Çağın Hayaleti ve Hayaletin Laneti
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları
ve Ulusal Kurtuluş Savaşları başta olmak üzere, son iki yüzyıldaki savaşların
neredeyse tamamının, hatta “sınıfçı” olduğunu iddia edenlerin bile çoğunun,
milliyetçilik temelinde yapıldığı göz önüne alınırsa, milliyetçiliğin çok
tekinsiz olduğu; insanlığı adeta bir cin gibi çarptığı ve lanetiyle öldürdüğü
görülür.
Dünya tarihinin en kanlı
yüzyılında neredeyse bütün savaşlar ulus bayraklarıyla yapılmışlardır.
Ama lanet burada bitmez.
Eğer Sosyalizm insanlığın ve
ezilenlerin umudu idiyse “sosyalist partileri”, “sosyalist hareketleri”, “sosyalist
enternasyonalleri”, “sosyalist devletleri” her seferinde milliyetçilik
çökertmiştir.
·
İkinci Enternasyonal’i
çökerten neredeyse bütün sosyalist partilerin kendi devletlerinin ve
milletlerinin yanında yer almasıydı, yani fiilen milliyetçiliğe teslim
olmalarıydı.
·
Sovyet devrimi ve
Üçüncü Enternasyonal, 1920’lerde -ki kaderi Sovyet devrimine bağlıydı-
milliyetçi “tek ülkede sosyalizm”
parolasıyla çökmüştü.
·
Ekim Devrimi’nin
kalıntısı son gelenekler, İkinci Dünya Savaşı’nda, “dünyanın lanetlileri”yle başlayan Enternasyonal yerine, “Büyük Rus ulusunun perçinlediği, özgür
cumhuriyetlerin parçalanmaz birliği” sözleriyle başlayan SSCB marşının
almasıyla ve buna eşlik eden Üçüncü Enternasyonal’in lağvıyla yok olmuştu.
·
“Sosyalist Blok”, Sovyetler Birliği veya Yugoslavya çökünce onun
yerini daha iyi bir sosyalizm için kendini ulus veya ulusçu olarak tanımlamayı
reddeden toplumlar ve hareketler değil, artık aşıldığı söylenen uluslar,
ulusçuluk ve ulusal katliamlar aldı.
Sadece bu örnekler bile
milliyetçiliğin lanetiyle nasıl sosyalizmi çarptığını gösterir.
Bu kadar olsaydı gene de iyiydi.
Aslında sosyalizmin her yerde milliyetçiliğe teslim olmuş ve birçok yerde
uluslar ve ulusal devletler yaratmış veya en azından önceden oluşmuş ulusları
ve ulusal devletleri yönetmiştir.
·
Örneğin bu günkü bütün
Orta Asya uluslarını Sovyetler yaratmıştır. Sovyetler, ulus yaratmada tıpkı
Afrika’daki sömürge imparatorluklarının yaptığını yapmıştır. Sovyetler Orta
Asya ve Kafkasya cumhuriyetlerinin sınırlarını başka çizip, başka isimlerle
adlandırsaydı bu gün ortada başka uluslar ve ulusal devletler olacaktı.
·
Bunun yanı sıra
sosyalist iktidarlar daima kendilerini bir ulusla ve ulusal devletle
tanımlamışlardır: Bulgaristan, Macaristan, Polonya, Çin, Küba vs.. Ve Bu
ülkeleri kuran ve yöneten sosyalistlerin kastettikleri, nötr bir toprak parçası
adı değil, tarihe ve dile dayandığı ileri sürülen bir ulustur.
·
Ve bu tabloyu şu
gerçek belirtilmeden eksik kalır. Sosyalistler nerede başarılı oldularsa, orada
aslında filen bir ulusal hareketin başını çektiklerinde, yani fiilen bir ulusçu
gibi davrandıklarında başarılı olmuşlardır: Çir, Vietnam, Yugoslavya, Küba vs.
Özetle sosyalizmin ulusçulukla
ilişkisine ilişkin olarak, sosyalizmin kendi
hakkındaki iddialarından hareketle değil, gerçek durumdan hareketle söz etmek gerekirse, sosyalizm ve
ulusçuluğu ayıracak bir fark bulmak zordur. Ya sosyalistler ulusçudur veya
sonundan fiilen bir ulusçudan farkları kalmamıştır ya da ulusçular sosyalizm
bayrağıyla hareket etmişlerdir: Örneğin Afrika’daki Kurtuluş hareketlerinin
çoğu gibi.
Sosyalizm ve ulusçuluğu birbiriden
ayırmak mümkün değildir.
En kısa ifadesiyle sosyalizm her
yerde ulusçulukla imtihanını kaybetmiştir.
Sosyalizm ulusçuluk hayaletinin
lanetiyle çarpılmıştır.
Neden böyledir? Araştırılması
gereken budur.
Marks ve Engels geçen yüzyılın
başında, “Avrupa’da bir hayalet
dolaşıyor, Komünizm Hayaleti” demişlerdi Komünist Manifesto’nun ilk satırlarında.
Ama gerçek tarihe bakarsak, “İki yüz yıldır dünyada bir hayalet
dolaşıyor, Milliyetçilik Hayaleti” demek gerekiyor.
Marksizm ile Milliyetçilik ve Millet Konusu
Ama Sosyalizmin, Uluslar ve
Ulusçuluk hayaletinin lanetiyle çarpılması sadece bu kadar da değildir.
Bir araştırma ve açıklama nesnesi (konusu) olarak milliyetçilik de, en
azından milliyetçiliğin kendisi
gibi, başta Marksizm ve Marksistler olmak üzere, iki yüz yıldır kendisini açıklamaya
kalkanları çarpmıştır.
Milletler ve Milliyetçilik lanetli
ve tekinsiz bir konudur.
Milliyetçilik ve milletler konusu
ile ilgilenmiş en ileri ve ciddi tarihçi ve sosyologlar arasında, milliyetçiliğin
ve milletlerin ne olduğunun bilinmediği yolunda ortak bir kabul vardır.
Örneğin Eric J. Hobsbawm şunları
yazar klasikleşmiş Milletler ve
Milliyetçilik’in girişinde:
“Nükleer bir savaştan sonraki günlerden birinde, galaksiler arası bir
tarihçinin, kendi galaksisindeki alıcıların kaydettikleri uzaktaki küçük bir
felaketin nedenini araştırmak üzere artık ölü durumdaki bir gezegene ayak
bastığını düşünün. Bu tarihçi (...) gelişkin mükleer silah teknolojisinin
eşyalardan ziyade insanları yok edecek biçimde tasarlanması nedeniyle korunmuş
bulunan gezegen kütüphaneleriyle arşivlerine başvursun. Gözlemcimiz, bir süre
inceleme yaptıktan sonra, yeryüzü gezegenindeki insanın tarihinin son iki yüz
yılının, “Millet” terimini ve bu terimden türetilen sözcükleri anlamadan
kavranamayacağı sonucunu çıkaracaktır. “Millet” terimi insanların ilişkilerinin
önemli bir boyutunu anlatır görünmektedir. Ama tam olarak neyi? Sır burada
yatar. Tarihçimiz, on dokuzuncu yüzyıl tarihini “milletlerin inşası”nın tarihi
olarak sunan, ama aynı zamanda, her zamanki sağ duyusuyla “Bize sormadığınız zaman bunun ne olduğunu bilir, ne var ki hemen
açıklayamaz ya da tanımlayamayız” diyebilen Walter Bagehot’ı okumuş olsun. Bu
gözlem Bagehot açısından ve bizim açımızdan geçerli sayılabilir, ancak,
“millet” fikrine inandırıcılık kazandırır görünen insanoğlunun deneyimini
yaşamayan galaksiler arası tarihçiler açısından geçerli değildir.”[1]
“Hayali Cemaatler” adlı eseriyle Milliyetçilik ve Milletler
konusundaki araştırmalara yepyeni bir bakış açısı ve itilim kazandıran Benedict
Anderson da milletler ve milliyetçilik olgusu ve konusu arasındaki bu
paradoksta yansıyan sefaleti şu sözlerle ifade etmektedir:
“Olgular açık olmakla birlikte nasıl açıklanacakları uzun zamandır süren bir tartışmanın konusu
olmuş. Ulus, milliyet, milliyetçilik – çözümlenmek bir yana her birinin tanımlanabilirlik
açısından son derece kötü bir şöhreti var. Milliyetçiliğin modern dünya
üzerindeki etkisiyle kıyaslandığında, bu konudaki kabul edilebilir teorilerin
sayısı çok sınırlı. Devasa bir liberal tarihçilik ve toplumsal bilimler
geleneğini devralan ve milliyetçilik üzerine İngilizce’deki en iyi ve kapsayıcı
metni yazan Hugh Steon-Watson, üzüntüyle şunu kaydediyor: “Dolayısıyla, ulus için herhangi bir ‘bilimsel tanım’ yapılamayacağını
teslim etmek zorunda kalıyorum; oysa ortada bir fenomen var ve var olmaya
devam ediyor.” Liberal gelenekten
hiç de daha az devasa olmayan Marksist tarihçilik ve toplumsal bilimler
geleneğini devralan ve çığır açıcı The Break-up of Britain’in yazarı Tom
Nairn, büyük bir açık sözlülükle, “Milliyetçilik teorisi Marksizmin büyük
tarihsel başarısızlığını temsil ediyor” diyor.(...)”[2]
Milliyetçilik ve Milletler
gerçekliğinin çağa damgasını vuruşu ile bu gerçekliği açıklama çabalarında
ortaya çıkan sonuçların cılızlığı arasındaki bu uçuruma dikkati çeken bu
örnekler çoğaltılabilir.
Milliyetçilikte Olgu ve Bilgi Nesnesi İlişkisinin Özelliği
Bu ilişki problemin çözümü için
birçok ipucu vermektedir. Bizzat bu bağlantının kendisinden başlanamaz mı?
Adeta Matematik formüllerine
benzeyen önermeler biçiminde bu ilişkileri sıralamaya başlayalım.
Yukarıda alıntılarla açıklanan
olgulardan şöyle bir ilişkinin varlığı, bir bağıntı ortaya çıkmaktadır:
Sosyalizmin milliyetçiliği anlayamaması ile milliyetçiliğe
yenilgisi veya teslim olması veya milliyetçileşmesi arasında kopmaz bir ilişki
vardır.
Bu ilişki daha genel olarak,
insanlık bağlamında şöyle de ifade edilebilir:
İnsanlık milliyetçiliğin ve milletlerin ne olduğunu
bilemediği için milliyetçiliğin ve milletlerin kurbanı olmuştur.
Buradan da şu sonuç çıkar:
İnsanlık milletin ve milliyetçiliğin ne
olduğunu bilmediği için millet ve milliyetçiliğin kurbanı olmaya devam
etmektedir ve bilemediği sürece de edecektir.
O halde:
İnsanlığın var
oluşu ve kurtuluşu ile millet ve milliyetçiliğin ne olduğunun bilinmesi
arasında olmazsa olmaz ya da zorunlu bir ilişki bulunmaktadır.
Bu ilişki şöyle de formüle edilebilir:
Milliyetçilikle ancak milliyetçiliğin ve milletin ne olduğu
anlaşılarak mücadele edilebilir.
Bu paradoks, bu tersine ilişki, bilgi ve nesnesi arasındaki ilişki bağlamında kategorik olarak şöyle de ifade edilebilir
Milletler ve milliyetçilik söz konusu olduğunda,
Bilgi ve Nesnesi arasında ters oranlı bir ilişki vardır: Bilgi varsa, nesnesi olamaz; nesnesi varsa bilgi yoktur.
Bu kategorik ilişki, milletler ve milliyetçilik bağlamında
şöyle de formüle edilebilir:
Milliyetçiliğin ve milletlerin ne olduğu bilinirse,
Milliyetçilik ve milletler olamaz;
Milliyetçilik ve milletler varsa, Milliyetçiliğin ve milletin ne olduğu
bilinmemektedir.
Bu ilişki insanlığın geleceği bağlamında şöyle de formüle
edilebilir:
İnsanlık ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu bilirse, ulus ve
ulusçuluk var olamaz; ulus ve ulusçuluk var ise insanlık ulus ve ulusçuluğun ne
olduğunu bilmiyordur.
Dikkat edilirse, bu ilişki, tıpkı
Quantum fiziğindeki bir parçacığın konumunu ve hızını birlikte bilmenin imkânsızlığı gibi bir
ilişkidir: parçacığın Konumunu biliyorsanız Hızını, Hızını biliyorsanız
Konumunu bilemezsiniz.
Ulusçuluk ve ulus varsa ulus ve ulusçuluğun
bilgisi yoktur; bilgisi varsa kendisi var olamaz.
Bağlantının Politik Sonucu: İnsanlığın Kaderi ve Ulus ve Ulusçuluğun Bilgisi
Ulus ve ulusçuluk söz konusu
olduğunda, bilgi ve nesnesi arasındaki bu ilişki, insanlığın kaderiyle
ulusçuluğun ne olduğunun bilinmesi arasındaki çok derin ve temel bir ilişkiyi
de sezdirir.
İki yüz yıldır var olan savaşlar
gibi günümüzün savaşları da uluslar ve ulusal devletler tarafından yapılmaktadır
ve yapılacaktır.
Ve her şey şunu göstermektedir:
Birkaç emperyalist merkez arasında
paylaşılmış bir dünyada, bu uluslar arasında bir atom savaşı neredeyse bir
kaderdir.
İnsanlığın kaderinin bağlı olduğu ulusal
devletler ve ulusların yok olması ulusçuluğun ve ulusun ne olduğunun bilinmesine
bağlı olduğundan, ortaya şu sonuç çıkar:
İnsanlığın kaderi ulus ve ulusçuluk konusunun bilinmesine bağlıdır.
İnsanlığın kaderi ulus ve ulusçuluk konusunun bilinmesine bağlıdır.
Aynı sonuca Ekolojik tehlike
bağlamında da varılabilir:
Bir atom savaşının olmadığını
varsayılsa bile şu önerme geçerlidir:
Uluslara bölünmüş bir dünyanın ekolojik
felaketi önleme şansı bulunmamaktadır.
Ekolojik çöküş veya onun önlenebilmesi
de:
Ulusların var olup olmamasına
bağlıdır.
Ulusların var olup olmaması da
ulusun bilgisine bağlı olduğundan:
Ancak ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun
bilgisi yeryüzünden ulusçuluğu ve ulusları yok etmenin dolayısıyla bir ekolojik
çöküşü engellemenin koşulunu sunar.
Demek ki ulus ve ulusçuluk konusunun bilgisi, uluslar ve ulusçuluk bu bilgi
olmadığında var olabildiğinden, insanlığın
var olup olmayacağı sorusunun cevabında belirleyici bir öneme sahiptir.
Böylesine pratik, böylesine
politik ve böylesine can alıcı bir konudur ulusun
ve ulusçuluğun ne olduğunu anlamak ve bilmek.
Ama insanlığın ulus ve ulusçuluğun
ne olduğunu bilmesi, toplum bilimin onu açıklaması demektir. Toplum Bilim, yani
kısa ve yaygın adıyla Marksizm.
O halde ulusçuluğun bilinmesi demek: Marksizm’in ulus ve
ulusçuluğun ne olduğunu bilmesidir; Yani doğru ve kapsayıcı bir ulus teorisine
sahip olması demektir.
O zaman insanlığın kaderi ile Marksist bir ulus teorisi arasındaki ilişki şöyle formüle edilebilir:
O zaman insanlığın kaderi ile Marksist bir ulus teorisi arasındaki ilişki şöyle formüle edilebilir:
İnsanlığın kaderi ile Marksist bir ulus ve
ulusçuluk teorisinin var olup olmaması arasında kopmaz bir ilişki vardır.
İnsanlığın kaderi Marksist bir
ulus teorisinin ortaya çıkmasıyla kader birliği içindedir.
Bizim yapmaya çalıştığımız böyle
bir teoriyi ortaya koymaktır.
Marksizm’in Evrimi ve Milliyetçilik
Bu vesileyle İnsanlığın kaderi, Marksizmin
kaderine bağlı olduğundan, marksizmin kaderi ile o kaderin açıklanması
arasındaki ilişki de doğrudan bir ulus teorisi ve insanlığın kaderiyle bağlantı
içine girmektedir.
Bu ilişkiyi şöyle de formüle
edebiliriz:
Bilimlerin kaderi ve kendisi arasındki ilişki
ile Marksizm'in kendisi ve kaderi arasındaki ilişki temelden farklıdır ve bir
bilim olarak kendi kaderi de kendisinin konusudur.
Bu soyut gibi görünen önermeyi şöyle somutlayalım:
Bu soyut gibi görünen önermeyi şöyle somutlayalım:
Fizik veya biyoloji bilimlerinin evrimi
fiziksel veya biyolojik olaylar değildir.
Bubilimlerin evremi fiziksel ve
biyolojik olgular olmadığından, fizik ve biyoloji bilimlerinin konusunu
oluşturmazlar.
O halde bu bilimler: kendileri
kendisinin konusu olmayan bilimlerdir.
Ancak Marksizm söz konusu
olduğunda bilimin kendisi ve bilgi nesnesi arasında çok farklı bir ilişki
vardır.
Marksizm toplumun ve tarihin
hareket yasalarını inceler.
Marksizm bizzat kendisi toplumsal bir olgu olduğundan, bizzat kendi evrimi ve kaderi kendisinin konusudur.
Bir diğer ifadeyle Marksizm bir
bakıma kendinin bilincinde olan ve olması gereken bir bilimdir. O kendi
doğuşunu, evrimini, tarihini ve kaderini de açıklayabilmelidir, çünkü bu bizzat
Marksizm’in konusudur.
Şimdi bu sonuç önermesi ile ulus
konusundaki önerme ve sonuçlar arasındaki bağı görelim.
Bu durumda:
Marksizm’in Ulus ve Ulusçuluk konusunu anlama
ve bir teori oluşturmadaki başarısızlığı da bizzat Marksizm’in konusudur.
O halde:
O halde:
Marksizm bu konuyu açıklamadaki
başarısızlığının nedenlerini açıklayabilirse, yani bu başarısızlığın
metodolojik ve tarihsel, toplumsal nedenlerini açıklayabilirse, aslında ulus ve
ulusçuluğun ne olduğunu da çözmüş olabilir.
O zaman bu bağıntı tersinden şöyle
de ifade edilebilir:
Marksizm ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu
anlayabilirse, kendi kaderini, yani ulus ve ulusçuluğu açıklamada niye
başarısız olduğunu açıklayabilir.
Bu nedenle, Marksizm’in gerek bir
bilgi nesnesi, gerek sosyal bir olgu olarak, ulusçuluk karşısındaki
başarısızlığını açıklayabilmesi ulusçuluğun ne olduğunu anlamanın ve onun
karşısında başarının, dolayısıyla insanlığın kaderini değiştirmenin olmazsa
olmaz koşulu olarak ortaya çıkmaktadır.
O halde:
İnsanlığın ulus ve ulusçuluğa kurban olmaması
için, Marksizm’in kaderinin, yani ulusçuluğu niye açıklayamadığının açıklanması
olmazsa olmaz bir koşuldur.
Bilginin Evrimini Ele Alışın Mantıksal ve Tarihsel Yöntemleri
Bilimlerin evrimi iki türlü ele
alınabilir:
·
kavramların, düşüncenin hareketi olarak, yani bir mantıksal
süreç olarak;
·
bir de somut tarihsel gidişi içinde sosyal bir süreç
olarak.
Mantıksal süreç, Bizzat Engels’in de belittiği gibi, son duruşmada, tarihsel sürecin sapmalardan arınmış biçiminden başka bir şey
değildir ve son duruşmada metodolojik
olarak yapılan yanlışları ortaya çıkarır.
O halde,
Marksizm’in başarısızlığını açıklayabilmek
için, “neden başarısız?” sorusunu sormak ve yapılan metodolojik yanlışları
bulmak gerekmektedir.
Bu açıklama sadece metodolojik
kalmamalı elbette bu metodolojik yanlışların temelindeki tarihsel ve sosyal nedenleri de açıklamalıdır.
Bu nedenle, önce metodolojik ve mantıksal olarak Marksizm’in ulusçuluğu neden açıklayamadığını ele
almak gerekmektedir.
Ulusun ve Ulusçuluğun ne olduğunun
anlaşılmasınınn anahtarı bizzat Marksizm’in kendi tarihinde ve metodolojik
hatalarında gizlidir.
Ulus ve ulusçuluk konusundaki başarısızlığın
açıklanması aynı zamanda bizzat Marksizm’in kendi özeleştirisinden başka bir
anlam taşımaz.
Diğer bir ifadeyle:
Ulus ve ulusçuluk konusundaki başarısızlığın
açıklanması Marksizm’in Marksist bir Eleştirisi olmak zorundadır.
Öte yandan Marksizm, bizzat bu
kendi yanlışlarının tarihsel ve toplumsal nedenlerini ortaya koymak, yani
sosyolojik bir açıklamasını yapmak zorundadır. Ama bu açıklama ister istemez,
metodolojik hatalardan arınmış bir yöntemi gerektirir. Dolayısıyla
açıklayamamanın sosyolojik açıklaması, ancak açıklayamamanın metodolojik
hatalarının açıklamasıyla, dolayısıyla ulus ve ulusçuluğu açıklayabilen bir
metodolojik gelişimle mümkün olur.
O halde önce en soyut noktadan,
Marksizm’in ulusçulukla ilişkisinde de ortaya çıkan ulusçuluğun varlığı ile bir
ulusçuluk teorisinin yokluğu arasındaki ilişkinin, yani olgunun varlığı ile
bilginin yokluğunun neden bir arada
bulunduğundan ve bu ilişkinin sonuçlarından
başlanabilir.
Marksizm Milliyetçilik ilişkisi
bizzat Marksizm'in kendi konusu olduğundan, başlığın kendisinden başlanabilir.
İlişkinin “Fasit Daire” Karakteri
Milliyetçilik ve Millet olgusu ile onun bilgisi ilişkisi aynı zamanda Almanların “Teufelkreis” (Şeytan Çemberi) eskilerin “Fasit Daire” dedikleri bir kendi üzerine kapanan bir daireyi işaret
etmektedir.
Genel olarak ifade edilirse, Milletlerin
ve Milliyetçiliğin ne olduğu bilinmediğinde milletler ve milliyetçilik var
olmakta, yani bilmeyenler fiilen milliyetçi olmakta ve milletler ve
milliyetçilik var olduğunda, yani milliyetçi olunduğunda da milliyetçiliğin ve
milletin ne olduğu bilinememektedir. Milliyetçiliğin ne olduğu bilinmediği
sürece de milliyetçi kalınmaktadır. Milliyetçi kalındığı sürece de
milliyetçiliğin ne olduğu bilinememektedir.
Yani nesne veya konu hakkındaki
bilgisizlik, fizikte olduğu gibi nötral bir durum değildir; nötronun ne
olduğunu bilmediğinizde bu sizin ya da bulgisizliğinizin kendisinin bizzat
nötron olması sonucunu doğurmaz, ama bu sosyal ilişkide bilgi ve nesnesi
arasındaki ilişki öyledir ki, açıklayamamak, o açıklanamayan şeyin kendisi olma
anlamına gelmektedir.
Bu tam bir “fasit daire”dir.
Bu durumda insanlık için adeta
hiçbir umut yok gibi görülmektedir.
İnsanlık milliyetçi olduğu için
milletlerin ve milliyetçiliğin ne olduğunu bilemez; milletlerin ve
milliyetçiliğin ne olduğunu bilemediği sürece de milliyetçi olarak kalmaya
devam eder. Bu da ulusların ve ulusal devletlerin, sınırların varlığı demektir.
Bu da insanlığın yaşama şansı yok demektir.
Bu fasit daireden çıkmak mümkün
değil midir?
Mümkündür.
Bizzat bu satırlar bunun mümkün
olduğunu göstermektedir.
Çünkü “fasit daire”den ve bilgi ve nesnesi arasındaki ilişkinin bu
özgül niteliğinden söz ettiğimizde
fasit dairenin dışına çıkmış oluyoruz.
Çünkü fasit daire ilişkisiyle, millet ve
milliyetçilik ilişkisinin özünü ortaya çıkarmış oluyoruz.
Bu öz: milliyetçilerin,
milliyetçiliğin ve milletin ne olduğunu anlayamayacağı önermesidir.
Bu şöyle de ifade edilebilir:
milliyetçiliğin ve milletin ne olduğunu
açıklayamayan bütün teoriler milliyetçi teorilerdir.
Daha somut olarak bu sonucu söyle
de formüle edebiliriz:
İnsanlık veya Marksizm milliyetçi olduğu için
milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamamıştır.
Veya tam tersinden şöyle formüle edilebilir:
İnsanlık veya Marksizm, milletin ve milliyetçiliğin
ne olduğunu anlayamadığı için milliyetçi olmuştur.
Ama işte tam bu ilişki ortaya
koyulduğu an onun dışına çıkılmış da olur.
Fasit daire içindeyken görülemez
ve ancak dışına çıkıldığında ortada bir fasit daire olduğu görülebilir.
Ve ilerde görüleceği gibi bu “paradoks” ve bu “şeytan çemberi” hem milliyetçiliğin ne olduğunun
anlaşılabilmesinin, hem de milliyetçiliğin ve milletlerin neden
anlaşılamadığının anlaşılabilmesinin ipucudur.
Biraz matematik formüllerle
uğraşır gibi oldu. Hatta iyi bir matematikçi bu formülleri cebirsel denklemler
halinde ifade edebilir ve Marksizme cebirsel formüllerle ifade edilebilin bir
özellik de kazandırabilir. Ama burada yazılanlar sorunun özüdür.
Devamı şu çalışmada bulunabilir: Sosyalizmin
Milliyetçilikle İmtihanı (Marksizm, Milletler ve Milliyetçilik)
13 Kasım 2014 Perşembe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder