımlanmasını kabul
etmek, bu politik sorunun nasıl çözüleceğine ilişkin aynı programda anlaşıldığı
anlamına da gelmez.
Sorunu “Kürt Sorunu” olarak tanımlamak, iki farklı açıklama
ilkesi ve iki farklı programa denk düşer.
Birincisi, Kürt Sorunu’nu ulusun tanımına ilişkin bir sorun
olarak değil; bireysel özgürlükler sorununa ilişkin bir sorun olarak
tanımlamaktır.
Yani bu yaklaşımda ulusun Türklükle tanımlanması sorun
olarak görülmez; sorun olarak görülen, bireysel özgürlüklerin darlığıdır.
Bu yaklaşımla, çözüm: ulusun (politik olanın; devletin) Türklükle
tanımlanmasına devam edilmesi; resmi dilin Türkçe olması ama devlet
hizmetlerinde insanlara gerekirse ana dillerinde hizmet sunulması; ana dilin ek
ders olarak okutulması; ama okullarda Türk tarihi veya Türklük açısından
yazılmış tarih kitaplarının okutulmaya devam edilmesidir. Keza aynı şekilde
özelden veya ek olarak, Kürt tarihi okumak da serbest olur.
Avrupa Birliği’nin çözümü budur. Örneğin Almanya’daki
Türklerin durumu ve hakları aşağı yukarı budur.
Bu yaklaşıma göre, bu haklar tanındığında, “Kürt sorunu”
hallolmuş sayılır ondan sonra hala “Kürt Sorunu”ndan söz etmek, sorunun örneğin
artık bir “Terör sorunu” olduğu noktasına tekrar bir geri dönüş hakkını verir. Türkiye
hukuken ve uygulamada, Avrupa Birliği’nin bulunduğu bu noktadan çok uzak
olmakla birlikte, Erdoğan ve AKP, uygulamada sorunlar olabileceğini kabul
etmekle birlikte, esas olarak bu hakların sağlandığını düşünmekte ve bu nedenle
de “Kürt sorunu yoktur” demektedir.
*
Sorunu Politik olarak görme ve “Kürt sorunu” olarak
tanımlamanın programatik olarak tamamen farklı sonuçlar veren ikinci bir biçimi
daha vardır.
Bu ikinci anlayışın dayandığı gizli varsayım, ulusların
dillere göre (kültür, tarih, din, ırk bile de olabilir) tanımlanmış politik
birimler olduğu ve her ulusun bir devleti
yani bir politik birim olması
gerektiği varsayımıdır.
Bu politik birim başka bir politik birimle bir arada
yaşamayı seçebilir. Ama bu seçim hakkı kendisinindir.
Kürt Özgürlük Hareketi ve Türk Sosyalistleri sorunu böyle koymaktadırlar.
Örneğin Türk sosyalistleri “Ulusların kendi kaderini tayin
hakkı” derken veya sorunu “Kürt Sorunu” olarak tanımlarken, Türkiye’de ulusun
Türklükle tanımlanmasında bir sorun görmemektedirler; sorunu; Kürtlerin de bir
ulus olarak tanımlanmaması ve tanınmamasında görmektedirler.
Yani Türk sosyalistleri ve Kürt Siyasal Hareketi, aynı ulus
anlayışına sahiptirler: uluslar esas olarak dillerle (dinlerle, tarihle vs.) tanımlanan
birimlerdir ve her ulusun bir devleti olması veya bir politik birim olması
gerekir. “Statü” veya “Tanınma” derken bu kast edilmektedir. Kürt Ulusal
hareketi ile Türk Sosyalistleri’nin Kürt Sorunu’nun çözümünden anladığı budur.
Dolayısıyla programı da böyledir: Kürtlerin veya Kürt
ulusunun, bir politik birim olarak Türkler ve onların devleti tarafından tanınması.
Ve her ikisi de Türklere, “tanımaktan korkmayın, Kürtler
(Kürt ise, “bizler”) ayrılmayı zaten düşünmüyor
(“düşünmüyoruz”); ama korkar da tanımazsanız bu durumda Kürtlerin ayrılmasını
isteyenler güç ve ağırlık kazanır; “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan
olursunuz” diyorlar.
Dikkat edilsin, bu program ve anlayış, Türk milliyetçiliği ile çelişmez.
Milliyetçilik, yine bizzat milliyetçiler tarafından, başka
milletlerin varlığının veya haklarının tanınmaması, reddedilmesi olarak
tanımlanır.
Ama bu milliyetçilerin milliyetçilik tanımıdır. Çünkü bu
tanım aracılığıyla akıllı ve uzun vadeli düşünen milliyetçiler (yani fiiliyatta
sosyalistler) bu tanım aracılığıyla, inkârcıları ve faşistleri milliyetçi
olarak tanımlayıp; kendilerinin milliyetçi olmadığını söyleme imkânı bulurlar.
Milliyetçilik kavramının pejoratif anlamından kendilerini soyutladıklarını
düşünürler.
Hâlbuki başka milletlerin varlığını ve haklarını tanıma
milliyetçilikle çelişmez, aksine tam da milliyetçilik bunu gerektirir. Çünkü
milliyetçilik, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini kabul etmek ve
savunmaktan başka bir şey değildir. Marks’ın “ezen bir ulus özgür olamaz”; Lenin ve Wilson’un “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, özetçesi
her millete bir devlet, tam da milliyetçiliğin ilkeleridir.
Yani Kürtlerin ayrı bir ulus olarak tanımlanması ve
tanınması, ne genel olarak milliyetçilikle ne de Türk milliyetçiliği ile
çelişmez, hatta aksine, akıllı ve uzun vadeli çıkarlarını düşünen ve savunan
bir Türk Milliyetçisi Kürtlerin ayrılma hakkını savunur. Savunur ki, araya kan
davası girmesin ve iki ayrı birim (ulus) olarak birlik oluşturabilsinler.
O halde, Türk sosyalistleri aslında akıllı Türk
milliyetçileridirler. Çünkü ulusların dillere (dinlere, kültürlere de olabilir)
göre oluşan birimler olduğu ve olması gerektiği ve her ulusun bir politik birim
oluşturduğu noktasında Kürt milliyetçileriyle kategorik olarak aynı
kavrayıştadırlar.
O halde bunların programı, çok açıktır: Kürtlerin ve
Türklerin birer ulus, dolayısıyla da her ulusun devlet hakkı olduğundan ayrı
politik birimler olarak var olması; ama bu ayrı politik birimlerin kendi
kararlarıyla birlikte olmaları.
Bugün Türkiye’de yukarıdaki iki programın mücadelesi
görülmektedir.
“Barış Süreci” denen şey yukarıdaki iki farklı programın
diğerini tecrit etme ve köşeye sıkıştırma mücadelesinden başka bir şey
değildir.
*
Ama bizim savunduğumuz bir üçüncü program daha vardır.
Bu programın henüz hiçbir politik ifadesi ve örgütü yoktur.
Şimdilik kendini sadece teorik ve programatik olarak ifade edebilmektedir; bir düşünce
akımı haline bile gelememiştir. Diğer programlar ve ulusçuluklar, bu program ve
ulusçuluğa karşı mücadelede, stratejik çıkar ortaklığı içindedirler. Çünkü bu
onların var oluş temelini; dayandıkları temel paradigmayı sorgular.
Bu anlayışı ve programı kısaca açıklayalım.
Bu anlayışla, ulusçuluk, ulusal
olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmak veya kabul etmek olarak
tanımlanır.
Ulusçuluk böyle tanımlandığında, Sosyalistlerin savunduğu
Enternasyonalizm’in bile bir ulusçuluk olduğu ortayla çıkar. Çünkü
Enternasyonalizm, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini sorgulamadığı
gibi savunur.
Ama ulusçuluk ulusal
olanla politik olanın çakışmasını kabul etmek ve savunmak olarak tanımlandığında
(ki bu ulusçuluğun bilimsel ve sosyolojik tanımıdır denebilir) ulusal olanın ve
politik olanın ne olduğu ve nasıl
tanımlandığı gibi bir soru ortaya çıkar.
Politik olan esas olarak devleti tanımlar.
Ulusal olana gelince işler orada karışır.
Gerek Kürt Siyasal Hareketi gerek Türk sosyalistleri ulusal
olanı, bir dille, dinle, tarihle, kültürle tanımlarlar veya ulusların böyle
birimler olduğu veya olması gerektiğini düşünürler ve savunurlar.
Ama bu tam da gerici ya da karşı devrimci ulusçuluğun ulus
ve ulusçuluk anlayışıdır.
Çünkü ulusu böyle tanımlamayan ve böyle tanımlamayı reddeden
uluslar ve ulusçuluklar da vardır.
Örneğin Amerikan ulusu böyle bir ulustur. Dil, din, tarih,
ırk, soy, bunların Amerikan ulusunda hiç bir politik anlamı yoktur. Ulus bir
takım yurttaşlık haklarıyla, hukuki haklarla tanımlanmıştır ve bu hakların başında
da bunların politik bir anlamının olmaması gelir; yani devletin bunlarla
tanımlanmaması; kimsenin dili, dini, soyu nedeniyle eşitsiz bir durumda
olmaması gelir.
(Şimdi böyle bir demokratik denebilecek Amerikanvari bir
millet anlayışını ve milliyetçiliği savunmayıp da milletlerin dili, dini,
tarihi vs. olan birimler olduğunu savunmak karşı devrimci ve gerici bir
milliyetçilik anlamına gelir. O halde, bu anlayışı savunan bütün Türk sosyalistleri
sadece milliyetçi değildirler; aynı zamanda karşı devrimci, gerici bir
milliyetçiliği kabul ederler ve savunurlar.)
Bu daha demokratik, ulusu bir dille, dinle, soyla, ırkla
tanımlamayı reddeden; böyle tanımlamaya karşı tanımlayan milliyetçilik şöyle
bir programa tekabül eder: ulusun Türklükle veya Kürtlükle tanımlanmasını
reddetmek ve buna son vermek. Yani ister Kürtlük, ister Türklük olsun, bunların
herhangi bir politik anlamının olmasının reddi; ulusun ya da politik olanın Türklük
veya Kürtlükle tanımlanmasının ve tanınmasının reddi.
Bu somut olarak şu anlama gelir: herkesin istediği dili ana
dil olarak seçme ve ana dilinde eğitim hakkı (dikkat edin ana dili öğrenme
hakkı değil, ana dilinde eğitim hakkı). Ama herkesin ana dilinde aynı tarih kitabını
okuması. Yani ne Türk, ne Kürt tarihi olmayan Kürtlerin ve Türklerin tarihi
olmadığına dair anı tarih kitabını okuması. Bunun mantıki bir sonucu da dil
politik bir anlama sahip olmadığından ve olamayacağından, bir köyün bile
isterse ayrılabileceği bir âdemi merkeziyetçilik; ama bu ayrılabilenin
kendisini bir dille, dinle vs. ile tanımlama hakkının reddi. Yani herhangi bir
özerk bölge veya köy, biz bu köyde herkes Türk’tür o halde Türk tarihi
okutacağız diyemez. Dediği an Demokratik Cumhuriyet’in orduları oraya girer ve
politik olanı bir dille tanımlamaya kalkan bu karşı devrimci girişimi ezer.
Tıpkı Amerika’da güney eyaletlerinde, biz siyahlara beyazların haklarını
tanımıyoruz diyenlere ABD federal ordusunun yaptığı gibi.
Tabii böyle bir program ve anlayış, sorunu “Kürt sorunu”
olarak değil, Türk Sorunu olarak
görür. Çünkü “Kürt Sorunu” denen sorun, “Türk sorunu” olduğu için vardır. Çünkü
ulusun Türklükle tanımlanması esas sorundur.
Ulus Türklükle tanımlandığı için, yani bir dil, tarih, hatta
ırk ile tanımlandığı için başka diller böylece baskı altına alındığı için “Kürt
sorunu” vardır.
Örneğin herkesin ana dilinde eğitim hakkı olduğu; okullarda
Türk Tarihi değil de tüm dillerden, dinlerden kültürlerden vs. insanların bir
araya gelerek yazığı bir tarih kitabı okutulan; Türklüğün hiçbir politik
anlamının olmadığı; bir takım taraftarlığı gibi politika dışı bir anlamı olduğu
bir demokratik cumhuriyette Kürt Sorunu da olmazdı. Öyle bir ülkede Kürt
Sorunu, ulusu bir dille tanımlama sorunu olurdu ki, bu karşı devrimci bir
hareket olarak var olabilirdi.
Peki, sorun Türk sorunu, (yani ulusun bir dille, tarihle,
dinle tanımlanması sorunu) olarak tanımlanınca bunun çözümüne nasıl bir
stratejiyle ulaşılabilir?
Bu programa ise ancak, bugün var olan Türk ulusunun yani Türklerin
çoğunluğunun ulusun Türklükle tanımlanmasını reddetmeleri ile ulaşılabilir.
Yani Türklerin ulusu Türklükle tanımlamayı reddeden birer demokrata dönüşmeleri
gerekmektedir. Ancak böyle Türk sorunu
çözülebilir.
O halde bu program, yani Türk sorununu halletmeye yönelik
bir program; stratejik olarak, Türklerin
Türklükle mücadelesini hedefler; Türkleri birer Türk milliyetçisi olmaktan
çıkarıp; ulusun Türklükle veya benzeri bir şekilde tanımlanmasını reddeden
demokratlara dönüştürmeyi hedefler.
Dikkat edilsin bu program, birinci ve ikinci program ve
anlayıştan temelden farklıdır.
·
İnkârcı ve doksanlarda egemen olan program,
sorunun politik olduğunu reddeder. Adlandırması buna uygundur. Doğu sorunu,
Terör sorunu vs.
·
Bugün egemen olan programlar, sorunun politik olduğunu
kabul ederler. Buna uygun olarak adlandırmaları Kürt Sorunu’dur.
·
Ama bizim savunduğumuz program, sorunun politik
bir sorun olmasını sorun eder. Yani sorun bir politik sorun olmaktan
çıkarılmalıdır der: Dolayısıyla sorunu ulusun nasıl tanımlandığında görür. Bunu
vurgulamak için de Türk sorunu olarak
adlandırır.
Sorunu “Kürt sorunu” olarak tanımlayan programlar ulusun
örneğin bir dille tanımlanmasında sorun görmezler. Ama bu program tam da sorunu
burada görür.
*
Bu iki farklı adandırma ve programın iki farklı milliyetçilik
anlamına geldiği açıktır.
Ulusu bir dille, dinle, etniyle, tarihle, soyla, ırkla
tanımlamayı ve böyle tanımlanmış politik birimleri reddedenler de ulusçudurlar
ama bunlar var olan en ileri biçimi ABD’deki gibi “demokratik ulusçu”durlar.
Çünkü bu, ulusçuluğun ilkesi olan, politik olan ile ulusal olanın çakışması
ilkesini reddetmemekte, savunmakta, ama ulusal olanı dille, dinle, soyla,
ırkla, vs. tanımlamayı reddetmektedirler. Biz buna diğerinden farkını koymak ve
nispeten ilerici yanını vurgulamak için “demokratik ulusçuluk” diyoruz.
Şimdi Türkiye’deki politik akımlara ve olaylara böyle
bilimsel kavramlarla baktığımızda, örneğin Türk sosyalistlerinin demokratik bir
ulusçuluğu bile savunmaktan uzak olduğu; her birinin karşı devrimci bir
ulusçuluk anlayışını savunduğu ortaya çıkar.
O zaman Türk sosyalistlerinin, sorunu “Kürt sorunu” olarak tanımlarken, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” için Kürtleri desteklerken; “ezen bir halk özgür olamaz” deyip Kürt
hareketini desteklerken; bugünün Türkiye’nin politik mücadeleleri içinde,
muhalif ve ilerici bir pozisyonda bulunmakla birlikte, aslında gerici, karı
devrimci bir ulusçuluğun savunusunu yatıkları; daha akıllı ve uzun vadeli
çıkarları savunan bir Türk ulusçuluğu yaptıkları; izledikleri program ve
politikanın sosyalist olmak bir ana gerici bir milliyetçiliğe karşılık düştüğü
görülür. (Kişi olarak çoğunun demokratik özlemleri olması başka bir sorundur)
Peki, karşı devrimci ulusçuluğu savunmayan; yani akıllı bir
Türk milliyetçisi olmayan bir politika ne olabilir?
Ulusu Türklükle tanımlamayı reddeden, buna karşı mücadele eden; sadece Türklükle değil, aynı şekilde bir dille, dinle, tarihle tanımlamayı reddeden bir program demokratik sıfatına layık olur. Bu da bir ulusçuluktur ama Türk ulusçuluğu değil demokratik bir ulusçuluktur.
Ulusu Türklükle tanımlamayı reddeden, buna karşı mücadele eden; sadece Türklükle değil, aynı şekilde bir dille, dinle, tarihle tanımlamayı reddeden bir program demokratik sıfatına layık olur. Bu da bir ulusçuluktur ama Türk ulusçuluğu değil demokratik bir ulusçuluktur.
Böyle bir ulusçuluk veya program, elbette sorunu Kürt sorunu
değil, Türk sorunu olarak tanımlayacaktır.
Demek ki, “Kürt Sorunu yoktur” önermesi, “Kürt Sorununu”
politik bir sorun olarak görmeyi reddetme anlamına geldiği ve gelebileceği gibi;
ulusun, yani politik olanın Türklükle, bir dille, tarihle, tanımlanmasını sorun
olarak görme, yani Türk Surunu öne çıkarma anlamına da gelebilir ve gelmelidir.
O halde demokratlar, sorunu “Kürt Sorunu” olarak değil; Türk
sorunu olarak tanımlamalıdırlar.
Hemen buradan anlaşılacağı gibi, Türkiye’de henüz demokrat
yok ve demokratik bir hareket de yok.
Kürt Siyasal Hareketi. Sorunu Türk Sorunu olarak
tanımlayamaz. Böyle yapmaya kalkması, yanlış anlamalara yol açar.
Ama sorunu Türk sorunu olarak tanımlayan, Türkleri Türklükle mücadeleye çağıran bir hareket Türkler arasından çıkabilir ve çıkmalıdır.
Ama sorunu Türk sorunu olarak tanımlayan, Türkleri Türklükle mücadeleye çağıran bir hareket Türkler arasından çıkabilir ve çıkmalıdır.
Buna en yakın insanlar sosyalistlerdir. Ama var olan
sosyalist örgütler, yapılar, çevrelerin hepsi, bu programın, bu anlayışın,
böyle bir tartışmanın gündeme gelmesinin önünde bir engeldirler. Çünkü bu
programın ve anlayışın tartışılması kendi var oluşlarını tehlikeye düşürür.
Yüzlerindeki bütün sosyalist ve demokratik makyajın akmasına ve gerçek karşı
devrimci niteliklerinin görülmesine yol açar
Böyle bir hareket çıktığı takdirde, demokratik bir
ulusçuluğa doğru evrim geçirme potansiyeli taşıyan Kürt özgürlük hareketinin
kendini aşmasının kapısını açabilir ve ona bir örnek oluşturabilir.
Buradan tüm Ortadoğu’nun hatta dünyanın kurtuluşuna giden
bir yola girilebilir.
Ulusu bir dille, dinle tarihle, soyla tanımlamayı
reddettiğinizde, elinizde tanımlamak için, kala kala bir coğrafya ya da toprak
parçası kalır.
Ama bu da pek ala bir refah şovenizminin aracı olabilir. Demokratik
bir ulusçuluğun yeryüzünden imtiyazlılığı yok etmek değil; imtiyazlılar arasına
katılmak gibi bencil bir sonucu da olabilir.
Ama böyle bir ulusçuluk, pekâlâ, ulusu bir toprak parçasıyla
tanımlamayı reddetmeyi de içerir. Çünkü bir tek köy bile ayrılabiliyorsa,
dünyanın herhangi bir yerindeki bir tek köy bile sizin demokratik ilkelerinizi
kabul ettiği takdirde birleşebilir de. Onun birleşme isteğini reddetmeniz,
sizin imtiyazlarınızı korumanız anlamına gelebilir.
Son aylarda, dünyanın farklı yerlerindeki IŞİD benzeri örgütlerin,
Bağdadi’nin halifeliğini kabul etmeleri, tamamen ters biçimde de olsa bunun
mümkün olduğunu ve artık dünyanın bunun için olgun olduğunu da göstermektedir.
Yani gerçek bir demokratik Ortadoğu cumhuriyeti, bir dünya
Cumhuriyeti kuralım; ulusları ve ulusal sınırları yok edelim çağrısı yaparsa,
bunun bir yangın gibi tüm yeryüzünü bir anda sarıp bütün ulusları ve ulusal
devletleri yıkma olasılığı çok güçlüdür.
Yani ulusu bir dille, dinle tanımlamayı reddetme, sorunu
Türk sorunu olarak tanımlama; nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanın
politik olanla çakışmasını reddetmeye; bir tek yeryüzü cumhuriyeti kurmaya da
varabilir.
Yani Demokratik bir Ulusçuluğun varacağı yer “vatanım
yeryüzü milletim insanlık” olabilir.
Bir dünya cumhuriyetinde kapitalizme karşı mücadele bir
çocuk oyuncağı olur.
Dolayısıyla demokratik bir ulusçuluğu savunmak aynı zamanda
sosyalist hareket içinde bambaşka bir dünya devrimi ve sosyalizm anlayışını ve
stratejiyi savunmak anlamına da gelmektedir.
Demokratik ulusçuluğa dayanan sosyalist strateji,
kapitalizme karşı mücadelenin önüne, en acil sorun olarak gerici ulusçuluğu ve
ulusları koyar; oradan da demokratik bile olsa, ulusları ve ulusal sınırları.
Yani örneğin Ortadoğu’da bir Ortadoğu Demokratik Cumhuriyetini
ve buradan giderek bir Dünya Cumhuriyeti’ni savunur.
Artık ulusal devletler olmadığı için orduları olmayan;
hiçbir hududu olmayan; dünyayı nasıl düzenleyeceğine en geniş demokraside karar
veren; tüm medyanın sermayenin ve devletlerin elinden alınıp kitle örgütlerine
verildiği; tüm organların seçimle geldiği; tüm şirket, kurum, devlet karar ve toplantılarının
herkese açık olduğu; şirket, devlet sırrı tanımayan bu dünya cumhuriyetinin kapitalist
mi sosyalist mi olacağına üreticilerin karar vermesinin ve bu kararlarını
gerçekleştirmesinin önünde hiçbir güç bulunamaz.
Dolayısıyla sosyalist devrim son derece barışçıl olarak
gerçekleşebilir.
Esas zor ve sancılı olan karşı devrimci ulusları ve genel olarak ulusları yok etmek ve ulusçuları birer demokrata ve insana dönüştürmektir.
Esas zor ve sancılı olan karşı devrimci ulusları ve genel olarak ulusları yok etmek ve ulusçuları birer demokrata ve insana dönüştürmektir.
Demokrata dönüşmek, ulusun bir dille, dinle, Türklükle
tanımlanmasını reddetmekle olur.
İnsana dönüşmek ise, ulusal olanın politik olanla
çakışmasını reddetmek ve buna karşı savaşmakla.
O halde sorunu Türk sorunu olarak tanımlamak, Türklerin
birer demokrata dönüşmesinin; birer demokratik Ulusçuya dönüşmesinin ilk adımıdır.
Öcalan, Kürt ulusal hareketine başlarken, Kürtleri kendi
köle ve düşkün Kürtlüğüne karşı savaş çağırıyordu.
Şimdi Türklerin de kendi düşkünlüklerine, köleliklerine
karşı, yani Türklüklerine karşı savaşa girmesi; ulusun Türklükle tanımlanmasını
reddetmesi gerekiyor.
Ulusu kurma ve bunu Türklükle tanımlama temelinde bu
ülkedeki tüm demokratik gelenekler kazındı; Ermeni katliamları, Rum
soykırımları yapıldı.
Türklük bir dilin, tarihin, soyun, ırkın adı bile değildir.
Demokrasinin en küçük bir kalıntısını bile tasfiye eden bir karşı devrimin
adıdır.
Türk ulusunun ortaya çıkışı ve inşası tarihi bu karşı
devrimin ortaya çıkışı ve yerleşmesinin tarihidir.
Bu nedenle Türklüğe karşı Türklerin savaşı, ama tıpkı
Hazreti Muhammet’in kendi nefsiyle savaş savaşların en kutsalıdır anlamında
savaşı, aynı zamanda bu karşı devrime karşı mücadele olacaktır.
Demir Küçükaydın
18 Mart 2015 Çarşamba
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder